7. Bölüm - Dünya Çapındaki Fiziksel Süreçler


aha önce de bildirildiği gibi, yeryüzünün yaşını ya da sistemlerini tayin etmenin tek yolu, radyoizotop düzenler değildir. Aslında yüzlerce yöntem vardır. Bu fiziksel süreçlerin ya da sistemlerin birçoğu, yeryüzünün evrime izin verebilmek için fazlasıyla genç olduğunu ima eder gibidir. Bu yöntemler radyoizotop yöntemlerle tam olarak aynı kavramsal biçimde değerlendirilirler ama kapsam bakımından çokça farklılık gösterirler. Radyoizotop tekniklerini kullanırken bir kaya ya da bir dizi kaya incelenir ve yaşları tayin edilir. Ama tabii ki, bir kayanın mineral ve kimyasal yapısı kirlenebilir ya da değişebilir. Aşağıdaki tekniklerle, bütün dünya örnektir. Bütün dünyanın kimyasal yapısını herhangi önemli bir derecede değiştirmek neredeyse imkânsız olduğundan bu süreçlere daha çok ağırlık verilmelidir.

Dünya çapındaki bu süreçlerden bir tanesinden daha önce söz edilmişti: radyoaktif karbonun dünya çapında birikimi. C-14’ün C-12’ye kıyasla epey ender olduğunu unutmayın. Günümüzdeki C-14’ün oluşmasına neden olan kozmik-ışın akınını göz önünde bulundurursak, birikim çürümeye eşit olduğunda, C-14’ün dünya çapındaki miktarı yaklaşık 75 ton olmalıdır. Hesaplamalar, C-14 sürekli olarak yeniden nitrojen olarak çürüdüğünden şu andaki C-14 üretim oranıyla, C-14 dengesinin 75 tondan daha çok artamayacağını göstermektedir. Şu anda sadece 62 ton vardır ama toplam sayı artmaktadır.

C-14/C-12 oranının henüz eşitliğe erişmediğini, hâlâ artmakta olduğunu kabul edip geriye dönerek Karbon-14’ün var olmamış olması gereken bir zamanı hesaplayabiliriz. Hesapta biraz belirsizlik vardır ama bu hesap (okyanuslar, atmosfer ve yerkabuğu yüzeyi dahil) yeryüzünün şimdiki yüzey düzeyleri için yaklaşık 10.000-15.000 yıllık azami bir yaş verir. Ancak, yüzey tabakaları çok daha genç olabilir. Eğer yeryüzünün yüzeyi 10.000-15.000 yıldan daha yaşlıysa, bir çevresel krizler C-14 ortamını ciddi bir şekilde azaltmış olmalıdır. Evrim yanlıları, C-14 üretiminin şimdiki oranının kozmik ışık akınında geçici bir dalgalanmayı yansıttığını iddia edebilirler ama bu kesinlikle geçici bir hayalden başka bir şey değildir. Bilimsel gözlemlerden bildiğimiz kadarıyla kozmik-ışın oranı ve C-14 üretimi sabittir.

“Azami yaş” kavramının biraz açıklanmaya ihtiyacı vardır. Yaş belirleme sürecinin en önemli yönünün gözlemlenmemiş geçmişle ilgili varsayımlar olduğunu hatırlayın. Herhangi bir yaş belirleme tekniğinde kullanılan varsayımlardaki belirsizlik gerçekten doğru bir yaşı bulmayı imkânsız kılar. Bu durumda, hesaplar atmosfer oluştuğunda hiç karbon-14’ün var olmadığını varsayar. Bu tabii ki ancak yeryüzünün atmosferi olmadığı bir zaman olduysa ya da C-14’le ilgili olarak da bütün veya bütüne yakın okyanus ve atmosferin C-14’ün yok olduğu bir olayın yeryüzünün atmosferini yok ettiği bir zaman olması mantıklı olabilir. Tekbiçimci bir bakış açısı böyle bir olayı anlayamadığı halde, Tufan’ın büyük fırtınaları sırasındaki yoğun ve uzun süren mega-fırtınaların yanı sıra, okyanus sularının çökelmesinin oluşturduğu kireçtaşı ve karbon taşıyan diğer doğal yığılımlar yeryüzünün C-14’ünün büyük bir çoğunluğunu yok etmiş olabilir. Ancak büyük bir olasılıkla, Tufan’ın sonunda çevrede hâlâ az sayıda C-14 molekülü bulunuyordu. Bütün C-14 molekülleri, Tufan sonrasındaki kozmik-ışın bombardımanı tarafından oluşturulmadığından, şimdiki miktarı oluşturmak için gereken atmosferin azami yaşı çok azalır.


Grafik:


Resim: Dünya'nın manyetik alanı


İlginç bir ek bilgi de, C-14 izotopu bir trilyonda bir karbon atomunda bulunmaktadır. Çeşitli karbon izotoplarının, CO2 gibi daha büyük moleküller oluşturmak için diğer atomlarla birleşmeleri eşit derecede olasıdır. Tortul kayalardaki belirli kimyasal maddeleri ve mineralleri incelemekten, CO2kısmi basıncının1 şimdi olduğundan 16 kat daha yüksek2 olduğu geçmişte çok daha yoğun CO2olduğu belirlenmiştir. Atmosferdeki CO2, okyanuslardaki CO2ile bir denge aradığından ve hayvanlar bitkilerin özümsediği CO2yaydığından, çok daha fazla CO2yoğunluğu geçmişte çok daha büyük bir biyokütlenin desteklenebilecek olabileceğini ima eder. Bu da Tufan’dan önce dünyanın bol yaşamı destekleyecek, çok iyi tasarlanmış bir yer olduğu hakkında Kutsal Yazılar’dan edindiğimiz izlenimi destekler. Aynı düşünce fosil kayıtlarının incelenmesiyle de eşit derecede iyi desteklenmektedir.

Tartışmamızın amaçları için, atmosferik nitrojen yoğunluğu ve kozmik-ışın akını oranının Tufan’dan önce de günümüzde olduğu gibi olduğunu ve bu yüzden de azami C-14 miktarının günümüzdekiyle aynı olduğunu (yani 75 ton civarında olduğunu) varsayalım. Ama Tufan’dan önceki durumda, atmosferde karbonun CO2 halinde çok daha fazla miktarda olmasından ötürü, 16 trilyon içinden sadece bir tek karbon, C-14 türünden olabilirdi. Aynı miktarda C-14, artı daha yüksek miktarda C-12, hem Tufan’dan önce, hem de onu izleyen yüzyıllarda (günümüz standartlarıyla) anormal derecede düşük bir C-14/C-12 oranı oluştururdu. Bu da geçmişte tam benzerlik olduğunu varsayarak tahmin edilenden daha büyük yaşta C-14 “tarihleri” oluşturmaya yatkındır. Yine, Kutsal Kitap modelinin C-14 verisini yeterli bir şekilde ele aldığını ancak eski yeryüzü modelinin onu o kadar iyi bir şekilde ele almadığını görüyoruz. Bütün dünyayı örnek olarak kullanarak dünyanın yaşını tayin etmeye yarayan birçok benzer yöntem ve kronometre ele alınabilir. Bunların çoğu genç, evrimin izin vereceğinden çok daha genç yaşlar verir.



Yeryüzünün Manyetik Alanının Azalması ve Ters Yöne Çevrilmeleri

Eskiden ICR lisansüstü eğitim biriminin dekanı ve El Paso’daki Teksas Üniversitesi’nin merhum emekli fizik profesörü olan Dr. Thomas Barnes, ICR’nin teknik monografı Origin and Destiny of the Earth’s Magnetic Field (2’nci baskı, 1983) adlı eserinde yeryüzünün manyetik alanının klasik jeokronometresi hakkında öncü niteliğinde bir çalışma yapmıştır. Daha yakın zamanda gerçekleştirilen incelemeler, Barnes özgün açık kavramını önerdiğinden beri toplanan bilgi çokluğunu ele almak için Barnes’in çığır açıcı işini genişletti. Bildiğimiz gibi, yeryüzünün kuzey ve güney kutupları olan iki kutuplu bir manyetik alanı vardır. Yeryüzü metal bir mıknatıs gibi kalıcı bir şekilde manyetize değildir (kalıcı manyetizm ısı tarafından yok edilir ve yeryüzünün aşırı sıcak bir içi vardır). Bunun yerine, alan yeryüzünün iç kısmındaki elektrik akımlarının oluşturduğu bir elektro mıknatıstan ötürü oluşur.

Gözlemler yeryüzünün manyetik alanının geçtiğimiz bir buçuk yüzyıldır ölçülebilir bir biçimde azalmakta olduğunu göstermiştir. 1835’den beri dünya çapında yapılan, alanın kesin şiddeti ya da kuvvetinin ölçümleri, o zamandan beri herhangi bir alanın zamanın herhangi bir noktasındaki durumunu bilmemizi sağlamıştır. Bu şiddet, bir pusulanın iğnesinin kuzeye işaret etmesi dahil, ferromanyetik zerrecikleri kendisine çeken o gücü temsil eder.


Grafik:

img



Bu ölçülerden, manyetik alanın toplam kuvvetinin 1829’dan beri %7 civarında azaldığını saptayabiliriz. Yakın geçmişte gerçekleşen böylesine olağanüstü bir düşüş görmezden gelinemez! Bu ölçülen veri noktaları, en iyi şekilde birçok doğal sürecin tipik bir örneği olan üstel azalmaya uyan eğik çizgi üzerindeki çizelgeye uymaktadır.3 Ölçülen çürümeden, manyetik alanın yarı-ömrünün yaklaşık 1.400 yıl olduğu hesaplanabilir. Eğer bu yarı-ömür zamanla değişmediyse bu alan geçmişte çok daha büyük olmalıdır ve gelecekte de çok daha küçük olacaktır.

Radyoizotop tarih belirlemede kullanılan tekbiçimci varsayımların aynılarını manyetik alana uyarlarsak, gelecekte bu etkinin azalmasının sonuçları büyük olacaktır. 1.400 yılın ölçülen yarı ömrü, şimdiden 1.400 yıl sonra, manyetik alanın kuvvetinin şimdi olduğunun yarısı olacağını ima eder. Kuvvetinin yarısı her 1.400 yıl boyunca azalarak bu oranda çürümeye devam edecek ve gelecekteki bir zamanda, örneğin M.S. 10.000’de yok olacaktır.

Ama güçlü bir manyetik alan, bildiğimiz şekliyle yaşam için önemlidir, çünkü bu alan, yeryüzünün etrafında yeryüzünü sürekli olarak bombardımana tutan zararlı kozmik radyasyonu yeniden uzaya çevirerek, radyasyonun yeryüzünün atmosferini ve yüzeyini etkileyerek canlıların mutasyona uğramasını engelleyen koruyucu bir kalkan oluşturur. Yeryüzünü çevreleyen manyetik alan olmadan yaşam acımasız olurdu.

