8. Kurtarılan Önderlik

Önderlik Dersleri

Şimdi önderlikteki bu Üçlü Birlik anlayışının uygulamada nasıl işleyeceğine bakacağız. Tanrısayar gözetenler gözettiklerine ve kendi onurları hakkında endişe duymayan önderler izleyicilerine karşı nasıl davranırlar? İsa’nın örneğine, özellikle birlikte geçirdikleri son gece öğrencilerine nasıl yaklaştığına bakarız. Onları yaklaşmakta olan ölümü için hazırlarken, her zaman yaptığı gibi onlara önderlik etmeyi sürdürdü; çünkü “kendisine ait olanları … sonuna kadar da sevdi” (Yuhanna 13:1). Fakat aynı zamanda hemen önlerindeki krizin ötesine geçip, başlattığı hareketin önderliğini, hala aralarında kimin en büyük olduğu ve İsa Egemenliğini kurduğu zaman kimin en yüksek makamlarda oturacağı hakkında tartışan bir grup adama teslim etme konusunu da düşünüyordu. Fısıh yemeğini paylaştıkları odada yaşananlar (Yuhanna 13-17), tüm önderlerin örnek alması gereken İsa’nın önemli niteliklerini gözler önüne serer.

Tanrısayar Önderlerin Tutumları

  1. Kişisel ilgi ve özen gösterme

    İsa “Yemekten kalktı, üstlüğünü bir yana koydu, bir havlu alıp beline doladı” (Yuhanna 13:4). İsa’nın öğrencilerinin ayaklarını yıkamasının başlıca nedeni, onların da birbirlerine nasıl hizmet edeceklerini göstermek üzere bir örnek olmaktı. Ancak İsa’nın davranışları aynı zamanda, bu hizmetin nasıl olması gerektiğini de resimler; çünkü öğrencilerinin kirli ayaklarıyla sofraya oturmak üzere olduklarının farkındaydı – özellikle yer sofrasında birbirlerine yaslanarak oturduklarını ve ayaklarının masanın altında gizlenmediğini hatırladığımızda, bu durum hafife alınacak bir hal değildi! İsa onların kişisel ihtiyaçlarının farkındaydı. Misafirlerin ayaklarını yıkama görevi, evin en düşük konumlu hizmetkârı, genellikle Yahudi olmayan bir köle tarafından gerçekleştirildiği göz önüne alındığında, İsa’nın bu davranışı son derece alçaltıcıydı. Üstelik ayaklar özelikle kirli ve utanç kaynağı olarak görülürdü – Orta Doğu ve Asya’nın birçok bölgesinde de hala aynı şey geçerlidir. İsa onların ayaklarına dokunduğunda vücutlarının hassas ve şahsi kısımlarına dokunuyordu – öğrenciler için utanç verici ve İsa için alçaltıcı bir durumdu ama aynı zamanda aralarında özel bir ilişki de yaratıyordu.

    Eğer ayaklarına dokunan sıradan bir köle olsaydı, rahatsızlık duymadan olanlara hiç aldırış etmezlerdi; oysa ayaklarına dokunan İsa olunca, çok yoğun bir yakınlık hissediyor olmalıydılar.

    Önderlerin birçoğu, yetkilerini korumak için aralarında belli bir mesafe bulundurmaları gerektiğini düşündüklerinden, kendilerini izleyenlerle böylesi kişisel yakınlıktan ve dostça münasebetten kaçınırlar. Yakınlığın saygı kaybına neden olacağından korkarlar. Hintli bir Hristiyan organizasyonun üyeleri bana, aralarındaki mesafeyi korudukları ve koruyucuları kendisine yaklaşılmasını zorlaştırdıkları için, önderlerinin kendilerinden nasıl uzak göründüğünü anlattılar. Öte yandan Yemen’deki bir insani yardım organizasyonunun Amerikalı müdürü, sivil savaşın başlangıç yıllarında gerçekleşen bir olayı anlattı. Çalışanlardan birisinin işe geç kalmasından endişe duyan bu müdür, diğerlerine bu kişinin başına bir şey mi geldiğini sordu. Çalışan sonunda işe gelir gelmez, müdür hemen ona her şeyin yolunda olup olmadığını sordu. Diğer çalışanların aralarında “Bak bizimle ne kadar ilgileniyor!” dediğini işitti. Buna şaşırmışlardı çünkü endişelerini çok seyrek ifade eden ve geç kalan kişiyi azarlayıp bir daha tekrarlanmaması gerektiğini söyleyen patronlara alışıklardı.

  2. İzleyicilerinin başarılı olmasını isteme

    İranlı arkadaşım Javad bir gün, İsa’nın öğrencileri için istedikleri ve hatta kendisinden “daha büyük işler” yapacakları vaadi (Yuhanna 14:12) hakkında okuduktan sonra heyecanla bana geldi. İsa gibi büyük bir önderin öğrencilerinin bu şekilde başarı elde etmesini istemesine şaşırmıştı. Önderlerin izleyicilerinin kendilerinden daha başarılı olmasından ve kendi konumlarına tehdit oluşturma potansiyelinden endişe duymasına alışkındı. İzleyicilerinin kendilerine yarar sağlayacak ama önem açısından kendilerini gölgede bırakmayacak bir seviyeye ulaşmalarını isteyen önderler görmüştü.

