Evli ve üç çocuk babası olan Marc Madrigal 2006 senesinde Boğaziçi Üniversitesi İngilizce Dili ve Edebiyat bölümünden mezun olduktan sonra 2009 senesinde Phoenix Seminary ABD'de Hristiyan İlahiyatı üzerinde Yüksek Lisansını tamamlamıştır. 5 dil bilen Madrigal, araştırmalarını erken dönem Hristiyanlık tarihi ve Kutsal Kitap dönemi arkeolojisi üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Madrigal aynı zamanda İstanbul Protestan Kilisesi Vakfı yönetim kurulu üyesidir.
Yaratılış ve Tarih
Günümüzde, Kutsal Kitap’ın Yaratılış metni okunduğunda birçok kişi hatalı bir yaklaşım sergilemekte. Eğer ki yaratılış metninin manalarını anlamak istiyorsak birkaç unsuru göz önünde bulundurmamız lazım.
Yaratılış metni çağdaş bilimsel sorularımızın cevaplanması amacıyla yazılmadı. Günümüzde birçok kişi yaratılış metnine bilimsel bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Kimi evrimci bu metne bakarak bilim ile çeliştiğini iddia ediyor. Kimi inançlı kişi ise bu metne bakarak bilimsel teoremler doğru olamaz diyor veya Kutsal Kitap’ta bilimsel mucize arayışına giriyor. Aslında, her iki taraf hatalı bir yaklaşım sergilemektedir. Çünkü metnin amacı yaratılış bilimini açıklamak veya 21.yy’ın bilimsel sorularına cevap vermek değildir. Metnin amacı, yazarın yaşadığı döneme ait eski kozmolojik bir dünya görüşünü kullanarak Tanrı’yı ve insan doğasını tanıtmaktır ve çok tanrıcılığa karşı bir argüman sunmaktır. Maalesef bilimsel mucize veya bilimsel çelişki arayan kişiler Yaratılış bölümünün ayetlerini bağlamlarından kopartıyorlar. M.Ö. 2. binyıla ait bir anlatıya M.S. 3. binyıla ait bir bakış açısı ve hassasiyetiyle yaklaşıyorlar. Buna anakronizm denilir. Yani bir olayın bulunduğu çağa başka bir çağın hassasiyetlerini ve unsurlarını taşımak.
Göz önünde bulundurmamız gereken ikinci unsur ise Hristiyanlık ve Musevilikte vahiy sürecinin nasıl işlediği konusudur. Genellikle İslam ülkelerindeki hâkim vahiy anlayışı halk dilinde bir kitabın gökten inmesidir; Allah’ın bir melek kullanarak kelamını peygambere dikte etmesi. Dolaysıyla yazar sözleri kaleme dökmek dışında hiçbir rol oynamaz ve direkt Allah’ın sözlerini meleğin ağzından geldiği şekilde aktarır. Bu durumda vahiyi söz kalıplarına döken yazar değil melektir. Fakat Kutsal Kitap’ta yazı sürecinde birden fazla yazarın Tanrı esinlendirmesiyle işlediğini görürüz ve yazarlar dolaylı da olsa bu süreçte rol oynar. Nasıl mı? Vahiyi söz kalıplarına melek değil, seçilmiş elçi veya peygamber döker. Dolayısıyla vahiy ile aktarılan ebedi gerçek veya prensip yazarın dünya görüşü, kullandığı mecazlar ve ifadeler, edebi tür (şiir, ağıt, kehanet, bilgelik yazısı), kelime hazinesi çerçevesinde ve bağlamında ifade edilir. Maalesef metni çürütmek isteyen kişiler genellikle yazarın dünya görüşü, bağlamları veya ifade şekillerine takılıp bunu Tanrısal mesajda bir hata olarak yorumlar.