Ayrıca geçmişteki azalma oranının da olası sonuçları vardır. Eğer yeryüzünün manyetik alan şiddeti, zaman içinde geriye gidildiğinde her 1.400 yılda bir şimdikinin iki katı daha kuvvetli idiyse, sadece 100.000 yıl önce manyetik alanın bir nötron yıldızına benzer bir kuvvetinin olması gerekirdi. Böylesine büyük bir manyetik alanı oluşturmak için gereken, erimiş çekirdekteki elektrik akımlarına karşı durmanın oluşturduğu ısının, şiddetli sonuçları olurdu. Barnes, çok uzak olmayan bir geçmişte yaşamın neredeyse imkânsız olduğu tahmininde bulunmuştur ve bundan 20.000 yıl önce, oluşan ısı yeryüzünün içyapısını bozmuş olurdu. Bu fazlasıyla basitleştirilmiş bir açıklama olabilir ama ana fikri açıklar.

Ayrıca daha kuvvetli bir manyetik alan, atmosferin üst tabakasında karbon-14 oluşumunu sağlayan çok sayıda kozmik ışını geri çevirerek, geçmişteki mevcut karbon-14’ü ciddi bir şekilde azaltacaktır. Bundan ötürü de yaş tayini için C-14 kullanımından edinilen sonuçlar kesinlikten daha da uzak olacaktır.

Bilim adamları, sismik araştırmalar sonucu yer kürenin genel yapısı hakkında oldukça bilgiye sahiptirler. Yeryüzünün yüzeyinde tamamen delinmemiş ince bir (ortalama 32 km kalınlığında) “kabuk olduğu gözükmektedir. Kabuğun altında, esas olarak katı maddelerden oluşmuş ve çok kalın (yaklaşık 2.800 kilometrelik) olan manto yer alır. Manto katmanında basınç yoğundur ve ısı çok yüksektir ancak basınç ve ısı, mantoyu katı olarak korur. Yeryüzünün tam ortasına çekirdek adı verilir ve çekirdeğin de dış ve iç bölümleri vardır. 2.250 kilometre kalınlığında olan dış çekirdek, mantodan daha sıcak ve sıvı konumdadır ve öncelikle erimiş demir ve nikelden oluştuğu düşünülmektedir. Yarıçapı 1.250 kilometre olan iç çekirdek de katı ancak daha sıcaktır ve oradaki basınç da daha büyüktür. (Bu bölgelerin sınırlarının yakınında, alt bölümler olduğu önerilmiştir ancak biz buradaki amaçlarımız için sadece ana bölümleri ele alacağız.)


Grafik: Dünyanın içi

Grafik: Soğuma ve Manyetize Olma Bölgesi

K-Ar Yaş

Milyon yıl

Düşey ve Yüzey Ters Çevrilmeler



Manyetik Alanı Ne Oluşturur?

Şu anki haliyle manyetik alanı açıklamak için önerilen sadece iki model ve bunların çeşitlilikleri vardır. Tekbiçimci bilim insanları, yeryüzünün dış çekirdeğinde yavaş, yavaş dolaşan erimiş demir ve nikel sıvısıyla çekirdekte, milyarlarca yıldır manyetik alanı desteklemiş olan elektrik akımlarını oluşturma gücüne sahip, kendi kendini harekete geçiren bir “dinamo” olduğunu önermişlerdir. Bu hareketi sağlayan enerjinin, yeryüzünün dönmesinden ve iç ısısından dolayı olduğu ve bu enerjinin bir şekilde toplam bir enerji kaybı olmadan manyetik enerjiye dönüştürüldüğü düşünülmektedir. Bu dinamo kavramının birçok sorunları vardır. Bunlardan bir tanesi de özellikle makul şartlar altında bunu gerektiren karmaşık hareketleri başlatma ya da korumanın bilinen hiçbir yolu olmamasıdır. (Kıyaslamak için, bir elektrik jeneratörünün içinde var olması gereken karmaşık elektrik yolunu düşünün. Yeryüzünde de buna benzer karmaşık akım kalıpları olması gerekir ancak bu tür yollar doğallıktan tamamen uzaktır.) Ancak birçok jeofizikçi bu kavramı destekler, çünkü ancak bu kavramsal süreçte kendisini milyarlarca yıldır koruma olasılığı (hiç olmazsa teoride) vardır.

Manyetik alanın dış çekirdeğindeki sıvı akımları tarafından oluşturulduğuna alternatif fikir de, bu alanın, şiddeti zamanla azalan epey hareketsiz bir çekirdek sıvısında dolaşan elektrik akımları tarafından oluşturulduğudur. Böyle elektrik akımlarının var olduğu bilinmektedir ve kuvvetler de, öncelikle elektrik direncinden ötürü oluşur ve dünyanın manyetik alan kuvvetinin azalma oranıyla tutarlı bir şekilde azalır. Böylece, serbestçe azalan elektrik akımı teorisi günümüzdeki azalma oranı gözlemlerine çok iyi uymaktadır.

Bundan sonra, arkeolojik alanlar, tortul kayaçlar, lav akımı vb şeylerde yapılan ölçümler ve alınan örneklerden sonuç çıkarıldığı gibi, yeryüzünün manyetik alanının geçmişte kutuplaşmasının birçok kere ters yöne çevrildiği konusunda bol bol kanıtın var olduğunu göz önünde bulundurun. En önemli ters yöne çevrilme verisi, ters yöne çevrili manyetize olmuş karadaki kayalarda yapılan ölçümlerden ve daha az ölçüde de okyanus ortası dağ sırtlarında yapılan ölçümlerden gelir.

Kendi kendine başlayıp kendi kendini devam ettiren dinamo teorisi, sıvı hareketlerinin elektrik akımlarının yavaş, yavaş azalıp sıfıra inmesine neden olduğunda, ters yöne çevrilmelerin gerçekleştiğini ve sonra yine ters yöne çevrilmiş bir yönlendirmede birikim olduğunu önerir. Böylesi bir dinamo, ters yöne çevrilmeleri kuramsal olarak açıklayabilir. Daha önce de belirtildiği gibi, bu teorinin ciddi sorunları vardır ancak ters yöne çevrilmeleri destekleyebilir.

Diğer yandan, 1970’lerin yaratılış savunucuları, toplam manyetik alan azalmasını, yerel nedenlere bağlı olarak bazı kayalarda ölçülen ters yöne çevrilmiş yönlendirmeden daha önemli buldukları için pürüzsüzce azalan bir manyetik alan kuramında ısrar etmişlerdir. Ancak devam eden araştırmalarda tüm manyetik alanın ters çevrildiği fikri epey güven kazanmıştır. Böylece, ilk yaratılışçı kavramı, kanıtları açıklamakta yetersiz sayıldı. Oysa, Nuh Tufanı’nın etkileri göz önünde bulundurulduğunda, hızlı ve karmaşık ters yöne çevrilmeler, serbest azalma teorisinin de gerekli bir parçasıdır.

Ters yöne çevrilme kavramı, kayalardaki kalıntı manyetizma adı verilen, manyetik zerreciklerin ölçülmüş yönlerinden türer. Bu iki şekilde ölçülebilir; bir laboratuvarda belli bir manyetik yönü olan örnekle ölçülebilir ya da okyanusun dibinde, okyanus ortası dağ sırtlarında, bazaltik kayalarda kaydedilen manyetik alanı ölçmek için çekilen manyetik bir algılayıcı kullanarak kaydedilebilir. Bu dağ sırtlarından çıkan lavların soğumasıyla bazaltik kayalar oluştuğu ve yeryüzünün (levhalar adı verilen) kabuğunun büyük bölümlerinin dağ sırtlarından dışarıya doğru yayıldığı ve levhaları oluşturan kayaların soğudukları zaman, mekandaki manyetik alanın manyetik niteliklerini aldıkları görülmektedir. Bu kayalarda bazen, dağ sırtlarıyla kabaca paralel olan birbirini izleyen pozitif ve negatif manyetize şeritler bulunmuştur. Bu da geçmiş boyunca birçok ters yöne çevrilme olayının gerçekleştiğini gösterdiği şeklinde yorumlanırlar. Bu yayılma verisi, kıtaların birbirinden ayrılmasının kanıtı sayılmıştır.

Bu veriyle bağlantılı olan birçok sorun vardır. İlk olarak, veri toplanması, ne aradıklarını bilen kişiler tarafından gerçekleştirilmiştir ve peşin hükümlü kavramlara uymaz gözüken ölçümler sık sık çöpe atılır.

Oklahoma Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan eski bir meslektaşım, Atlantik Okyanusu’nun ortasındaki bir bilim araştırma gemisinde araştırmacıydı. Levha tektoniğinin sıkı bir savunucusu olduğu halde, bu kanıtların nasıl seçici bir şekilde toplandığını gördüğünden, deniz tabanındaki manyetik kanıt konusunda kuşkular duymaya başlamıştı. Aynı şekilde, eski bir lisansüstü öğrencim, üniversitede bir laboratuvarda işe girdi. Bu öğrencim ayrı ayrı örneklerin kalan manyetizmasını ölçüyordu. Teoriyi sorgulamayı hiç düşünmemişti ama yetkili olan bilim insanlarının sık sık farklı değerleri çöpe atmaları onu şaşırmıştı. Eğer alınan değerler teorinin önceden bildirdiklerine uyuyorsa, bunlar tutuluyordu. Anormal değerler ayıklanıyordu. Birlikte teorinin bilimsel sorunları üzerinde konuştuğumuzda, durumu daha iyi anladı.

Kalıntı manyetizmasının, durumu daha da kötüleştiren bir biçimde, yedi farklı türü vardır. Bunlardan sadece bir tanesi, yeryüzünün manyetik alanıyla bağlantılıdır ve kendi kendini ters çevirmenin mümkün olduğu dört teori türü vardır.

Araştırmacılar, örnekleri incelerken onları eritme ısısının altında olan bir dizi ısıtma döngüsüne tabi tutarak uygun olmayan sinyalleri silmeye çalışırlar, böylece yeryüzünün magmanın soğuduğu zamanki alanıyla ilgili gerçek paleomanyetik işareti ayırırlar. Araştırmacılar son yıllarda bu tür sinyalleri değerlendirmenin iyi tekniklerini oluşturmuşlardır ve kendi kendini ters çevirmenin çok ender bir durum olacağını belirlemişlerdir. Ancak özellikle de, levha tektoniği ve paleomanyetik ters yöne çevrilmenin oluşturulduğu bu teorinin ilk çıkarıldığı zamanlarındaki zorlukları ve hata olasılıklarını tahmin edebilirsiniz. Bu düşünceler günümüzde de hâlâ popülerdir.

