7. Felsefî Yaklaşım



Felsefenin dayandığı temel sorulardan biri: “Nasıl biliriz ve bildiğimizi nasıl bilebiliriz?”dir. Buna “epistemoloji” denir (“epistemoloji”: bilimsel bilgi edinmenin metotları ve temellerinin doktrinidir).


Evrenin varlığını açıklamak için getirilen felsefi cevaplar sayısız olabilir. Ama bir noktada hepimiz hemfikiriz: evrende “bir şeyler” var; “hiç bir şey yok” diyemeyiz. Ama var olan bu şeyler nasıl varlığa kavuştular? Bir felsefeyi ayakta tutan da yere yıkan da bu soruya getirdiği cevaptır.


Aranan ikinci cevap, bilinç ya da kişilik denen olgunun nasıl oluştuğudur. Yaşamı bir takım kimyasal etki tepki ilkelerine indirgeyebiliriz. Ama yine bir insan bir makineden dile getirilemeyecek kadar farklıdır.


Üçlübirlik bütün bu sorulara yalnız en iyi cevabı değil, tek geçerli ve gerçek cevabı veriyor. Evrenin oluşumuna yalnız 4 olası cevap vardır:

  1. Bir zamanlar hiç bir şey yoktu ve şimdi bir şeyler var;


  1. Her şey bilinçsiz bir “şey”le başladı;

  2. Her şey bilinçli ve kişiliği olan bir varlıkla başladı; ve

  3. Her zaman bir “ikicilik” veya “ikilik prensibi” (düalizm) olmuştur.


Birinci şıkkı hiç bir zaman kimse desteklemedi. Dördüncüsüne de hiç bir zaman doğru dürüst bir açıklama getirilmedi. Bilinçsiz başlangıç şıkkı Batı dünyasının uzlaştığı, diğer ülkelere de ihraç ettiği dünya görüşüdür. Aynı zamanda, Uzak Doğu düşüncesinin de temelidir. Ama bu görüş, yalnız dünyanın neden var olduğu değil, ayrıca neden düzenli olduğunu açıklayamaz. Daha önemlisi, kişiliksiz bir başlangıç, bilincin ve kişiliklerin oluşumunu asla açıklayamaz.


Kutsal Kitap’ın getirdiği cevap, her şey başlamadan önce bilincin ve kişiliğin var olduğunu gösteriyor. Sevgi, düşünce ve iletişim göklerin ve yerin yaratılışından önce bile vardı. Dolayısıyla kişilik, sevgi ve iletişim, ezelden beri var olan “ÖZ”deydiler.



Kavramak mı, Yoksa Bilmek mi?


Tanrı sevgidir” (1. Yuhanna 4:8,16). Sevgi de, kendini bir “başkasına” vermektir. Sevmek, birini sevmeyi gerektirir. Seven ve sevilen olmalı. Tanrı, ezelden beri (tekil bir yapıda) çoğul bir benliğe sahip değilse, sevgisini kimseyle paylaşamazdı. Sevgisini paylaşabilmek için dünyayı, melekleri ve insanı veya benzerini yaratmak zorunda kalırdı. Ve kendi eserine muhtaç olurdu. Ne var ki, Tanrı dünyayı özgür ve gönüllü isteğinden yarattı, çünkü ezelden beri, Kutsal Ruh aracılığıyla Baba’yla Oğul arasında cereyan eden sevgi yaşantısı tamdı! Nitekim Tanrı’nın ikinci benliği, Oğul, Baba’ya şöyle der: “...dünyanın kuruluşundan önce sen beni sevdin” (Yuhanna 17:24).


Kimi İslâm düşünürleri Allah’ın sıfatları “Cenab-ı Hakk’ın Zâtı’nın tezâhürü olması dolayısıyla onların, zamanı ve başlangıcı tespit ettiğini, bu yüzden de eşyanın Allah’ın “Kün” (ol) demesiyle olduğunu, Allah’ın yaratma ânında ve başlangıçta Ona kendi ismini söylediğini1” savunuyorlar. Bu nedenle Allah’ın öz itibarıyla sevgi olmasını da reddederler: “Çünkü sevgi, seven bir kimsenin fiilidir, sevenin kendisi değildir. İlim veya kelâm da bilen bir şahsın fiilidir, o şahsın kendisi değildir1.” Bu mantıklı bir muhakemedir, fakat Allah’ın Tevrat’ta ve İncil’de vahyettiği gerçekleri göz ardı etmektedir. Biz Ehl-i Kitap olarak Tanrı’nın iç yapısını ve kişiliğini anlatırken mantığa değil (ki bu, mantıksız olduğu anlamına gelmez), vahiy olayına dayanıyoruz. Vahyi alçakgönüllülükle kabul edersek, ondan sonra mantığını de çözebiliriz.


