Çözümlenmemiş suçluluğun ne denli felç edici olduğunu hepimiz gördük. Suçluluk gerçeği bir kimse için sırtta taşınması çok ağır ve eziyetlidir. İnanlının Yolculuğu'ndaki kahramanın o korkunç ağırlığı gittiği her yere nasıl taşıdığını hatırlıyoruz. Pavlus'un sözünü ettiği o "ölüme götüren bedeni" yine hepimiz hatırlıyoruz. The Missionadlı Hollywood yapımı olan filmi seğredenler tövbekar lejiyonerin sırtına bağlı bir teneke yumağını dağın tepesine çıkarırken çektiği eziyeti gözlerinin önünde canlandırabilecekler.
Bu yükü atmak, özgürlüğün ne tatlı olduğunu bilmektir. İşayanın duyduğunu duymak-"Suçların bağışlandı"-özgürlüğün hoş melodisini duymaktır. Çağlar boyu Roma Katolikleri, günah çıkarma hücresindeki rahibin Te Absolvo-"Seni bağışlıyorum" deyişini duydukları an özgürlüğün verdiği o hazzı hissetmişlerdir.
Roma Katolikliğinde günah çıkarmak[3] kefaret etme sakramentine aittir. Bu sakrament, Reformasyon döneminde Protestan kiliselerinin büyük bir çoğunluğu tarafından reddedilmiştir. Sonuç olarak birçok Protestan bir Roma Katolik uygulaması olan günah çıkarmaya önyargılı ve düşmansı bir tavırla yaklaşırlar. Bu gibi sözlerle ifade edilen protestoları oldukça sık duyarız, "Günahlarımı neden bir rahibe itiraf ediyim ki? Mesih, Baş Kahindir. Günahlarımı direk olarak O'na itiraf edebilirim. Dünyasal bir kahine (rahibe) ihtiyacım yok!" Bu gerçekçi mi yoksa yanlızca anti-Katolik bir önyargıyı haklı çıkarmaya mı çalışıyoruz?
Çoğu Protestanın neyi protesto ettiğini bilmemesi kilise tarihinin üzücü bir gerçeğidir. Zaman aşımı, esas protesto edilen noktayı derinlere gömmüştür. Geriye kalan şey ise önemsiz şeyler üzerinde duran Roma'ya karşı ne olduğu belirsiz bir önyargıdır.
KEFARET ETME VE PROTESTANCILIK
Tartışmayı uygun bir bakış açısına oturtmak için ilk önce Reformcuları kışkırtan tarihsel olaylara kısaca bir bakalım. Reformasyon hareketi, kefaret etme sakramenti etrafında oluşan yanlış bir uygulama sonucu başlamıştır. Kefaret etme, ölümcül günah işlemiş kişiler için kurtaran lütfun yenilenmesinde Roma tarafından gerekli görünen bir adımdı. Roma, kefaret etme sakramentini şöyle tanımlıyor: "canlarını hurdaya çevirmiş olanlar için ikinci bir aklanma katmanı".
Neden "ikinci bir aklanma katmanı"? Roma teolojisinde ilk aklanma katmanı vaftiz sakramentidir. Aklayan lütuf, vaftiz aracılığıyla insanın canına işlenir. Vaftiz olmuş kişi, ölümcül bir günah işleyinceye dek ya da işlemediği sürece bir lütuf konumunda kalır. Ölümcül günaha "ölümcül" denir çünkü kurtaran lütfu öldürür yahut yok eder. Ölümcül günah işleyen bir kişinin, yeniden aklanmaya ihtiyacı vardır. Yeni aklanma ise kefaret etme sakramenti aracılığıyla gelir.
Kefaret etme sakramenti birkaç bölümden oluşur. İtiraf, tövbe, rahibin bağışlaması ve tatmin işleri. Roma Katolik kilisesi kefaret etmeyi, bir tür hisden ziyade eylem olarak tanımlar. Kişinin yaptığı birşeydir. Kutsal Kitabın Protestanlarca yapılan tercümelerinde, orijinal metinden tövbe etmek olarak çevrilen kavram, Kutsal Yazıların Katolik versiyonlarında "kefaret etme" olarak çevrilir.
Reformasyon görüşü kefaretin tek bir bölümü etrafında odaklanmıştır-tatmin işleri. Günümüze uyarlasak bu kavram şöyle işlemektedir. Kişi özel hücreye girerek rahibe günahlarını itiraf eder. İtiraf dusını eder ve rahibin onu bağışladığını söylemesini bekler. Daha sonra rahip, bu kişinin yapması için bir kefaret işi belirler. Kişiden belirli sayıda "Yüce Meryem" ya da "Göklerdeki Babamız" ya da diğer törensel duaları söylemesi istenebilir. Zaman zaman daha güç şeylerin yapılması istenir. Bunlara tatmin işleri denir. Tanrı'nın gerektirdiklerini "tatmin ederler" ve Tanrı'nın tövbekar kişiyi yeniden aklamasını yasal ya da "uygun" kılar.
