Bu çalışmanın amacı günümüzde Müslümanlığı savunanlar üzerinde hala çok büyük bir etkisi olan, XIX. yüzyılda gelişmeye başlayan Müslümanlar’ın Hristiyanlığa yeni bir bakış açısının izlerini ortaya çıkarmaktır. Yazılan Hristiyanlığa karşı kitapların kişiliği, Hristiyanlık öğretileri ve Hristiyanlığın kendisiyle ilgili olarak XIX. yüzyılda ulaşılan farklı bakış açısı sayesinde değişmiştir.97
Müslümanlık’la Hristiyanlık arasındaki tartışmaların gelişimi XIX. yüzyılın ortalarında yaşanan bir olaya dayanır. 10 ve 11 Nisan 1854’te kendimizi Hindistan’ın Agra kentinde bulunan İngilizlere ait bir müjdecilik organizasyonu olan Church Missionary Society (CMS)’nin bir sınıfında bir araya gelmiş birkaç yüz Müslüman ve çoğunluğu Hristiyan misyonerlerden oluşan, ancak birkaç tane de İngiliz devlet görevlisinin arasında buluyoruz. Hepsi, Agra’da yaşayan Müslümanlar’ın düzenlediği halka açık tartışmayı izlemek için toplanmıştı.
Tartışma Württemberg Suabiya’daki pietistik hareketinden çıkan Alman misyoner Karl Gottlieb Pfander (1803-1865) ile Hintli Şii Müslüman ilahiyatçı Rahmetullah İbni Halil el-Utmani el-Hindi (1818-1891) arasında idi.98Bu tartışma neredeyse 150 yıl önce geçmiş olmasına karşın dialogla ilgili konularda her iki tartışmacı da İslam dünyasında hala hatırlanmaktadır. İki gün süren ve halka açık olan bu tartışmanın ana konusu tahrifdi(Hristiyanlığa ait Kutsal Yazıları’ın değiştirilmiş olması).
1854’teki tartışmada meydan okuyan ve amacı Hristiyanlığın Müslümanlık’tan daha aşağı düzeyde olduğunu kamu önünde kanıtlamak ve son zamanlarda Hindistan’da Hristiyanlık inancını duyuran Protestan misyonerler nedeniyle Müslümanlar’ın imanlarının sarsılmaması gerektiğini net bir şekilde duyurmak isteyen Müslüman ilahiyatçı el-Hindi’ydi.
İngiliz Parlamentosu’nun 1813’te aldığı kararla Hindistan Protestan misyonerlerine açılmıştı ve ilk Anglikan Piskopos’u 8 Mayıs 1814’te Kalkuta’daki Lambeth Sarayı’nda gizlice adanmıştı.991832/1833’te İngiliz olmayan misyonerlik örgütlerine de izin verildi. Böylece misyon ağlarını Hindistan’ın her yerinde oluşturmak için çalışmaya başladılar. Şii el-Hindi’nin 1854’te Müslümanlık dininin savunucusu olarak temsil etmesi ve bütün Müslüman halk tarafından onun açıkça böyle kabul edilmesi son derece ilginçtir.
Konular teslisi(Üçlübirlik), Kur’an’ın Tanrı’nın Sözü oluşunu, peygamber Muhammed’in gönderilmesini de içerecekti. Fakat tartışma Hristiyan Kutsal Yazıları’nın değiştirilmiş olmasından daha ileriye gidemedi. Tartışma şu uzlaşılamayan konu üzerinde odaklandı: el-Hindi Hristiyanlığa ait Kutsal Yazılar’ın değiştirildiğini iddia etti ve bunu Kutsal Kitap’ın kendisinden aldığı örneklerle kanıtlamaya çalıştı. Hristiyan misyonerlerse Eski ve Yeni Antlaşma’nın doğruluğunu ısrarla beyan ettiler. İki gün sonra rakipler birbirlerinden ayrıldı ve “her iki taraf da kazandıklarını ilan etti.”100Tartışmanın ardından Hristiyanlıkla ilgili birkaç sohbet oldu.
1864’te vaftiz olan ünlü Safdar Alî’nin101dışında Hindistan’da Müslümanlık’tan Hristiyanlığa geçen en ünlü kişi, 1866’da vaftiz olan ve 1872’de102Anglikan rahip olarak atanan Imâd ud-Dîn’dir (1830-1900). Daha önce kendisi Hristiyan misyonerlerin çalışmalarına karşı camilerde vaaz vermiş ve daha sonra İslam’a karşı birçok kitap yazmıştır. Bunların en ünlüsü hidâyetul muslimîn ya da tahkîk el-imân’dır.
Ancak bu 1854 tartışması neden bu kadar önemlidir? Bundan önce ve bundan sonra ve günümüze kadar tekrar tekrar İslam ve Hristiyanlıkla ilgili, örneğin tahrifgibi, aynı ana konular üzerinde odaklanan çok sayıda tartışma düzenlenmemiş miydi?
