Giriş Düşünceleri…

Bu kitabı elinize aldınız ve bu satırları okumaya başladınız. Buna sebep olan şey nedir? Siz mi karar verdiniz, yoksa ilahi bir güç mü bunu yapmaya sizi itti? Belki en başta sadece, “Neden bu kitabı okuyorsunuz?” sorusu sorulsaydı, “Konuyu merak ediyorum da ondan” demekle yetinirdiniz.

Ama kadiri mutlak Tanrı’ya inancımız varsa, ilahi irade ile insan iradesi karşı karşıya getirildiğinde cevap vermek daha zor bir hale gelir… Üstellik bu veya buna benzer bir kitap diyelim ki, bütün hareketlerimizi özgür irademize bağlar ve sizi ikna eder. İnsanın her kararının arkasında şu ya da bu şekilde Tanrı’nın durduğunu savunanlar, Tanrı sizi yanlış bir düşünceye inanmaya ittiğini mi kabul edecekler? Ya da bunun tersini düşünüp kitap Tanrı’nın mutlak hakimiyeti konusunda sizi ikna ederse? İnsanın her konuda özgür olduğunu savunanlar, sizin burada özgür düşünmenin kabiliyetini yitirdiğinizi mi kabul edecekler? Pek sanmıyorum…

Kutsal Kitap’ta “seçilmişlik” ya da “önceden belirlenme” konusu genellikle kültürümüzde “kader” ya da “alın yazısı” olarak bilinmektedir. Her şeye kadir Tanrı’ya inanış, O’nun bütün evren üzerinde, evrendeki her eylem ve bunların doğurduğu sonuçlar üzerinde mutlak egemen olduğu düşüncesini beraberinde getirir. Bu konu Kutsal Kitap’ın temel taşlarından biridir. Bununla birlikte yine Kutsal Yazılar insanı eylemlerinden sorumlu tuttuğuna göre onun kendi kararlarının sahibi olduğunu gösterir niteliktedir. Bu, konuya ayrı bir boyut kazandırır: “özgür irade” konusu.

Ne var ki, çoğu durumda olduğu gibi Kutsal Kitap’ın bu konudaki vurgusu ne doktrin ne de teoloji üzerinedir, aksine Tanrı ile olan ilişkimiz üzerinedir. Bize, sonsuz iyiliği uyarınca hayatın her ayrıntısını denetleyen Tanrı’ya her konuda güvenebileceğimize dair garanti vermektedir! Daveti de Tanrı’nın egemenliği altında boyun eğerken, gönülden ve şükranla teslim olmaya yöneliktir!

Felakete yol açan bir araba kazası geçirdiğimizde kendimize sorarız: Bu sadece bir insan hatası mıydı yoksa Tanrı’nın tasarısı mıydı? Kutsal Kitap her zaman Tanrı’ya güvenebiliriz diye cevap verir. Çünkü Kendisi her şey yalnız kontrol etmekle kalmaz, ayrıca her durumdan bir iyilik çıkarır...“Tanrı'nın, kendisini sevenlerle, amacı uyarınca çağrılmış olanlarla birlikte her durumda iyilik için etkin olduğunu biliriz”(Ro.8:28). Buna “ilahi tedarik” (ya da “Tanrı’nın tedarikçi yönetimi”) diyoruz!1

Bazen insanlar Tanrı’ya boyun eğerler, bazen de isyan ederler… Bu ikinci durumda Tanrı kontrolü kaybediyor mu? İsyan edenleri cezalandırdığında bu onların hakkını çiğnemek anlamına gelir mi? Hayır, başkaldıran kişi kendi kaderini kendisi çizer: Böyleleri kendi başlarına ani bir yıkım getirecek” “kendi yıkımına sebep olurlar”(2Pe.2:1, 12; 3:16). Ama aynı zamanda Tanrı’dır onları bu duruma sokan: “Zaten sürçmek üzere belirlenmişlerdir”(1Pe.2:8).