Orta Çağda, zekat vermek geçerli bir kefaret işi olarak kabul edilirdi. Kilise, kurtuluşun satılık olmadığını belirtmeye çok özen gösteriyordu. Bir kimse, fakire ya da kiliseye para vererek bağışlanmayı "satın alamaz". Buna karşılık zekat vermek, hakiki bir tövbe ruhu ve Tanrı sevgisiyle yapıldığında uygun bir tatmin işi olarak kabul görüyordu.
16.yy'da özellikle bununla ilgili büyük bir sorun patlak verdi. Roma, St.Peter sarayını inşa etmek için muazzam bir inşaat projesi yürütmekteydi. Kilise, bu projeye içten ve tanrısal bir yürek ile maddi katkıda bulunan kişiler için Papa tarafından onaylanmış endüljanslar çıkardı. (Endüljans, işlenen günahlar için gereken geçici cezaların kaldırılması anlamına gelirdi.)
Almanya'da, William Tetzel adlı Roma'nın ahlaksız bir temsilcisi bunlar uygun bir yürekle alınması şart değilmiş gibi özellikle fakir köylülere endüljans satmaya başladı. Diğer bir değişle, kişi para karşılığı günahlardan aklanmaya sahip olabilirdi. Ne gerçek bir tövbeye ne de toplum yararına yapılan kefaret işlerine gerek vardı. Baş pazarlamacı Tetzel, kefaret etme sistemini beş paralık yaptığı için Martin Luther'in öfkesini uyandırdı. Ünlü Doksanbeş Tez, bu kötü kullanımlara cevap olarak yayınlanmıştı.
Endüljans skandalı yüzünden insanlar ve yaptıkları çok çirkinleştirdi. Tartışma büyüyerek aklanma öğretisi sorgulanmaya başlandı. Sonunda Luther yanlızca imanla aklanma öğretisini ortaya koydu. Kefaret etme sakramentine tatmiş işleri açısından saldırdı.
Günahlarımız için gereken kefaretin tümünün Mesih tarafından sunulduğunu savundu Luther. Bu tatmin edişe hiçkimse hiçbir şey ekleyemez. Tatmin işleriyle elde edilen sözde "uygun (yasal) kazanç" (meritum de congruo) da dahil olmak üzere, hiçbir insan, herhangi bir insan çabası ya da kazancıyla Mesih'in tamamladığı işe birşey ekleyemez. Aklayan lütuf, günahlarını gerçek bir yürekle itiraf edip, imanla Mesih'i kucaklayan herkese karşılıksız sunulur.
Luther, herşeyin merkezindeki yalnızca imanla aklanma öğretisinin yanında diğer meseleleri "önemsiz" olarak nitelendirmiştir. Luther, yanlızca imanla aklanmayı, "her bir inanlının varoluşunun ya da yokoluşunun dayandığı tek madde" olarak tanımlar.
Sonuç olarak Protestan Hıristiyanlarında artık itiraf diye birşey yoktur. Hemen hemen hiçbir insandan Te Absolvo sözlerini duymayız.
Protestanlar çoğu zaman bir rahibin "Seni bağışlıyorum" demesi düşüncesi karşısında huzursuz olurlar. Burada Roma'yı savunmak gerekirse, kilise hiçbir şekilde bir rahibin kendi içinde bizlerin günahlarını bağışlama hakkının olduğunu söylemeye çalışmamaktadır. Roma'nın bakış açısına göre rahib, İsa'nın şu sözleriyle öğrencilerine verdiği yetkiyi kullanmaktadır, "Kimin günahlarını bağışlarsanız, bağışlanmış olur; kimin günahlarını bağışlamazsanız, bağışlanmamış kalır" (Yuhann 20:23). Bu uygulama, Protestan vaizlerin Pazar sabahı kürsüye gelip "Bağışlanma Güvencesi" konulu vaaz vermesinden pek farklı birşey değildir.
GÜVENCEYE DUYULAN DERİN İHTİYAÇ
Ne yazık ki çoğu Protestan, günahlarının bağışlandığından emin olamamaktadırlar. Sürekli onları rahatsız eden suçluluk duygularının hışmına uğramışlardır. Çarmıh sanki hiç olmamış gibi yaşarız. İsa'nın Kefaretinin sanki bizim günahlarımızı kapatmaya yeterli olmayacağı gibi artık huy haline gelmiş, durmadan içimizi yiyip bitiren bir düşünceyi kafamızda barındırırız. Lütuf, diğer insanların ihtiyacı olduğu birşeydir. Biz, kendi günahımızın bedelini kendimiz ödemek isteriz. Bir şekilde suçumuzun bedelini ödememiz gerektiğini düşünürüz.
Bir keresinde bir bayan bana şöyle söyledi, "Günahlarımın bağışını nasıl elde edebilirim? Günahlarımı bağışlaması için Tanrı'ya tekrar ve tekrar dua ettim ama kendimi halen suçlu hissediyorum."
Bu bayan teolojik bir tavsiye arıyordu aslında. Bağışlandığından emin olmasını sağlayacak bir tür sihirli araç sunmamı bekler gibi bakıyordu yüzüme. Ona şöyle cevap verdim, "Bence bir kere daha bağışlanmak için dua etmelisin."