    2. bölümde büyük İranlı güreşçiyle öğrencisinin meşhur hikayesini anlatmıştım. Güreşçi öğrencisine son, özel bir hareketi öğretmeyerek öğrencisinden daha üstün kalmayı başarmıştı. Yıllar önce bu hikayeyi Kabul’deki Afganlı bir hayır kurumu çalışanlarıyla paylaşmıştım. Hikayedeki gerçeği hemen fark ettiler ve aralarından birisi şu yorumda bulundu: “Afganistan’ın gerilemesine ve gitgide yoksullaşmasına şaşmamak gerek; çünkü her yeni nesil bir öncekinden daha az bilgiye sahip!”

  3. Kendini ifade etme

    Üst kattaki odada yaşananlar İsa’nın önderliğinin başka bir özelliğini gösterir – öğrencilerine yönelik açıklığı ve şeffaflığı: “Artık kul demiyorum. Çünkü kul efendisinin ne yaptığını bilmez. dost dedim. Çünkü Babam’dan bütün işittiklerimi bildirdim” (Yuhanna 15:15). Birçok önderin mesafeli durmak suretiyle yetkilerini arttırdığını halihazırda söyledik. Bu gibi önderler bilginin güç olduğunu da anladıklarından, izleyicilerinin kendilerine bağımlı kalması için onlardan bilgiyi esirgerler. Özel konuşmaları gizli tutmak bir önder için önemli bir nitelik olmakla beraber – özellikle sık sık herkesle paylaşılmaması gereken sırlara ortak olduklarından – net ve yeterli iletişim de, izleyicileri içinde bulunulan durumu anlamaya ve kendi kararlarını almaya muktedir kıldığı için, bir o kadar hayati önem taşır. İsa yetkisini elçilere aktarmaya hazırlanırken, Baba’nın planını mümkün olduğunca anlamaları önemliydi.

    İsa şahsen açık olmayı örnekledi; bunu sadece Babası’ndan işittiklerini aktarmakla değil, yoğun duygusal yaşamını onların önünde sürdürerek de yaptı. Üzüntü içinde ağladığı, iki yüzlüleri öfkeyle azarladığı ve çevresinde acı çekenler için hissettiği derin şefkati hissettiği zaman öğrencileri O’nun yanındaydı. Bizler için kişisel açıklık – günahsız olan İsa’dan farklı olarak –zayıflık ve başarısızlıklarımızı saklamamamız anlamına da gelir. Birçok önder, konumlarına gölge düşüreceğine inandıkları için, bir şeyi bilmediğini veya hatalarını kabullenmekten korkar. Oysa öğrenci yetiştirmemiz bizim kusursuz performansımıza değil, Tanrı’nın bağışına ve lütfuna dayalı olduğundan, daha doğru bir Hristiyan yaşamı örneklemek suretiyle, sık sık izleyicilerin gözündeki konumlarını daha güçlendirir. Benzer şekilde yetkimiz de, kusursuz bilgimiz veya davranışımızdan değil, Tanrı’nın armağanı ve çağrısından kaynaklanır.

    Operation Mobilization organizasyonunun kurucusu olan George Verwer 1960’larda, olay yaratacak konulara girmekten kaçınan birçok vaizden farklı olarak, pornografiyle olan mücadelesini açıkça paylaştığında birçok kişiyi şaşırttı. Bu açıklığı ruhsal yetkisini baltalamak yerine, daha da arttırdı; birçok genç bütünlüğünden ve dindar ikiyüzlülüğün yokluğundan olumlu olarak etkilendi. Birçok kişi yaşamını, Verwer’ın kişisel gerçeği kendilerini ona güvenebileceklerine ikna ettiğinden, misyonunu izlemeye adadı.

  4. Alçakgönüllülük

    4. bölümde Pavlus’un Mesih’in gösterdiği alçakgönüllülüğü ve yüceltilişini ilan ettiği büyük ilahiye baktık (Filipililer 2:6-11) ve bu muhteşem gerçeği sunma amacının, imanlıları birbirlerinden uzaklaştıran onur-güdümlü sosyal baskılar karşısında, birliği sağlama öğüdüne güç katmak olduğunu kaydettik. Pavlus bölüme beş önemli tutuma atıfta bulunarak başlar – ikisinden kaçınılmalı ve üçü teşvik edilmelidir – ve bunlar birliğin sağlanmasında hayati önem taşırlar (Filipililer 2:2-4):

    • “Bencil tutkular” (eritheia): Bu ifade orijinal olarak gündelik işçi anlamına gelirdi; Aristo’nun ardından, düşük seviyeli bir kişinin kendisini ilerletmek üzere yaptığı plan ve hesapların uyumsuzluk, bölünmeler ve çekişmelerle sonuçlandığını ima eder. Sivri dirseğiyle rakiplerini iten birisini tanımlar. Aynı sözcük Filipililer 1:17’de, Pavlus’un hapse atılışını müjdeyi duyurmak suretiyle dikkatleri kendi üzerlerine çekme ve Pavlus’un hapiste çektiklerine daha çok acı katma fırsatını yakalayan rakipleri için de kullanılmıştır. Bu çirkin, utanç verici tutum, Tanrı’ya eşitliğe dört elle sarılmak yerine, sahip olduğu görkemden vazgeçen ve “kendisini boşaltan” İsa’nın tam tersidir.

