Martin Luther, Hıristiyan yaşantısında üç cepheli bir savaş sürülmekte olduğunu söyler. Hıristiyan kişi dünya, benlik* ve İblis ile mücadele içindedir. Bunlar çok güçlü düşmanlardır ve her zaman adil savaşmazlar. Bir çete saldırısı gibidir. İblis'in taktikleri kurnazca ve kötüdür. Pusu kurmanın ustasıdır Şeytan. Benlik ise, içteki düşman, Ruh'un işleyişini zayıflatan sabotajcıdır.
Doğru olan Tanrı'yı hoşnut etmek amacıyla yaşamımızı sürdürürken bu düşmanlarla sürekli savaşmaktayız. Kutsallaşma sürecinin bir bölümü, bu düşmanlarla savaşmak-ve eğer gerçekten olgunlaşıyorsak-sıkça galip gelmektir. Her duyarlı inanlı, böylesine güçlü düşmanlara karşı zafer kazanmanın ne denli zor olabileceğini bilir.
Bu bölümde, bu düşmanların birincisini inceleyeceğiz-dünya. Dünyanın ruhu, düşmüş yaradılışın değer yargıları benlik ve İblis'ten farklıdır ancak ayrılmaz bir parçasıdır. Benlik, düşmüş dünyanın bir parçası ve İblis ise bu dünyanın egemenidir.
Bizler bu dünyada yaşarız. Dünyanın bir parçasıyız. Belli bir dereceye kadar bu dünyanın bir ürünüyüz. Dünya ise bizlerin savaş alanıdır. Bu savaş yanlızca Avrupa ya da Pasifik'te savaşılmamaktadır. Dünya'ya, kendi yaşadığımız mahalle de dahildir. Her nerede yaşarsak yaşayalım yahut nereye taşınırsak taşınalım halen savaşın içinde olacağız. Orduların bulunmadığı hiçbir bölge yoktur. Tüm gezengen düşmüştür. Tüm yaradılış acı içinde inleyerek kurtuluşunu beklemektedir.
Dişlerle ve pençelerle yaralanmış bir dünyada yaşamaktayız. Kurtların kuzuların yanında oturup, çocukların yılan yuvalarının yanında güvenle oynayacakları o günü özlemle beklemekteyiz. Ancak şimdilik kurtları, kuzularımızın çobanları olmaları için davet etmiyoruz.
Florida'ya ilk taşındığımda zehirli yılanlara dikkat etmem gerektiğini öğrendim. Etrafına ölüm saçan kancadişlilerin yanında gezen baklavasırtlı boğa yıllanlarından çok korkardım. Sürekli arka bahçede oynayan torunlarımın güvenliğinden çok endişe duyuyordum. Palmiyelerin bulunduğu arsamın en dış kesiminde çimenler gereğinden fazla uzamış, dikenler çıkmıştı. O bölgenin ölümcül sürüngenlerin yuvası olmasını istemediğimden tüm fazlalıkları temizlemeye kararlıydım.
Temizleme işine başladığımda, palmiye ağaçlarından birinin dibinde bir kıpırdanma dikkatimi çekti. Karşımdaki yılanın görünüşüyle büyülenmiştim adeta. İnanılmaz güzellikteydi-ince, zarif ve üzerinde siyah, parlak sarı ve kırmızı halkalar vardı. Zararsızmış gibi gözükerek benden uzaklaşmaya başladı. Meraklı küçük bir çocuğun ilgisini çekecek türden parlak, canlı bir kolyeye benziyordu. Ancak o bir kızıl yılandı, Kuzey Amerika'nın en muhteşem ve en ölümcül sürüngeniydi. Çabukça davranıp, onu öldürmek için ileri atıldım.
Öldüğünde, onu bir kavanoza koyup eve götürdüm. Torunlarıma gösterip, onlara bu yılanın nasıl bir tehlikeyi simgelediğini anlattım.
Dünya, sayısız türde yılanlarla doludur. İlk anne-babamızı kandıran yılan halen serbesttir. Evcilleştirilmemiş yaratıkların zehirleri bahçemizi bozabilir. Dünya, gerçekten de kana susamış yırtıcıların dünyasıdır.
