DİDAKE METNİNDEKİ KİLİSE CEMAATİ VE İLK HRİSTİYANLARIN KİLİSE İBADETİ


img


Didakeeserini herhangi bir araştırmacı için paha biçilmez yapan en önemli özellik, birinci yüzyıl Hristiyanlarının dünyasına adeta bir zaman tünelinden geçercesine bizi içine çekmesidir. Birçok uzmana göre Didakebelgesinde, Yahudilikten gelme üyelerden oluşan bir kilise cemaati söz konusudur.


İlk yüzyılda Mesih İsa ve öğretilerini benimseyen Yahudiler, diğer Yahudiler tarafından bir sapkınlık veya tarikat olarak algılanıyordu. Bu kitleye verilen isim “Hristiyan” değildi. “Hristiyan” veya “Mesihçi” tabiri ilk defa Antakya çevresinde başkaları tarafından bu gruba hitaben kullanılmaya başlanmıştır.2 Fakat bu tabir daha çok birinci yüzyılın sonlarında popülarite kazanmaya başlamış. Nitekim, Elçilerin İşlerini yazan Luka, bu bilgiyi daha çok bir detay veya dipnot olarak yazısına dahil etmiştir. Bunun yerine, ilk Hristiyanlar kendi inançlarını “Yol” olarak adlandırmaktaydı.


Didake’ninilk kısmında (1–6) yazarın Hristiyan yaşantısını açıklamak için kullandığı tabir de budur: Yol. Bu bağlamda Didake’ninerken bir döneme ait bir anlayış sunduğunu söyleyebiliriz. Didake’deki Hristiyan yaşantısıyla ilgili öğretiş bize “iki yol” yani; “Yaşama ve ölüme götüren yollarkalıbı ile tanıtılır.


Bu “iki yol” kalıbı özellikle Yahudi geleneğinde sıkça rastladığımız bir unsurdur. Hristiyan inancının Yahudi kökenlerden gelmesinden dolayı, bu duruma şaşırılmaması gerekir. Nitekim Eski Antlaşma’da bu “iki yol” kalıbı sıkça karşımıza çıkmaktadır. Yasa’nın Tekrarı 30:19 ayetinde bu kalıbın kullanımına rastlarız: “Önünüze yaşamla ölümü, kutsamayla laneti koyduğuma bugün yeri göğü karşı tanık gösteriyorum. Yaşamı seçin ki, siz de çocuklarınız da yaşayasınız.” Benzer bir bahis Yeremya 21:8’de geçer: “Bunun yanı sıra halka şunları da söyle: ‘RAB diyor ki: İşte yaşama giden yolu da ölüme giden yolu da önünüze koyuyorum.” Tabii ki Didake’yibu kalıplardan ayrı kılan unsur yaşam yolunun Mesih İsa’yı izleyerek mümkün olduğunu ifşa etmesidir. Aslında bu Didake’yeözgü bir öğretiş değildir, nitekim İsa Mesih’in kendisi İncil’de “Yol, gerçek ve yaşam Ben’im. Benim aracılığım olmadan Baba’ya kimse gelemez”3 demişti.


Bunlara ilaveten, İsa’nın döneminde yaşamış olan Eseni tarikatının oluşturduğu Kumran cemaatine ait yazılarda da bu tarz veya benzer öğretiş kalıplarını bulmak mümkündür.4 Mesela, Kumran yazılarına göre Tanrı insanlığın bu dünyadaki yaşamı için iki ruh atamıştır; biri gerçeğin ruhu diğeri ise sapkınlık ruhudur.5 Işıktan doğanlar gerçeğin ruhu, karanlıktan doğanlar ise sapkınlık ruhu ile hayat boyu yaşarlar. Gerçeğin ruhu Işıklar Prensi, sapkınlık ruhu ise Karanlıklar Meleği tarafından yönlendirilir. Ancak Didake’yiderleyen ilk Hristiyan topluluğunun, öğretişlerini Yahudi ezoterizmine değil, önceden belirttiğimiz gibi Eski Antlaşma’ya dayandırdığını görmekteyiz. Eski Antlaşma’da “iki yol” teması, bir alın yazısı unsuru olarak değil, insanları yaşam yoluna çağıran bir davet olarak kullanılmaktadır. Kumran’daki ezoterik yazılar ve Didakearasındaki temel fark, şeriat veya “ışık” altında doğmuş olanların kurtuluşu kaderden ziyade yaşam yolunu seçmekten geçtiğini vurgulamasıdır. Didake’dekicemaatin anlayışına göre, kişi yaşam yoluna Mesih’i taklit ederek veya prensiplerini benimseyerek girmektedir.6


Didake’nin ikinci kısmı (7–10) vaftiz, oruç, dua ve evkaristiya (Rab’bin Sofrası) uygulamaları hakkında oldukça ilgi çekici bilgiler içermektedir.