Bir başka sorun da, laboratuvarda bir kayanın manyetik nitelikleri taşıması bütün dünyanın alanını temsil ettiğinin düşünülmesinden kaynaklanır. Çeşitli değerlerin etkisini en aza indirmek için birçok örnek üzerinde yapılan ölçümlerin ortalaması alınmıştır ama ölçümlerdeki ufak hatalar, toplam alan kuvveti ve yönlendirmenin hesabında büyük hatalara neden olabilir.


Resim:

JOIDES Resolution adlı sondaj gemisi


Sözünü ettiğim teori ve ölçümün değerli olmadığını söylemiyorum. Tersine, ben şimdi (yukarıda sözü edilenler gibi) sorunların birçoğunun çözümlenmiş olduğundan, her ikisinin de çok değerli olduğunu düşünüyorum.

Derin Deniz Sondaj Projesi/Deep-Sea Drilling Project araştırma gemisi, JOIDES Resolution San Diego’da onarılırken onu gezdim. Gemideki ileri teknoloji aletler ve çalışanların profesyonelliği çok etkileyiciydi. Söz konusu olan şey, ölçümlerin doğruluğu değil, araştırmalardaki tercihler, ayrı ayrı ölçümlere verilen değerler ve tüm bunların yorumudur.

Ters yöne çevrilmelerin gerçekten meydana geldiğinden emin olabilirsiniz. Ama kayaların sık sık itiraf edilenden çok daha karmaşık olan olayları kaydettiğine ve bazen de standart dinamo teorisini desteklemek için, verinin karmaşıklığının gizlendiğine ya da inkâr edildiğine inanıyorum.

Levha Tektoniği

Levha tektoniği, bazen kıtasal kayma adı da verilen yeryüzünün yüzeyinin birbiriyle göreceli bir şekilde hareket eden çok sayıda “levhalar”a ayrıldığı düşüncesidir. Kıta taşıyan bu levhaların birbirinden ayrıldığı, yakınlaştığı ya da birbirinin yanından kaydığı düşünülmektedir. Dünyanın kara kütlesinin günümüzdeki kıtalara ayrılmasını kimse gözlemediği halde, bu hareketi destekleyen kanıtlar kuvvetlidir. Kıtaların birbirine harika bir şekilde uymasının, bu düşünceyi desteklemesi bir yana, kıtaları bir araya koyduğunuzda, şimdi birbirinden ayrılmış kıtalardaki sıra dağlar ve stratografik tabakalar da ana fay hatları gibi aynı hizaya geliyorlar. Başka kanıtlar da aktarılabilir. Büyük kıta hareketlerinin geçmişte bir şekilde gerçekleşmiş oldukları gözükmektedir ve eğer öyle olduysa onları Kutsal Kitap’a uygun modelimize dahil etmemiz lazımdır.

Kıtaların ayrılması büyük bir olasılıkla, eşi benzeri gerçekleşmemiş tektonik bir olay olan Nuh’un Tufanı zamanında, yeryüzünün yüzeyinin toplam yapılandırılmasının bir parçasıydı. Kıtalar büyük bir olasılıkla Tufan’ın ileri aşamalarında, çok fazla tortu, çamur olarak çökeldikten (ve çabucak tortul kayaç olarak sertleştikten) ve sıra dağlar ve fay hattı sistemleri oluştuktan sonra birbirlerinden ayrılmışlardı. Bu ayrılma belki de Tufan’ın sonunu getirmeye yardımcı olmuştu.

Yeryüzünün yüzeyini kaplamaya yetecek kadar bol su bulunmaktadır. Eğer yeryüzü, yüksek dağları ve derin okyanusları olmadan tamamen pürüzsüz olsaydı, sular yaklaşık iki buçuk kilometre kadar derin olarak yeryüzünü kaplardı. Kutsal Kitap, bir gün, Nuh, ailesi ve hayvanlar güvenle gemiye bindikten sonra, “Enginlerin bütün kaynakları fışkırdı, göklerin kapakları açıldı. Yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdı” diye bildirir (Yaratılış 7:11–12). Yerin altından yeryüzüne çok büyük miktarda sular fışkırmış ayrıca gökten de su inmişti. Tsunamiler okyanus sularını karaya itmişti. Çok geçmeden kıtanın tümü sularla kaplanmıştı.

Belli ki, Tufan’dan önce ve Tufan’ın ilk aşamaları sırasında, yeryüzünün fiziksel biçmi çok daha düzdü: Okyanuslar daha sığdı ve dağlar daha alçaktı, bu da suların bir süre boyunca bütün yeryüzünü kaplamasına izin vermişti. Ama Tufan nasıl son bulmuştu? Bu su şimdi nerededir? Belli ki, su şimdi kıtaların yüksekliğinden çok daha derin olan ve yer kürenin üçte ikisinden fazlasını kaplayan okyanus havzalarındadır. Böylesine derin ve geniş okyanus havzaları Tufan sırasında var olmuş olamazdı çünkü o zaman Kutsal Kitap’ın bildirdiği üzere suların kıtaları kaplaması imkânsız olurdu. Bir şekilde, Tufan’ın sonuna doğru okyanuslar, suların onların içine akmasına izin verecek bir şekilde derinleşip genişlemiş ve böylece kıtalardaki Tufan’ı sonlandırmış olmalılardı. Kıtaların birbirinden ayrılması bu etkinliğin fiziksel mekanizmalarından biri olabilir. Bu da, günümüzdeki okyanus havzalarında yeryüzünün ilk halinden kalma hiç okyanus kabuğu bulunmamasının nedenini kısmen açıklamaktadır. Günümüzdeki okyanus kabuğu, Tufan’ın son zamanlarında oluşmuştur.

Yine de, levha-tektoniği teorisinin hiçbir zaman gözlemlenmediğini ve bu yüzden de gerçek bir anlamda “kanıtlanmamış” olduğunu aklımızda tutmalıyız. Yeryüzünün yüzeyinin modern depremlerin gözlemlenen merkez üslerini hesaplayarak belirlenen sınırları olan levhalara bölünmüş olduğu doğrudur. Ve bazı levhaların kendisine bitişik levhanın alt düzeyine indiği ve diğerlerinin bitişik levhaya göre yana doğru hareket ettikleri konusunda kanıtlar vardır. Ama kıtaların bir zamanlar birbirlerine bitişik olup da sonra şimdiki ayrı konumlarına ayrılmış olduğu düşüncesi, birçok veriyle kısmen destekleniyor olsa da, bu düşünce tarihin öznel bir şekilde anlatılmasıdır.


Grafik: Levha Tektoniği


Grafik: Reykjanes Dağ Sırtı


Yayılmakta olan okyanus ortası dağ sırtlarına paralel olan paleomanyetik mıknatıslama kalıplarının keşfi, kıtaların birbirinden ayrılması teorisine önemli bir kanıt olarak kabul edilmiştir. Jeoloji hakkındaki hemen hemen her ders kitabı bunu yansımakta ve çoğu da İzlanda yakınlarındaki Reykjanes Dağ Sırtı’nda ölçülen paleomanyetik izin aynısını resmetmektedir. Bu paleomanyetik çizgili desenler, ikna edici görünür ama pek normal değildirler. Hemen, hemen başka hiçbir yerde böylesine net ayna görüntülü bir desen yoktur. Bazı yerlerde çizgili desen, dağ sırtına paralel değil, dikeydir, başka yerlerde ise hiç net bir desen yoktur. Veriler fazlasıyla karmaşıktır.

Çöküntü bölgelerinde yayılma teorisinin sorunları, ters yöne çevrilmelerin paralel bölgelerde okyanus ortası çöküntülerine sadece dikey olarak değil, aynı zamanda her kaya bölgesinde düşey olarak da bulunduğunu gösteren etütlerle birleşmiştir. Sondaj yapılırken çıkarılan parçalar, bunu yıllardır göstermiştir ama tekbiçimciler bu gerçeğin sözünü pek etmezler. Bu bölgeler en iyi şekilde olasılıkla, hızlı yayılmaya eşlik eden hızlı ters yöne çevrilmelerden oluşmuş olarak anlaşılabilir ve bu yavaş ve istikrarlı bir yayılma hipotezine şiddetle karşıdır.4

Standart teoriye karşı geliyor gibi gözüken daha başka veriler de vardır. Atlantik Okyanusu’nda ve başka yerlerde yapılan kesin uzaklık ölçümleri, önceden bildirilen hareketi gözlemlemez.5 Bazı durumlarda günümüzde gerçekleşen bir hareket yoktur ve bazılarında ise hareket beklenilenin tersidir.6 Levha tektoniğinin ana zayıflığı, doğal olmayan nedenlere dayanmadan bir kıtayı hareket ettirmenin bir yolu olmayışıdır. Öyle gözüküyor ki, geçmişte büyük levha hareketleri gerçekleşmiştir ama bu hareket günümüzde durmuştur (ya da durmak üzeredir).

Kısmi kanıtla, tarihi anlatmak riskli bir iştir. Kutsal Kitap’ta verilen gerçek tarihe boyun eğerek tarihi yorumlamalıyız. Ama yine de bu iş zordur çünkü Kutsal Kitap bize bütün ayrıntıları bildirmemektedir. Kutsal Yazılar’a bakmadan tarihi anlayamayız. Hatta kıtaların ayrılması konusunda önerilen senaryolar içinde levha hareketi için yeterli mekanizma sağlayanı, sadece okyanus kabuğunun engel tanımadan diğer kabuğun altına girdiğini düşünen yaratılış temelli olan genç yeryüzü görüşüdür. Bu engel tanımayan afetsel bir olayı başlatan şey, okyanusa düşen bir göktaşı olabilir. Kutsal Yazılar doğrudan bu yorumu öğretmese de, bu yorum Kutsal Yazılar’ın tarih görüşüne, bildiğimiz jeolojik ve jeofiziksel verileri eklemektedir. Hem yaratılış yanlısı olanlar, hem de olmayanlar tarafından kabul gören bu model, Nuh’un zamanındaki Tufan göz önünde bulundurularak yaratılış jeofizikçisi ve ICR profesörü Dr. John Baumgardner tarafından oluşturulmuştu.7 Kendisi daha önce Los Alamos National Laboratory’de araştırmacıydı ve bu afetsel olayın, Tufan’nın geniş tortu tabakaları oluşturmasından günler ya da haftalar sonra başladığını düşünüyor. Bu olay, okyanusun Tufan öncesi kabuğun tamamını yok etmiş, onu kıtaların altına almış, kıtaları hareket ettirmiş ve aralarında yeni bir okyanus kabuğu oluşturmuştur. Bu hareketler Tufan’ın dehşetine katkıda bulunmakla birlikte onun son bulmasına yol açmıştır.