Cevabım bu bayanı yanlızca hayal kırıklığına uğratmamıştı ama aynı zamanda da kızdırmıştı. "Ne dediğimi duymadınız mı? Tekrar tekrar dua ettim. Bir kere daha etmenin ne faydası olacak ki?" dedi.
"Bu sefer Tanrı'dan gururlu tavrın için af dilemeni istiyorum" diye cevap vedim.
Kadın iyice sinirlendi. "Gurur mu?!! Ne gururu? Ne demek istiyorsun?! Kendimi defalarca dua ederek alçalttım. Gurur bunun neresinde?"
Eğer günahlarımızı itiraf edersek Tanrı'nın günahlarımızı bağışlayacağını açıkladım ona. "Ama günahlarımızı itiraf edersek, güvenilir ve adil olan Tanrı, günahlarımızı bağışlayıp bizi her türlü kötülükten arındıracaktır" (1. Yuhanna 1:9).
Suçlulukla suçluluk duygusu arasında nasıl çok önemli bir fark varsa, bağışlanma ile de bağışlanma duygusu arasındaki fark da o denli önemlidir. Suçluluk nesnel; suçluluk duygusu özneldir. Bağışlanma nesnel; bağışlanma duygusu özneldir.
Eğer Tanrı bir insanı bağışlanmış ilan etmişse, o kişi gerçekten, nesnel olarak ve tamamıyla bağışlanmıştır. Bağışlanmışlık artık bir gerçektir. Bağışlanmışlık gerçeğinden sıcak, huzur duyguları akıyorsa bu çok tatlı ve harika bir artıdır. Fakat bağışlanmışlığın nihai kıstası değildir.
Bu iki ağazı olan bir kılıçtır. Kişi, bağışlandığı zaman bağışlanmışlık hisleri duyabilir. İnsanların, Tanrı'nın kesinlikle yasakladığı bazı şeyleri yapmaları için Tanrı'nın kendilerine "esenlik" verdiğini söylediklerini duydum. Zina yapmaları için Tanrı'nın kendilerine vicdan huzurluğu verdiğini söyleyenleri duydum. Bu gibi sözler kesinlikle Kutsal Ruh'u kederlendiriyor olmalı.
Tanrı, tövbekar kişiyi karşılıksız bağışlar. Tövbekar olmayan kişinin hissettiği huzurun yazarı Tanrı değildir. O huzur sahte huzurdur, yalancı huzurdur.
Bayandan gururluluğu için af dilemesini istememin sebebi şuydu: Eğer yürekten tövbe eder, günahlarımız itiraf ederek O'na dönersek Tanrı, günahlarımızı bağışlayacağına dair söz vermiştir. Tanrı'nın vaatleri güvenilirdir. Kendimiz dahil olmak üzere Tanrı'nın bağışladığı bir kişi bağışlamayı reddetmek gururlu bir davranıştır. Pavlus'un şu sözlerine dikkat edin: "Sen kimsin ki, başkasının kulunu yargılıyorsun? Kulu haklı çıkaran da, suçlu çıkaran da kendi efendisidir. Kul haklı çıkacaktır. Çünkü Rab'bin onu haklı çıkarmaya gücü vardır" (Romalılar 14:4).
Burada elçi, Mesih'in kabul ettiği diğer insanları yargılamamamız konusunda bizleri uyarmaktadır. Eğer Tanrı'nın bağışladığı diğer insanları yargılamamıza izin verilmiyorsa, Tanrı'nın bağışladığı kendimizi yargılamamıza da ne kadar fazla izin verilmez?
Tanrı bir insanı bağışladığında, kendini bağışlanmış hissetse de hissetmese de o kişi bağışlanmıştır. Duygusal Hıristiyan hislerine göre yaşar. Ruhsal Hıristiyan Tanrı'nın Sözü'ne göre yaşar. Eğer Tanrı beni bağışlanmış ilan ediyorsa, kendimi bağışlamayı reddetmek kibirlilikten başka hiçbir şey değildir.
Danışmanı olduğum bayan kendini bağışlanmış hissetmedi çünkü belki de Tanrı'nın vaatlerinin doğruluğundan şüphe duyuyordu. Ya da başka birşeydi. Belki de lütfa karşı tepki veriyordu. Yine tekrarlıyorum, lütuf diğerleri için iyi birşeydir fakat bu bayan lütfu kabul etmek istemeyecek kadar kibirliydi. Bağışlanmasını kendisi kazanmak istiyordu. Aklanmayı eski usülle, Smith-Barney metoduyla arıyordu: onu kazanmak istiyordu.
İsa, düşünüşümüzle kolayca anlayabildiğimiz fakat içimize işlemesi zor olan bir benzetme anlatmıştır:
Hanginizin çift süren ya da çobanlık eden bir kölesi olur da, tarladan dönüşünde ona, "Çabuk gel, sofraya otur" der? Tersine ona, "Yemeğimi hazırla, kuşağını bağla ve ben yiyip içerken bana hizmet et. Ondan sonra da sen yiyip içersin" demez mi? Verdiği buyrukları yerine getirdi diye köleye teşekkür eder mi hiç? 10Siz de böylece, size verilen buyrukların hepsini yerine getirdikten sonra, "Biz değersiz kullarız; sadece yapmamız gerekeni yaptık" deyin.