    • “Boş övünmeler” (kenodoxia): Bu ifadenin kökü “boş görkemdir”; bir kişinin kendisini abartılı ve gerçekçi olmayan şekilde önemli görmesidir. Bu gibi kişiler, diğerlerinden daha nitelikli oldukları için daha büyük bir onuru ve daha yüksek makamları hak ettiklerini düşünürler. Başka birisi övüldüğü zaman kıskançlık ve öfkeyle dolarlar. Galatyalılar 5:26 küstah kişilerin rekabetçi ve kıskanç olduklarını, büyük ihtimalle diğer kişileri küçük gösterme fırsatları peşinden koştuklarını söyler.

    • “Alçakgönüllü” (tapeinophrosune): Alçakgönüllülük Hristiyanlıktan etkilenen kültürlerde sık sık pozitif bir nitelik olarak algılanmasına rağmen, Pavlus’un yaşadığı günlerdeki Grek filozoflar için, zayıflık, yaltaklanma, teslimiyet gibi anlamlar içeren olumsuz bir çağrışım yapardı. Pavlus Filipi kilisesine – özellikle mektubundaki “gözetmen ve görevlilere” (Filipililer 1:1) - hitap ederek onlardan alçakgönüllü olmalarını istediğinde, hemşerileri tarafından itibar gören onur-güdümlü davranışları reddederek radikal bir şekilde kültür-karşıtı olarak yaşamaya çağırıyordu. Onlara Mesih’in örneğiyle meydan okudu (Filipililer 2:8) ama eğer bu tutumu benimseyecek olurlarsa, eş ve dostlarının öncelikle kuşkuyla yaklaşacaklarını ve ardından alaycı bir şekilde kendilerini küçümseyeceklerini söylüyordu.

    • “Öbürünü kendinden üstün sayma” (huperecho): Bu ifade daha önemli olma veya üstün değer anlamını içerir. Romalılar yaşamı cursus honorum veya bir onur yarışı olarak gördükleri için, öbürlerini onur, konum veya güç açısından kendinden üstün sayma çağrısı, çağdaş kültürlerinin temeliyle doğrudan çelişiyordu. Romalılar 12:10 benzeri vurguyu yapar: “Birbirinize saygı göstermekte yarışın.” Kendinizi onurlandırmaya çalışmak yerine, başkalarına saygı göstermek ve onurlandırmak için içten ve samimi yollar bulun.

    • “Başkalarının yararını gözetme” (skopeo): Bu ifade kendi yararım yanı sıra, başkalarının da yararını gözetmek ve onların gündeminin ilerlemesine nasıl katkıda bulunacağımı düşünmek anlamını içerir; onlarla yarışmadan veya onların gelişimine köstek olacak yollar aramadan, rakipleri olmak yerine, onların hizmetkârı olmaktır. Mesih kurtuluşumuzu garanti altına almak için kul halini aldı.

Kendi önemlerini yanlış değerlendirmenin temelinde sürekli olarak statü kazanmaya çalışmak yerine, Pavlus Filipili önderleri daha önce işitilmemiş bir şeye çağırır – diğerlerini kendilerinden üstün gören alçakgönüllülüğü göstermek - ve bu durum başkalarının yararını gözetmek - şeklinde kendisini dışa vurur. Pavlus eski onur anlayışının ne kadar boş olduğunu alenen gösterir ve Filipilileri, Tanrı’nın yaşamlarını başkaları uğruna feda ederek saygın şeyi yapanlara bahşettiği gerçek ve sonsuz onurun verildiği yeni anlayışa çağırır. Hellerman bu metin üzerindeki yazısına “Onurun Yeniden Yapılandırılması” başlığını vermiştir.58

Yetki ve Saygı

Bütün bunlar hiyerarşik kültürlerde yetişmiş kişilerin bir önderden baskıcı ve mesafeli olmasını beklediği durumlarda işlev gören önderler için temel nitelikli sorular ortaya çıkarır. Eğer önderler kişisel yakınlığı teşvik eder, kendi zayıflıkları hakkında konuşur ve diğer kişileri kendinden üstün görürse, izleyicilerinden nasıl saygı göreceklerdir? Bir öğretmen öğrencisinin sorusuna “Sen ne düşünüyorsun?” veya hatta “Bilmiyorum” diyerek yanıt verecek olursa, sınıftakiler huzursuz ve asi olmaya başlamazlar mı?