Tanrı insanı Kendisini özgürce sevmesi için yarattı. Ama deniliyor ki, sevmediği zaman onu suçlu buluyor. Sevgi bir zorlama mıdır? Hayır! Çünkü Tanrı da kendini insanı sevmeye “zorluyor” (Kutsal Kitap’ta sevgi, “kendini inkar etmek” demek). Bu yüzden sevmek her insanın da sorumluluğudur! Sevmediğimiz zaman, kendimizi O’ndan mahrum bırakıyoruz, kendi kendimizi cezalandırmış oluyoruz.

Kutsal Kitap bizi, bunun gibi konular üzerinde düşünmeye davet eder… Ama düşündükçe teolojik cevaplar aramamız kaçınılmazdır. Çünkü Teoloji neticede Tanrı’yı ve O’nun işlerini anlamaya çalışmaktır… Böylece de yaşamın asıl anlamını bulmaya çalışırız.

Protestanların geleneksel yaklaşımına göre kader konusu özellikle bir teolojik tartışma meselesidir. Ama farklı görüşler günlük hayatı pek etkilememektedir. Hatta kaderci görüşünün en sıkı yanlıları bile gündelik konularda kararlarını tamamen kendi çabalarına ve sorumluluğuna bağlıymış gibi alırlar ve hayatlarına böyle yön verirler.

Budist, Yahudi, Hıristiyan veya Müslüman olsun,Uzak Doğu ve Orta Doğu insanı için hal böyle değildir. Kader ve alın yazısını kabullenme –inanışına sıcak veya soğuk bakılsın, fark etmez– hayatın her alanına nüfuz eder. Doğu kültürü her hadisenin, her ilişkinin, her kararın anlamını ve kabulünü kendisini aşıp kontrol eden bir üst iradede arar. Böylece Kutsal Kitap’a göre özgür iradenin sınırlarını ve sorumluluklarını saptamak, Tanrı’yla, kendisiyle ve başkalarıyla ilişkisini, kökünden etkileyecektir…

Kişi kadere boyun eğmeli mi yoksa ona karşı mücadele etmeli midir? Sıkıntılarda Tanrı’nın iyiliğine güvenebilir mi, yoksa O’nun kendisiyle oyun oynadığını düşünerek mutsuzluğa mahkum mudur? Zedelenen ilişkiler durumunda çözümler aramalı mı, yoksa “kaçınılmaz” olana seyirci kalmalı mıdır? Kendini ve toplumu geliştirmek için çaba sarf edecek mi, yoksa gelecek değiştirilemez düşüncesiyle onu değiştirmeye kalkışmak anlamsız mıdır? Demek ki, doğru bir teolojik yaklaşımı aslında yaşamın her alanını etkiler!

Kilise tarihi buyunca bu iki temel konuyu –Tanrı’nın egemenliği ve insanın özgür iradesi konularını– anlamaya ve Kutsal Kitap’ın ışığında bağdaştırmaya çalışan teologlar epey bir zorluk çekmiştir, çekmeye devam edeceklerine benziyor. Konuyu insan ile Tanrı ilişkileri seviyesinden teolojik sahasına taşıdığımızda konu epey hassaslaşır! Çünkü somut tanımlar yapmak gerekir ve Tanrı’yı bir mercek altından tutmak zordur. Teolojik analizin doğal sonucu olarak bu gerçeği anlamaya çalışırken Protestanlık içersinde iki farklı temel yaklaşım meydana gelmiştir ve bunlar iki farklı uçtaki görüşleri oluşturur. Bu iki uç arasında yorumların yelpazesi de oldukça geniştir. Günümüzde uçlardaki iki yorum, bunları en kapsamlı bir şekilde dile getiren iki Hıristiyan düşünürün isimleriyle anılır: Calvin (Calvinizim) ve Arminiyus (Arminianızım).

Calvinizim, Tanrı’nın evren üzerindeki mutlak egemenliğini vurgulayarak insanın kaderini tümüyle ilahi iradeye bağlamaktadır. Arminianızım ise, insanın hareketlerinden %100 sorumlu olduğunu vurgulayarak insanın kaderini tümüyle özgür iradesiyle Tanrısal daveti kabul edip etmemesine bağlamaktadır.