1854’teki Agra tartışması tarihi bir dönüm noktasıdır. XIX. yüzyılda Hindistan’ın dini durumunun uzmanları şunu ileri sürmektedir: “… o günlerde Rahmetullah’la Pfander arasındaki 1850 tartışmasındaki kadar dramatik bir tartışma daha görülmemişti.”103Hindistan’daki bu Müslüman-Hristiyan tartışmasını ve gelecekteki Müslümanlığı savunma çalışmalarını nasıl etkileyebileceğini analiz etmeye çalışacağım.
XIX. yüzyıl ve sonrasıyla ilgili olarak Jacques Waardenburg şunları yazmıştır:
“Bizler fikir ayrılığında yeni bir dönem yaşıyoruz. Şimdi çoğunluğu politik, Müslüman ülkelerle Hristiyan geleneğini miras alan, büyüyen Batı arasında. Son zamanlarda İslam’la ilgili olarak büyüyen bir fikir savaşı yaşıyoruz, önce Hristiyanlık, Hinduizm ve Yahudilik dinlerine karşı milli hareketlerle bağlantılıydı.”104
Bu Hindistan için son derece geçerlidir. Hint-Türk İmparatorluğu’nun önceki güç sembolü olan Agra, XIX. yüzyılda Hindistan’daki Müslümanlık eğitiminin ve kültürünün merkezlerinden birine dönüşür. İngiliz hükümeti burayı Kuzey-Batı illerinin yönetim merkezine dönüştürür. Buna ek olarak, İngiliz hükümeti yabancı misyonerlik organizasyonlarının ülkeye girmesine izin verir. Özellikle Agra’daki, misyonerlerin çoğu İngilizdir ve 1837’de yaşanan korkunç kıtlıktan sonra büyük bir yetimhane açmışlardır. Çocuklardan bazıları vaftiz edilir. Böylece Hristiyanlar’ın hizmetlerinin büyüyen etkileri herkes tarafından fark edilmeye başlanır. Yalnızca Agra’da bile Müslümanlığa karşı tartışmalı birkaç Hristiyan kitap basılmıştır.105Bütün bunlar Müslüman nüfusunun Batılar’ı ve misyonerleri İngiliz sömürgeciliğinin aleti olarak görmelerine neden olmuştur.
Böylece kendimizi XIX. yüzyılın ortalarında Agra’da Müslüman-Hristiyan gerginliğinin en kızışmış zamanlarında buluyoruz. Müslüman ulemalar Avrupalı Hristiyan misyonerlerin varlığını tehdit olarak görmüşler ve 1840’larda ve 1850’lerde kendi dinlerinin ve kültürlerinin şiddetli düşüşü nedeniyle ciddi bir kriz yaşamışlardır. Farklı taraflar XIX. yüzyılın ortalarında Agra’da bir araya gelmiş ve bu tarihi dönüm noktasında bazı çizgiler kesişmiştir: 1) Avrupalı misyonerlerin koruyucusu, Hindistan’ın sömürge gücü olan Büyük Britanya’nın temsilcileri. 2) Alman pietist ve Protestan misyoner Pfander’in kendisi, çalışma arkadaşları ve belki de inançlarını değiştirenlerden birkaç kişi ve 3) Anglikan kilisesinin temsilcileri. Bunlar tartışmaya karşı değillerdir ancak büyük bir gayretle destek de vermemişlerdir. Daha sonra Lahore’un ilk Anglikan piskoposu atanan Thomas Valpy French’den (1825-1891) söz etmeliyiz. O kendisi de açık bir yüzleşmenin ve din propagandası yapmanın yararına ya da gerekliliğine tam olarak inanmamış, ancak Müslüman ilahiyatçılar ona meydan okumuşlar, o da Kutsal Kitap’ın doğruluğunu savunma kararı almıştır.1064) Protestan çalışma arkadaşlarının işlerini beğenmeyen ve Müslümanları maddi yönden destekleyen, Protestan misyonerlerin yanlışlarını kanıtlamak için onlara yardım eden Katolik misyonerler ve 5) Şii ve Sünnilerden oluşan Müslüman dinleyiciler. Şii ilahiyatçı el-Hindi, 1851’den beri İngiliz sağlık hastanesinde görev yapmakta olan Dr. Muhammed Vezir’in yardımıyla Müslümanlık inancını Hristiyanlık misyonuna karşı savunmak için hazırlanır. Tıp eğitiminin bir bölümünü Büyük Britanya’da yapar, burada Hristiyanlığın yanlış olduğunu kanıtlamak için malzeme toplar.
Tartışmaya katılan Alman misyoner Karl Gottlieb Pfander, ölümünün üzerinden yıllar geçtikten sonra bile “Muhammed’i izleyenlere gönderilmiş en büyük misyoner”107ya da “XIX. yüzyılda Muhammed’i izleyenlere gönderilmiş misyonerlerin içindeki en ilginç kişi”108olarak anar.
Batı’da, Pfander son zamanlara kadar pek tanınmaz, ancak tartışmalar yaratan kitabı Mizanü’l-Hakİslam dünyasında bugün hala tartışılan konulardan biridir. 1829’da Almanca109olarak İslam’ı çürütmeye çalışan bu çalışma, okuyucularını Hristiyanlığın üstün değerlerine ikna etmeye çalışır. Bunu da Eski ve Yeni Antlaşma’nın doğruluğunu savunarak ve Müslümanlar’ın tahrifiddialarını çürütmeye çalışarak yapar. 1831’de ilk olarak Ermenice’ye çevrildikten sonra hızla en az yarım düzine daha Müslüman diline çevrilir. Bunların arasında Urduca (1840), Farsça (1835), Türkçe (1862), Arapça (1865)110bulunur ve çok geniş bir etkiye sahiptir.