DÜNYANIN TACİZİ
Bu dünya bir tacizcidir. Dikkatimizi ve yüreğimizi kendine çekmeyi amaçlar. Her an yanımızda, olabildiğince görünür, olabildiğince çekici. Cennet görüşümüze gölge düşürmektedir. Gördüğümüz herşey, dikkatimizi çekmek için bağırır. Yapıcısı ve yaradıcısı Rab Tanrı olan daha iyi topraklara başımızı kaldırıp bakmayacak olursak, gözlerimizi kendine çekecektir. Çoğu zaman bu bize zevk verir, ve ne yazık ki biz de çoğu zaman onu hoşnut etmek için yaşarız. Ve işte çatışma da burada başlar, çünkü dünyayı hoşnut etmekle Tanrı'yı hoşnut etmek nadiren üstüste gelir.
Aldığımız göksel çağrı şudur: "Bu çağın gidişine uymayın" (Romalılar 12:2). Ancak bu çağ, bizlerin kendisiyle ortak olmamızı istiyor. Onun tüm doluluğuyla ortaklık etmeye çekmekte bizi. Olabilecek en yoğun baskıyla üzerimize gelmekte.
Ergenlik döneminde içinde bulunduğunuz o husursuzluğu hatırlayın? Tüm özgüvenimiz ve değerimiz tek bir sihirli kelimeyle, herşeyi kapsayan şu standartla ölçülürdü: popülerlik.Pittsburg'de bir mağazaya ayakkabı almak için gidişimişizi hatırlıyorum. Orta birinci sınıftaydım. Annem, ayakkabı bölümünde beni bir sandalyeye oturtmuştu. Görevli bana ayakkabıları gösterirken okulumun nasıl gittiğini sordu. "Sınıfımdaki en popüler çocuk benim!" diye birden heyecanla bağırıverdim. Annem ürkmüştü. Bana alçakgönüllülüğün bir erdem olduğu üzerine uzun bir süre nutuk çekti. Bunun iyi bir gurur olmadığını söyledi. Ancak benim için önemli olan söylediklerimin doğru olup, olmadığıdı. Sınıftaki en popüler çocuk olduğumu düşünmek istiyordum. Benim orta birinci sınıf aklım için hayattaki en önemli şey oydu. Ha tabi, annemle babamın beni sevmesini ve kız kardeşimin benimle gurur duymasını istiyordum ancak var oluşumun en temel amacı popüler biri olmaktı.
Popülerliğin de tabi, bir bedeli vardı. Etrafımdakilere uymak zorundaydım. Tüm özelliklere sahip olmalıydım. Doğru giysileri giymeli, saçımı doğru şekilde taramayı öğrenmeli, doğru şarkıların sözlerini ezbere bilmeliydim. Erkekliğimi kanıtlamak için gerekli olanları da yerine getirmeliydim. Bana kafa tuttuklarında, onlarla yüzleşmeliydim. Yakalanmadan bir dükkandan dergi ya da çukulata çalabileceğimi ispatlamalıydım. Geceleri araba çılgınlıklarına katılmalı, polislerle kovalamaca oynamalıydım. Dalga geçip, öğretmenlerimi aşağılamalıydım. Anlamsızca zarar verme sanatını öğrenmeliydim. Bayan Daughbert'in soğan sepetini silip süpürdüm, soğandan da nefret ederdim. Yaşlı Nick Green, diğer sırada üzümlerini toplarken, arkasındaki sepete koyduğu üzümleri çalmıştım. Linda Huffington'ın ödevini kopyalayıp, arkadaşlarıma dağıtmayı öğrenmiştim. Bunlar ve bunlar gibi daha birçokları, popülerliğin gizemi için ödediğim bedelin bir parçasıydı.
Ama bu gibi şeyler, ergenlikle beraber geçip gidiyor. Yoksa gitmiyor mu? Oyunlar değişir. Sınavlar farklılaşır. Fiyat etiketleri başka şekil alır, çünkü artık herşey daha pahalılaşmıştır. Ama risk halen aynıdır. Ben halen popüler olmak istiyorum.
Lise 1'de popüler olmanın yeni bir yolunu keşfettim. Spor yapmak. Basketbol takımının kaptanıydım. Pittsburg Post Gazetesi bizim oyunlarımıza yer vermiyordu. Bir Spor dergisinin kapak sayfasına konu olmamıştım. Ama kendi küçük dünyamda bir kahramandım. Kazandığımızda ponpon kızların şöyle bağırdıklarını duyardım: "Sproul, Sproul, en iyisi! Kimse geçemez seni!"