Tüm önderlerin Batılı demokratik, fikir almaya açık bir önderlik modelini kabul etmesi gerektiğini söylemiyorum. Bu yaklaşımın Batı kültürüne derinden işlediğinin ve dünyanın farklı bölgelerinde bu tarzı kullanarak önderlik etme çabalarının kafa karışıklığı, öfke ve nihayetinde hor görmeye kadar gideceğinin farkındayım. Uluslararası bir misyon takımında, sergilediği otoriter önderlik tarzıyla – doğrudan emirleri yüksek sesle veren ve sorgulandığında buna kızan Asyalı bir önderin - Batılı takım üyelerini kırdığını hatırlıyorum. Arkasından onu Hitler’le kıyasladılar! Ondan sonra göreve gelen Batılı önder bunun tam zıttı bir tarz kullandı ve herkesin fikrini almak üzere büyük çabalar harcadı. Fakat Asyalı takım üyeleri bu durumu kabullenmekte zorlandılar; önderin görevinin karar vermek olduğundan, yeni önderlerinin zayıf olduğundan ve yönetme sorumluluğundan vazgeçtiğinden şikayet ettiler!

Kutsal Kitap yetkinin Tanrı’dan geldiğini ve önderliğin ayrılmaz bir unsuru olduğunu açıkça öğretir. İsa’nın soruları harika bir şekilde kullanmasına – düşüncelerini netleştirerek ve varsayımlarındaki istikrarsızlıkları ortaya çıkartarak insanlara yardım etmesine – rağmen, ne yapmaları gerektiği hakkında öğrencilerinin fikrini hiç almadı. Babası’nın sesini işiten ve izledikleri misyonu anlayan İsa’nın kendisi olduğundan, net bir şekilde ve cesaretle yönlendiren de O’ydu. Öğrenciler arasında şikayet ve tartışmalar olduğu zaman onları azarlamaya, hatta bunu bazen en sert dille yapmaya tereddüt etmedi. Benzer şekilde Pavlus da zayıflıkları hakkında övündükten sonra, Korintlilerle olan yazışmasını şu sözlerle tamamlar: “Rab’bin yıkmak değil, geliştirmek için bana verdiği yetkiyi yanınıza geldiğimde sert biçimde kullanmak zorunda kalmayayım diye, bunları aranızda değilken yazıyorum” (2. Korintliler 13:10).

Aynı şekilde Üçlü Birlik’teki her şahsın birbirini sevmesinde ve yüceltmesinde görülen görkemli birlik ve karşılıklılık bizi, Baba’nın artık nihai yetki kaynağı olmadığı düşüncesine sevk etmemelidir. Kapadokyalı atalar Oğul’un, Baba gibi tam anlamıyla Tanrı olduğunu ve O’na Baba’yla birlikte tapınılması gerektiğini söyleyerek, Baba’nın altında olmadığını kanıtlamışlardır. Bununla birlikte Oğul, “Ben kendiliğimden hiçbir şey yapamam” (Yuhanna 5:30) sözleriyle her zaman Baba’ya tabii olmuştur. Ayrıca itaatkârlığı sadece dünyada geçirdiği süreyle de sınırlı değildi; çünkü ebediyetten itibaren her zaman Baba’dan Oğul’du ve bu sebeple Baba’ya bağımlıydı ve kusursuz Oğul olarak Babası’na her zaman tamamen boyun eğmişti. Oğlun Baba’ya kusursuz boğun eğişi, O’nu Tanrılığın görkeminden alıkoymadı ama Baba’nın lütfunu ve gerçeğini tamamen açıklayan kusursuz Söz haline getirdi.

Önderler yetkilerinden emin olmalıdırlar ama bu otoriter olmaları anlamına gelmez; yönetmelidirler ama efendilik taslamamalıdırlar. Bu farklı kültürlerde farklı şekillerde ortaya çıkar ama önemli olan, sahip oldukları yetkinin kendilerinden değil, Tanrı’dan kaynaklandığını bilmektir. Önderler kendi armağan, güç veya erdemlerine dayalı olarak yetkiye sahip olduklarını düşünmeye başladıkları zaman, putperestlik etmeye başlamışlar demektir. Bir anlamda kendilerini Tanrı’nın yerine koymuşlardır. Hristiyan önderlerin çoğunluğu yetkilerinin Tanrı’dan geldiğiyle hemfikir olduklarından, bir önderin yetkisini gerçekten nasıl anladığını algılamak zordur. İnsan olarak kendi kendimizi aldatmaya meyilli olduğumuz için, davranışlarımızı güdümleyen derinlere yerleşmiş inançlarımızdan tamamen haberdar olmadığımızdan, motivasyonlarımız ister istemez karmaşıktır.