Müslümanlığı savunanlar hala hem Mizanü’l-Hakkitabından alıntılar yaparlar hem de bu kitapta yazılı olanları çürütmeye çalışırlar. İslam dünyasında tartışma konusu olarak kalmıştır. Pfander’in ölümünden 12 yıl sonra, 1854’teki Agra tartışmasına katılanlardan biri şöyle yazdı:
“O aramızdan ayrıldı, ancak başlattığı çalkantı ve hareket bitmedi …”111
Mizanü’l-Hak, “Hristiyanlık’la İslam’ın karşı karşıya gelmesinin standart çalışması,112” kuşaklar boyunca İslam’ın yanlışlığını kanıtlamak için misyonerler tarafından bir savunma aracı olarak kullanılmıştır. Bu nedenle de yakın zamana kadar tekrar tekrar yayımlanmıştır. Bu çalışmayla ilgili, özellikle XX. yüzyılda113, şiddetli eleştiriler duysak da Arapça ve İngilizce’deki son baskılarının 1986’da114yapıldığını görebiliriz ve bu baskılar günümüzde Müslümanlar arasında yapılan misyonerlik işlerinde hala kullanılmaktadır.
Kitabın yazarı, Karl Gottlieb Pfander, İngiliz misyon organizasyonu olan CMS tarafından 1837’den 1857’ye kadar Hindistan’a gönderilmiştir. 10 Nisan 1854’te Agra’daki Müslüman ilahiyatçılar tarafından Hristiyanlığın değişmez öğretilerinden biri olan Kutsal Kitap’ın doğruluğunu halk önünde savunması istenmiştir. Hatta pazarlarda vaaz ederek, kitaplar yazarak ve bu kitapları dağıtarak halk arasında böyle bir tartışmayı başlatan da kendisidir. Pfander’in Kur’an’ın Kutsal Kitap’a verdiği yüksek değeri Kur’an’dan alıntılar yaparak kanıtlamaya çalıştığını da belirtmemiz gerekir. Hristiyanlık hakkındaki tutarsız görüşlerini sergilemek için Müslüman yorumculardan da alıntılar yapmıştır:
“… Hristiyanlar Kur’an’da bile Muhammed’in Hristiyanlığa saygı duyduğunu, inanç ve öğretilerine hürmet gösterdiğini ortaya koymaya çalışmaktadır.“115
Pfander’ın rakibi tarihi Müslüman-Hristiyan karşılaşması açısından bakıldığında çok daha ilginç bir kişiliktir.
Şii ilahiyatçı Rahmetullâh İbni Halîl el-Utmânî Hindistan’daki Hristiyan misyonerlerin varlığına karşı olan 1850 ve 1855’lerdeki mücadelede başından beri yer alır. İslam’ı savunmak için, büyük olasılıkla Bengal’li hekim Muhammed Vezir Han’ın yardımlarıyla, üç tane tartışmalı çalışma hazırlar. el-Hindi ve Vezir Han XIX. yüzyıldaki Müslüman Hintlilerin, Hristiyan misyonerlerin varlığına karşı çıkış hareketinin en seçkin üyelerindendir. Sürdürdükleri savunma işi aracılığıyla 1850’lerin başında tanışmışlardır. 1854’te halka açık Agra tartışmasında ikisi de yer alır. El- Hindi tartışmanın önderi ve karşı tarafa meydan okuyan kişidir. Muhammed Vezir Han ise Urduca ve İngilizce konuşan katılımcılar arasında çevirmenlik yapmıştır.
El-Hindi’nin etkisi Agra’daki bu tek olayla sınırlı değildir. Bu yalnızca gelecekteki etkinin bir başlangıcı gibidir, bunu da yazılı çalışmalarıyla sağlar. Müslümanlığı savunanlar dendiği zaman el-Hindi kesinlikle akla gelen isimlerdendir. Bunun nedeni de Pfander’in Mizanü’l-Hak kitabına cevap olarak yazdığı ünlü kitabı İzharü’l-Hak’tır. Osmanlı sultanı I. Abdülaziz’in (1861-1876)116isteği üzerine 1867’de Arapça olarak yazılan kitap (1876/1877) Türkçe’ye, Fransızca’ya (1880), İngilizce’ye (1900) ve Urduca’ya (1968) çevrilmiştir, Pfanders’in Mizanü’l-Hakadlı kitabının çevrildiği dillerle hemen hemen aynıdır. Mizanü’l-Hakgibi, İzharü’l-Hakda günümüze dek tekrar tekrar yayımlanmıştır. 1964’te yeni bir baskısı yayımlanmıştır. Bu baskı Fas Krallığı’nın İslami İşler Bakanlığı tarafından denetlendi ve Profesör Omar ad-Dasuki’nin yazdığı önsöz eklendi. Arapça son baskılar 1978’den kalmadır; ikisinden biri El-Ezher Üniversitesi’nden merhum Şeyh Adbül Halim Mahmut tarafından onaylanmıştır. 1989’da kısa bir versiyonu İngilizce olarak Londra’daki Ta-Ha Publishers tarafından yayımlandı.