Biz değersiz kullarız. Tanrı'nın bize emrettiği herbir şeyi yapmış olsak dahi övünecek hiçbir şeyimiz olmaz. Yükümlülüğümüz, kusursuz itaattir. Ek kazanç talep etme hakkımız yoktur.
Gerçek şu ki, bizler Tanrı'nın emrettiği herşeyi yapmadık. Nasıl olur da bunu telafi edebiliriz? Bize buyurduğu herşeyi yapmış olsak bile değersiz kullar isek, eksikliğimizde nasıl değerli olabiliriz? Açıkça, olamayız. İşte bu yüzden her birimizin kesinlikle lütfa gereksinimi vardır.
Borçlarını ödeyemeyen borçlularız bizler. Bizler, hesap vermeye çağrıldığında kendi kendine şöyle diyen kurnaz kahya gibiyiz, "Ne yapacağım ben? Efendim kahyalığı elimden alıyor. Toprak kazmaya gücüm yetmez, dilenmekten utanırım" (Luka 16:3).
İçinde bulunduğumuz çelişki budur. Kazmaya gücümüz yetmez ve dilenmeye utanırız. Fakat dilenmek zorundayız. Borcunu ödeyemeyen borçlunun yapabileceği tek şey budur.
Bizler lütufla yaşar, bağışlanmayla yürürüz. Günahlarımızı itiraf ettiğimizde Tanrı'nın onları bağışlamak için verdiği vaatin güvenilirliğinde seviniriz.
BAĞIŞLAMAK VE UNUTMAK
Kutsal Kitap, Tanrının bizi bağışladığında, doğu batıdan ne kadar uzaksa günahlarımızı da bizden o kadar uzaklaştırdığını söyler:
Bize günahlarımıza göre davranmaz, suçlarımızın karşılığını vermez. Çünkü gökler yeryüzünden ne kadar yüksekse, Kendisinden korkanlara karşı sevgisi de o kadar büyüktür. Doğu batıdan ne kadar uzaksa, o kadar uzaklaştırdı bizden isyanlarımızı.
Tanrı günahlarımızı bağışladığında onları Unutulmuşluk Denizi'nin derinliklerinde gömer. Yeremya bu vaadi açıklar: "Fesatlarını bağışlayacağım, ve artık suçlarını anmıyacağım" (Yeremya 31:34). Tanrının artık günahlarımızı anmayacağını söylediğinde Kutsal Kitap ne demek istiyor? Tanrı günahlarımızı ne açıdan bağışlıyor ve unutuyor? Bu kelimelerin, insansal benzetmeler olarak kullanıldığını burada not etmek önemlidir. Kadir Tanrı'nın, herşeyi bilen Egemen ve yüce Allah'ın aniden hafızasını yitirdiği sonucuna varmamalıyız. Tanrı benim hayatım hakkında herşeyi bilir. İşlediğim her günahın farkındadır. Suçumu kaldırdığında, ona ilişkin bilgisini kaybediyor değildir. Onu kayıtlardan kaldırır. Bana hiç günah işlememişim gibi davranır. Günahımı Mesih'in doğruluğuyla örter.
Tanrı'nun unutması, ilişkisel bir unutmadır. Yani, artık o suçu bana karşı kullanmamak üzere unutur, hatırlamaz. Tanrı günahımı bağışladığında onu bana karşı kullanmaz. İçinde bana karşı bir öfke beslemez. Düşmanlık barındırmaz. Onunla olan ilişkin bütünüyle yenilenmiştir. İşaya kitabında vaat ettiğini benim için gerçekleştirir: "Rab diyor: Şimdi gelin de davamızı görelim; suçlarınız kırmız gibi olsa da, kar gibi beyaz olur; kırmız böceği gibi kızıl olsa da, yapağı gibi olur" (İşaya 1:18).
DİĞER İNSANLARI BAĞIŞLAMAK
Rab'bin duasının en ürkütücü öğelerinden biri şu istektir: "Bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi, sen de bizim suçlarımızı bağışla" (Matta 6:12). Diğer insanları bağışlamada Tanrı kadar cömert olamıyoruz. Bize karşı suç işleyenlere karşı davrandığımız gibi Tanrı da O'na karşı olan suçlarımızı bağışlamada isteksiz ve çekingen olsaydı, başımız büyük belada olurdu.
Hıristiyanlar olarak bizler, bağışlanmış kişileriz. Aynı şekilde de bağışlayıcı kişiler olmaya çağırıldık. Başkalarını bağışlamanın anahtarı İsa'nın öğretisindedir:
Yaşayışınıza dikkat edin! Kardeşiniz günah işlerse, onu azarlayın; tövbe ederse, bağışlayın. Günde yedi kez size karşı günah işler ve yedi kez size geri gelip, "Tövbe ediyorum" derse, onu bağışlayın. Elçiler Rab'be, "İmanımızı artır!" dediler.