Bununla birlikte doğru algılamaya yardım edecek iki yöntem vardır:

İlk olarak önderlerin yetkisi Tanrı’dan geldiği için, Tanrı sayar önderlerin bu yetkiyi savunmaya ihtiyaçları yoktur. İsa ve Pavlus gibi, Tanrı’nın yetkilerini savunacağından ve onaylayacağından emin olarak, bir kul rolünü üstlenebilirler. Yetkileriyle gösteriş yapma veya uygulamak için savaşma veya kendilerini eleştirenleri eleştirme gereği duymazlar; aksine kendi yetkilerini kullanacak olurlarsa, Tanrı’dan gelen yetkiyi kirletme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarından haberdardılar.

İkinci olarak önderlerin yetkisi Tanrı’dan geldiği için, bunu başkalarının yararına kullanırlar. Hizmetkâr önderliğin gerçek anlamı budur ve bazen başkalarının isteklerine zayıflık içinde uymak olarak yanlış anlaşılır. Gerçek önderler Tanrı’nın verdiği yetkiyi kendi yaşamlarını konforlu bir hale getirmek, ünlerini arttırmak ya da servet biriktirmek için kullanmazlar; bu gibi şeyler yerine yetkilerini, sık sık kendi çıkarları pahasına, gözetimleri altındakilerin refahını arttırmak için kullanırlar.

Kilise Kurma Hareketleri

Bu önderlik anlayışı, kilise hareketlerinin görülmesi için şarttır. Eğer hedefimiz Hristiyan olmayan toplumlara müjdeyi duyurmaksa, kiliselerin büyümesinin nüfus büyümesiyle orantılı olarak gitmesinin ve daha büyük artış göstermesinin tek yolu, kiliselerin yeni kiliseler başlattığı ve ardından bu yeni kiliselerin de üçüncü, dördüncü ve beşinci nesil kiliseler başlatacağı üstel bir çarpımla büyümek olacaktır. Armağanlı önderler çevrelerinde bir grup insan toplayarak topluluğun büyümesini sağlayabilirler. Fakat böylesi bir grup - genellikle önderin kapasite ve becerilerine göre belirlenecek olan – belli bir süre sonra duraklama dönemine girer. Sadece kişileri kiliseye getirmek, vaazdan ve tapınmadan zevk almak, elçilerin birinci yüzyılda tanık oldukları ve bugün bizim de görmemiz gereken hızlı büyümeyle sonuçlanamaz. Topluluğa kişiler eklemenin yerine, toplulukların çoğaldığını görmeye ihtiyacımız vardır. Bu da ancak, imanlıların içinde yaşadıkları topluma gönderilerek, kendi başlarına gruplar oluşturmak üzere teşvik edilmesiyle gerçekleşebilir. Bu süreç için yeni önderlerin geliştirilmesi, yetiştirilmesi ve gönderilmesi şarttır.

Yakın bir geçmişte kilise kurucularının yeni gruplar başlatmak için, Hindistan’da yaşayan David Watson’un geliştirdiği “Öğrenci Yetiştirme Hareketinin” bir parçası olan “Discovery Bible Study – Kutsal Kitap’ı Keşfetme Çalışması” adlı bir aracı kullanarak eğiten programa katıldım. Bu yöntem gruptakilerin bir metni hep birlikte tekrar tekrar okuduğu tümevarımlı basit bir Kutsal Kitap çalışmasından ve ardından okuduklarının kendilerine nasıl konuştuğunu ve bu gerçeği önlerindeki hafta içinde nasıl uygulayacaklarını paylaşmasından oluşur. Kişiler birkaç hafta içinde bu grupları nasıl yöneteceklerini öğrenebilir ve ardından kendi arkadaş veya akrabalarıyla yeni bir grup başlatabilirler. Eğitim programının tamamlanmasından sonra iki armağanlı ve istekli kişi kendi kasabalarına dönüp hemen yeni gruplar başlattılar. Fakat bu gruplar çoğalmadılar. Yetiştirdiğim önderler bir seyahate çıktıkları zaman bir sonraki toplantıyı iptal ettiler; çünkü gruplarındaki hiç kimsenin kendi yokluklarında yeterli derecede önderlik yapabileceğine inanmıyorlardı. Sonuç olarak yeni gruplar başlatacak yeni önderleri hiç yetiştirmediler. Toplantının başarılı olmasının kendilerinin orada olmasına bağlı olduğunu ve kendileri olmazsa grubun ne yapılması gerektiğini bilemeyeceğini düşünüyorlardı. Grubu yönetmekten hoşlanıyorlar ve bir başkasının bunu yapmasını istemiyorlardı. Gelecek nesil önderleri yetiştirmek hem ayrıcalık hem de sorumlulukları başkalarına aktarmak, başkalarının yerimize geçmesine izin vermek ve kendi başlarına büyümeleri için onları salıvermek demektir.