Yalnızca birkaç çalışma el-Hindi’nin İzharü’l-Hak’ı kadar ünlü olmuştur. Şöyle yazılmıştır:
“İlk modern Müslüman polemiği klasiğinin yerini bir başkası asla alamadı.”117
Ignaz Goldziher 1877’de Şam’a yaptığı ziyaretten, herkesin İzharü’l-Hakhakkında konuştuğunu bildirir.118Kuşkusuz bu kitap, Müslüman polemiğinde kilit rol oynamıştır ve hala Müslümanlığı savunan ‘en iyi on’ çalışma arasında yer almaktadır. İzharü’l-Hak’ın önemiyle ilgili olarak Georges C. Anawati 1969’da şunları yazmıştır:
“C’est le grand ouvrage de base qui a servi et continue à servir d’arsenal pour les apologistes musulmans de la fin du 19e siècle jusqu’à nos jours.”119
Ve tekrar 1981’de:
“… et aujourd’hui encore, il reste le livre par excellence où les musulmans traditionalistes et peu ouverts au christianisme, puisent leurs arguments.”120
İzharü’l-Hak’la ilgili olarak 1968’de şunlar söylenmiştir:
“Urdu versiyonu, İslam ve Hristiyanlık konusunda, XIX. yüzyılın ilk yarısında Kuzey Hindistan’daki ulema’larla yüzleşmenin getirdiği şiddetli gerginlikten sonra, Mevlana Rahmetullah el-Hindi’nin düşüncelerinde şekillenen kitapların yerini izleyen yüz yıl içerisinde hiçbir şey alamadı.”121
İzharü’l-Hak’ın bu kadar ünlü olmasının bir başka nedeni de kitapta yalnızca çok dikkatle seçilmiş Şii renklerinin bulunuyor olmasıdır. 1867’den itibaren başlayarak farklı baskılarında bunu görmek mümkündür. Bunun nedeni de revizyon değil, el-Hindi’nin orjinal üslubunun böyle oluşudur. Kendisinin de Şii bir geçmişe sahip olduğunu yalnızca bir kez, hadisler konusuna değinirken üstü kapalı bir şekilde söylemiştir. Bunun için de, Müslümanlığı savunma çalışmaları için ve El-Ezher gibi ‘ortodoks’ (geleneksel) çevreler için standart çalışmaya dönüşebilir.
İzharü’l-Hak’ın etkilerini anlayabilmek için, XIX. yüzyıl Sünni ‘reform kolu’ ilahiyatçılarından Reşit Rıza Hristiyanlık’tan bahsederken el-Hindi’nin İzharü’l-Hak’ıdan kapsamlı bir şekilde yararlanmış olduğunu da belirtmek gerekir. Muhammed’in görevi sorusuna gelindiğinde, ünlü Abduh/Rıza Kur’ân tefsiri olan tefsîr el-Kur’ân el-hakîm’de, İzharü’l-Hak’tan yaklaşık 60 sayfa alıntı yapar.122İzharü’l-Hak’ı kullanan başka bir Müslüman polemikçi olan Muhammed Muhammed Ebu Zehra’ya123da değinmemiz gerekir. Hazırladığı ‘Hristiyanlık Hakkında Dersler’de (muhâdarât fî n-nasrânîya), el-Hindi’nin Hristiyanlık üzerine yaptığı yorumları kullanır.124
El-Hindi’nin İzharü’l-Hak’ının böylesine yaygın bir etkisinin olmasının nedeni, onun İslam’ın tek gerçek din olduğunu kanıtlamak için yeni bir yöntem geliştirmiş olmasıdır. El-Hindi’nin İslam’ı yalnızca Hristiyanlığı yererek ya da İslam’ı yücelterek savunmadığı açıktır. El-Hindi Avrupa teolojisinin özellikle XIX. yüzyılda gerçekleşen yeni yöneliminden faydalanır. Daha önce Hristiyanlığa ait Kutsal Yazılar’ın doğruluğu konusunda oldukça tutucu olan bakış açısından, hızlı bir değişim geçiren Avrupa teolojisi, özellikle XIX. yüzyıldan başlayarak, tarihi güvenirlik ve metinle ilgili sorular konusunda giderek daha da eleştirici bir bakış açısına sahip olmaya başlar. Eleştirici ve liberal bakış açıları üniversitelere ve kiliselere sızmaya başlar. Bu evrimde Almanya, Batı Yarı Küre Hristiyanlığının tümünün başını çekmektedir. Sayısız liberal teolojik çalışma ortaya çıkar ve İslam dünyasına oldukça hızlı bir şekilde yayılır.
El-Hindi –görünen o ki– İslam dünyasında bu kitaplardan ve Kutsal Kitap’ın yorumlarından yararlanarak Hristiyanlık’la, Hristiyanlığın kendi silahlarıyla savaşan ilk kişidir. İlk defa, XIX. yüzyılın liberalliğinden ve tarihi eleştiriciliğinden etkilenen ünlü Avrupalı teologların farklı çalışmalarını kullanır. Agra tartışması sırasında, el-Hindi liberalizmin temsilcilerinden alıntılar yaparak muhafazakâr misyonerlere Kutsal Kitap’ın güvenilir olmadığına ilişkin delilleri Hristiyan teolojisinin kendisinin ürettiğini gösterir.