O Yaratan’dır. Peki yaratmadan önce yine Yaratan mıydı? Evet, çünkü kendi ezeliyet içinde Kelâmına ve Ruhuna, yani değişik benliklere sebep oluyordu. Logos kendisi hakkında ne diyor? “Kadim işlerinden evvel beni teşkil etti” (Zebur; Süleyman’ın Özdeyişleri 8:22). Tanrı yaratıcıdır, çünkü ezelde “yaratmış”, daima da “yaratmaktadır”. Tanrı kendine mahsus bir şekilde ezelde konuştuğu gibi, daima da konuşmaktadır. Peki, ezelden beri neyi yaratıyor veya kime konuşuyor? İçindeki bu yaratıcılık Kendisinden farklı bir olguyu var etmek değil, veya ezelden olmayan sıfatlar yaratmak da değil, kendi Zatı’nın zuhuru ve tecellisidir. Bunun için Kutsal Kitap yukarıda aktardığımız Süleyman’ın Özdeyişleri ayetinde geçen ve “teşkil etmek” olarak tercüme edilen ‘kanah’ (yani “sahip olmak”) kelimesi kullanıyor; ‘bara’ kelimesi (yani “yaratmak”) değil... Dolayısıyla kendi sıfatları yaratılma (mahlûk) veya sonradan olma (hâdis) değil, öncesizdirler (kadim). Sıfatları Kendi Varlığı ile aynı değil Kendisinden başka ve ayrı da değiller. Bunların hepsi yaşayan Kelâmı’nda ve Ruhu’nda toplanıyor ve Allah’ın zatı içersinde ezelden beri birer benlik olarak zuhur ediyor.


Şimdi, Tanrılığın kendi içinde 3 benlik olarak nasıl var olduğunu tam kavrayamazsak dahi, sevip sevilmesinin gerekliliği tartışılmazdır. Kısıtlı algılayışımız bizi yanıltmasın. Kavramak ve anlamak birbirinden farklı şeylerdir. Bir defasında uçakla yolculuk yaparken, yanımda oturan adamla güzel bir sohbete daldık. Tabii, Tanrı ve inanç konuları da açıldı. Arkadaş ateistti ve bana bir soru yöneltti: “Allah her şeye kadir midir?” “Evet” dedim. “Peki” dedi “Tanrı Kendisinin kaldıramayacağı kadar ağır bir kaya yaratabilir mi?” O durumda bu tezadı mantıken çürüten cevabı bulamadım. Sorunun bir yanlışa dayandığını biliyordum, ama bunu mantıkla kanıtlamak için düşüncemi toparlayamamıştım. Yanlış olduğunu biliyordum ama yanlışı çözememiştim. İşte, bir çok şeyi kavrayamazsak da, doğru olup olmadıklarını sezebiliriz, yani içimizde biliriz ve anlarız.


Şimdi, bu soruya “yaratamaz” diye cevap verseydim, arkadaşın: “O zaman her şeye kadir değildir” diye karşılık vereceğini biliyordum. “Yaratabilir” deseydim, “O zaman kaldıramaz ve yine her şeye kadir değildir” diyecekti. Bu bir tezattır. Hayal gücüyle kavrayamayız. Mantıkla bunu inceleyerek, sorunun kendi kendini yok eden bir yapıda olduğunu görelim: ağırlık iki kütle arasındaki çekimdir. Tek bir nesneye has özellik değildir. Bir şeyin ağır olabilmesi için kendisinden daha büyük kütlesi olan bir nesne tarafından çekilmesi gerekir. O zaman kaldırılamayacak bir kaya elde etmek için, hem Tanrı’nın “kaldıramayacağı” kayaya hem de bundan “daha ağır” ikinci bir kayaya gerek var; bu ikincisinin de kaldırılamayacak kadar ağır olabilmesi için, “daha ağır” üçüncü bir kaya da gerekir... Ve bu süreç sonsuza dek devam eder. Bu bir saçmalıktır.


Kaldı ki, bütün bu ispata gerek yok. Bir kere, iki ayrı boyutu karıştıran bir sorudur: maddi olmayan Tanrı, maddeye bağlı gösterilmek isteniyor. İki zıt şey bu şekilde karıştırılamaz. “Tanrı köşeli bir daire çizebilir mi?” sorusuna benzer. Çelişki sorudadır! Ayrıca Tanrı’nın her şeye kadir olması, kendi özüne aykırı davranabileceği anlamına gelmez. Tıpkı O’nun, özgür olduğu halde hiç bir zaman kötülük yapmaması gibi...


Bu meseleyi adım adım çözdüğümüz gibi, zamansızlıkta olan Tanrı’yı ve özünü bir bakışta anlamazsak da (3 boyutlu bir nesnenin 3 ayrı düz planı örneğini hatırlayın), Üçlübirlik öğretisinin her beyanını bir gerçek olarak rahat kabul edebiliriz.


Tanrı, ‘zaman’, ‘mekân’ ve her türlü ‘değişimin olasılığı’ dışındadır; Bu nedenle anlayamadığımız şekilde aynı anda üç benlikte olabilir. Tıpkı aynı anda geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği görebildiği gibi… Hatta Kendisi aynı “anda” geçmişte, şimdide ve gelecektedir: “Rab’bin gözünde bir gün bin yıl ve bin yıl bir gün gibidir” (2. Petrus 3:8) .