Endonezyalı emektar bir kilise kurucusu – yirmi yıl içinde 18.000 gruba ulaşan bir hareketi yönetmiştir – bizimle önemli olan şeyin “onuru yeniden tanımlamak” olduğunu paylaştı. Himayesi altındaki kilise kurucularının doğal eğilimlerinin ev kiliselerine yeni üyeler eklemek olduğunu, çünkü yeni katılan üyelerin kendilerini daha önemli ve başarılı hissettirdiğini fark etmişti. Buna karşılık olarak, bir kilise kurucusu yeni bir grup başlattığını rapor edince, diğer kilise kurucularının yeni bir önder yetiştiren ve hizmet için ona ortam sağlayan bu önderi alkışlayıp kutladığı bir kutlama organize etti. Bu sayede kilise kurucular gerçek, tanrı sayar onurun, gitgide artan sayıda izleyici kazanmak değil, başkalarına makam ve konum sağlamaktan geldiğini öğrendiler.

Yakın Doğu’daki bir arkadaşım kilise kurma hareketlerinin işlemesine yönelik başka bir boyutun, çoğulcu önderlik takımları olduğunu söyledi. Arkadaşımın eğittiği kişilerin çoğunluğu, her şeyi kendi kontrolü altında tutan tipik gözeten pastörlerden bıkmış olan geleneksel kiliselerden geliyordu. Bu sebeple organizasyonun büyümesi ancak o tek adamın sahip olduğu enerji ve beceriler kadar olabilirdi. Böylece karar vermenin ve etkin delegasyonun gerçekleştirildiği farklı bir önderlik tarzına ihtiyaç duyulduğunu gördüler. Geleneksel pastörler yeni gruplar oluşturarak yaratıcı müjdeleme yapma yaklaşımlarına izin vermeye açıktırlar ama ardından tüm yeni imanlıların geleneksel tapınma toplantılarının yapısını ve içeriğini yabancı ve itici bulmalarına rağmen, bu toplantılara katılmasını beklerler. Pazar sabahları kiliselerinde oturan kişi sayısını arttırma arzusu, yeni imanlıların, kendilerini kabul edilmiş gördükleri ve büyüyebilecekleri daha uygun gruplara duyduğu ihtiyacın önünde gelir.

Batılılar ve Teslimiyet

Batılıların karşısındaki zorluk bir açıdan farklıdır. Kutsal Yazılar’daki “Önderlerinizin sözünü dinleyin, onlara bağlı kalın” (İbraniler 13:17) gibi öğütleri okuduğumuz zaman verdiğimiz ilk tepki sık sık, itirazda bulunmak, buyruğun gücünü sınırlamalar ve istisnalarla azaltmaya çalışmak olur. Post-modern anlayış bize tüm yetki makamlarına karşı temkinli yaklaşmayı, yetkinin doğası gereği çürük olarak algılanması gerektiğini ve yöneticinin bencil planlarını empoze etmek için zorla kullanıldığını öğretir. Maalesef kilisede ruhsal yetkinin tacizleri aklama ve failleri koruma amacıyla kötüye kullanılma örnekleri, bu şüphelere yenilerini katmıştır. Yetki nihai olarak Tanrı’dandır ama Tanrı bu yetkiyi kendi amaçları uğruna çarpıtan ve bozan kusurlu insanlara vermiştir.

Buna rağmen Tanrı’nın yetkisine teslimiyetimiz sık sık insani yetki makamlarına olan teslimiyetimizle ifade edilir. Teslimiyet bize, olanları anlamadığımız zamanlarda güvenmemizi öğreten ve isyankâr doğamızla yüzleşmemizi gerektiren eski bir ruhsal disiplindir. Bize bir şey yapmamız buyurulduğu zaman hepimiz rahatsız oluruz ve bu tepkinin günah olduğunu kabullenmemiz ve karşı durmamız gerekir. Tüm yürekle yapılan teslimiyetin sevincini yeniden keşfetmeye ihtiyacımız vardır. Başka bir kültürden gelen bir önderin altında çalışmak, sadakatle hizmetten zevk alarak, itiraz etmeden veya bir açıklama beklemeden itaat etme hakkında öğrenmek için harika bir fırsattır.

1960’lardaki tipik öğrenci protestocu geçmişimden bir yıl sonra iman ederek OM International ile Hindistan’a ilk gittiğimde yirmi iki yaşındaydım. Manchester Üniversitesindeki ilk yılımda, öğrenci işleri bloğunu işgal ederek yetkililerden ellerindeki “gizli dosyaları” açıklamalarını isteyen gruba katılmıştım. Oysa üniversitenin kişilere özel bilgileri saklaması, bugün bana oldukça anlaşılır geliyor! Hindistan’da geçirdiğim süre oldukça farklıydı. İlk önderlerimden biri ufak tefek yapılı, Hindistan ordusundan emekli bir onbaşı olan S. N. Das’tı. Müjdeleme yapan takımımızı, sabahın köründe yapılan dua zamanları ve oruç tutma günleriyle askeri bir manga gibi yönetiyordu. Benden isteneni sorgulamadan veya şikayet etmeden yerine getirmeyi öğrenmek, bana saygı ve itaatin değerini öğretmek suretiyle, ruhsal formasyonumun ve kültürler arası eğitimimin hayati bir parçası olmuştur.