İslam’ı onaylayan Avrupa teolojisinin ve felsefesinin meyvalarının İslam dünyası tarafından kullanıldığı tek örnek bu değildir. XIX. yüzyıldan önce Avrupa teolojisinde akılcılık (rasyonalizm) denen başka bir hareket olur. Alman akılcılığının temsilcilerine örnek olarak, Karl Friedrich Bahrdt (1741-1792) ya da ünlü Heinrich Eberhard Gottlieb Paulus (1761-1851) verilebilir. Bunlar İsa Mesih’in çarmıha gerildiğini savunmayı sürdürürler ancak çarmıhta gerçekten öldüğü noktasını ihmal ederler. Bu da günümüzde hala bir ‘dış’ konumdur. XIX. yüzyılın sonunda Bahrdt şunları yazar:
“İsa’nın yaşamının son bölümüyle ilgili olarak benim görüşüm şudur. İsa öldürüldü. Bir suçlunun çekmesi gereken bütün acıları çekti, ölümü tattı, ancak O ölümü yendi – ölümden yaşama döndü – O mezardan çıktı. Öldürüldükten üç gün sonra ve O kendisini öğrencilerine ölümden yaşama dönmüş biri olarak gösterdi.”125
Ahmediyye hareketinin, çarmıhtan sağ kurtulduktan sonra İsa’nın Hindistan’da doğal yollarla öldüğü inancı İslam’ın kendisinden değil, Avrupa’daki akılcılık gibi gelişmeler tarafından beslenmiş olması mümkündür, mümkün değilse bile makuldür. Müslümanlığı savunanlar “Avrupalı teologlar ve bilim adamları İsa’nın çarmıhtan sağ kurtulduğunu kanıtlamıştır” demektedirler.
Bazı Hristiyan üniversitelerindeki teologlar, teolojik liberalizmin zirvesine ulaşmışlardır. Yani tarihi yönden baktığımızda, aydınlanmayla da bağlantılı olarak İsa’yı ya da tanrılığını ya da Üçlübirlik’in bir parçası oluşunu tarihi bir olaya indirgemişlerdir. Müslümanlığı savunanlar bu teorileri, Nisa suresi 157 -158’inci ayetlerde İsa’nın çarmıhta ölmediği ve hatta çarmıha gerilip gerilmediğinin bile kuşkulu olduğunu söyleyen eski bildirimlerini kanıtlamak için kullanmışlardır.
Avrupalı teologların ve filozofların, İsa Mesih’in ölümü ve dirilişi ile ya da kanonik Müjde’lerin doğruluğu hakkındaki kuşkuları, Müslümanlığı savunanların özellikle XX. yüzyılda Barnaba İncil’ini birçok kitap ve broşürde İsa Mesih’in tek gerçek Müjdesi olarak savunmalarında önemli bir rol oynamıştır. Müslümanlar XVIII. ve XIX. yüzyıllarda muhafazakâr teolojinin Avrupalı eleştirmenlerinin Barnabas İncil’inin değeri hakkındaki ifadelerinin olumlu olanlarını benimserken, Hristiyan misyonerler aynı zamanda bu İncil’in M.S. I. yüzyıla ait olmasının imkânsız olduğunu kanıtlamaya çalışmışlardır. Barnabas İncil’i İsa Mesih’in çarmıhta ölmediğini kanıtlar. Yahuda’nın görünümü İsa’ya benzemesi için değiştirilmiştir ve herkes İsa’nın çarmıha gerildiğini zanneder ancak onun yerine Yahuda çarmıha gerilir. Böylece İsa’nın çarmıha gerilişini reddeden Kur’an bir kere daha doğrulanmış olur.
Kur’an sözüm ona ‘tarafsız,’ ‘bilimsel’ sonuçlarla desteklenir: Müslümanlığı savunanlar, Barnabas İncil’inde Muhammed’in gelişinin bildirildiğini söyleyen tanınmış ilahiyatçı John Toland (1670-1722) gibi Avrupalı teologlardan ya da filozoflardan alıntılar yapmaktadırlar. Müslümanlığı savunanlar Barnabas İncil’inin ilk yüzyıllara ait olduğunu söyleyerek geçerliliğini kabul eden ve aynı zamanda Kutsal Kitap’ın doğruluğundan ve Eski ve Yeni Antlaşma’nın esinlenişinden kuşku duyan ve eleştiren Avrupalı yazarlar üzerinde odaklanırlar.126
El-Hindi 1854’te Urduca olarak yazdığı İcaz-i İsavi127çalışmasında, ilk defa ve daha sonra da İzharü’l-Hak’ta 1867’den itibaren Peygamber Muhammed’in gelişini önceden bildiren eski bir Hristiyan Müjde’si olarak Barnabas İncil’inden söz ederek, İslam dünyasıyla ‘tanıştırmış’ olması mümkündür. XIX. yüzyılın ortalarında Barnabas İncil’i bir bütün olarak yayımlanmamıştır bile. El-Hindi onu vahyin başlangıcından beri geleceği önceden bildirilen Muhammed’i Hristiyanlar’ın reddedişlerine karşı bir silah olarak kullandığı zaman, Batı dünyası tarafından yalnızca birkaç bölümü bilinmektedir. Bu Müjde’nin İsa’nın zamanından kalma tek güvenilir Müjde olduğunu savunan Muhammed Reşit Rıza, 1908’de Barnabas İncil’inin ilk Arapça baskısını el-İncil es-Sahih adıyla yayımlar. Bu Müjde’ye el-Hindi’nin çalışması tarafından yönlendirilmiştir. 1908’den bu yana ‘İsa Mesih’in tek gerçek Müjde’sini savunan birçok çeviri ortaya çıkar (Urduca 1916; İngilizce 1916; Farsça 1927; Endonezyaca 1969; Hollandaca 1990).