Özetlemek gerekirse, levha tektoniği gözlemlenebilir gerçekle ilgilidir. Levhalar vardır ve bazıları birbirleriyle bağlantılı olarak hareket ederler. Ayrıca, geçmişte var olan bir süper kıtanın ayrılması düşüncesi, kanıtlar tarafından iyice desteklenmektedir. Ama büyük çaplı hareketler, büyük bir olasılıkla sadece Tufan’ı çevreleyen hızlı ve dinamik olaylar tarafından mümkün olmuştur. En azından Tufan bizlere bir kıtayı hareket ettirme gücüne sahip enerjiler ve durumlar sağlamaktadır. Bu konuda daha çok araştırma yapılması gerektiği kesindir, ama kıtaları sadece günümüzdeki enerji düzeyleri ve süreç oranlarıyla hareket ettirmeye çalışan tekbiçimcilerin içine düştükleri sıkıntının derinliğini bir düşünün!


Azalmaya Eşlik Eden Hızlı Ters Yöne Çevrilmeler

Şimdi yeniden manyetik alanın azalması konusuna dönelim. Eğer manyetik çizgiler, evrim yanlılarının önerdiği gibi yavaş yavaş ve uzun süreler boyunca oluştuysa, en son ters yöne çevrilmelerin 700.000 yıl önce olarak tarihlendirilmesine ne demeliyiz? (Bazıları 20.000 yıl önce ve daha ötesinde ters yöne çevrilme olaylarının olabileceğini önermiştir ama bunlar pek kabul görmemiştir.) Eğer dünyanın manyetik alanı 700.000 ya da hatta 20.000 yıl boyunca şimdi yaptığı şekilde azalsaydı, yeryüzünün manyetik alanı o kadar kuvvetli olurdu ki, yaşam imkânsız olurdu. Ayrıca yavaş bir ters yöne çevrilme olayı sırasında, manyetik alan uzun süreler boyunca çok zayıf olur ve bunun da yaşam üzerinde ölümcül etkileri olurdu. Peki o zaman, genç yeryüzünü savunanlar, yer kabuğunun, ters yöne çevrilen manyetik yönlendirmesi olan kayalar içermesini, özellikle de okyanusun ortasındaki aktif dağ sırtları boyunca var olanları nasıl açıklıyor?

New Mexico’daki Sandia National Laboratories’de uzun zamandır fizikçi olan ve şimdi de ICR’nin fizikçilerinden biri Dr. Russell Humphreys8 bu sorunu çözmeye çalışmıştır. Nuh’un zamanındaki Tufan’ın sadece birkaç bin yıl önce gerçekleştiğini bir gerçek olarak kabul etmiştir. Bunu başlangıç noktası alarak, ters yöne çevrilmeler dahil gerçek verileri açıklayan çok yaratıcı bir çözümü mükemmel ve açık bir teori de ortaya koymuştur.

Barnes’ın özgün kavramı olan serbest azalmanın elektrik akımlarının yayınlanmasından sonraki ilk yıllarda, yaratılış savunucuları, manyetik alanın ters yöne çevrildiğini destekleyen verileri çok iyi açıklayamamışlardır. Görmüş olduğumuz gibi, bu ters yöne çevrilmeler ve onlara işaret eden veriler çok karmaşıktır. Ama bu ters yöne çevrilmeler gerçekleşmiştir. Hem karadan hem de denizden alınmış olan binlerce kutupları ters yöne çevrilmiş kabuklu kaya örneği araştırılmıştır.

Bir başka örnek çeşidi de, yaşları tayin edilebilen arkeolojik alanlardan gelmektedir. Bunlar tuğlalar, fırınlar, kamp ateşi taşları, çanak çömlek ve benzeri şeyleri içermektedir. İlk insanların yaptığı bu sanat eserlerindeki demir mineralleri, ilk ısıtıldıklarında yeryüzünün alanına uyum sağlayabilmişlerdi. Nesne soğuduğunda bu yönlendirme korunmuştu ve eğer örneğin özgün konumu belirlenirse, dünyanın özgün manyetik yönelimi sonucu çıkarabilir. Arkeomanyetik ölçümler, yeryüzünün manyetik alanının M.S. 1.000 yılında yaklaşık yüzde 40 kadar daha büyük olduğunu belirtmektedir. Bu manyetik alan, o zamandan beri azalmıştır ve günümüzde de hâlâ azalmaktadır. Böylece hem paleomanyetik ve hem de arkeomanyetik ölçümler, yoğunluğu basit elektrik direncinden ötürü serbestçe azalmakta olan manyetik alan kavramına ters düşmektedir. Aşağıda birkaç akıl yürütme ve keşiften kısaca bazı satırlar yer almaktadır. Humphreys bunları bir araya getirerek kendi modelini oluşturabilmiştir.

Güneşimizin manyetik alanının, güneş lekesi döngüsüyle bağlantılı olarak her 11 yılda bir, düzenli olarak kendisini ters yöne çevirdiği yakın zamanda gösterilmiştir. Evrim yanlıları, güneşin manyetik alanının bazı bakımlardan dünyanınkine benzeyen bir dinamo tarafından oluşturulduğuna inanıyorlardı ama şimdi bu görüşte büyük bir sorun olduğunu görüyorlar. Manyetik alan her seferinde önemli miktarda enerji harcayarak nasıl sık sık ters yöne çevirebilir ve buna karşın milyarlarca yıl kendisini koruyabilir? Dinamo kavramı şimdi her zamankinden daha sallantılı bir durumdadır.

Yeryüzünün manyetik alanının doğasının bir dinamo tarafından sürdürülen yavaş sıvı akımlarıyla değil, hareketsiz çekirdekteki elektrik akımlarından ötürü olduğu gözükmektedir. Şu anda gözlemlenen çürüme, basit bir elektrik direnci modelinin önceden bildirdiğiyle epey tutarlıdır. Dünyanın özgün manyetik alanı, dünyanın yaratılışıyla başlamıştır. Yaratılıştaki “çok iyi” olan manyetik alan şimdi azalmaya başlamıştır. Tanrı’nın yeryüzüne böyle koruyucu bir kalkan sağlaması mantıklıdır. Manyetik alanın kuvvetinin azalması büyük bir olasılıkla, Yaratılış 3:17’de anlatılan, Adem’in asiliğinden ötürü, yeryüzünün üzerine gelen lanetle başlamıştır.

Dr. Humphreys, yaratılışta diğer gezegenlerin manyetik alanlarının olası kuvveti hakkında, sonuç olarak bir teori oluşturmuştur. Bu teorinin tahminleri şimdi uzay-araştırmaları ölçümleriyle desteklenmiştir.9 Bu kavram, yeryüzüne uyarlandığında, dünyanın yaratıldığı zamanki manyetik alanının kuvvetini sağlar.

Bir başka şaşırtıcı keşif de, (bir erimiş lav havuzunun soğuması için gereken zaman olduğu tahmin edilen) yeryüzünde sadece 15 gün kadar süren çok hızlı bir ters yöne çevrilme olayının yaşandığı hakkında sağlam bir kanıtla ilgilidir.10 Bu ters yöne çevrilmenin kanıtı, şimdi katılaşmış olan bir bazalt kayada bulunmuştur. Belli ki, lav havuzunun soğumakta olduğu kısa zaman içinde (bu miktarda lav için en fazla 15 gün) tam bir ters yöne çevrilme gerçekleşmişti.

Bir başka keşif de, dış çekirdekteki sıvı hareketleriyle ilgilidir, hafif girdap akıntılarının dev levhaları sürüklediği düşünülmektedir. Bu akıntılar vardır ve şimdi jeofiziksel tekniklerle ölçülmüştür ama varsayılan dinamodan11 beklenenlerle bir ilgileri yoktur. Ancak düzeltilen serbestçe azalan modelle uyumludurlar.

Dr. Humphreys, levha hareketleriyle ve “enginlerin bütün kaynakları fışkırmasıyla” (Yaratılış 7:11) ilgili çok güçlü bir olay olan Tufan’ın başlangıcında, sıvı çevriminin dış çekirdekte başladığını önerir. Var olan bir manyetik alanın önünde erimiş metalik materyalin hareketi, manyetik bir değişim oluşturur. Yeterince kuvvetli bir manyetik enerji değişimi, bütün dünyanın manyetik alanının sonunda ters yöne çevrilmesine neden olur; bu da hızlı çevirim akımlarının doğal bir sonucudur. Devam eden hareket, manyetik alanın devamlı ve hızlı ters yöne çevrilmesine neden olur; bu da yeryüzünün yüzeyine sürekli olarak çıkıp biriken kayalarda kaydedilecektir. Bu ters yöne çevrilmelerin alanın enerjisine katkıda bulunmadığına dikkat edin. Bunun yerine azalan bir alan içindeki hızlı ters yöne çevrilmeler, onun enerjisini daha da hızlı bir şekilde kullanır ve bu durum da onun toplam azalmasına katkıda bulunur ve onu hızlandırır.

Tufan yılı sona erdiğinde, dev sıvı hareketleri için enerji artık yok olmuştu ve manyetik değişim azalmıştı. Günümüzde bizler sadece kalıntı çevirim akımını ölçeriz. Yeryüzünün alanı, yavaş yavaş özgün biçimlendirme ve azalma oranına dönmüştür.

Bu noktada, alanın yoğunluk değişikliğini izlemektense alanın toplam enerjisindeki değişikliğine bir bakış daha aydınlatıcıdır. Yoğunluk, bir pusula iğnesini yöneltmekten erimiş lavdaki manyetik zerrecikleri kutuplaştırmaya kadar alanın yeryüzündeki etkisini yansıtır. Yukarıdaki karmaşık senaryoda yoğunluk sıfıra inebilir ve ters yöne çevrilebilir. Ama sistemdeki toplam enerji, kendisine dıştan enerji eklenmedikçe artamaz. Enerji düzeyi sıfıra düşerse onu yeniden başlatmak için hiçbir şey kalmaz. Her enerji sistemi gibi sadece azalır ve ne kadar rahatsız edilirse o kadar hızlı azalır.

Yeryüzünün alanının ölçülmüş yoğunluğu temel alınarak bilim adamları onun toplam enerjisini hesaplayabilir. Yoğunluk azaldıkça toplam enerji de azalır. Yoğunluğun yarı ömrü 1.400 yıldır ama alan enerjisinin yarı ömrü sadece 700 yıldır! Bundan önceki paragraflarda kısaca ana hatları verildiği üzere, Tufan sırasında alanda yaşanan travma türleri, alanın azalmasında geçici bir artış olmasına neden olur. Manyetik alanın serbestçe azalması yerine, dinamik bir azalma modeli üzerinde durmalıyız.