Tanrı aynı anda üç benlik olabilir. Tıpkı aynı anda her yerde olabildiği gibi: “Beni arkadan ve önden kuşattın (yaRab), ve elini üzerimde koydun... Senin Ruh’undan nereye gideyim? Ve senin yüzünden nereye kaçayım. Eğer göklere çıksam, sen oradasın; ölüler diyarında yatağımı sersem, işte, oradasın. Seherin kanatlarını alsam, denizin sonlarına konsam; Orada da senin elin bana yol gösterir, ve sağ elin beni tutar...” (Mezmur 139:5-10).


Tanrı aynı anda burada ve 1000 km. uzaklıkta olabiliyor. Burada bulunan Tanrı’nın bir parçası değil, bütünüdür. Çünkü Tanrı parçalara bölünemez. 1000 km. uzaklıkta aynı anda, aynı Tanrı bulunuyor. İki yerde Tanrı’nın bütünü, ama iki Tanrı değil... Bu nasıl olabilir? Tanrı’nın bulunduğu “zamansızlık”ta olabilir. Çünkü O mekana bağlı değildir.


Tanrı’nın başlangıcı olmamasıda aklımızı karıştırıyor. Fakat bu, Kendini tanıtırken vahyettiği temel gerçeklerden biridir; O ezeli ve ebedidir: “Dünya var olmadan evvel, başlangıçta, ezelden ben dikildim. Enginler yokken... ve dünya toprağının başlangıcını daha yapmadan... gökleri hazırladığı zaman ben oradaydım...” (Süleyman’ın Özdeyişleri 8:23...).


Her şeyi birden algılayabilir: “Ya Rab... oturuşumu ve kalkışımı sen bilirsin; düşüncemi uzaktan anlarsın; bütün yollarımı iyi bilirsin. Çünkü dilimde bir söz yokken, işte, ya Rab, sen onu tamamen bilirsin...” (Mez.139: 2-4).


Aynı anda, Kendisine seslenen milyarlarca insanın dilekleriyle ilgilenebilir. Bu nasıl olur? Bize, bırakın bir milyar şöyle dursun, 2 kişi birden konuşursa, bir şey anlayabilir miyiz? İşte zamansızlıkta bulunan O, teker teker herkese “zaman” ayırabilir.


Tanrı başlı başına bir gizemdir, insan için. Öyle olmasaydı ve bizler de O’nu tam olarak kavrayabilseydik bu, O’nun aklımızdan daha küçük ve basit bir Tanrı olduğu anlamına gelirdi. O’nu tam kavrayamayız, fakat Kendisi hakkında bildirdiklerini öğrenebiliriz, mantığını da anlayabiliriz.



Hatırlayalım


Tanrılıkta birbirlerinin dönüşümü olan üç benlik söz konusudur. 3 dönüşüm, aynı suyun birden buhar, sıvı ve buz olabilmesi gibi bir şey. Bizim fiziksel ortamda tek bir su kütlesi için ancak sırayla bu mümkündür: önce buhar, sonra su, daha sonra da buz olabilir; aynı anda üçü olamaz. Ama Tanrı’yı fiziksel sınırlar içinde düşünemeyiz. Buna göre:


Baba’nın benliği, Söz’ü “söylemekle”, kaynakolmakla beliriyor; Tanrısal Söz, ezelden O’nu ifade eden Baba’dan cereyan etmekle ve Tanrı’nın tanımıolmakla başka bir benlik olarak beliriyor; Baba ile Oğul’un var olmasının ilkesi, birbirini sevmektir; ve Ruh’un benliği, Baba ile Oğul’un bağrından esen bu sevgi akımıolarak beliriyor.


Tanrı’nın öz ismi ‘Yahveh’dir (veya Yehova; bkz. s.15, 16). O’na verilen diğer isimler: “Elohim” (İbranice), “Zeus” (Grekçe), “Allah” (Arapça), “Tanrı” (Türkçe), “God” (İngilizce) “Dios” (İspanyolca) vs. daha önce putperest dinlerde birçok ilah arasında en üstün tanrıyı isimlendirmek için kullanılan adlardır bunlar. “Yahveh” ise, herhangi bir kültürden meydana gelmeyen Tanrı’nın tek, asıl ve orijinal adıdır. Anlamı: “Ben’im”, “kendiliğinden var Olan’ım” ya da “Benvar olan O’yum” anlamındadır. Kendi özünün tanımıdır. Burada, aynı varlık olan bir “Ben” ve bir “O” söz konusu. Ayrıca buradaki “olmak” fiilin kipi “bitmeyen bir şimdi”yi ifade ediyor. Yani bu “ben” ve bu “o” zaman dışındalar. Hatırlayalım, Tanrı’nın Kendisi, Kendinin özü olmakla birlikte, ayrıca özünde bulunan Kelâm’dır da. Kutsal Kitap’ta, Kendisi hakkındaki bu bilgi veya tanımlama, “Söz” veya “Bilgelik” olarak isimlendirilir demiştik. Bu Kelâm ya da ‘kendi bilinçliliği’, kendiliğinden benlik, yani kişilik “kazanıyor”, çünkü Tanrı kadar mükemmeldir (bilinç ve benlik zaten aynı şeydir). Ayrıca, aralarındaki sevgi eylemi olan Kutsal Ruh da benlik sahibidir demiştik...