Takımımızın kazandığı akşamları takip eden günlere bayılırdım. Sınıf değiştirmek için ders aralarında koridora çıktığımızda herkes bana bakıp gülümserdi ve bana adımla seslenirdi. Öğle yemeği sırasında Orta 2'inci sınıftaki kızlar peçeteleri üzerine imza atmamı isterlerdi. Kazandığımız zaman. Ama sadece kazandığımız zaman.
Kaybettiğimizde herşey farklı olurdu. Kızgın bakışlardan kaçmak için koridorlarda başım öne eğik yürürdüm. Yatağıma yattığımda gözlerimden yaşlar süzülüp yastığımı ıslatırken, yuhalamaların sesi halen kulaklarımda çınlar, ben ise uyumaya çalışırdım. Oyun kaybettikten sonra alışverişe gitmezdim.
Kalabalığın gülümsemelerine güvenmemeyi çok erken öğrendim. Ancak onları aşağılamayı asla öğrenmedim. Hayatımda beni taciz eden güç olarak halen ordadırlar. İnsanları memnun etme arzusuna karşı halen mücadele veriyorum. Halen popüler olmanın gizemine kapılıyor, buna karşı yenik düşmemeye çalışıyorum. Yuhalanmaktan halen nefret ediyorum.
Bu dünyaya "uymak", bu dünyanın biçim ya da yapıları ile birlikte ya da tarafında (Latince'de con) olmak demektir. Popüler olanı yapmak demektir. Çelişki şudur: İnsanlar için popüler olan şeyler, her zaman Tanrı için popüler değildir. Tanrı'yı hoşnut etmek, herzaman insanı hoşnut etmek anlamına gelmez. Bazen, hoşnut edeceğimiz tarafı seçmek zorunda kalırız. Bu ise, Hıristiyan yaşantısında gündelik bir mücadeledir.
Her nesile ait her kültür, onun başını çeken güçlü ruhtur. Almanlar buna bir kelime bulmuşlardır, Zeitgeist, bu terim herkesce bilinen iki kavramı bir araya getirir. Zeit, "zaman"; Geist ise "ruh" kelimelerinin Almanca karşılığıdır. Yani, Zeitgeist kelimesi, "zamanın ruhu" ya da "çağın ruhu" anlamına gelir.
Bir Hıristiyanın içinde yaşadığı günümüz Zeitgeist'i tanrısızlıktır. Tüm ağırlık bu dünya, bu çağ üzerindedir. Bu dünyanın ötesinde olan şeylere az ilgi duyulur. Mezar başındaki anlık ziyaretler dışında sonsuzluk, pek düşünülen bir kavram değildir. Önemli olan burası ve şimdidir. Bu an için, şimdinin heyecanı için yaşamak, bu dünyanın ruhudur.
Bu dünyanın tanrısız ruhunun kendine has yatkınlıkları ve değerleri bulunmaktadır ancak özde, yeni hiçbir şey yoktur. Her neslin kendine has bir tanrısızlığı vardır. Bizler dünyasal yaratıklarız. Dikkatimiz bu dünya üzerindedir.
İsa'nın yaşadığı günlerde de durum aynıydı. Defalarca, öğrencilerine bugünün ötesine bakmalarını söyledi. Bakışlarımızı sonsuzluğa yönlendirdi. "Kendinize cennette hazineler edinin" dedi İsa. Olayları, sonsuzluk ışığı altında değerlendirmemizi istedi. "İnsan bütün dünyayı kazanıp da canından olursa, bunun kendisine ne yararı olur?" (Matta 16:26).
Dünya mı, can mı? Dünyayı mı hoşnut etmek, yoksa Tanrı'yı mı? İşte her neslin karşı karşıya kaldığı aynı sorun budur. Bu dünyaya uymak, kişinin sonsuz canını kaybetme riskine girmektir. Dünya, cana çok az değer verir. Çağımızın Zeitgeist'ine göre, eldeki bir beden, vitrindeki iki candan iyidir. Dünyanın ruhu, ağırlık şimdide olsa da, bizleri şimdi eğlenip sonra ödemeye çağırmaktadır. İşte bu popüler olandır.