Hıristiyan kişinin diğer insanları bağışlama sorumluluğuna ilişkin pek çok karmaşıklık mevcuttur. İki ana konunun açıklanması gerekir. Bunlar: Kimi bağışlamamız istenir? Bağışlama neyi gerektirir?
Kimi bağışlamamız gerektiği konusuna ilişkin Hıristiyan çevrelerinde çok yaygın bir yanlış anlama vardır. Nereden geldi ya da nasıl olduysa Hıristiyanlar, kendilerine karşı günah işleyen herkese kayıtsız, şartsız bağışlama sunma zorunluluğu altında oldukları düşüncesine kapılmışlardır. Örneğin bir kişi benim karakterimi aşağılayıcı bir davranışta bulunduğu zaman, bu davranışı ve sebep olduğu acıyı sineye çekmem ve o kişiyi hemen affetmem gerektiği düşünülür.
Böyle bir fikir nereden çıktı ki? Belki İsa'nın öğretilerinde bulunmaktadır bunun için küçük bir işaret. Çarmıhtayken İsa'nın kendisini öldürenler için şu şekilde dua ettiğini görüyor: "Baba, onları bağışla. Çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar" (Luka 23:34). İsa, dağdaki vaazında şöyle demektedir, "Ne mutlu merhametli olanlara! Onlar merhamet bulacaklar" (Matta 5:12). Yine, İsa'nın şu sözleri söylediğini görmekteyiz, "Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin" (Matta 5:39).
İsa çok açıkça bir iyilik ahlakı ortaya koymaktadır. Bizlere karşı zulmedenlere, kötü davrananlara karşı katlanışlı ve sabırlı olmaya çağrıldık. Tartışmacı, acılık dolu ve sinirli bir ruhun Tanrı'nın egemenliğinde hiçbir yeri yoktur.
İsa bize "öbür yanağınızı da çevirin" derken, aşağılanmaya katlanmak anlamını içeren bir Yahudi deyimi kullanmaktadır. Dikkat edersek, metinde İsa, eğer biri sağ yanağımıza tokat atarsa diğer yanağımızı da çevirmemizi söyler. Çoğu zaman bu söz, eğer bir kimse suratımızın bir tarafına vurursa, diğer tarafını da ona sunmalıyız şeklinde anlaşılır. Fiziksel bir saldırıya uğradığımızda, kendimizi korumak için hiçbir şey yapmaya hakkımız olmadığını öğretir gibi görünür bu söz. Bizi ezip geçmek isteyen herkes için paspas olmalıyız.
Bunu nereye kadar götürmeliyiz? Bu sözler, eğer birisi kızımızı kaçırırsa, o kişiye oğlumuzu da mı vermemiz gerektiğini söylüyor bizlere? Hiç zannetmiyorum. İsa'nın kullandığı kelimelere bir bakın. Sağ yanağa vurulmasından bahsetmektedir. Farzedin ki bir kişiyle yüz yüze durmaktasınız ve o kişi sizin sağ yanağınıza tokat atmak istiyor. Bunu nasıl yapabilir? Şu iki yoldan biriyle. Kişi size ya sol eliyle vurmalı ya da sağ elinin tersiyle. İnsanların büyük çoğunluğu sağaktır. Sağak bir insan tokat atmak için normalde sol elini kullanmaz (tabi, çok iyi eğitimli bir sol yumruğu yoksa).
Yahudi deyiminde, kişinin sağ yanağına tokat atılması, elin tersiyle atılan aşağılayıcı bir tokatla küçük düşürülmek anlamını taşır. Orta Çağda, duelloya kışkırtmak için bu yolu kullanırdı insanlar. Kişi eldivenini çıkarıp, eldiveniyle size ters bir tokat atabilirdi. Çok eskilerden gelmektedir bu aşağılama deyimi. İsa bu sözleri söylediğinde, çok büyük bir ihtimalle, onu dinleyen kişiler şunu anlamışlardı: eğer bir kimse seni aşağılar, sana hakaret ederse, o kişiye aynı şekilde cevap vermemelisin. Kötülüğe, kötülükle karşı vermememiz gerekir. En önemli olan şey, sözel hakaretlere esenlik dolu özdenetim ve saldırgan olmayan tavırlarla tepki göstermektir. Yargılanması sırasında İsa aşağılanmış ve tokat yemiş olduğu ve isteseydi binlerce meleği yardımına çağırabileceği halde, bu hakaretlere sessizlikle katlanmayı seçti. Ona lanet edenleri kutsadı ve O'ndan nefret edenlere karşı iyilik yaptı. Yani, düşmanlarına karşı sevgi gösterdi.
NEREYE KADAR BAĞIŞLAMALI
Fakat bu söylediklerimizin hiçbiri, haksız zarara uğranılan durumlarda adaletin sağlanması için Kutsal Kitap Yasası'nın farklı prensipler içerdiği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Her bir Hıristiyan kilisesinde, kilise mahkemelerinin uygun şekilde kullanılması aracılığıyla, kilise içindeki sorunlarla ilgilenmesini sağlayan ve bu süreci düzenleyen belli başlı bazı kurallar belirlenmiştir. Ayrıca, çok ciddi sorunları çözüme bağlamak için devlet mahkemelerinin kullanımını düzenleyen prensipler de mevcuttur.