Grafik: Manyetik alan yoğunluğu


Grafik: Dünyanın manyetik alanındaki yığılmış toplam energi


Dr. Humphreys, teorisini açıklamak için iki tane grafik oluşturmuştur. Genel fikri resmeden ve sadece niteleyici olan birincisi, alanın yüzey yoğunluğunun zamanla değiştiğini ve şu andaki ölçülen çürümeyi de gösterir. Bundan önce Tufan zamanındaki bir dizi çok sayıdaki hızlı bir ters yöne çevrilme gerçekleşmiş ve bunları da yeryüzünün alanının yerleşip oturduğu uzun bir dalgalanma dönemi izlemiştir. Tufan’dan önce, alan büyük bir olasılıkla günümüzde olduğundan çok daha kuvvetliydi ama yine de şimdiki yarı ömür hızıyla azalıyordu.

Sayısal olarak doğru olan ikinci grafik, zamana karşı alanın toplam enerjisinin grafiğini çıkarır. Yine, ölçülen azalma oranını gösterir ama aynı zamanda da Tufan zamanında gerçekleşen hızlı ters yöne çevrilmelerinden ötürü neredeyse anında gerçekleşen bir enerji kaybını da gösterir. Tufan’dan önceki yarı ömür şimdikiyle aynıdır ama buna Tufan’dan ötürü bir kerelik enerji azalması dahildir.

Humphreys, şimdi önemli ölçüde doğrulanan gezegen modeliyle tutarlı olan Yaratılışta, yeryüzünün manyetik alanı için mümkün olan azami enerjiyi belirler. Yaratılış için Kutsal Kitap’ın verdiği tarihle önemli derecede tutarlı bir zamanla bilinen azalmanın bu azami miktara geri yansıtacağını görmüştür.

Dünyanın yaşlı olduğunu savunanlar, dinamo teorisinin bir şekilde kurtarılabileceği konusundaki umutlarını korurlar. Bu teori şu anda, modern lav akışlarındaki hızlı ters yöne çevrilmeler, güneş lekesi döngüleri ve çekirdekteki az miktardaki çevirim akışları gözlemleriyle tutarsızdır ve fiziksel teori tarafından da desteklenmemektedir. Manyetik alan için bütün verileri ele alan şu anda var olan tek model genç bir dünyayı ve yakın zamanda gerçekleşmiş bir yaratılışı belirtmektedir. Bu model, mükemmel fiziği temel alır ve tahminleri gözlemlerle kanıtlanmıştır.

Özetlemek gerekirse, yeryüzünün manyetik alanı geçmişteki hakkında hiçbir şey bilmediğimiz olağandışı bir manyetik olay tarafından değiştirilmiş ya da enerjilendirilmiş olmadıkça, şimdiki azalma oranının yeryüzünün yaşı için verdiği üst sınır 20.000 yıl civarındadır.

Ancak, yeryüzünün yaşı o kadar büyük bile olmayabilir çünkü bu sayı (başka yerlerde uygulanan varsayımlardan daha geçerli olma şansına sahip olan) azalmanın tekbiçimci varsayımlarını kullanarak elde edilmiştir. Ama standart yaş belirleme varsayımlarını kullanarak bile, hesap edilen yaş ihtiyar değil, gençtir. Ayrıca, manyetik ters yöne çevrilmelerin kanıtı Kutsal Kitap’taki Tufan’ı temel alan varsayımlarla epey uyumludur.

Bu kronometre, uzun bir süre takip edilen ve dramatik bir trend gösteren dünya çapındaki ölçümleri temel aldığından, belki de tekbiçimci ilkelerin en iyi uyarlamasını temsil eder. Yaşlı yeryüzü değil, genç yeryüzü tarafında daha kuvvetli kanıtlar vardır.

Atmosferdeki Helyum

Güçlü bir genç yeryüzü tezi, atmosferimizde bulunan helyumu da içerir. Helyum tabii ki, çok hafif bir gazdır çünkü helyum atomu, hidrojen hariç, bütün diğer atomlardan daha az kütle içerir. Helyum atmosferde ölçülebilir miktarlarda bulunur ve atmosferin hacmi ve helyum oranı temel alınarak, atmosferdeki helyum atomlarının esas sayısı tahmin edilebilir. Helyum, yeryüzünün yüzeyi altında, radyoaktif bozunma süreci aracılığıyla oluşur. Belirli radyoaktif izotoplar bir alfa bozunma evresi geçirdiklerinde, bir alfa zerreciği verirler. Bu zerrecik, iki proton ve iki nötrondan oluşur. Çabucak iki serbest elektronu kendine çeker ve böylece bir helyum atomuyla eşdeğerli bir hale gelir. Fazlasıyla küçük boyu, hafifliği ve hareketliliğinden ötürü kayadaki gözeneklerin içinden taşınır ve sonunda yeryüzünün yüzeyine çıkarak atmosferdeki diğer gazlara katılır. Tabii ki, eğer helyumun atmosfere ne kadar hızlı bir şekilde eklendiğini ve atmosferde ne kadar helyum olduğunu bilirsek, bütün helyumun birikmesinin ne kadar sürdüğünü de tahmin edebiliriz ki bu da bize atmosferin azami yaşını vermektedir.

ICR fizik bölümü başkanı Dr. Larry Vardiman, bu çok önemli kronometre üzerinde yıllardır çalışmıştır. Kendisinin ve bizim bu konudaki anlayışımızı geliştirmeye devam etmektedir. Çalışmaları “su götürmez” bir tez sunar.12

Algılayıcılar, helyumun atmosfere giriş hizını ölçmüşlerdir. İster inanın, ister inanmayın, ölçülen oran, her saniyede her santimetre karesi için 2 milyon helyum atomudur! Bu olağanüstü oran, helyumun uzaya, her saniyede her santimetre karesi için 47.000 helyum atomu olarak kaçtığı teorik azami oranla kıyaslanır. Demek ki, atmosferdeki helyum çok hızlı bir oranda birikmektedir. Atmosferdeki bilinen helyum oranını birikme oranına bölmek, günümüzde atmosferde bulunan bütün helyumun, iki milyon yıldan daha uzun süredir birikmiş olamayacağını göstermektedir!

Lütfen atmosferin iki milyon yaşında olduğu sonucuna varmayın. Bu ölçüm bunun yerine, her tarihleme sürecinde var olan tekbiçimci varsayımlar kullanılarak, atmosferin iki milyon yıldan daha yaşlı olmasının mümkün olmadığını göstermektedir. Birçok kişi çok daha genç olduğuna ikna olmuştur.

Bu tekbiçimci varsayımlara, birikme oranının geçmiş boyunca hiçbir zaman daha farklı olmadığı görüşü de dahildir. Ama Nuh’un Tufanı sırasında, oran çok daha hızlı olabilirdi çünkü yer kabuğu öylesine bir çalkantı içindeydi ki helyum yerkabuğu kayalarından daha kolay bir şekilde kaçabilirdi. Hızlandırılmış nükleer bozunma da bu oranı daha çok arttırabilirdi. Bu etkenlerin her ikisi de azami yaşı azaltır.

Ancak başka bir etken daha ortaya çıkar, bu da son zamanlarda yer kabuğunda radyojenik çıkışlı gözükmeyen büyük miktarlarda helyum keşfidir.13 Eğer (radyojenik helyumla tıpatıp aynı olan) radyojenik olmayan helyum zaman zaman yeryüzünün atmosferine eklenirse, o zaman yaş daha da çok azalır.


Grafik: Atmosferdeki Helyum


Bu helyum birikimi tezi aynı zamanda atmosferin oluştuğu zamanda, hiç helyum atomunun var olmadığını ve şu anda var olan helyumun hepsinin bu süreçle oluştuğunu varsayar. Ama yaratılış zamanında büyük bir olasılıkla atmosferde bazı helyum atomları vardı ve bu da yeryüzünün yaşını çok daha küçük yapar. Helyum, çok yararlı, “çok iyi” bir elementtir ve bilge Yaratıcı büyük bir olasılıkla bunu özgün atmosfere eklemiştir.

Bu da, atmosferdeki helyuma eklemede bulunacak ya da ondan alıp götürecek hiçbir şeyin gerçekleşmediğini varsaymaktadır. Hiçbir kuyruklu yıldızın gelip bütün helyumu emmediğini varsayabilir miyiz? Büyük bir olasılıkla sayabiliriz. Helyum taşıyan bir asteroitin yeryüzüne çarpmadığını varsayabilir miyiz? Belki. Helyumun ölçülebilir bir ağırlığı olduğundan yükselmeye devam edip yeryüzündeki yerçekiminden kaçmadığını varsayabilir miyiz? Yine, büyük bir olasılıkla varsayabiliriz. Helyumun kaçabilmesi için, herhangi bir nesne gibi “kaçış hızı”na ulaşarak yeryüzündeki yerçekiminin üstesinden gelmesi gerektir. Kaçış hızı, ses hızından çok kat hızlıdır. Bazı atomların dış atmosferde harekete geçmiş bir durumdayken böylesine dışarıya yönelen hızlara eriştiği kesindir ancak bu en iyi ihtimalle görece ender bir olaydır. Görmüş olduğumuz gibi, azami kayıp yer kabuğundaki helyum akını oranından çok daha azdır. Eğer atmosfer evrim yanlılarının söylediği kadar yaşlıysa, o zaman burada çok daha fazla helyum olması gerekmektedir!

Bütün bunlardan, yeryüzünün atmosferinin epey genç, evrimin gerçekleşmesine izin veremeyecek kadar genç olduğu sonucuna varabiliriz. Ama ister bu yöntemle, ister başka herhangi bir yöntemle olsun, her şeyi kesin bir şekilde tarihlendiremediğimizi unutmamalıyız. Yapabileceğimiz tek şey, onlara azami bir yaş koymaktır.

Evrim yanlılarının bu sorunu nasıl yanıtladıklarını sorabilirsiniz. Gerçek şudur ki, yeterli bir yanıtları yoktur. Yıllardır birçok bilim insanı, helyumun yeryüzünün yerçekimini yenerek atmosferin dışına daha kolayca kaçabileceği mekanizmalar önermeye çalışmıştır, ancak bunların hiçbiri tamamen başarı olmamıştır.

Son zamanlarda, hafif helyumun atmosferden farklı açılardan sürükleneceğini öneren

güneş hareketleri konusunda anlaşılan bir şeyin değeri olması mümkündür ama henüz bütün bilim insanları tarafından onaylanmamıştır. Yaşlı yeryüzü düşüncesi sorunu büyüktür ve henüz çözümlenmemiştir.