Bir Hıristiyanın bu dünyanın tacizine karşı durması, akıntıya karşı durma riskine girmesini gerektirir. Tanrı'yı hoşnut edebilmek için, insanları hoşnut etmeyi bırakma riskini göze almalıdır. Bu nedenle İsa, "Bana olan bağlılığınızdan ötürü insanlar size sövüp zulmettikleri zaman, yalan yere size karşı size her türlü kötü sözü söyledikleri zaman ne mutlu size! Sevinin, sevinçle coşun! Çünkü göklerdeki ödülünüz büyüktür. Sizden önce yaşamış olan peygamberlere de böyle zulmettiler" (Matta 5:11-12).
Bu sözlerdeki "bana olan bağlılığınızdan ötürü", anahtar ifadedir. Çağrıldığımız uymazlık, yanlızca uymamış olmak için bir uymazlık değildir. Herkes sorun çıkrarak dikkatleri üzerine çekebilir. "Bana olan bağlılığınız", ucuz uymazlığı gerçek adanmışlıktan ayırır. Sebepsiz yere kendimizi herşeyden "soyutlamanın" erdemli bir yanı yoktur. Uymazlığımız, seçici olmalıdır. Gerçekten önemli olan şeylere yönelik olmalıdır.
Uymazlığı önemsizleştirmek kolaydır. Ferisilerin yaptığı gibi biz de bunu basit dışsal uygulamalara dönüştürebiliriz. Gerçek uymazlık, değişim üzerinde yapılanır. Elçi Pavlus, olumsuz gereğin üzerine, olumu kural eklemiştir: "Bu çağın gidişine uymayın; düşüncenizin yenilenmesiyle değişin" (Romalılar 12:2).
Değiştirilmesi gereken ön ektir. "Con" (beraber) eki, "karşı," "ötesi" ya da "üzeri" anlamına gelen "trans" ekiyle değiştirilmelidir. Hıristiyanların toplumdan çekilmeleri yeterli değildir. Değişmeye çağrılmaları, kendilerini dünyadan soyutlamaya olan bir çağrı değildir. Bir manasıtra daha ihtiyacımız yok. Bu dünyanın kalıplarının ötesine geçmeye çağrıldık. Dünya'da değişime sebep olmalıyız. İsa'nın bakış açısı, bu dünyanın kalıplarının ötesindedir. Dünya'dan ne kaçmamız, ne de ona teslim olmamlız gerekir. Farklı ve yeni bir ruhla, dünyaya nüfuz etmeliyiz.
Çok uzun süredir kullanılmasından artık bir yalama olmuş bir Hıristiyan değişi vardır: "Bu dünyadan değil, bu dünyada olmalıyız." Bu dünyadan olmak, dünyasal olmak demektir. Bu dünyaya uymak demektir. Dünyadan çekilmek, değişmemiş bir "uymaz"cı olmak demektir.
Tanrı kurtuluşunun sahnesidir bu dünya. Tanrı, bu dünyaya gelmiştir Mesih kimliğinde. Mesih, öğrencilerin korkuyla saklanıp, kapılarını kitledikleri o yukardaki odada saklanmalarına izin vermedi. İsa'nın görünümünün değiştiği dağda çadır kurulmasına izin verilmemişti. Kudüs'te, Yahudiye'de, Samiriye'de ve dünyanın dört bir bucağında Mesih'in tanıkları olmaya çağrıldık. Dünyanın dört bir bucağı halen bu dünyadadır. Bu nedenle, bu dünyadan kaçmamalıyız. Fakat ne kadar çok sayıda Hıristiyan böyle yapmaya çalışıyor. Ve böyle yapmakla aslında, dünyadan kaçılmasını değil, dünyanın kurtulmasını isteyen Tanrı'yı gücendiriyor olabilirler.
MÜJDESEL KAÇIŞ
Tüm Amerika'da büyük akım yayılmaktadır. Laik devlet eğitimine bir alternatif olarak özel Hıristiyan okulları ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlar artık laik devletin çocuklarına verdiği eğitimle tatmin olmamaktadırlar. Bu hükümetin, eğitime Hıristiyan değerlerini sokmak gibi bir arzusu yoktur. Devlet, Tanrı'yla ilgili konularda "nötr" kalmayı tercih etmektedir. Dinsel "tarafsızlık" uğruna artık okullar çocukları sanki bir Tanrı yokmuş ya da okuma, yazma ve aritmetikle alakasızmış gibi eğitmeye başlamıştır. Ancak geçersiz bir Tanrı'yla, hiç Tanrı arasında çok az fark olduğunu Hıristiyanlar iyi bilirler.