Öyleyse, vardığımız ilk sonuç şudur: Eğer bize karşı günah işlenmiş ise, tek taraflı bir bağışlama sunabiliriz,fakat bu, her durumda kesin bir yükümlülük değildir. Burada, yapabilmekile yapmak zorunda olmakarasındaki çok önemli farkı görmekteyiz. İsa'nın, bağışlanma üzerine Luka 17. bölümde ek olarak söylediği sözlerde şunları görmekteyiz, "Kardeşiniz günah işlerse, onu azarlayın; tövbe ederse bağışlayın." Burada günah işleyen kişi kardeşlerden biridir. Bu buyruğun, bize karşı günah işleyen herkesi kapsamaması mümkündür. Herkese komşumuzgibi davranmalıyız, fakat herkes kardeşimizdeğildir. Kardeş kelimesi, belirli ve özel bir anlamda, Hıristiyan olan bir kişiyi belirtir. En azından Hıristiyan bir kardeş tarafından bize karşı günah işlendiğinde kesin direktiflerimiz var. İlki, bu kardeşi azarlamaktır. Bu nedenle, tüm günahlara sessizlik içinde katlanmamız buyrulmaz. İsa, suçlu olan tarafı azarlamak ya da uyarmak için çok açık bir şekilde bizlere direktif vermektedir. Bunu takip eden şey ise hayati önem taşır. İsa diyor ki, "tövbe ederse bağışlayın." Bu şartlı bir cümledir, "tövbe ederse." Bu demek ki, eğer bir kardeş tövbe etmezse, ona tek taraflı bir bağışlma sunma yükümlülüğü altında değiliz. Tanrı nasıl bizleri bağışlamadan önce tövbe etmemizi gerektiriyorsa, bizler de aynı şartın sağlanmasını bekleyebiliriz.
Tövbe etmese de, o kişiyi tabi ki bağışlamak isteyebiliriz fakat bu demek değildir ki tövbekar olmayan kişiyi bağışlamak şarttır. Buna karşılık, eğer kişi tövbe etmişse o zaman onu bağışlamak zorundayız. Eğer bir kardeş tövbe ederse, o kardeşi bağışlamak zorundayız. Tövbekar bir kişiyi bağışlamayı reddetmenin kendisi de bağışlanmaya ihtiyacı olan bir günahtır.
İlahiyat okuluna gittiğim sıralarda küçük bir kilisede hizmet ediyordum. O kilisenin ileri gelenlerinden olan bir kadının kızına hakaret ettim. Kız aşırı derecede öfklendi. Gidip kendisinden büyük bir içtenlikle özür diledim. Fakat beni bağışlamayı reddetti. İki kere daha gidip, gerçekten ağlayarak ondan özür diledim. Yeni de bağışlamayı reddetti.
Bağımlı olduğumuz genel kurulun başkanı olarak atanmış pastörle aylık birebir görüşme zamanımız için bir araya gelmiştik. Pastörlük eğitimim süresince benim gözetmenimdi. Hayatının beş yılını komünist bir hapisane kampında ve elli yılını orta Çin'de geçirmiş seksenbeş yaşında emekli bir misyonerdi. Eşine pek rastlanmayan derecede tanrısal bir adamdı. İlk pastörlük deneyimimde yaptığım rezaletten duyduğum derin utançla kendisine gittim. Yaptıklarımı anlattım. Beni dikkatle dinledikten sonra sakin bir ses tonuyla şöyle cevap verdi: "Genç adam çok ciddi iki hata yapmışsın. Birincisi bariz, kızı öyle aşağılamamalıydın. İkinci hatan ise şu: Üç kere özür dilememeliydin. İlk özür dileyişinden itibaren topu ona atmıştın. Eğer seni bağışlamayı reddetmişse, kendi üzerine yargı getirecektir."
Yaşlı azizin sözlerinde bilgelik vardı. Bir kimseye karşı günah işlersek, tövbe etmeliyiz, ve artık olay bizim için kapanmıştır. Aynı şekilde eğer bir kardeş bize karşı günah işler ve tövbe ederse, onu bağışlamalıyız. Bu da bir sonraki önemli soruya götürür bizi. Bağışlama neyi gerektirir?
Tanrı bizleri bağışladığında artık günahlarımızı bizlere karşı kullanmadığını daha önceden söylemiştik. Artık bu günahları bizi yargılamak için kullanmayacağı anlamında bir unutmadır bu. Fakat tüm bunlar, yapılan günahın telafi edilmesinin gerekmediği anlamına gelmez. Telafi, Roma Katolik kefaret etme sakramentindeki tatmin işleriyle aynı şey değildir. Telafi, borçlu olduğumuz şeyi ödemek demektir.
Örneğin, patronumdan para çaldıktan sonra, bunu itiraf edip, özür dilemem yeterli değildir. Parayı geri vermeli ve gereken cezaları ödemeliyim. Zakay'ın İsa'ya söylediği şu sözlerinde, telafi prensibini kavradığını görmekteyiz: "Rab, işte malımın yarısını yoksullara veriyorum. Bir kimseden haksızlıkla birşey aldımsa dört katını vereceğim" (Luka 19:8).