Burada söyleyebileceğimiz bir başka şey daha var. Helyumun hafif, asal ve hareketli olduğunu ve her sıvı ortamda yükseldiğini gördük. Bu ortamlara hem gaz, hem de sıvı dahildir. Yer kabuğundaki kayalar, tanecikler ve çatlaklar arasında hem gaz, hem de sıvı içerir. Orada bulunan herhangi bir helyum atomunun yüzeye doğru yükselmesi ve sonunda atmosfere girmesi gerekir.

Ama gerçek şudur ki, yer kabuğundaki kayalar şu anda büyük miktarlarda helyum içermektedir! Herhangi bir derinlikte bulunan bir helyum atomunun kayaların arasından sızıp yapıp yüzeye erişmesi ne kadar sürer? Kayaların arasındaki gaz hareketi, kayanın nüfuz edilebilirliğinin bir etkinliğidir, sıvıların arasından taşınabildiği kolaylığın bir ölçüsüdür ve bu durumda itici güç, helyumla diğer sıvıların (özellikle tuzlu suyun) yoğunluğu arasındaki farktır. Değişik kaya türlerinin farklı nüfuz edilebilirlikleri vardır ama hiçbir kaya helyuma dayanıklılık sağlamaz, özellikle de uzun bir süre boyunca. Helyum kayaların arasından hareket edip kayalardan hidrojen hariç bütün diğer elementlerden daha hızlı bir şekilde çıkar. Buna karşın yine de kayalarda bulunur.

Kayalardaki radyoaktif bozunma helyumu sürekli olarak yeniler, bu yüzden helyumun kayalarda bulunması şaşırtıcı değildir. Ama eğer bu üretim milyarlarca yıl boyunca devam ettiyse ve helyum yüzeye atılıyorsa atmosferde çok daha fazla miktarda bulunması gerekirdi! Helyumun kayalarda bol miktarda bulunduğu halde atmosferde bulunmaması hayrete düşüren bir şeydir.

Böylece atmosferde helyum bulunmaması atmosferin kendisi için genç bir yaş sağlar, (hem radyojenik ve hem de radyojenik olmayan) helyumun yer kabuğundaki varlığı yer kabuğunun yaşının genç olduğunu ima eder.

Okyanustaki Tuz

Bu konuyla ilgili bir başka dünya çapındaki kronometre de, okyanustaki tuzun (NaCl) bir bileşeni olarak bilinen sodyum (Na) miktarıyla ilgilidir. Hepimiz okyanus suyunun tuzlu olduğunu biliriz ve nehirler kıtalardan dağılan tuzları okyanuslara akıttıkça her yıl da git gide daha tuzlu olduğu kesindir. Evrim yanlıları geleneksel olarak yaşamın 3 ila 4 milyar yıl önce, tuzlu bir denizde evrim aracılığıyla oluştuğunu varsaymıştır. Eğer okyanus bu kadar yaşlıysa ve bu kadar uzun bir zamandır içine tuz akıtılıyorsa, bugüne kadar yaşam için fazla tuzlu olmaz mıydı?

Aslında, okyanusun sodyum miktarının artmasının birçok olası yolu vardır. Ayrıca tuzun okyanustan çıkarılmasının da birçok olası mekanizması vardır. Hem girdi ve hem de çıktı süreçlerinin şimdiki ve tarihteki olası değerlerini keşfetmek, okyanusun tarihini anlamamızı sağlayabilir.

ICR’nin Steve Austin ve Russell Humphreys adlı doktorları bu tezi resmileştirmiştir.14Her mekanizma için, hem şimdiki ve hem de geçmiş zaman boyunca gerçekleşen tuz ekleme ve çıkartma oranlarını tanımlamaya çalışmışlardır. Ayrıca, kesinlikle azami bir yaşa varmak için, hem şimdiki, hem de geçmiş zaman boyunca gerçekleşen haklı gösterilebilecek asgari girdi ve azami çıktı oranlarını almışlardır. Analizleri, okyanusun genç olduğu konusunda kuvvetli kanıtlar sağlar.

Yıllar boyunca, araştırmacılar sodyum girdi çıktısını gözlemiş ve çok sayıda mekanizma tanımlamışlardır. Süreçler iyi bilinmektedir ve kabul olmuştur ve aşağıda kısaca ele alınmaktadır.


Girdi Süreçleri

1. Nehirler: Silikat-Ayrışma Bileşeni. Kıtasal silikat minerallerinin (özellikle feldspatlar ve killer) nehirlere ve sonunda da okyanusa giden erimiş sodyum oluşturur.

2. Nehirler: Klorür-Çözeltisi Bileşeni. Karadaki bazı yığıntılar kolayca eriyip nehirlere taşınan klorür ve sülfat minerallerinden oluşur.

3. Nehirler: Deniz Püskürtüsü Bileşeni. Okyanus dalgalarından püskürtüler, karaya taşınır ve yağmur ya da kar olarak toprağa düşer. Sonunda nehirler tarafından toplanır ve yeniden okyanusa taşınır. Tabii ki, bu daha sonra çıktı olarak da ele alınacaktır.

4. Okyanus Tabanı Tortuları. Bazı okyanus tabanı tortuları okyanusa bırakılan sodyum içerir.

5. Buzul Buzlarındaki Ufalanmış Tortular: Buzul hareketlerin oluşturduğu küçük kaya tozu zerreciklerini okyanusa doğrudan eklenir. Bunlar büyük miktarlarda sodyum içerirler.

6. Atmosferik ve Volkanik Toz. Kara kaynaklarından rüzgârın taşıdığı toz denize düşebilir.

7. Kıyısal Erozyon. Kıyıyı döven dalgalar karanın önemli bir miktarını aşındırır.

8. Buzul buzu. Buzul buzu ve karının doğrudan suya erimesi suya küçük miktarlarda sodyum ekler.

9. Volkanik Aerosollar. Volkanik buhar biraz sodyum içerir ve bunun büyük bir kısmı okyanusa düşer.

10. Yeraltı Suyu Sızması. Kıtadan tatlı yeraltı suyu okyanusa doğru sızar. Bu su, büyük miktarlarda sodyum dahil, erimiş katı maddeler içerir.

11. Deniz Tabanı Hidrotermal Kaynakları. Okyanus tabanında yer alan sıcak su kaynakları sodyum dahil yüksek yoğunlukta erimiş katılar içerir.


Çıktı Süreçleri

1. Deniz Püskürmesi. Yukarıda ele alındığı gibi, dalgalar püskürtü oluşturur ve püskürtü de sodyum içerir. Bunun bir kısmı buharlaşır ve bir kısmı da rüzgârlar tarafından karaya taşınır.

2. İyon Değişimi. Nehir yoluyla taşınan killer sodyumla kalsiyum iyonları değişimi gerçekleşir ve böylece deniz suyundan sodyumu çıkarır.

3. Gözenek Suyunun Gömülmesi. Deniz yatağında biriken tortular deniz suyuyla doyar. Tuz içeren bu su böylece okyanustan çıkarılmış olur.

4. Halit Çökelmesi. Halit (kaya tuzu) yığıntılarının çoğu deniz suyunun değil nehir suyunun buharlaşmasının sonucudur. Aslında çökelmenin gerçekleşmesi için okyanusun 20 kat daha konsantre olması gerekir. Bu ender olarak sıkışmış havuzlarda gerçekleşir ama bu tür yığıntılar kolayca yeniden erirler. Bu çıktı azdır. Sıkışmış lagünlerden buharlaşan ve yeniden eriyen tuzlu su hacmi önemli değildir.

5. Deniz Tabanı Bazaltının Değişmesi. Soğuk bazaltın suyun altında ayrışma olması sodyumu emen bazı killer oluşturur.

6. Albit Oluşumu. Daha önce sıcak bazaltların sodyumla kalsiyum değişimi yaparak okyanustaki sodyumu yok ettikleri önerilmiştir. Ancak, daha yakın zamanlarda yapılmış olan etütler bunun sodyumun net yok edilmesiyle sonuçlanmayacağını gösterir.

7. Zeolit Oluşumu. Volkanik külün değişimi küçük miktarlarda zeolit oluşturur ki bu da sodyumu emer.

(Azami yaşı cömert bir şekilde tahmin yapmak amacıyla) her olası mekanizmanın uygun en az girdi oranlarını ve en fazla çıktı oranlarını hesaplamak için, verilere yeryüzü tarihinin bir kavramı empoze edilmelidir. Örneğin, Buzul Çağı sırasında, hem hava kalıpları ve hem de buzul süreçleri günümüzde olduğundan çok farklı bir yoğunluktaydı. Ayrıca fosil kayıtları incelendiğinde, yeryüzü tarihinin büyük bir çoğunluğu boyunca iklimin genelde daha sıcak olduğu gür bitki örtüsünü desteklediği açıktır. Böyle bir durum da iklim kalıplarını, erozyonu vb. etkileyecektir.

Austin ve Humphreys, yaşlı yeryüzü görüşüne taviz vermek üzere asgari girdi ile azami çıktı oranlarla ilgili her süreç için kabul edilebilecek en aşırı koşulu seçmişlerdir. Süreçler ve sonuçlar tablodadır. Kullanılan ünite yılda 1010 kg’dır.


Grafik: Okyanustaki tüm tuzun azami birikme zamanı


Grafik: Sodyum Girdi ve Çıktı Süreçleri


Günümüz oranları kullanılarak, okyanustaki tüm tuz miktarının 32 milyon yılda birikmesi gerekirdi. Yani bugünkü girdi ile çıktı oranları o kadar dengesizdir ki, okyanusun tüm tuz miktarı 32 milyon yılda birikebilirdi.

En aşırı asgari ve azami oranlar kullanılsa bile okyanusun azami yaşı 62 milyon yıl çıkmaktadır! Okyanus bundan daha yaşlı olamaz. Bilimsel bilgilere göre, okyanustan fazla tuz çıkarabilen ya da çıkarmış olan hiçbir süreç yoktur.

Yine söyleyeyim ki, ben okyanusun 62 milyon yaşında olduğunu iddia etmiyorum. Ancak ondan daha yaşlı olmasının imkânsız olduğunu belirtiyorum. Tüm yaş tayin yöntemlerine varsayımlar girer. Bu rakam, tarih boyunca okyanusa hiç tuz ekleyen ya da okyanustan tuz çıkaran büyük ve hesaplamadığımız bir olay olmadığını varsayar. Ama tabii ki, Tufan zamanında aşınma çok hızlı bir oranda gerçekleşiyordu. Kuşkusuz, bugünkü okyanusta bulunan tuz miktarının büyük bir kısmı o zamanlarda eklenmiştir. Bu da okyanusun azami yaşını fazlasıyla indirecektir. Aynı zamanda bu yöntem, olası olmayan bir şekilde, okyanusun başlangıçta tatlı su olduğunu varsayar. Yaratılışın başlangıcında var olan herhangi bir tuz miktarı hesaplanan yaşı daha çok indirecektir. Akla uygun varsayımlar yaşını daha fazla indirebilir, ama kesin bir yaş veremez. Azami bir yaş sınırı koyabilmek için kullanılan oranlar, yaşlı yeryüzü görüşüne çok fazla cömert olmuştur. Bunlar, cömertçe uygulanan tekbiçimci varsayımlardır. Ama yine de, bu süreçler yaşlı yeryüzü görüşü ile bağdaşmayan bir rakam vermektedir.