Her biri, üçünün arasındaki ilişkiler sayesinde bir benlik olarak belirir. Tanrı’da hem bir “Ben”, hem de bir “Sen” ve bir “O” vardır. Bu nedenle, Tanrı Tanrı’ya “’ben’ ‘sen’i seviyorum” vb. diyebilir: “Rab Rabbime dedi ki...” (Mez.110:1), “Tanrı seni meshetti ey Tanrı...” (Mez.45:6-7) veya “Yehova dedi, seni Yehova azarlasın...” (Zekarya 3:2) ayetlerinde olduğu gibi.


İsa iki nedenle, Baba’ya “sen” diye hitap veya dua ederdi. Çünkü a) Üçlübirliğin ikinci benliğidir ve b) insan tabiatına büründükten sonra, insan yapısına % 100 ortak olarak (günah dışında), ‘sıradan’ bir insan gibi Baba Tanrı’ya seslenirdi.



Üçlübirliğin Felsefî Açıklaması


Şimdi, zamansızlıktaki Tanrılığın üç benliğinin, sürekli olarak birbirinden oluşumunun (yani dönüşümün) felsefî açıklamasını vermeye çalışalım. Tabii ezeliyette, bu olayın bir “öncesi” veya “sonrası” olmadığı için, bu oluşum aralıksız bir “var oluş”tur, ama bir “var ediliş” değildir.


Baba sözü ifade eder. Bu ifade Baba’daki dolulukla dolar. Bir anlamda Baba kendi varlığını Oğul olarak varlığa döker. Bu da ne demek diyeceksiniz.


Işık hızında zaman yoktur (Einsten’in İzafiyet Kuram’ına göre). Bu fizik kavramından yararlanarak üç benliğin nasıl aynı varlığı paylaşabilirler konusunda bir örnek verelim. Yalnız unutmayalım; biz Tanrı’yı örneklere benzetemiyoruz. Örnekler ruhsal bir gerçeğin olabilirliğini veya mantığını göstermek için kullanıyoruz. Çünkü göremediğimiz gerçekleri gözle görülen örnekler sayesinde daha kolay algılıyoruz.


Bu doğrultuda bir çay bardağı, bir su bardağı bir de fincan düşünün. Birincisi çay ile doludur. Diğer ikisi boştur. Birinci bardaktaki çayı ikincisine dökeriz. İkincisini de üçüncüsüne... üçüncüsünü de birincisine... Bardaklar sırayla bir tek çayla doluyorlar. Gittikçe bu hareketi hızlandırdığımızı düşünelim. Hızlandıkça göz hareketleri birbirinden ayırt edememeye başlıyor. Üç bardak aynı çayla doluymuş gibi görünüyor. Bu akışı ışık hızına getirebilseydik, bir tek çayla üç bardak sürekli dolu olurdu! Yani zamanı aşan bir hızda artık bir dolu bardak ve iki boş bardak yerine, ancak bir bardağı dolduracak çay olduğu halde, aynı çayla dolu üç bardak olurdu.



Nitekim Tanrılıktaki bu akış-doluş ancak zamansızlıkta “süreklileşir”. İşte, Baba Tanrı, kendi varlığını Oğul olarak varlığa döker. İkisi de varlıklarının Ruh’un varlığına sebep olur. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh aynı “anda”, aynı varlıkla (tek Tanrı’nın aynı özüyle) doludurlar. Ama yine aynı “anda” üç ayrı kişilik “kalıbında”, yani üç ayrı benlik olarak var olmakta (bir tek çayın aynı “anda” üç farklı bardakta olması gibi). Bütün bunların zamansızlıkta olduğunu hayalimizde canlandırabiliyorsak, Üçlübirlik çok mantıklı ve basit bir gerçek oluverir.


Bir pervane dönmediği zaman üç kanadını ayrı ayrı görüyoruz. Ama tam hızla dönerse, üçünün bir daire çizdiğini görüyoruz. Öyle ki, üçünü sanki dairenin her yerinde aynı anda görüyoruz. Hatta helikopterde bazen, hem pervanenin çizdiği daireyi görüyoruz, hem de onun içinde yavaşça dönen üç kanatın gölgesini de görüyoruz. Ama bu durumda her kanat gölgesi, üç kanat tarafından birden çizilmektedir. Tabii, bu gözün yanılgısıdır; ama bu dönüş zamansızlıkta gerçekleşseydi üç kanat aynı “anda” hem ayrı yerde hem de aynı yerde olacaklardı.