Tövbe ettiğimde, halen borcum olanı ödemek zorundayım. Davranışlarımın sonuçlarını kabul etmeye ve gereken cezaları çekmeye istekli olmak anlamına gelir bu. Dünyasal ya da geçici suçluluk ile göksel ya da ebedi suçluluk arasındaki farkı ortaya koymalıyız. Eğer dünyasal yasayı ihlal eder ve Tanrı'dan beni bağışlamasını istersem, Tanrı'nın ebedi bağışlamasını alabilirim ancak dünyasal günahımın cezalarını halen çekmek zorundayım.
Eski Hollywood gangster filmlerinde çoğu zaman gördüğümüz bir sahne vardır: idam mahkümü dar ağacına ya da elektrikli sandalyeye doğru ilerlerken yanında bir rahip onun bağışlanması için dua eder. Dar ağacı ile Kutsal Kitap yan yana getirildiklerinde oldukça çelişkili bir manzara ortaya çıkar gibi gözükmektedir.
Fakat Kutsal Kitap, yasayı ihlal edenler için, tövbekar olsalar bile, gerçek cezaların uygulanmasının gerektiğini belirtir. Yerel makamlar yargıyı merhametle hafifletebilirle ancak suçlu tövbe etmiş olsa bile hakkettiği cezaları kaldırmak gibi Tanrı tarafından belirlenmiş bir yükümlülük altında değillerdir. Tövbekar insan, duyduğu pişmanlıkla Tanrı'yı hoşnut eder fakat toplumun, adaletin yerine gelemesini talep etme hakkı vardır.
BAĞIŞLAMA VE TEKRARLANAN GÜNAHLAR
Evlilik yeminlerinin bozulduğu durumlara bağışlama nasıl uygulanmalıdır? Diyelim ki bir adam zina yaptı ve suçu ortaya çıktı. Suçunu itiraf etti, derin bir utanç ve pişmanlık gösterdi ve eşinden kendisini affetmesini istedi. Böyle bir durumda eşin, ahlaki sorumluluğu nedir?
Bu sorunun hem kolay hem de karmaşık bir cevabı vardır. İsa, bizlere karşı günah işleyip, günahlarından tövbe eden kişileri bağışlamamızı buyuruyor. Bu nedenle eş, tövbekar kocasını bağışlamalıdır.
Karmaşık olan cevap ise şudur: Böylesine bir bağışlama ne demektir, yani, neyi içerir? Bununla ilişkili başka bir soru da şudur: Kadın, kocasını affedip yine de boşayabilir mi?
İlk bakışta böyle bir soruyu sormak bile saçma gözükebilir. Bağışlama, herhangi bir boşanma fikrini ortadan kaldırmalı gibi gözükür. Ancak herşey o kadar basit değildir. Tövbekar zinacı durumunda temel olarak uygulanabilecek üç yaklaşım vardır.
Birinci yaklaşım: Sebebi her ne olursa olsun, boşanmanın kesinlikle haklı çıkarılamayacağına ikna olmuş birçok Hıristiyan vardır. Bu grup için çözüm basittir. Erkek tövbe etmese bile kadın onu boşamayabilir.
İkinci yaklaşım: Bu yaklaşımda, zina halinde boşanmaya izin verilir. Erkek tövbe etmemişse, kadın onu haklı olarak boşayabilir. Ama eğer tövbe edilmişse, kocasını bağışlayıp, onunla evli kalması kadının sorumluluğudur.
Üçüncü yaklaşım: Bu yaklaşım da, zina durumunda boşanmanın yasal olduğunu söyler. Boşanmayı şart koşmaz fakat buna izin verir. Buradaki bakış açısı, erkek tövbe etse bile kadının kocasını haklı olarak boşayabileceğidir. Kocasını bağışlamalı ve onu Mesih'teki bir kardeşi olarak kabul etmelidir. Fakat onunla evli kalmak zorunda değildir. Evlilik haklarından vazgeçilmesi, bu gibi bir suçta uygulanabilecek yasal cezaların bir parçası olarak görülür.
Bu gibi olayların çözümlenmesi oldukça güç olsa da, bir şey çok açıktır. Bağışlama, hiçbir cezanın ya da telafinin gerekmediği anlamına gelmez. Bağışlama ile kastedilen, hiçbir düşmanlık olmaksızın kişisel ilişkinin korunmasıdır. Aynı zamanda bu günahın bu kişisel ilşiki içersinde tekrar huzursuzluk yaratmak için ortaya çıkarılmaması anlamına gelir.
Luka 17. bölümde İsa, bir kardeşin size karşı bir günde yedi kere günah işleyip, yedi kere tövbe etmesi durumunda, "Onu bağışlayın" demektedir.
İsa "Üç hatadan sonra elenirsin" mentalitesine izin vermemektedir. Eğer bir kardeş bana karşı günah işler, tövbe eder, bağışlanır ve aynı şeyi tekrar yaparsa, ona "Bu iki etti!" dimeye hakkım yok.