XIX. yüzyılda Avrupa’da yeni bir eleştiri dalgası ortaya çıkar ve hızla İslam dünyasına doğru ilerler. Avrupa üniversitelerinde Eski ve Yeni Antlaşma’da sözü geçen bütün mucizeler sorgulanmaya başlanır. Tarihi olaylardan kuşku duyulur. Kristoloji, Üçlübirlik ve İsa Mesih’in tanrılığı, çarmıha gerilmesi ve dirilmesi tartışma konusu haline gelir. Avrupa teolojisinin bütün bu kuşkuları ve eleştirici görüşleri İslam dünyasına doğru yayılır ve Müslümanların başından beri sahip oldukları Kutsal Kitap’ın değiştirildiği görüşünü kanıtlayan bulgular olarak heyecanla kabul edilir. Eski ve Yeni Antlaşma’nın doğruluğu hakkında tartışmak özellikle el-Hindi’den sonraki tartışmaların yeni biçimi haline gelir.
Agra tartışması sırasında, bu yöntem ilk defa kullanılır. El-Hindi, muhafazakâr bir teolojiye sahip olan Pfander ve arkadaşlarına 1854’te Avrupa’nın en son eleştirisel araştırmalarıyla karşı çıkar. Avrupa’dan 1825’te misyoner olarak ayrılmış olan Pfander, XIX. yüzyılda Avrupa teolojisinde meydana gelen gelişmelere şahit olmamıştır. Dahası, Pfander’in 1821’den 1825’e kadar eğitim aldığı muhafazakar Basel Misyon Topluluğu (Basler Missionsgesellschaft) öğrencilerinin Basel’deki ilahiyat fakültesini ziyaret etmelerine izin vermiştir ancak adayların üzerindeki etkisini sınırlamıştır.128David Friedrich Strauss’un dünyaca ünlü kitabı Das Leben Jesu (İsa’nın Yaşamı) 1835’e kadar yayımlanmamıştır ve bu arada da Pfander yurtdışına çıkalı on yıl olmuştur. 1854’te Agra tartışması başladığında Pfander Müslüman rakiplerinin Avrupa’daki teolojik değişimleri harıl harıl çalıştıklarını sezer ancak ya bu değişikliklerin etkilerinin derinliğini hafife alır ya da bu yeni gelişmeler hakkında kendisi de pek fazla bilgiye sahip değildir. Pfander Müslüman rakipleriyle ilgili olarak şunları yazar:
“… Delhi’deki arkadaşlarından birçoğu son iki ya da üç yıldır Kutsal Kitap’ı incelemekte, yayımladığımız tartışmalı kitapları okumakta ve yorum kitaplarıyla eleştirisel yazarları araştırmaktadır. Bütün bunları karşı çıkmak için malzeme toplama amacıyla yapmaktalar.“129
Agra tartışması sırasında, el-Hindi ve Muhammed Vezir Han Kutsal Kitap’taki farklı metinler arasındaki varyasyonlar ve çelişkilerle ilgili Avrupa’nın en son teorilerini ve en son eleştirisel ifadeleri sunmuşlardır. el-Hindi görünüşe göre kullandıkları malzemelerin çoğunu, tıp eğitiminin bir bölümünü Büyük Britanya’da yapmış olan ve bu dönemde Avrupa’daki eleştirel teolojik çalışmalarla karşılaşan Muhammed Vezir Han’dan almıştır. Buna ek olarak, el-Hindi Avrupa’da yapılan en son çalışmaları, Protestan çalışma arkadaşlarından hiç hoşlanmayan Hindistan’daki Katolik misyonerlerden almıştır.130
Agra’da ve daha sonrasında Hristiyanlığa karşı olan birçok tartışmalı çalışmaIarda Müslüman ilahiyatçı el-Hindi ilk defa Avrupa’daki en son bilimsel araştırmaları kullanır. Pfander bu yeni saldırı türü karşısında çaresiz kalmıştır. Onun kitapları Müslüman tarafının sunduğu Avrupa’daki yüksek ve alt eleştiriler değil, Müslümanların Hristiyanlığa karşı olan geleneksel itirazlarına cevap verir.