Bu şekilde Tanrılıktaki üç benlik, zamansızlıkta birbirine nüfuz eden ve sonsuz nicelikte sahip oldukları Tanrılığın, bütün niteliklerini paylaşan aynı Tanrı olarak belirlenir. Yani 3 benlik Tanrı’nın üç parçası değildir; ayrı ayrı benlikler Tanrı’nın tüm ve aynı doluluğuna sahipler. Ama üç Tanrı değiller. Üç ayrı bardağın bir tek çayla dolması gibidir. Tanrı’daki her benlik, diğer ikisinde, durmadan kendiliğinden filizlenen “tomurcuk” olarak var olmakta. Her benlik, diğer ikisinden cereyan ederken, kendisinin var oluşu, diğerlerinin de kendisine mutlak şekilde dökülüşünün sonucudur; birbirlerine “sürekli boşalıp”, birbirlerinin içinde bulunmalarının sonucu olarak hepsi birdir: “...Baba’nın bende, benim de Baba’da olduğumu bilesiniz...”, “Benim Baba’da, Baba’nın da bende olduğuna inanmıyor musunuz?...ama bende yaşayan Baba kendi işlerini yapıyor. Bana iman edin; ben Baba’dayım, Baba da bendedir”, “Baba, senin bende olduğun ve benim sende olduğum gibi...” (bkz. Yuhanna 10:38; 14:10-11; 17:21).


Neticede, her bir benliğin varoluş ilkesi, mevcudiyetini kendisine saklamak değil, diğerine teslim etmektir: yani mutlak sevgidir!


Bu nedenle gerçek sevgi hep bir teslimiyetle birlikte meydana gelir: “Tanrı dünyayı o kadar çok sevdiki, biricik Oğlunu verdi...” (Yuhanna 3:16); “...beni sevenve uğruma kendini feda eden(Grekçesi: teslim eden) Tanrı Oğlu...” (Galatyalılar 2:20); “Mesih bizi sevdive kendisini... sundu(Gr. teslim etti)” (Efesliler 5:2); “Mesih inanlılar topluluğunu sevip onun uğruna kendinifeda etti(Gr. teslim etti)...” (Efesliler 5:25).


İşte, Tanrı’daki sevgi çemberi tamdır. Tanrı sevgidir, çünkü özü sevgidir. Sevgisini bizlere, günahlarımıza karşılık bir kurban tedarik ederek göstermesi, esas ve özsel sevgisinin yanında, yalnız hafif bir parıltıdır. Nitekim Baba Oğul’u yüceltir, Oğul Baba’yı, Kutsal Ruh da Oğul’u...


Gerçeğin Ruhu gelince, ...O kendiliğinden konuşmayacak, yalnız işittiklerini söyleyecek... O beni yüceltecek. Çünkü benim olandan alacak ve size bildirecek. Baba’nın her nesi varsa benimdir. “Benim olandan alacak ve size bildirecek” dememin nedeni budur” (Yuhanna 16:14; ayrıca bkz. 17:1).


Bu şekilde Baba, Kendisine ait olan her şeyi Oğul’a veriyor, çünkü O’nu “doğururken” sonsuz varlığın tümünü O’na iletir (Baba oluşu dışında). Baba ile Oğul, Ruh’u üflerken aynı durum söz konusudur.


Yuhanna 1:1’de Söz “Tanrı’yla birlikteydi” olarak tercüme edilen “pros ton Theon” kelimesi kelimesine tercüme edilirse, anlamı: “Tanrı’ya yönelikti”dir. Yani Oğul da kendini Baba’ya döker. Bu, yeni bir “doğum” değildir (Baba, Oğul’dan meydana gelmez), çünkü söylenen Kelâm’dan Baba’ya dönen şey, yankıdır. Yani Baba Tanrısal yetkinlikle Oğul’u (Söz’ü) ifade eder, Oğul da Tanrısal yetkinlikle Baba’yı tanımlar şeklinde bir yankıdır. Bu Söz Tanrılığı eksiksizce ifade eder ve tanımlar. Bu nedenle, Tanrı’nın mükemmelliğine de sahiptir. Ve bitmeyen bir “şimdi”de (zamansızlıkta) gerçekleşen bu karşılıklı akış, bir tek özde (Tanrı’nın bağrında) iki benlik arasında geçer (Baba ile Oğul arasında). Bu, aynada yüzümüzü görmek gibidir. Benim yüzüm aynadaki görüntüyü meydana getirir. Kaynak yüzümdür. Ama yansıma beni tasvir eder, bana görüntü olarak geri döner. Yine de görüntü beni meydana getirmez.


Söz’ün yankısı, Kendini Baba’ya döküşü, boyun eğmek değildir. Yalnız Söz beden aldığı zaman (İsa Mesih’te), bir tek benliğin bağıyla (Oğul’un kişiliği) birleşen iki ayrı öz (Tanrı özü ve insan özü) durumunda, Söz-insan, insan olduğu için Baba’ya boyun eğer, Baba’yı Kendisinden üstün sayar...