En azından okyanusun, evrimsel tarih ve yaşam efsanesinin gerektirdiği 3 milyar yaşında olabilmesi için hiç de yeteri kadar tuzlu olmadığını mutlak bir şekilde söyleyebiliriz. Okyanus eski ve günümüzdeki oranla karşılaştırılabilir bir şekilde sodyum alıyor olsaydı, o kadar tuzlu olurdu ki, içinde yaşam olması mümkün olmazdı. Kanıtlar yaşlı değil, genç bir dünyayı desteklemektedir.

Bu tür bir hesap birçok süreç için tekrarlanabilir. Okyanus suyu, birçok erimiş element ve bileşimler içerir ve bunların çoğu, okyanus için yaşlı yeryüzü fikirleriyle hiç uyuşmayacak derecede genç bir azami yaş bildirir.14


Resim: NASA ekipleri aydaki tozun olası derinliğinden endişe ediyorlardı.


Uzaydan Meteor Tozu

Uzay keşiflerinin ilk günlerinde, NASA aya varacak bir uzay aracına ne olacağı konusunda epey endişe ediyordu. Sorunları şuydu: Uzaydan gelen tozların sürekli olarak yeryüzünü etkilediğini biliyoruz. Ayın boyu ve yerçekimi göz önünde bulundurulduğunda, bu tozların aya orantılı bir oranda vardığını varsayıyoruz. Elliler ve altmışlarda yapılan ölçümler, yeryüzüne yılda 14 milyon ton demir, nikel ve diğer tanınabilen bileşimlerden oluşan meteor tozunun girdiğini belirtmiştir.

Dünya beş milyar yıldır buradaysa, o zaman yeryüzünde bu tür maddelerden 46 metreden daha kalın bir tabaka halinde bulunacak olduğu sonucu çıkmaktadır. Yeryüzünün yüzeyi sürekli olarak yağmur, rüzgâr, erozyon vb. ile karıştığından tabii ki, kimse böyle bir tabaka bulmayı beklemez ama yeryüzünde nikelin çok ender bulunması bilim insanlarını rahatsız etmiştir. Eğer yeryüzü yaşlıysa ve birikim oranı yeryüzü tarihi boyunca hemen hemen aynı olmuşsa, o zaman daha çok nikel olması lazımdır! Yeryüzünün nikel içeriği, yaşlı yeryüzü yerine genç yeryüzü düşüncesiyle daha uyumludur.

Peki ya ay? Orada yağmur, rüzgâr ya da su bulunmadığından ayın yüzeyine düşenler orada kalır. NASA tasarım ekipleri, aracın pekişmemiş toza gömüleceği uzaklığı azaltmak için iniş destekleri hazırlamak için epey zaman geçirmişlerdir. Tabii ki, korkuları yersizdi çünkü aya giden ilk araç orada sadece iki buçuk santimetre kadar tozla karşılaştı. Ölçülen akış oranı göz önünde bulundurulursa, az miktardaki bu toz hacmi birkaç bin yıl içinde kolayca birikebilir; ama eğer ay yaşlıysa o zaman yanlış bir şey vardır.

Bu genç ay tartışması her yerdeki yaratılışı savunan kişiler arasında sevilen bir konu oldu. Bunun nedeni hem çok açık olması, hem de anlaması ve açıklamasının da kolay olmasıydı. Ancak yıllar içinde daha çok ve daha iyi kalitede veriler elde edildi ve sorular sorulmaya başlandı.

ICR’de bir öğretim üyesi olan jeolog Dr. Andrew Snelling ve ICR’de fizik üzerine lisansüstü öğrencisi olan Dave Rush, bu konu üzerinde dikkatli bir literatür araştırması ve analitik bir etüt yaptı.15 Bir zamanlar genç yeryüzünü/ayı savunan kuvvetli argüman, artık eskisi kadar açık değildir. Altmışlardan beri, toz akışı hakkında birkaç ölçüm yapıldı ve bunların hiçbiri, bazen 1,000 faktörüyle değişiklik göstererek, uyuşmamaktadır. Gerçek şu ki, bizler şu anda ne kadar tozun geldiğini bilmiyoruz ve bu yüzden de bu bilimsel verileri temel alarak yeryüzünün/ayın yaşı hakkında açık bildirilerde bulunamayız.

Öyle gözüküyor ki, akış oranı epey değişmektedir ve mantıklı bir ortalama bulabilmek için daha çok gözlem zamanına ihtiyacımız vardır. Ama eğer meteor tozu değişken olarak yüksek ve alçak oranlarda geliyorsa, beş milyar yılda bunun gibi birçok dönüşüm olması gerekirdi ve görece büyük miktarda toz birikirdi. Daha çok şey öğrenildiğinde, bu argüman yeniden iyi bir argüman olabilir. Ama şu anda tanımlayıcı değildir ve daha iyi argümanlardan ayrılmamalıyız.


Resim: Grand Canyon erozyonu, düz, özelliksiz Colorado Platosu’nu boylu boyunca geçer.


Yeryüzünün Yüzeyinde Kayalar

Yeryüzünün hem kıtasal, hem de okyanussal kabuğunun kimyasal yapısı, yeryüzünün derinliklerindekilere benzer olan ve yeryüzünün derinliklerinden alınan materyallerden türemiş olma olasılığı vardır. Volkanik etkinlik yüzeye materyal fışkırtır, kayaların arasına girme etkinliği de, büyük hacimlerde materyali hâlâ kabukta olacak şekilde yüzeyin altına yerleştirir. Volkanik materyal kabuğa ya da yüzeye çıkınca havanın etkisiyle değişebilir, erozyona uğrayabilir ya da başkalaşabilir, başka biçimlere dönüşebilir ama toplam hacim değişmez.

Yeryüzünün kabuğundaki her türlü tortunun toplam hacmini biliyoruz (yaklaşık 5 milyar kübik kilometredir) ve eklenen yeni (örneğin geri dönüşümü yapılmamış) materyalin hacminin her yıl 4 kübik kilometre kadar olduğunu tahmin edebiliriz.16 Bu tahmini temel alarak kabuğun bütününde birikim için gereken zaman sadece 1.25 milyar yıldır. Belli ki, bu sadece yaklaşık bir sayıdır ama yine de yeryüzünün evrimciler için fazlasıyla genç olduğunu gösterir.

Bu da yine başlangıçta ne kıtasal, ne de okyanussal olarak şu anda bulunan yer kabuğunun bulunmadığını varsayar ama bizler dünya yaratıldığı zaman üzerinde tamamen oluşmuş bir yer kabuğu olduğunu biliyoruz. Bu görüş aynı zamanda yerleştirme oranlarının sürekli olduğunu varsayar ama ya Tufan? Tufan sırasında gerçekleşen volkanik ve tektonik etkinlikler modern oranları küçük göstermiştir. Gerekli ama hatalı varsayımları göz önünde bulundurursak, 1.25 milyar sayısının tekbiçimci varsayımların bir kritiği olmaktan başka doğrudan bir anlamı yoktur.


Grafik: Kıtaların Erozyonu


Kıtaların Erozyonu

Tekbiçimciler modern kıtalarımızın, en azından 200 milyon yıl kadar önce, Pangea süper kıtasının kabul edilmiş ufalanmasından beri, 3,5 milyar yıl kadar var olduklarını ve on milyonlarca yıl boyunca tanınabilir bir biçimlenme içinde olduklarına inanır. Modellerinde, kıtalar dağ silsilelerine dönüşmüş, yükseltilmiş platolara yükselmiş, bazen suyun altına batırılmıştır ama hiçbir zaman durağan kalmamıştır.

Kuzey Amerika’nın batısında, (tekbiçimci jeologlar tarafından yaş belirlemeleri yapıldığı üzere) 70 milyon yıl kadar önce Laramide Orogeny, Rocky Mountains’ı yukarı itti ve onlarla birlikte Colorado Platosu gibi alanları da yükseltti. Bu platoyu tipik olarak örten kayaların 100 milyon yaşında olduğu ve yükseltilmelerinden beri bir daha hiç suyun altında olmadıkları düşünülmektedir. Bu şekilde, 70 milyon yıldır erozyonun onları aşındırdığı varsayılmaktadır.

Okyanusa akan ırmaklar ve nehirler sonunda bu aşınmış tortuları taşır. Bu nehirlerdeki tortu yükü tabii ki ölçülebilir ve kıtalardan denize taşınan yıllık ortalama tortu miktarı 27,5 milyar tondur.17

Artık şimdi bundan sonra neyin geldiğini biliyoruz. Deniz seviyesinin üzerindeki kıta hacmi 383 milyon milyar ton olarak ölçülmüştür. Şimdiki erozyon oranlarında, bütün kıtalar 14 milyon yıl içinde deniz seviyesine inecektir!

Ama daha şimdiden bundan birçok kat daha yaşlı oldukları düşünülmektedir. Yukarı ilk itildiklerinde boyutları birkaç kat daha mı büyüktü? Hayır, çünkü yukarı itildikleri sırada, yüzeyde oldukları düşünülen kayalar hâlâ yüzeydedir ve onlar hemen, hemen hiç erozyona uğramamışlardır!

Colorado Platosu’nu düşünün. Orada büyük bir erozyon gerçekleşmiştir, bunu görmek için sadece Grand Canyon’a bakmanız yeterlidir. Ama Colorado Nehri drenaj havzasının büyük bir kısmı neredeyse dokunulmamıştır; orası 70 milyon yıllık erozyon kanıtı göstermeyen düz, özelliksiz, yükseltilmiş bir platodur. Erozyon geçmiş zamanlarda yavaş bir oranda gerçekleşiyordu da ancak şimdi mi dünyadaki bütün kıtaların 14 milyon yıl içinde yok olacağı bir hız oranına geçmiştir? Böylesine hızlı bir erozyonun insan etkinliklerinden ötürü olduğu söylenemez çünkü böyle bir şey erozyon oranını en fazla 2 ½ faktörü kadar arttırırdı18 ve bu da ancak en son bin yıllık dönemde olurdu.