Bir örnek ayetle bunu açıklayalım. Vaiz 1:5’te “Güneş doğar, güneş batar, hep doğduğu yere koşar” denmektedir. Bazı eleştirmenler bu tür ayetleri işaret ederek Kutsal Kitap’ın güneşin dünya etrafında döndüğünü, fakat modern bilimin bunu çürüttüğünü iddia eder. Fakat bu iddiadaki hatalı yaklaşım şudur: Bu gözlem Tanrı’nın bilimsel bilgisini değil, az önce ifade ettiğimiz gibi yazarın şiirsel bir ifadeyle bakış açısını yansıtır. Nitekim önceki ve sonraki ayetleri bir bütün olarak okuduğumuzda yazarın anlatmak istediği şeyin Tanrısız hayatın boş ve tekrarlardan ibaret olduğudur: “Önce ne olduysa, yine olacak. Önce ne yapıldıysa, yine yapılacak. Güneşin altında yeni bir şey yok” (1:9).
Bu hatalı yaklaşım genellikle Yaratılış unsurlarına da uygulanmaktadır. Mesela, bir kuşkucu Mezmur 75:3 (“Ben pekiştireceğim onun direklerini”) ayetini kullanarak “Kutsal Kitap, dünyanın direklerle desteklenen düz bir yeryüzü olduğunu söylüyor” diye bir iddiada bulunur. İnançlı kişi ise Eyüp 26:7 (“O boşluğun üzerine kuzey göklerini yayar, Hiçliğin üzerine dünyayı asar”) ayetini kullanarak: “Hayır, Kutsal Kitap dünyanın uzay boşluğunda bulunan bir gezegen olduğunu söyler” savunmasına geçer. Peki, hangisi doğru? Hiçbiri. Çünkü her iki bölümdeki mesaj işin bilimiyle ilgili değil, Tanrı’nın dünyayı yaratmış olması ve sadece onun lütfu sayesinde dünyanın varlığı devam ettiği gerçeğini açıklamaktadır.
Peki, o zaman mesaj bu ise, neden bu sözlerle ifade edilsin ki? Çünkü bu sözler dönem insanının anladığı bağlam ve dildir. M.Ö. 2.binyılda yaşamış olan insanların Tanrı’dan aldıkları mesajı, 4000 sene sonra oluşacak bilimsel metot ve evrim teorisi diliyle sunmalarını beklemek gülünç bir durum olmakla beraber, metin yazıldığı dönemi yansıtmamakla suçlu tutulabilirdi.
Elbette Eski Antlaşma yazarı belirli vahiysel gerçekleri dinleyicisi ile paylaşırken, bunu Eski Antlaşma dönemindeki dünya görüşü ve kozmoloji bağlamında yapmasını beklememiz lâzım. İbrani kozmolojisi ve dünya görüşünde dünya suların üzerinde yüzen bir toprak diskten oluşmaktaydı. Bu diskin üstünde kubbe şeklindeki gökyüzü, diskin altında ise Şeol veya ölülerin diyarı bulunmaktaydı. Bunu birçok ayette görmek mümkündür. Mesela, Yeşaya 40:22 bahsettiğimiz kozmolojiyi şu şekilde aktarır: “Gökkubbenin üstünde oturan RAB’dir, Yeryüzünde yaşayanlarsa çekirge gibidir. Gökleri perde gibi geren, Oturmak için çadır gibi kuran O’dur.”
Kutsal Kitap antik yakın doğunun bu dünya görüşü içerisinde vahiy edilmiştir. Bağlam vahiyin kendisi değildir. Bağlam bir kap veya ambalajdır. Vahiy ise ve gerçek olan ve değişmez Tanrı’nın mesajıdır. Eğer ki biz de metni bağlamından kopartıp, bağlamından bağımsız yorumlamaya çalışırsak biz de çok kolaylıkla “Kutsal Kitap bilimle çelişiyor” veya “Kutsal Kitap’ın mucizeleri bilimi destekliyor” gibi yanlış bir ikileme kendimizi hapsetmiş oluruz. Armutları portakallarla karıştırmayalım. Eski ilahiyat profesörümün bana bir gün dediği gibi, “Kutsal Kitap’ı anlamak istiyorsan 3 unsura dikkat etmen lazım: bağlam, bağlam, bağlam…”
Yeni yorum ekle