Didake’nin7. bölümünden anladığımız kadarıyla kişi “İki yol” eğitimine tabi tutulduktan sonra, akan suda Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un ismiyle vaftiz edilir. Teslis formülünün burada net olarak yer alması oldukça önemlidir. Zira İncil dışında, tarihi bir I. yüzyıl belgesinde bu formülün kullanımına şahit oluyoruz. Bu da teslis formülünün 2. veya 3. yüzyılda oluşmuş veya İncil metnine sonradan ilave edilmiş olduğunu iddia eden argümanları çürüten niteliktedir. Vaftiz edilecek kişi vaftiz töreninden önce bir veya iki gün oruç tutar. Eğer akan bir su yok ise aday, herhangi bir başka su kaynağıyla veya üç kez su serpilmesiyle yine Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un ismiyle vaftiz edilir.


Didake’nin8. bölümü oruç ve duayla ilgili öğretiyi içerir. Oruçla ilgili Didake’ninönerisi pazartesi ve perşembeleri oruç tutulmamasıdır. Bu günlerde Yahudiler oruç tuttuğu için, büyük ihtimalle cemaat halk tarafından geleneksel Yahudilerle aynı kefeye konulmak istememektir. Bunun yerine oruç için önerilen günler, çarşamba ve cumadır. Bu detay oldukça ilgi çekicidir, çünkü Hristiyan âleminde bu oruç günleri bazı geleneksel kiliselerde, özellikle ruhban ve keşiş sınıfları tarafından halen tutulmaktadır. Dua ile ilgili öğretiş ise günde üç defa, İncil’de bulunan Rab’bin Duası okunması gerektiğidir.


9. bölüm Evkaristiyamerasimi veya Rab’bin Sofrası sırasında okunan duaları içermektedir. Buradaki dualarda dikkat edilecek unsur, duadaki odağın Mesih İsa’yı tanımak ve ikinci gelişine cemaat olarak hazır bulunabilme algısıdır. Cemaat bu etkinlikten sonra toplantıdan ayrılacağı için, duadaki odak oldukça dikkat çekicidir. Zira ayinden ayrılan cemaate dolaylı bir şekilde, Mesih İsa’nın herhangi bir anda takipçilerini toplamak için geri dönebileceği hatırlatılmakta. Bu düşünce şüphesiz cemaatin bir sonraki toplantıya kadar, iman konularında rehavete düşmemesi için bir teşvik olabilmekteydi.


Evkaristyaduaları öncesinde cemaat büyük ihtimalle ilahiler söylerdi. Günümüze 1. yüzyıldaki söylenilen ilahiler konusunda fazla bilgiye sahip olmasak da, İncil’in yapısını inceleyen uzmanlar, bazı ayetlerin orijinal dillerindeki ritim ve kafiyesinin aslında bu ayetlerin ilk kiliselerce ilahiler olarak kullanılmış olabileceğine inanmaktadır.7 Söz konusu bölümler: Luka 1:46-55; Filipililer 2:5-11; Koloseliler 1:15-20; 1.Timoteos 3:16; İbraniler 1:1-3, ve 1. Petrus 2:21-25.


Gerek İncil’deki ifadelerden gerekse İznik valisi Plinius’un İmparator Traianus’a yazdığı mektuptan anlaşılacağı üzere, ilk Hristiyanlar “Şafak sökmeden haftanın belirli bir gününde düzenli olarak bir araya gelerek, Tanrı saydıkları Mesih’e karşılıklı ilahiler okuyorlar[dı]”8


Günümüze ulaşmış en eski 3 yazılı ilahi nüshalarından bahsedersek;


Oxyrhynchusilahisi (P. Oxy. XV 1786) 1918’te Didake’ninKıptî dilinde tercümesinin keşfedildiği aynı kentte ortaya çıkmıştır. Bu nüsha hem nota hem de ilahi sözlerini içeren, bilinen en eski ilahi el yazmasıdır. İlahinin MS 3. yüzyılın sonlarında bestelendiği düşünülmektedir.9