Avrupa’nın geçirdiği teolojik evrimin Yakın Doğu’yu nasıl etkilediği hakkında en ufak bir fikri yoktur. Protestan misyonerler diğer yerlere oranla Müslüman ülkeler için yenidir. Geçmişi yalnızca XIX. yüzyıla131kadar gitmektedir. Yeni bir Hristiyan misyon dalı Müslüman ülkelerine uzatılmaktadır. Daha önceki yüzyıllarda örneğin Henry Martyn’in ya da Bartholomäus Ziegenbalg’ın yaptığı gibi bireysel girişimler değildir. Tartışmadan sonra Pfander’in Basel’deki bu teorilere karşı olan Avrupalı yazarları aradığını burada belirtmeliyiz. Ancak bunu yalnızca Müslüman tartışmacılara bu teologların bakış açılarının, Avrupa teolojisi prizmasının yalnızca bir bölümü olduğunu göstermek için yapmıştır.132
Agra tartışmasından ayrı olarak, el-Hindi’nin Kutsal Kitap’ın değiştirilmiş olduğunu Avrupa’nın sesleriyle kanıtlama yöntemini geliştirdiğine şahit olabiliriz. İzharü’l-Hak’ta, el-Hindi Avrupa kaynaklarından bulabildiği her kanıtı kullanmıştır. Luther’ın Papa ve Kral VIII’inci Henry’ye karşı olan eleştirel tavrını ve Pavlus’un yeni gelişmekte olan Hristiyanlık üzerindeki yıkıcı etkileri hakkındaki eleştirel ifadelerden alıntılar yapmıştır. Yakup ve Yahuda kitaplarının orijinal Kutsal Kitap kanonuna dahil olup olmadığı konusunda kuşkuları olan teologlardan söz etmiştir. Hristiyanlığın temel öğretilerine, İsa Mesih’in ölümünden 300 yıl sonra bir araya getirilen konseylerde, örneğin İznik’te, karar verilmesini eleştirir.
Bundan da öte, Musa’nın yazdığı Yeşu, Hakimler gibi kitaplar hakkındaki kuşkulara da yer verir. Mesih’in soyuna gelindiği zaman ‘hata ve çelişkiler’, İlyas’ın kargalar tarafından doyurulması öyküsünde ‘saçmalıklar’ keşfeder. Kutsal Kitap’ın Eichhorn, Horne, Henry ve Scott tarafından hazırlanmış tefsirlerinden alıntılar yapar. El-Hindi’nin tek bir metinde ‘ortaya çıkardığı’ yüzlerce çelişkiyi burada sıralayabiliriz.1336 kalın ciltten oluşan, İzharü’l-HakHristiyanlık’ta yapılmış olabilecek değişikliklerin bir özeti gibidir. El-Hindi, Ali Taberi, İbni Hazm ve İbni Teymiyye gibi polemikçilerin çalışmalarını çok geniş bir alana yaydığı için el-Hindi’nin ölümünden sonra İzharü’l-Hakbir çeşit ansiklopedi gibi kullanılır.
Burada el-Hindi’nin Müslümanlar’ın daha önceden sahip oldukları tahrif ve Müslümanlar’ın Hristiyanlığın bütününe olan bakışını değiştirdiği son derece belirgindir. Tahrif, el-Hindi’ye göre, artık yüzyıllar içerisinde Eski ve Yeni Antlaşma metinleri çoğaltılırken yapılan küçük değişiklikler olarak anlaşılmamalıdır. Müslümanlığı savunanlar geçmişte Üçlübirlik ya da İsa Mesih’in tanrılığı gibi Kutsal Kitap’a ait öğretileri Kur’an’ın eleştirdiği gibi eleştirmişlerdir. El-Hindi Kutsal Kitap’ın değiştirilmesiyle ilgili olarak Kur’an’da yer alan eleştirileri başka bir boyuta taşır. Müslümanlığı savunanlar şimdi İzharü’l-Hak’ı kendilerine örnek olarak almakta ve Avrupalı teologların metinler üzerinde yaptıkları çalışmaların ‘sonuçlarını’ kendi yararları için kullanmaktadırlar. El-Hindi Kutsal Kitap’ın tarihi, dogmatik ve anlatım metinlerinin tamamen çarpıtılmış, değiştirilmiş ve bu nedenle de güvenilir olmadığı sonucuna varır. Avrupa’daki Hristiyan ulemalar bile Kutsal Kitap’taki bütün metinlerin değiştirilmiş olduğunu kabul ettiklerinden, bu El-Hindi için tartışılacak bir konu değildir. Böylece el-Hindi ve onu izleyenler, aynı Kur’an’da söylendiği gibi Kutsal Kitap’ın değiştirildiğini geleneksel Müslüman görüşünün kanıtlanmış olduğuna inanırlar. Müslümanlığı savunanlar bunu yüzyıllardır zaten bilmektedirler, ancak şimdi Avrupalı teologlar bunu tarihi, jeolojik ve arkeolojik alanlarda bilimsel çalışmalar yaparak kendileri de kanıtlamış olur.