Tanrı’nın bağrından çıkan Söz, aynı anda Tanrı’nın bağrında da kalır. İnsan bir fikir oluşturur, onu sözlere döker ve bu sözleri söyler. Sözler ortaya çıkar ve duyulduktan sonra ölüp geçerler. Tanrı’da öyle değildir. Oğul Tanrı’nın sözleri değil, Tanrı’nın Sözü’dür. Yani, Tanrı’nın bütün sözlerine şekil veren aynı ve değişmeyen, ölmeyen tanım ve kavramsal kimliktir (“nefsî kelâm”). Sanki insan kafasındaki söz hazinesi gibi... Cümleler kuruyor, sözler söylüyor, ama söz hazinesi tükeneceğine zenginleşiyor.


Doğal insan için, kayba uğramadan kendini teslim etmek, boş kalmadan dökülmek mümkün değildir. Fakat Tanrı’nın sevgisiyle O’nun özyapısına yaklaştırılan inanlı, sevgide kendini başkalarının yararına teslim ederken, gerçek doluluğa kavuşur. Artık kendini harcamadan, kendini feda edebilir.


Bu teslimiyet: tıpkı “geçmiş”, “şimdi” ve “gelecek” birimleri arasındaki ilişki gibidir. Yaşanan an, zaman ilerleyince geçmişe dönüşür, öyle ki şimdiki zaman geçmişin ve geleceğin varlığıyla varlık kazanır. Gelecek durmadan şimdiye dönüşür, şimdiki zaman da geçmişe... Öyle ki her an, bir ‘önce’, bir ‘şimdi’ ve bir ‘sonra’yı oluşturur. Durmayan bir akış olduğu halde, zamanın üç birimi hiç karışmıyor, yine özerk bir şekilde var oluyorlar. Üçü, aynı şekilde zamanı bir bütün olarak kapsıyor; ayrıca üçü, bu ‘bir zaman’ın üç ayrı birimini de oluşturuyorlar. Bütün zamanlar geleceği, bütün zamanlar şimdiyi ve bütün zamanlar da geçmişi teşkil ederler; ama zaman bir bütün olarak geleceğe, şimdiye ve geçmişe ayrılır. Ve her şey aynı ve bir zamandır!


Aynı şekilde evrenin varlığına anlam veren hareket, zaman ve mekân birimleri, birbirini tanımlıyor, her biri diğer ikisi sayesinde var oluyor. Zaman, belli bir mekân içinde kaydedilen değişimin (hareket) birim dilimlerine bölünmesidir; hareket ve mekân yoksa zaman da yok; zaman ve mekân yoksa hareket de yok; aynı şekilde hareket ve zaman yoksa mekân diye bir şey de olamaz! Hep bir bütün olarak birlikte var oluyorlar.


Evrenin tümü, Üçlübirlikli Tanrı’nın eseri olarak hep üçer öğenin birleşimiyle anlam kazanır:


- güç, ışık ve ısı; - gaz, sıvı ve katı;

- önce, şimdi ve sonra; - beden, can ve ruh;

- en, boy ve derinlik; - akıl, duygu ve irade;

- enerji, madde ve hız; - düşünce, ifade ve eylem;

- tez, antitez, sentez... vs.


Bunlar tabii ki, kendilerini Yaratan’ın ancak gölgeleridir; Tanrı’yı anlatamazlar, fakat görkemini, üçlü gizemini yansıtırlar!



Gerçek Mantıklıdır


Gerçek her zaman mantıklıdır. Ama mantıklı bulduğumuz her şey her zaman gerçek değildir. Vahiy gerçektir. Ama ilk bakışta mantığını kavrayamıyorsak da onu reddedemeyiz. “Arayan bulur” sözüne paralel olan “anlamaya çalışan sonunda anlar” sözünü ilke olarak kabul edebiliriz.


Aklı yönlendirerek gördüğümüz gibi, tek Tanrı’nın sevgi gibi özsel nitelikleri açısından, Kendisinin tam, sonsuz ve Kendi kendine yeterli olabilmesi için, O’nda etken ve edilgen, verici ve alıcı olmak üzere, benlik dediğimiz kutuplar bulunması gerekir.


Grup ilişkileri, en az ve en fazla 3 benlik11arasında mükemmel ve yeterli biçimde gerçekleşir. Tıpkı, geometride alanın en sade şekli ve biriminin, üçgen olması gibi... İki kenarlı alan olmaz, dörtkenarlı poligon, yüzeyin geometrik birimi değildir. Geometride yüzeyin birliği ve bütünlüğünün en mükemmel ifadesi üçgendir.


Belki bu nedenle Üçlübirliği en iyi temsil eden geometrik şekil üçgendir. Düz alanı düz çizgilerle sınırlandıran en asgari ve sade şekil üçgendir. Bir çizgi alanı ikiye böler, ama bir alanı kapsamaz. 2 çizgi bir şekli de oluşturmaz. 3 çizgi yeni ve tam bir alanı belirler. Üçgenin yan çizgileri uçları hem birbirinden ayırır, hem de onları birleştirir. Çizgiler de aynı alana ortaktır, aynı özü paylaşıyorlar.