Elbetteki herkes kendi düşüncelerini ifade etmek ve savunmakta ‘özgür’dür. Ama Kutsal Kitap’ı anlamak ve yorumlamak söz konusu olunca yorumcuya, bütün fikirlerinden soyunup ilahi gerçeğe teslim olmaktan başka hiçbir yaklaşım yakışmaz. Eminim ki, bu konuda fikir yürüten tüm Hıristiyan ilahiyatçıların amacı aynen de bu olmuştur.

Ama diğer taraftan Kutsal Kitap’ı yorumlarken bazen kıtanlayışımızın, bazen de kültürümüzün ve çağımızın düşüncesinin tutsağı olabilir ve kimi görüşlerimiz, yorumumuzu ve kutsal metindeki sözcüklere verdiğimiz anlamları etkileyebilir. Elbette bu risk benim yorumum için de geçerlidir.

Ne var ki, önceki dönemlerde iman öncülerimizin oluşturduğu inanç ve teoloji sistemlerinden yararlanıp çalışmalarındaki zayıf ya da sorgulanabilen noktaları inceleyerek Kutsal Kitap’a ve çağımızın anlayışına daha uygun yorumlar ve daha isabetli ifadeler ya da kavramlar geliştirmek de mümkün. Bunu söylerken, kendimi konu üzerinde bir uzmanın saymadığımı itiraf etmem gerekir. Ve bu çalışmada, tanımlanması şart olan asgari teolojik ifadelerin ve kavramların dışında, elimden geldiğince Kutsal Kitap’la uyumluluk içinde okuyucunun konuyu anlamasına yardımcı olacak daha basit ifadeleri bulmaya çalıştım. Yine de kolay olmadı…

Konuya başlamadan son bir açıklama gerekir, belki de… Kulağa garip gelse de bence iki görüşte de (“Tanrı’nın mutlak egemenliği” ve “insanın özgür iradesi”) büyük bir gerçek payı vardır. Elbetteki teolojik sistemlerinde ve beyanlarında birbirleriyle çelişen açıklamalar ve görüşler söz konusudur. Bu açıdan Calvinizmi ve Arminianızmı bağdaştırmak ya da uzlaştırmak mümkün değildir. Ama Tanrı ile insan ilişkileri söz konusu olduğu her durum gibi seçilmişlik konusunda, Tanrı’ya ait “ilahi boyut” ile bize ait “insani boyut” yan yana gelir ve birbiriyle çelişir gibi gözükse de aslında iki farklı boyuta ait oldukları için birbirini tamamlayan kavramlarla karşı karşıya geliriz.

Ne gibi? Örneğin Kutsal Kitap’ın esinlenmesi doktrinini ele alalım. Kutsal Kitap’ın %100 Tanrı Sözü olduğunu ikrar ederken, aynı zamanda bölümlerini kaleme alan yazarların sözleri de olduğunu kabul ederiz. Pavlus’un mektupları Tanrı Sözüdür. Ama aynı zamanda Pavlus’un da sözleridir. Pavlus düşüncelerini kaleme aldı, ama Kutsal Ruh tarafından esinlendirildiği için aynı zamanda yazdığı her sözcük %100 Tanrı’nın denetimi altında yazıldı. Aslında insanın sınırlı mantığının bakış açısından bu mümkün değildir. Ya Tanrı sözüdür ya Pavlus’un sözleridir. İkisi birden olamaz.