Avrupa teolojisinin bu şekilde kullanılması şu şekilde özetlenebilir: Günümüzdeki Hristiyanlığa karşı Müslümanlığı savunma çalışmalarında Batı’yı etkisi altına alan sert metin yorumları ve farklı bilim dallarının birçok sonucunu görürüz. Hristiyanlığın tahrifi öğretisindeki bu köklü değişim ve Avrupa teolojisinin Müslüman iddialarını doğrulamak için kullanıldığının kabul edilmesi Müslümanlar’ın Hristiyanlığa bakışlarını tamamen değiştirmiştir. Daha önceleri Hristiyanlığa ait belli bazı öğretilere karşı çıkılmaktadır, ancak Hristiyanlığın bütünü İslam’la aynı mesajı taşımaktadır. Şimdi Hristiyanlığın tümünün çarpıtılmış olduğu kanıtlanmış gibidir. Eğer Batı’daki Hristiyan bilim adamları ve teologlar, kökleri putperestliğe ve Platoncu Yunan felsefesine dayanan hayali öykülerden ve efsanelerden oluşan bu koleksiyona inanmayı savunamayacakları sonucuna varıyorsa, o zaman bu vahyi övmek gereksizdir. Müslümanlığı savunanlar, yalnızca Hristiyanlığın dini yetkilileri tarafından kendi inançlarıyla ilgili olarak keşfettiklerini ciddiye alır. Bu büyük hatanın karşıtı olarak İslam, anlayış ve akıl dinidir. İslami öğretiler net, anlaşılır ve mantıklıdır.
Ayrıca, el-Hindi ve Pfander tartışmasını izleyen İslami tartışma çalışmaları hep bu temel tavrı takip etmiştir. Hristiyan teologların kendileri bugün elimizde olan Eski ve Yeni Antlaşma’nın Tanrı’nın Sözü olmadığını, her iki kitabın da hatalarla, kavram yanılgılarıyla, çelişkilerle ve saçmalıklarla dolu olduğunu kabul etmektedir. Böylece Müslüman ilahiyatçıların Hristiyanlığa ait Kutsal Yazılar’ı doğru olarak yorumladıkları kanıtlanmıştır.
Müslümanlığı savunma çalışmalarına baktığımızda günümüzde şu anlaşmazlığa tanık olabiliriz. Muhammed Raşit Rıza Avrupa’da yapılan teolojik çalışmaları kendi tefsirinde kullanır. Ona göre, putperestliği Hristiyanlıkla tanıştırdığı için özellikle Pavlus suçludur. Üçlübirlik ve İsa’nın çarmıha gerilmesi aracılığıyla kurtuluşa ulaşma öğretileri, M.S. 325 yılında yapılan İznik Konseyi’nden sonra belirlenmiştir. Bu gelişmeyle tevhidin yerini şirk alır.134Aynı eğilime Ebu Zehra’nın muhâdarât fî-n-nasrânîya’sında da şahit oluruz. İsa Mesih’in kendisi tektanrıcılığı vaaz etmiş ancak bu temel öğreti senkretizmin, yeni Platonik ve Yunan felsefe ve Roma putperestliği135etkisi ile çarpıtılmıştır. Ahmed Şalabi Hristiyanlığı putperestlikle Elçi Pavlus’un136kendi vicdanının bir karışımı olarak görür. Dört Müjde’de anlatılan İsa’nın mucizeleri de güvenilir değildir.137
Elwood M. Wherry kendi bakış açısı uyarınca XX. yüzyılın başında şunları söyler:
“Müslümanlar kendi çalışmalarını terk edip karşı saldırıdan kendilerini kurtarmaya çabalamak zorundaydılar, bunun için de Hristiyanlığa ait Kutsal Yazılar’ın yetkisini etkisiz hale getirebilmek için sadakatsizlik etmiş olan Avrupa’nın standart tartışmalarını kullanmamaya vicdanları el vermemiştir. Müslümanlar’ın anlaşmazlık yöntemine bu özellik damgasını vurmuştur.”138
XIX. yüzyılda Müslümanlığın geleneksel eğitim merkezlerinden uzakta bir Müslümanlık-Hristiyanlık tartışması yapılır. 1854’te Agra’da, büyük olasılıkla ilk defa, Müslüman ilahiyatçılar Avrupa’nın eleştirisel çalışmalarını Hristiyan misyonerlere karşı kanıt olarak kullanırlar.
Müslümanlığın savunulması konusunda XIX. yüzyıl bir dönüm noktasıdır: Müslümanlar Hristiyanlığın ‘yanlış bir din’ olduğunu kanıtlamak için Avrupa kaynaklarının özellikle de Hristiyan teolojik çalışmalarının yardımıyla tamamıyla yeni bir yöntem geliştirirler. (örn. Kutsal Kitap yorumları).
İzharü’l-Hak’ın yayımlanmasından sonra bu tartışma türü Muhammed Reşit Rıza ve Muhammed Ebu Zehra gibi Müslümanlığı savunanlar arasında geleneksel tahrif suçlamasını kanıtlamak için yaygınlaşır.
Tahrif XIX. yüzyıldaki Hristiyanlık-Müslümanlık tartışmalarının merkezinde yer alır (Kristoloji ve kurtuluş XX. yüzyıl tartışmalarının merkezinde bulunur).
Bu da XIX. yüzyılda Müslümanlar’ın Hristiyanlığa bakışını değiştirir. Hristiyanlığın temel öğretilerinin bazı yerleri değil tümü değiştirilmiştir.