Bu tür bir mantık, yeryüzünün ya da yeryüzündeki kıtaların yaşını belirlemenin bir yöntemi olmak yerine tekbiçimcilerin anlattığı hikâyenin yıkıcı bir eleştirisidir. Bu hikâye içsel bir tutarlılık içermez.

Tekbiçimci, kıtaların hâlâ yükselmekte olduğu ve volkanların sürekli olarak patladıkları ve böylelikle yeri değiştirilmiş hacmin yerine erozyona ayak uydurma önerisinden teselli alabilir. Ama bu öneri, yukarı itilme zamanındaki yüzeyin bugün de hâlâ aynı yüzey olduğu ve erozyonun ona neredeyse hiç dokunmadığı sorununu ele almıyor. Günümüzde (yüzlerce milyon yıllık) antik tortusal kayanın varlığını da açıklamıyor. Eğer yukarı kaldırılma ve erozyon geçtiğimiz 14 milyon yılın iki ya da üç katı kadar bile devam etmiş olsa, bütün tortusal kayalar yok olurdu! İnsan dağ silsilelerinin (genel olarak kıtalara kıyasla) birkaç kat daha hızlı yükselmekte olduğunu, buna karşın granitik kayalar üzerinde epey “antik” tortusal kayalar var olduğunu anladığında bu gerçek daha da endişe verici olur. Bu kayanın büyük bir kısmının yaşı yüzlerce milyon yıl olarak belirlenmiştir, hatta bazılarınınki üç milyar yıla kadar çıkar. Bu, kıtaları birkaç kez tamamen aşındırmak için yeterli zamandır, buna karşın kıtalar üzerleri tortu kaplı olaraktan hemen, hemen her yerdedir. Tekbiçimci hikâye gözlemlenen gerçeklere uymaz!

14 milyon yıl örneğine takılıp kalmamanızı tekrar rica ediyorum. Yer kabuğundaki tortusal kaya büyük bir olasılıkla çoğu durumda Nuh’un zamanındaki Tufan aracılığıyla bırakılmıştı. Bundan sonra Tufan’ın sonuna doğru kıtalar ve dağlar yukarı doğru itilmiş ve erozyon oranları da o zamandan beri değişkenlik göstermiştir. 14 milyon yıl, tekbiçimci, yaşlı yeryüzü fikirlerinin sadece bir kritiğini temsil eder.


Grafik: Okyanus Tortularının Birikmesi

Okyanustaki Tortular

Erozyon probleminin yanında okyanustaki tortu hacmiyle ilgili bir problem de vardır. Tortusal materyallerin okyanusa ne kadar hızlı bir şekilde yılda 27,5 milyar ton oranında girdiğine daha önce dikkat etmiştik. Şimdi okyanusun dibinde ne kadar tortu olduğuna dikkat edin: 410 milyon milyar ton.

Basit bir bölme işlemi 15 milyon yıl yaşını gösterir. Sürekli tortu oranı varsayımları ve orada başlangıçta hiç tortu olmadığını göz önünde bulundurarak doğru bir şekilde bunun şimdiki okyanus tabanımızın yaşı olduğu sonucuna varabiliriz. Eğer okyanuslar yaygın olarak inanıldığı kadar yaşlı iseler, tamamen tortuyla kaplı olmaları gerekir.

İşaret edilebileceği üzere, levha tektoniği teorisi, okyanus kabuğunun sürekli olarak kıtaların katmanlarının altına batmakta ya da itilmekte olduğunu savunur. Bu da tortuların bir kısmını oradan kaldırıp ve/ya da yok ederek görünürdeki sorunu çözüyor gibi görünebilir.

Ama buna karşı çıkan iki etken vardır. Batmanın gerçekleşmesi gereken çukurlarda, tortuların çoğunun kazınmış ve birikmiş olduğu düşünülmektedir. (Büyük bir çoğunluğu hâlâ oradadır, ölçülmüştür ve yukarıdaki toplam sayıya dahil edilmiştir.) Ama tortular batsa bile, batma oranları hâlâ erozyon ve birikim oranlarının sadece yüzde 10-20’si arasındadır. Ayrıca sedimantasyonun büyük bir kısmının gerçekleştiği nehir deltalarının çoğu batma alanlarına yakın değildir. Böylece batan ve geri dönüşen tortu miktarı, hesap edilen yaşı büyük ölçüde değiştirmez.19 Hem okyanusa taşınan tortu ölçümlerinin, hem de okyanustaki tortu birikimi oranının uzun yaş senaryosuna uymadığı görülmektedir. Yine, Tufan birikim oranını arttırıp tortuların birikmesi için gereken zamanı azaltırdı. Ama ya yaşlı yeryüzü kavramını savunan Hristiyanlar için ne demeli? Bu kişilerin tarihte dünya çapındaki bir Tufan gerçekleştiğini inkâr etmeleri gerekir çünkü sakin bir Tufan bile çok büyük miktarlarda sedimantasyon oluştururdu. Böylece yaşlı yeryüzü teorisine inanan Hristiyanlar’ın ya yerel bir Tufan’a inanmaları ya da Tufan diye bir şeyin hiç olmadığına inanmaları lazımdır ki bu da Kutsal Kitap’a inanan insanlar için savunulamaz bir fikirdir.


Özet

Yeryüzünün yaşını tayin etmek için kullanılabilecek olan birçok geokronometreden sadece birkaçını inceledik. Bu ve burada ele alınmayan başka birçokları evrime izin vermeyecek kadar genç bir yeryüzüne işaret eder. Görmüş olduğumuz gibi anahtar Tufan’dır. Yeryüzündeki hiçbir şey onun getirdiği yıkımdan kurtulmuş olamazdı. Tekbiçimcilik, kendi doğası bakımından, süreçlerin yeryüzü tarihi boyunca yoğunluk bakımından fazla değişmediğini varsayarak ve onu savunanlar da belirli harabiyet özelliklerini yaşla karıştırırlar.

Her saatin radyoizotop yaş tayini için aynı temel varsayımlara dayandığını unutmayın: (1) sürekli süreç oranı; (2) böylece miktarlarda bir kayıp ya da kazanma gerçekleşmediği sistemin görece izolasyonu; (3) sistemin ilk durumu hakkında bilgi; (4) yeryüzünün gözlemlenmiş süreç aracılığıyla şimdiki durumunu oluşturacak kadar yaşlı olduğu.

Bütün bu varsayımlar için söyleyebileceğimiz en iyi şey şüpheli oldukları olduğundan ve yaratılış, Düşüş ve Tufan’ın tarihsel gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda, büyük bir olasılıkla tamamen yanlış olduklarından, böyle bir geokronometrenin geçerli bir yaş vermesini beklemiyoruz. Ancak diğer koşullar sabitken (manyetik alan bozunumu, atmosferdeki helyum ve okyanuslardaki tuz gibi) dünya çapındaki gözlemler ve sistemleri kullanan o geokronometrelerin tek bir kaya ya da yerel sistemin yaş tayinini yapanlarınkinden daha iyi olacağı sonucuna varmak mantıklıdır. Böylesine bir dünya çapındaki kapsam ölçülmekte olan materyallerin kayıp ya da kazanma olasılığını azaltır. Yeryüzü, kitlesi bakımından kapalı bir sisteme çok benzer.

Süreç oranındaki geçici artma ve azalmaları tanımlayıp pürüzsüzleştirmek için bir sistemin (manyetik alan bozunumu gibi) yeterince uzun bir ölçüm sistemi olması da daha iyi olur.

Ve eğer belirli bir sistemin ölçüm tarihçesi, bir yarı-ömrün önemli bir kısmını temsil ediyorsa yönteme de inanılırlık kazandırır. Manyetik alanın enerjisinin yarı ömrünün 700 yıl olduğuna ve ölçüm tarihçesinin yarı ömrün neredeyse yüzde 25’ini kapsadığına dikkat edin. Diğer yandan uranyum-238’in yarı ömrü 4,5 milyar yıldır ve sadece birkaç on yıl boyunca doğru ölçülmüştür (yarı ömrün yaklaşık olarak yüzde 0,000002’si). Daha iyi yaş belirleme yöntemlerinin genç bir yeryüzüne işaret ettiği kesindir.

Belirli bir sistem tarafından çıkarılan “tarih” ne kadar yüksek olursa, kirlenme ya da değiştirme için daha çok fırsat olduğunu ve bunun da doğru olmayan bir tarih ortaya çıkaracağını varsaymak bile mantıklı olabilir. Bu yüzden genç yaşlar verenlerin yaşlı yaş verenlere kıyasla doğru olması daha olasıdır. Her biri gözlemlenmemiş geçmiş hakkında tekbiçimciliği temel alan şüpheli varsayımlar kullandığından ister sınırlayıcı, ister gerçek olsun herhangi bir kronometre güvenilir olmayabileceği halde, yaşlı yeryüzü yerine genç yeryüzü hakkında daha çok kanıt vardır. Her şeyin yaşının ne olduğunu kesin olarak bilebilmenin tek yolu, bu süreçlerin gerçekleşmesini gören birisinin (ya da Birisinin) dikkatli gözlemler yapıp bunları bizim için kaydetmesi olurdu. Ancak o zaman gerçek deneysel kanıta sahip olabilirdik.

Ve Kutsal Yazılar’da da aynen buna sahibiz. Bir gözlemci (hatta bu olayların içinde yer alan birisi) olup bitenleri bizler için yazmıştır. Bilim insanlarının “laboratuvar defteri”ni okuyabilir ve bazı şeylerin yaşını öğrenebiliriz. Herhangi başka bir yaş belirleme sistemi hatalı olma ihtimali yüksek olan varsayımlardır. Yetkin bir Gözlemci’nin doğru kayıtlarına güvenmek çok daha iyidir.


SORULAR

1. Manyetik alan bozunmasından, yeryüzünün genç yaşı konusundaki argümanı özetleyin.



2. Okyanus ortası yarığı boyunca karşılıklı kutuplanmış bazalt kayalar hakkındaki tekbiçimci açıklamayı tekrarlayın.



3. Bu kayalar hakkında genç yeryüzü/Tufan açıklamasını bildirin. İki düşünceyi kıyaslayın ve hangisinin daha olası olduğunu anlatın.



4. Levha tektoniği Kutsal Kitap modeline uygun mudur? Uygunsa ne şekilde uygundur?



5. “Atmosferde biriken helyum” yaş belirleyicisini özetleyin ve üç gerekli yaş belirleme varsayımının bu yönteme nasıl uyduğunu tanımlayın.


6. Manyetik alan kronometresini okyanustaki tuz kronometresiyle kıyaslayın. Hangisinin daha kesin olduğunu düşünüyorsunuz ve neden?