Bana karşı yapılan kötülüklerin hesabını tutamam. Eğer kardeşin ilk günahını bağışlamış ve artık onu bir kenara koymuşsam, işlediği günahı artık kendisine karşı kullanmayacağıma dair o kardeşe söz veriyorum demektir bu. Eğer tekrar günah işlerse, "Bu ilkti!" demek zorundayım çünkü birinci günahın ikincisi üzerinde artık bir etkisi yoktur.
Bunlar yapılması güç şeylerdir tabi. Özellikle tekrarlanan günahlar söz konusu olduğunda merhametli olmakta büyük güçlük çekeriz. Şöyle deriz: "Beni bir kere kandırdın, yazıklar olsun sana. İkinci kere yaptın, yazıklar olsun bana!"
Aynı hatayı iki kere affetmek oldukça zor bir şeydir. Yedi kere bağışlamak, merhamet gösterme yetimizi gerçekten en uç noktaya kadar zorlamaktır. İsa'nın verdiği buyruğa öğrencilerinin şöyle cevap vermiş olmalarına şaşmamalı: "İmanımızı artır" (Luka 17:5).
GEÇMİŞ GÜNAHLARI BAĞIŞLAMAK
Kişi Hıristiyan olmadan önce işlediği günahlar için bağışlanabilir mi? Açıkça, evet. Eğer cevap hayır olsaydı, bizler halen Tanrı yargısının laneti altında olurduk. Ancak, Mesih'in kefareti, işlediğimiz tüm günahlar içindir.
Bir sonraki sorunun cevabında, bunun gibi geniş kapsamlı fikir birliği olmayacaktır. Bir Hıristiyan, Hıristiyan olmadan önce işlediği günahlardan sorumlu mudur? Yine, cevap ilk bakışta evetmiş gibi gözükür. Telafi prensibi geçerli olmalıdır.
Bu soruya hayır diyen kişiler, bu düşüncelerini belirli bir yaklaşıma dayandırırlar. Yine, göz önüne alınan şey evlilik ve boşanma konusudur. Diyelim ki bir adam karısını yasal olmayarak, yani Kutsal Kitabın izni olmadan boşadı. Beş yıl sonra Mesih'e iman etti. Hıristiyan bir bayana aşık oldu ve onunla evlenmek istedi. Kilisenin tavrı ne olmalıdır? Bu adam eski karısıyla barışma yoluna mı gitmelidir yoksa özgürce yeni bir evliliğe adım atabilir mi?
Adamın eski eşiyle hiçbir şekilde barışma zorunluluğu olmadan yeni bir evliliğe girebileceğini savunan kişiler, bu düşüncelerini adamın Mesih'te artık "yeni bir yaratık" olduğuna dayandırırlar. Yeniden doğmuş olarak bu adam, Hıristiyan olmadan önce yaptığı şeylerden hiçbir şekilde sorumlu değildir çünkü o zaman ki adamla, şimdi olduğu kişi aynı değildir.
Kutsal Kitap prensibinin çok zavallıca bir saptırılmasıdır. Mesih'te yeni bir yaratık olsam bile, yeni yaratık olan "Ben'im", R.C. Sproul. R.C. Sproul yeniden doğmuş olabilir ancak eski R.C. Sproul ile yeni R.C. Sproul arasında bire süreklilik bulunmaktadır. Ve yeni R.C. Sproul, eski R.C. Sproul'un borçlarını ödemek zorundadır.
Şu örneği gözönüne alalım. Akşam üzeri saat dörtte, bir adam çalıştığı işyerinden onbin dolar çalıyor. Saat beşte Mesih'e iman ediyor. Şimdi bu adam, çaldığı paraları elinde tutmalı mı? Tam tersine. İman etmiş olmak, insanın yükümlülüklerini bırakın ortadan kaldırmasını, onları daha da artırır. Yeniden doğmuş bir kişi borçlarını ödeyip, yapması gereken her alanda suçlarını telafi etmek için daha da istekli olmalıdır.
Tam telafi, tam tövbenin ayrılmaz bir parçasıdır. Gerçek tövbenin işaretidir. Eğer amacımız tam bağışlanmaysa, tam tövbe sunmaya istekli olmalıyız. Eğer amacımız Tanrı'yı hoşnut etmekse, tövbe etmeliyiz. Bedeli çok ağır diye düşünebiliriz. Aslında, "ucuz lütfun" anlamı işte burada karşımıza çıkmaktadır. Tam bağışlanmanın değeri sonsuzdur. Tam bir bağışlamanın sağladığı faydaları, tövbenin bedeliyle karşılaştırıldığında inanılmaz derecede ucuz olduğu görülür. Bağışlayan lütuf anlaşmasından daha büyük hiçbir anlaşma yoktur bu dünyada.
Bağışlayan Tanrı, sunduğu bağışlamayı şükranlıkla kabul ettiğimizde hoşnut olur. Aynı zamanda, başkalarına karşı işlediğimiz günahları bir yetişkin gibi davranıp telafi ettiğimizde de hoşnut olur. Eğer Yeni Antlaşmayı doğru okuyorsak, öyle gözüküyor ki, Göklerin Egemenliği sorumluluk duygusu olan ve bağışlanmış insanlardan oluşmaktadır.