Hıristiyanlığın Tanrısı, tüm dünyanın Yaradanıdır. Yarattığı herşey üzerinde egemendir. Hem kilise hem de devlet üzerinde egemendir. Teoloji ve bioloji üzerinde egemendir. Bu nedenle "nötr" eğitimci kavramı açıkça bir hikayedir. Her öğretmen ve her ders planının bir bakış açısı vardır. Her öğretmen e her ders planının bir değer yargısı vardır. Ve Tanrı bu bakış açısının ya ayrılmaz bir parçasıdır ya da onunla hiçbir ilgisi yoktur. Tanrı'da nötr diye birşey yoktur. Tanrı, ya kabul edilir ya ret. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, bir tür görüş açıklanmaktadır.
Gün geçtik daha fazla sayıda Hıristiyan anne-baba, çocukların Tanrı yolunda eğitilmesinin kutsal bir vazife olduğunu farketmektedirler. Amerika'daki sözde nötr eğitim sistemine alternatif olarak izin verilen bu kısıtlı özgürlükten faydalanıyorlar. İki katı para ödemek demektir, çünkü vergi memurları devlet okullarını desteklememizi halen şart koşmaktadırlar. Bunun üstüne birde kendi eğitim sistemimiz için para ödemek zorundayız. Tanrı'yı hoşnut etmenin yüksek bir öncelik olduğu bir ortamda çocuklarının eğitilmesi için onca çaba gösteren ve para ödeyen fedakar anne-babaları suçlamak zordur.
Ancak okulların basit bir "uymaz"cı olmaları da yeterli değildir. Hıristiyan okulu akımı basit bir dinsel kaçış-dünyaya tanıklık etmeyerek, ondan ayrılmak-olabilir, ve çoğunlukla da olmaktadır. Eğer Tanrı'yı hoşnut etmek istiyorsak kendimizi lekesiz korumalıyız, ancak sadece çekilmekten daha fazlasını yapmalıyız.
Bazı insanlar, Hıristiyan okullarını diğerlerinden bu kadar farklı yapan şeyin ne olduğu sorusunu ortaya atmışlardır. Sadece Kutsal Kitap dersleri koymak ya da derslerde dua etmek bir okulu Hıristiyan yapmaz. Önemli olan ders programının bakış açısıdır. Ele alınan her alanda Tanrı öne çıkarılmalı, O'nun farkına varılmalıdır. Ve eğer dünyada etkili tanıklar olacaksak, dünyayı incelemeliyiz.
Geçenlerde Hıristiyan bir lisenin müdürü bana telefon etti. Okulunu derinden tehdit eden bir krizle yüzyüzeydi. Lise son sınıfı İngilizce dersinde John Steinback'in The Grapes of Wrath adlı kitabı bu derste okunması gereken kitaplar listesindeydi. Birkaç veli bu duruma aşırı derecede öfkelenmiş ve kitabın okuma listesinden çıkarılmasını istemişlerdi. Steinback'in kitabı, velilere göre çok "dünyasal"dı. Çocukların bu tür yazıtları okumalarını istemiyorlardı. Sadece Hıristiyan eserlerinin derste okutulması konusunda ısrar ediyorlardı.
"Ne yapmalıyım?" diye sordu müdür. "Eğer Hıristiyan olmayan tüm eserleri okuma listemizden silip atarsak gerçek bir Amerikan edebiyatı dersi nasıl yapılabilir?"
Cevap çok basit. Eğer Hıristiyan olmayan tüm edebi eserler çıkarılırsa, o okulda gerçek bir Amerikan edebiyatı dersi yapılamaz. Bir öğrenci eğer Amerikan edebiyatını iyi öğrenmek istiyorsa, Steinback ya da Hemingway ya da Hıristiyan olmayan diğer bir dizi yazarları bir kalemde silip atamaz. Gerçek Hıristiyan eğitimi kapalı, tutucu bir eğitim değildir. Bir öğrencinin Amerikan kültürüne şekil veren ana edebi temaları anlaması için bunları inceleyebilmesi gerekir. Dünyanın bakış açısını incelemek için Tanrı'yı ikrar eden ve O'nu yücelten bir ortamdan daha iyi ne olabilir ki? Bu gibi edebi eserleri hiçe saymak, dünyanın güzelliklerinden-ki çokçadır bunar (Hıristiyanları anti-entelektüel olmakla suçlayanlar için söylüyorum)-bazılarını silip atmak olur.