Böylesi sevinç dolu bir teslimiyet, taciz veya adaletsizliğin karşısında sessiz kalmakla karıştırılmamalıdır. Işık çocukları olarak gerçeği konuşmaya çağrıldık ve yetkinin kötüye kullanıldığına tanık olduğumuz zaman kaygılarımızı mutlaka dile getirmemiz gerekir. Fakat bunu, bireysel öfkemizi püskürterek değil, üzerimize yerleştirilmiş olan yetki makamına saygı göstermeye devam ederken, önderlerimizin iyiliğini isteyen bir tutumla ve onların başarılı olmasına yardım etmeye çalışarak yapmalıyız. Benzer şekilde kilise de, toplumdaki peygamberlik sesini kaybetmeme konusunda dikkatli olmalıdır. “Baştaki yönetime bağlı olmak” (Romalılar 13:1) adaletsizlikler karşısında sessiz kalmak değildir. Kutsal Kitap’ın yetkisine inanan Hristiyanların birçoğunun Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığına ve ABD’nin güney eyaletlerindeki Jim Crow politikalarına karşı sessiz kalması, bugünkü güvenilirliğimizi ciddi şekilde baltalamıştır; Piskopos Desmond Tutu ve Dr. Martin Luther Jr. gibi barışçı yollarla, onur ve saygı göstererek olup bitenlere karşı konuşan kişiler, bugün bizlere örnek olan hoş istisnalardır.

Asya ve Afrika’da çalışan kişiler herkesin önünde onurlandırıldıklarında genellikle kendilerini mahcup hissederler. Kilisenin ön sırasında kendilerine yer verildiğinde, bir başkası çantalarını taşıdığında veya kendileri hakkında yapılan konuşmalar başarılarından söz ettiğinde rahatsız olurlar. Öylesine eşitlikçi olmuşuzdur ki, resmiyetten uzak kalmaya değer verdiğimiz için bu gibi davranışları garip karşılarız. Bazen Batılı Hristiyanlar kendilerine verilen onuru kabul etmeyi reddederek, hizmetkâr önderliği örneklediklerini sanırlar ama elde ettikleri şey kafaları karıştırmaya ve hatta gücenmelerine neden olmaya kadar varır. Batı Afrika’daki bir Kutsal Kitap okulunun İngiliz müdürü hakkında bir hikaye anlatılır. Hizmet etme hakkında bir ders vermeye hazırlanan bu müdür, okulun bahçesindeki çimleri kesmeye başladı. Bu durum personel arasında büyük şaşkınlığa yol açtı. Ona sitem ederek, bu davranışının kendilerini çok utandırdığını söylediler. Saygıdeğer bir kurumun müdürünün bir bahçıvanın işini yapması, tüm kurumu küçük düşürüyor ve dışardan bakanlar müdürün personeline, işlerini gerektiği gibi yapması için söz dinletemediğiyle alay ediyorlardı. Bu davranış onlar için övgüye değer değil, aksine garipti. Belki onların beklentilerine uyarak ve onların standartlarını kabul etmek suretiyle alçakgönüllülükle davranarak onlara daha iyi hizmet edebilirdi.

Peki o zaman İsa’nın öğrencilerinin ayaklarını yıkaması niçin fevkalade bir etkinliğe sahipti? O’nun örneğini nasıl izleriz? Bu sorunun yanıtının bir kısmı, kültürün içinden biri olan İsa’nın, davranışının nasıl algılanacağını ve nasıl bir etkisi olacağını tam olarak bilmesindedir. Zamanlama da önemliydi; Fısıh Bayramı ve yaklaşmakta olan felaketin varlığı, bu basit harekete büyük bir önem katıyordu. Bu sembolik hareket, tipik olarak bir köle tarafından yapıldığı için standarda istisna oluşturduğundan, çok köklü bir etkiye sahipti. Öğrencilerinin ayaklarını yıkayan İsa ne yetkisini inkâr ediyor ne de onlarla aynı seviyede olduğu süsünü veriyordu; çünkü yaptığı şeyin nedenini şöyle açıkladı: “Siz beni Öğretmen ve Rab diye çağırıyorsunuz. Doğru söylüyorsunuz, öyleyim” (Yuhanna 13:13).

Üçlü Birlikçi model, Batılı kilisenin kurumsal düşünce tarzının önderliğini etkilemesine izin vermesiyle de meydan okur. Peter Drucker ve Patrick Lencioni gibi laik yazarların bilgeliğinden öğrenilecek birçok derin içgörü olmakla beraber, başarı büyük bir sıklıkla rakamlar, bütçeler ve binalarla ölçülür ve büyüme Ruh’un işlemesine çok az yer veren mekanik program kavramlarıyla anlaşılır. Pastörler kendilerini bir şirketin CEO’su gibi görürler ve topluluklarını kendi kişisel vizyonlarını gerçekleştirmek ve kendi önemlerini topluluk üyelerinin övgülerinde bulmak üzere yönlendirirler. Böylesi bireycilik, önder takımlarının Yeni Antlaşma’da gördüğümüz gibi kişilerin sevgiyle hareket etmesine ve birbirine boyun eğmesine ortam sağlamaz. Aksine, onur-güdümlü gözeten önderler gibi, zaman içinde öylesine gururlanırlar ki, kendilerini kimseye hesap veremez olarak görmeye başlayıp büyük bir skandal ve utançla sonuçlanan kaçınılmaz bir düşüşe kadar, başarılarıyla beslenmeye devam ederler.