Bu şekilde Tanrısal özde bir “ben”, bir “sen” ve bir “o”nun aralarındaki ilişkileriyle birbirinden farklılaştıkları gibi, hepsi de aynı öze sahipler. Ve bu ilişkinin en mükemmel olma tarzı, Birlik’te Üçlülük’tür (Tevhit’te Teslis).


Burada, Tanrı’da bir “Üçlübirlik” söz konusudur çünkü buna mantıksal bir açıklama getirdik demiyoruz. Tam tersi: Üçlübirlik vahiyle açıklanan bir gerçek olduğu için, bunu mantıkla da anlayabiliriz diyoruz. Nitekim Kutsal Ruh hakkında: “işittiklerini söyleyecek” (Yuhanna 16:13) denirken, Baba ile Oğul arasında geçen konuşmayı dinleyen 3. bir şahıstır. Bir grup ilişkisine giriyor: bir “ben” ve bir “sen”in, bir “biz” olarak (grup olarak) konuştukları, bir “o” tarafından dinlenir...


Tanrı’nın ta Kendisi, üçlübirlikli özünü Kutsal Kitap’ta açıklamasaydı, kimse böyle bir iddia ortaya atmaya cesaret etmezdi (akıl da edemezdi). Kutsal Kitap’ı dürüstçe inceleyen herkes, bu konuda, Tanrı’nın, Kendi öz varlığıyla ilgili olarak verdiği tanıklığı kabul etmek zorunda kalır.


Tanrı tektir. Fakat insanın akıl gücünü aşan yücelikte, üç benlik olarak var olmaktadır. Bu gizemi, insanın aklı almıyor, çünkü O, zaman ve mekân dışındadır. O’nu bildiğimiz başka hiç bir şeye benzetemeyiz. İnsanın özü birdir, benliği de birdir. Tanrı ise, bir öz olup üç benlik halindedir. Bu nedenle O’nu insanla kıyaslayamayız. İnsandaki tekliğe benzetemeyiz. İlle de “O’nda üç benlik olamaz bizim gibibirdir” dersek, işte o zaman gerçekten O’na eş koşmuş oluruz! Çünkü bu O’nu, Kendisi hakkında bildirdiği vahiyler ile değil, doğada gördüğümüz fiziksel ve kavramsal sınırlara hapsederek anlamaya çalıştığımız demektir. Bu, Tanrı’yı doğaya (yani eserine) benzetmektir; Kendisine eş koşmaktır!


Tanrı’ya, mutlak bir doğaüstülükten başka ne yakışır ki? O’nu tam kavrayamayız, fakat Kendisi hakkında bildirdiklerini öğrenebiliriz, mantığını ve gerekliliğini anlayabiliriz!


Beyaz ışığı oluşturan kırmızı, yeşil ve mavi ışık gibi... Beyaz ışık üç ana renkten oluşur! Hepsi iç içedirler:ışık olarak aynı özü paylaşıyorlar; renk olarak, üç ayrı renk vardır. Yine de üçü beraber aynı ve bir tek ışıktır ve aynı ve bir tek renk oluşturuyorlar: Beyaz ışık!


Tanrı da öz olarak bir tek Tanrı’dır, kişilik olarak üç benliğe sahiptir. Yine de üçü aynı ve bir tek Tanrı’dır. Bu, bir gizemdir. Mantıksızdır demiyorum. Zaman akışının içinde bulunan insan, aklıyla zamansızlıkta olan sonsuz Tanrı’yı, bir anda tüm yönleriyle kavrayamaz diyorum. Tıpkı mekânın bir parçası olduğumuz için, bir futbol topunun tüm beneklerini aynı anda göremediğimiz gibi.


Değil ki, yalnız Tanrı bir gizemdir. Kendi eseri olan evreni hiçbir soru işareti kalmadan anlayabiliyor muyuz acaba? Dünyamızın sırlarını çözemedikten sonra, Tanrı’nın gizemini tam kavrayamamamız çok mu tuhaf?


Einstein’in “izafiyet kuramı”na göre ışığın hızında zaman geçmiyor; yani zaman yoktur demiştik. İki arkadaşı düşünelim. Biri normal hızda yürürken, birinin ışığa yakın bir hızla hareket edebildiğini farz edelim. Arkadaş bir kaç günlük bir yolculuktan sonra, dostunun yanına döner. Ne var ki, kendisi için bir kaç günlük süre, arkadaşı için bir kaç yıl olmuştur (60, 70 veya 80 yıl). Aralarında büyük bir yaş farkı meydana gelmiştir!