Elçi Pavlus, dünya edebiyatını iyi biliyordu. Ares Tepesi'sinde tanrısız filozoflarla tartışırken, tanrısız şairlerin şiirlerinden alıntılar yapıyordu. (Bak. Elçilerin İşeri 17:28, Pavlus burada şair Epimenides'den alıntı yapmaktadır.) Pavlus bunu dünyasal olduğu için değil, eğitimli olduğu için yaptı. İsa dışında kimse Kutsal Yazıları Pavlus'dan daha fazla sevmedi. Buna rağmen, Pavlus'un başka şeyleri okuyacak zamanı vardı.
Hippo, Afrika piskoposu Augustine, oradaki kiliseye kendi Neoplatonic geçmişi aracılığıyla hizmet etmiştir.Büyük ortaçağ dinbilgini Thomas Aquinas, kendi günün dünyasal filozoflarına cevap vermiştir. John Calvin, en az Augustin'den olduğu kadar Cicero'dan da alıntı yapmıştır. Filozof John Locke'nin yazılarından hoşlanan Jonathan Edwards diğer kıtalardaki ateistlerle ilişki kurdu. Bu insalar, dünyasal felsefenin farkındaydılar ve onu Hıristiyan gerçeğiyle yenmeyi arzuladılar. Kendilerini dünyadan izole etmeye çalışmadırlar. Kesin Hıristiyan bir görüşte kalmalarına rağmen, zaman zaman inanlı olmayan insanların sözlerini onaylayarak onlardan alıntı yaptılar.
Çocuklarımızı tanrısız düşüncelerle yüzleştirmenin riski tabi ki vardır. Benim kendi oğlum daha on iki yaşında Aldous Huxley'i okuyordu. Ama benim gözetimim altında buna izin vermiştim. Tanrısız filozofların düşünelerini beraber tartışırdık. Bu dünyanın bakış açısı ile Tanrı Sözü'nün bakış açısı arasındaki zıtlığı incelemeye çalıştık.
Bazıları şöyle diyebilir: "Ama Kutsal Kitap bizlere boş felsefelere (Koloseliler 2:8) dikkat edin demiyor mu?" Gerçekten de diyor. Ancak birşeye dikkat etmemiz için ilk önce dikkatimizi ona çevirmeliyiz. Gerçek Hıristiyan eğitimi dünyasal filozoflardan korkmaz. Hıristiyan gerçeğinin bunların çok ötesine uzandığına güveniriz. Onun üzerinde zaferlidir. Düşmandan ne kaçmamıza ne de onunla anlaşmamıza gerek vardır. Ancak düşmanın nasıl düşündüğünü anlamak bizim yararımızadır.
Geçenlerde, Hırsitiyan bir üniversitenin yöneticilerinden biriyle konuştum. Beni rahatsız eden bir şey söyledi: "Günümüz öğrencisinin iki seçeneği vardır, Hıristiyan eğitimi ya da iyi bir eğitim." Bu sözler kötümser bir eleştiri ruhuyla yapılmamıştı. Fakat, Hıristiyan eğitiminin mükemmellik standardını düşürmesinden duyulan kaygının bir ifadesiydi. Birçok zeki Hıristiyan öğrenci daha iyi bir eğitim alacaklarına inandıkları için diğer devlet okullarına gitmişlerdir. Pişmanlıkla söylüyorum ki, düşünüşlerinde gerçek payı vardır ancak yine hamdolsun ki çevremizde birçok da mükemmel Hıristiyan üniversite bulunmaktadır.
Tanrı, değişmiş bir düşünce istemektedir. Bu düşünüş, dünyayı farklı bire açıdan gören düşünüştür. Halen tanrısız filozofları inceleriz. Ancak eleyerek okumayı öğreniriz-yani, incelediğimiz şeye eleştici gözle bakmamızı mümkün kılan bir değer yargısına sahibiz. Buradaki eleştirici kelimesi, konuya olumsuz bir ruhla yaklaştığımız anlamına gelmez. Dikkatli, bilgece doğruyu ayırt etme anlamındadır. Tanrı Sözü, bu dünyanın öğretilerini içinden geçirdiğimiz filtredir.