Acı Çekme ve Düşmanlar

İsa ve Pavlus’un örneğini izleyerek Tanrı’nın Egemenliği’nde etki sahibi olmak isteyen önderler, kişisel olarak acı çekmenin bedelini ödemeye hazır olmalıdırlar. Kendi kültürlerinin beklentilerini küçümsemeyi seçerlerken, yanlış anlamalar, azarlamalar ve düşmanlıkla karşılaşacaklardır. Avusturalyalı bir araştırmacı olan Peter Marshall, eski Grek ve Roma dünyalarının son derece muhalif olan onur sistemini, kişilerin arkadaşlarına iyilik yaparak veya düşmanlarına zarar vererek sosyal makam kazandıklarını tanımlar. Marshall düşmanlığın kıskançlık, rekabet veya hayal kırıklığı nedeniyle ortaya çıkabileceğini söyler ve eski bir Grek atasözünden alıntı yapar: “Dostlarına yardım et, düşmanlarına zarar ver.” O dönemde insanlar kendilerini, başkalarının üzerine çıkarak, başkaları pahasına onur kazanarak yükselttiler. Bu yükselme sık sık konuşma güçlerini düşmanlarını alaya almak veya ettikleri hakaretlerle utandırmak üzere kullanmak suretiyle gerçekleştirilirdi.59 Isak Lund, meşhur Romalı konuşmacı Çiçero’nun bile, rakibinin namını lekelemek üzere cinsel içerikli uydurma iddialar kullanmaktan kaçınmadığını göstermiştir.60 Sonra da bu durum, düşmanının arkadaşları tarafından dışlanmasıyla sosyal çevresini yok etmeye neden olurdu. Nihai silah düşmanlarını savaş alanında veya mahkemelerde yenmek suretiyle alçaltmaktı.

Pavlus Galatya’daki (Galatyalılar 4:16) ve Korint’teki (2. Korintliler 10:10) kiliselerle girdiği mücadelelerde bunların hepsiyle karşılaştı. Günümüzde utanç-onur kültürlerinde doğruluk için yaşamaya gayret eden önderler de aynı acıları çekeceklerdir. Kral Davut’un da birçok düşmanı vardı ve Mezmurlar kitabındaki şaşırtıcı sayıdaki 120 ayet, bu düşmanlardan söz eder. Namını kirletmek üzere uydurma yalanlar içeren yıkıcı dedikoduların hedefi halini aldığında Davut şöyle yazdı: “Yılan gibi dillerini bilerler, engerek zehiri var dudaklarının altında” (Mezmur 140:3). En çok acı veren saldırı yakın bir dostun ihanet ederek düşman halini almasıdır. Davut şöyle der: “Ekmeğimi yiyen, güvendiğim yakın dostum bile ihanet etti bana” (Mezmur 41:9).

Mezmur yazarının düşmanlarına karşı ettiği dualardaki şiddet karşısında sık sık şaşkına döner, bunları bugünkü durumumuza nasıl uygulayabileceğimiz konusunda kendi içimizde didişiriz. Bunu yorumlama araçlarından birisi, bu ayetlerin hepsini, “günahkârların bunca karşı koymasına katlanarak” (İbraniler 12:3) kendi yaşamında yerine getiren Mesih’in gözüyle okumaktır. Yaşadığı günlerde çoğunluk tarafından kabul gören “Komşunu seveceksin, düşmanından nefret edeceksin” (Matta 5:43) deyişini, “Düşmanlarınızı sevin, zulmedenler için dua edin” sözleriyle, daha önce hiç kimsenin öğretmeye cüret edemediği köktenci bir buyruğa dönüştüren İsa’ydı. İsa düşmanları O’nu alçaltmaya ve yok etmeye çalışırken alaya alındı, yalancı şahitler tarafından suçlandı ve ihanete uğradı; ama yine de en sonunda İsa’yı “Baba, onları bağışla” (Luka 23:34) sözleriyle dua ederken buluruz. O’nu örnek alan Hristiyan önderler de aynı düşmanlık karşısında acı çekecektir ama görkemli bir şekilde doğrulanışından da paylarını alacaklardır. İsa dirilişinden sonra göğe alındı, Babasının sağında oturdu ve düşmanları ayakları altına serilene kadar beklemesi söylendi. Ya bu dünyada ya da gelecek dünyada bizler de, verilebilecek en yüce onuru verme gücüne sahip olan tarafından yüceltileceğiz.