Bu nasıl olabilir diye sorulursa, Üçlübirlik konusunda olduğu gibi, cevap kolay anlaşılmaz. Fakat izafiyet kuramı bugünkü bilimin temelini oluşturur. Tamamen mantıklı ve matematikseldir ama biz sınırlı anlayışımızla kavrayamıyoruz. Peki, biz kavrayamadığımız için, yanlış olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa biz, Orta Çağ’da yeryüzünü düz görüp yuvarlak olabilmesini kavrayamayan ve Galilei’yi yakmak isteyenlerden mi olacaktık?


Bazıları Tanrı’yı dünyasal idrak kalıplarına sokmak isteyerek bu konunun matematiğe aykırı olduğunu ileri sürüyorlar: “1+1+1=1 olabilir mi?” diye eleştiriyorlar. Fakat matematiksel olarak ifade edecek olursak, O’nu “1x1x1=1’dir” şeklinde algılamalıyız. Yani: “13”; birin küpü. Çünkü benlik yönünden ayrı olmaları, ne zaman, ne de mekân içindedir. Ezeli-ebediyetinde zaman ve mekân yok ki, O’nu 3’e bölerek anlamaya çalışalım. Bunun için toplamada olduğu gibi, birbirine ilave edilen birimler değil, birbirinin içinde, aynı cevherin içinde yer alan ve bütün Tanrılığa sahip olan benliklerdir: “Tanrı’yı hiçbir zaman hiç kimse görmemiştir. O’nu, Baba’nın bağrında bulunanve kendisi Tanrı olan biricik Oğul tanıttı.” (Yuhanna 1:18; ayrıca bkz. 10:38; 14:11 ve 17:21). Biz zaman ve mekân dolduran varlıklar olduğumuz için, aynı gömleği birden 3 kişi giyemeyiz. Olsa olsa, gömleği yırtıp yan yana dururuz; toplamada olduğu gibi. Ama Tanrı’daki üçlüğü birbirinin içinegirerek aynı gömleği giyen üç kişi olarak düşünebiliriz; 1’in küpünde olduğu gibi. Çünkü O bir mekân doldurmuyor. Birbirinin içine giren üç adam örneğinde üç kişi var, ama 1 gömlek giyen bir tek varlık olarak yer dolduruyor. Üç bireyin mekânını işgal etmiyor, bir tek bireyin boşluğunu dolduruyorlar: 3 şahıs, tek birey olarak beliriyor!


Aynı gömleği giymeye çalışan üç birey ancak yan yana durabilirler.


İç içe girerek aynı gömleği giyen üç şahıs tek bireyin yerini doldururlar.

Bunun gibi, hayal gücümüzle Üçlübirliğin hem gizemini, hem de mantığını aydınlatan birçok örnek bulabiliriz. Fakat en önemlisi, bu konuyu kafamızı kurcalayarak tam mantıksal ya da matematiksel olarak çözebilmek değil. Önemli olan, BABA, OĞUL ve KUTSAL RUH ile ilgili gerçeklere dayanarak O’nunla daha bilinçli ve yararlı bir ilişkiye, gerçek bir adanmışlığa kavuşabilmektir.


Bir kavramı anlamadan onu gerçek olarak kabullenmekte zorluk çekeriz. Bu nedenle Üçlübirliğin gerçekliğini görmek önemlidir. Ama bunu hallettikten sonra sayfa 72 ve 73’te gördüğümüz gibi, en önemlisi, Tanrı’nın bizim için planladığı kurtuluşu, kutsallığı, yaşam gücünü, etkili duayı... kısacası bu ilişkiyi yaşamaktır. Ve bu ilişki, Birlik’te Üçlü (Tevhit’te Teslis) olan bir Tanrı’yladır!


Doğrusunu isterseniz, Rab’be geldikten sonra bu öğretiyi çalıştığımda ilgili öne-sürümleri anladım. Ama bu gerçeğin iç yüzünü, çok ders çalışarak değil de, Üçlübirlikli Tanrı’yla ilişkimi derinleştirdikçe kavradım. Çünkü esas önemli olan budur; Yani O’nu tanımak: Baba’ya dua ettikçe, İsa’yı örnek alıp yüreğimizde istekleri ve düşüncelerinin nasıl oluştuğunu gördükçe ve Kutsal Ruh’un gücü ve bizleri hizmete yeterli kılma ışı hayatımızda etkin oldukça, bu gerçeği akıldan öte ruhumuzla kavramaya başlıyoruz. Ruhumuz da, fiziksel boyutu aşan Allah’ın ruhsal âlemine kadar uzanıp doğaötesi gerçekleri sezgisiyle kavrıyor.


Bu nedenle siz de bugün, bu kitapta okuduklarınızı bir yandan mantıklı bulup bir diğer yandan hâlâ kavrayamıyorsanız endişe etmeyin. Tanrı’ya teslim olun, O’nun yolunda ilerleyin. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’la ilişkinizi, ibadetinizi geliştirdikçe, yine Üçlü-birliği de akılla açıklayamazsanız dahi, yüreğinizde gerçekliğini kavrayacaksınız! En önemlisi, yaşayan Tanrı’yla müthiş bir ilişki, hizmet ve yaşam doyumu süreceksiniz!