Değişim çağrısı, düşüncenin yenilenmesi çağrısıdır. Yeni düşünce, Tanrı Sözü'nün derince çalışılmasıyla oluşur. Kutsal Yazıların çok iyi bilinmesini gerektirir. Kutsal Yazılar, Tanrı'nın düşüncesini açıklar. Tanrı'nın düşüncesini ne kadar anlarsak, Ernest Hemingway ya da Jean-Paul Sartre'dan o kadar az korkacağız.
Ayrıca dünyadan da birşeyler öğrenebiliriz. Tanrı'nın tüm esini Kutsal Yazılar'da değildir. Tanrı kendini ayrıca doğada ve insan kültüründe de açıklar. Tüm gerçek, Tanrı'nın gerçeğidir. Genel olarak tüm dünyasal filozoflar yalancı peygamberler olsalar da, söyledikleri herşey yanlış değildir. Heryerde gerçek bulunabilir. Tanrısız insanların yazılarında gerçeğin kırıntılarına rastlayabiliriz. O kişilerden gerçeğin kırıntılarını bulup, çıkarmak zor olabilir ancak bu gerçek parçaları oradadır ve bizler onlardan faydalanabiliriz. Vaazlarda kullanılabilecek örneklerin derlendiği çoğu kitap, inanlılardan olduğu kadar inanlı olmayanlardan da alıntı yaparlar.
Dünya, kutsallaşmamıza engel teşkil eder. Ancak ona eğer doğru açıdan yaklaşırsak, bizim mütefiğimiz de olabilir. Bu halen benim Babamın dünyasıdır. Ondan nefret etmez. Onu, kurtaracak kadar sever. Onu ziyaret eder. Onu ne terkeder, ne de başkasına bırakır. Bu noktada, Tanrı gibi davranıp, dünyaya Tanrı'nın yaklaştığı gibi yaklaşmalıyız. Amaç, değişimdir.
Tanrı'nın halkı olarak dünya ile beraber ve dünyada nasıl yaşanacağını öğrenmeliyiz. Martin Luther, bizlere faydalı olabilecek şekilde Hıristiyan olgunlaşma sürecini tanımlamıştır. Bir insanın ilk olarak Mesih'e geldiğinde dünyayı reddetme, dünyadan çekilme dönemine girdiğini söyler. Yeni inanlı, çok ciddi bir şekilde "dünyayla ilişkisini kemiş, onu unutmuştur". Artık dünyaya uyan eski davranışlar bırakılmalıdır. Bu çekiliş döneminde boğazımıza kadar Tanrı hakkındaki şeylerle gireriz. Pavlus, diğer uluslara elçi olarak gönderilmeden önce bir süre Arabistan'a çekilmişti. Firavun'un huzuruna çıkmadan önce Musa, Tanrı'yla beraber çölde yanlız kalmıştı.
Bu çekilme dönemi hem normal hem de sağlıklıdır. Ancak, Luther'in dediği gibi, dünyaya tekrar girip, bir zamanki dünyasallığımızdaki gibi değil ama kurtuluş mekanı olarak onu kucaklayana dek ruhsal olgunluğa ulaşamayız. Orası bizim işlediğimiz yerdir. Tanrı'nın yarattığı, ve Mesih'in içinde yaşamaya geldiği yerdir. Dünyayı bırakmayız. Tüm düşmüşlüğüne rağmen, o halen bizim dünyamızdır.
Onu Tanrı için geri almayı öğrenmeliyiz. Ona uyarak, tacizlerine yenik düşerek değil, ama tanıklık edip, değiştirerek. Eğer dünyaya değişmiş düşüncelerle yaklaşırsak, bu iş korkulacak bir şey değildir.
Değişmiş düşünüş, Tanrı'yı hoşnut etmek için gereklidir. Kutsallaşmamızı arzulayan Tanrı, bu düşmüş dünyada yıldızlar gibi parlamamızı arzulayan aynı Tanrıdır. Bu dünyayı ve değer verdiği şeyleri anladığımızda bunu en iyi şekilde yerine getiririz. Anlamaya-yani, dünyayı Tanrı'nın gördüğü gibi görmeye-başladığımızda, yıpranmış bir yaradılışı sağlıklı ve temiz bir vicdanla yenilemeye başlarız. Ve bunu yaparak, Yaradan'ı ve Kurtaran'ı hoşnut ederiz.