İslamiyet ve Hıristiyanlığa göre kutsal metinlerin vahiy kavramını incelemek iki inanıştaki kader anlayışının farklılıklarını anlamak için de aydınlatıcıdır. Yahudi-Hıristiyan Kutsal Yazıları’nda (Tevrat, Zebur ve İncil) iki farklı metin türü görülmektedir: (a) Tanrı’nın doğrudan konuştukları ve (b) peygamberlerin zihni aracılığıyla O’nun esinlendirdiği metinler. Kutsal Kitap’ta peygamberler tarafından anlatılan tarihi hadiseler, yer alan kişisel ve teolojik düşünceler, dualar, ilahiler vb bölümler esinlendirilmiş metin kapsamına girerler. Tanrı’nın doğrudan konuştukları ise, kutsal yazarlar tarafından aynen “duydukları gibi” kutsal metne aktarılır ve “Rab şöyle diyor…” gibi ifadelerle başlarlar. Buna karşılık esinlenmiş metinler hem Tanrı’nın mesajıdır hem de bu mesajı iletmek için O, peygamberin düşüncelerinden, görüşlerinden, tecrübelerinden, bilgilerinden, kültüründen, dil bilgisinden vs yararlanır. Ne var ki, insanın özgür ve etkin katkısına rağmen bu metinler, Tanrı’nın şaşmaz Sözü’dür ve tamamıyla O’nun amacını gerçekleştirmektedir.

İslamiyet’teki vahiy kavramına göre ise ayetler, hiçbir insan katkısı olmadan Allah’ın doğrudan konuştuklarını kaydeder. Buna göre İslam teolojisi, yukarıdakilerden yalnız ‘a’ türü metinleri kabul eder. Bu durumda peygamberler Tanrı’nın elindeki hoparlör olma durumunun ötesine gitmezler. Aynı tezat iki inancın kader anlayışları arasındaki farklılıklar için geçerlidir. Hıristiyanlığa göre Tanrı amacını gerçekleştirmek için (a) insanın hiçbir katkısını kabul etmeden O’nun doğrudan müdahale ettiği durumlar var; (b) bir de insan özgür hareketlerini planına dahil ederek insanı zorlamadan istediği hedefe yönlendirdiği daha başka durumlar da var. Buna ilahi tedarik veya takdir denir.

Gözden kaçırmamamız gereken çok önemli bir nokta şudur: Tanrı için insanın özgür iradesini çiğnemeden insanı belli bir noktaya yönlendirmek mümkündür (bkz. 2Pe.1:21). Nasıl mümkün diye sorarsanız, cevap veremem. Bu bir mucizedir ve mucizelerin doğası zaten açıklanamıyor; bu yüzden mucizedir diyoruz. İnsanın düz mantığıyla açıklanabilseydi mucize olmaktan çıkardı.

Ama bu iki ifade – “Kutsal Kitap tamamıyla Tanrı Sözü’dür” ve “Kutsal Kitap, yazarlarının da sözleridir”– çelişkili değil, gerçekte örtüşen ama düz bir mantıkla bağdaştırılamayan iki boyutu yan yana getirir: ilahi boyutu ve insani boyutu... Bununla beraber Kutsal Kitap’ın Tanrısal mesajın hatasızlığı güvence altına alınmıştır! Biz sadece insanı boyutu anlayabildiğimiz için, ilahi boyuta ait gerçekleri anlayamayız. Ama ikisini anlayan Tanrı, ikisinin hem gerçek hem de mümkün olduklarını söyler. Neden o zaman biz bunları Tanrı’nın vahiylerinde açıkladığı gibi kabul etmeyelim?

Seçilmişlik öğretisi söz konusu olduğunda aynı tutumu takınmamız gerekir.

Kutsal Kitap’ın Tanrı’nın mutlak egemenliğine ve insanın özgür iradesine ilişkin bütün ifadeleri aslında bizlere Tanrı’ya güven duygusu ve davranışlarımıza sorumluluk bilincini kazandırmak için vardır. Bunları doğru anlayıp uyguladığımızda yine Kutsal Kitap’ın ana temalarından biri olan esenlik, yüreğimizi doldurur ve bunun sonucunda eskisinden çok daha büyük bir istek ve hayranlıkla Tanrı’ya bağlanırız. Seçilmişlik konusu anlaşmazlıklar, tartışmalar ve bölünmeler getireceğine Kutsal Kitap’a göre imanlıya barış ve uyum getirir.

Bu çalışmanın okuyuculara barış ve uyum kaynağı olması dileğiyle,

İstanbul, Haziran 2003