Kurtarılabilen nüshaların tercümesi şu şekildedir:


“…Tanrı’nın tüm seçkinleri birlikte [söylesin?]…

gece] ne de gündüz (?). Sessiz olsunlar. Aydınlık yıldızı…

tüm taşan nehirlerin kaynağı [kesilsin]…

Biz ilahiler söylerken…

Bütün güçler Baba ve Oğul ve Kutsal Ruh’a cevap versin: “Amin, amin, izzet, övgü, [yücelik ebediyen Rab’bindir], tüm iyiliklerin tek kaynağı. Amin ve amin.”


Günümüze ulaşmış ve halen birçok kadim kilisede kullanılmaya devam edilmekte olan bir başka ilahi ise Phos Hilaron(Φῶς Ἱλαρόν); Türkçesiyle “Neşelendiren Işık” ilahisidir. Bu ilahinin en eski yazılı nüshası 4.yüzyıldan kalma Constitutiones Apostolorumbelgesinde bulunmaktadır. Fakat ilahinin en az ikinci yüzyıla kadar geriye gittiği düşünülmektedir.10 Bu ilahinin Türkçe çevirisi şu şekildedir:


Ölümsüz Baba’nın kutsal ihtişamından gelen Ey Neşeli Işık,

Göksel, Kutsal, Mübarek, Ey İsa,

Güneşin batımında ortaya çıkan, Akşam ışığını gören,

Tanrı’ya: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’a övgü sunarız.

Sevinçli seslerle övülmeye her zaman layıksın,

Ey Tanrı’nın Oğlu, Yaşam kaynağı, Evren seni yüceltmekte.”


Üçüncü önemli yazılı kaynak 42 ilahiden oluşan Süleyman’ın Övgüleri yazmasıdır. Bu ilahilerin en erken yazılı nüshaları 4. yüzyılda Kıptî dilinde, BodmerPapirüs Koleksiyonu içinde “Pistis Sophia” olarak bilinen belgede yer almaktadır. Bu ilahilerin de en az 2. veya 3. yüzyıla kadar geri gittiklerini söylemek mümkündür. Uzmanlar bu ilahilerin kaynağını belki de Didakecemaatine komşu olan Suriye civarındaki bir Hristiyan cemaate ait olduğunu düşünmektedir. Bu sonuca çeşitli metin analizleriyle ulaşılmaktadır.


2000’li yıllarda Süleyman’ın Övgüleri koleksiyonundaki ilahiler, meraklıları tarafından bestelenip “Övgüler Projesi” (“The Odes Project”) adı altında müzik piyasasına bir albüm olarak sürülmüştür. İlahilerin İngilizce tercümesine erişmek için çeşitli web sitelerini ziyaret edebilirsiniz.11Burada sadece 13. ilahinin Türkçe tercümesini vermekle yetineceğim:


İşte, Rab aynamızdır. Gözlerini aç ve kendini O’nda gör. Yüzünü (yani “kim olduğunu”) öğren ve sonra Tanrı’nın ruhuna övgüler sun. Yüzündeki lekeyi sil. Rab’bin kutsallığını sev ve onu giyin. O zaman Rabde kaldığında, lekesiz olacaksın. Haleluya!”


Didake’nin10. bölümünde ilginç bir cümle ile karşılaşıyoruz: “Karnınızı doyurduktan sonra.” Bu cümle Rab’bin Sofrasında alınan ekmek ve şarabı kastedebilir. Ama birçok uzmana göre günümüz kilise ayinlerinde artık bulunmayan bir geleneğe atıfta bulunmaktadır.


Erken dönem kaynaklarından anladığımız kadarıyla ilk Hristiyanların ibadeti aslında bir yemek ile başlıyordu, ve bu yemeğe “Agape şöleni”12denilmekteydi. Genel haliyle ibadet, bu sofradan sonra başlarmış. Yemekten sonra ilahiler okunur, bir öğretiş verilir ve en sonunda ibadeti noktalamak için Rab’bin Sofrasından alınırmış. 10. bölümün bu cümle ile başlaması, Didakebelgesindeki cemaatin Agape şölenini ayinden önce değil, ayinden sonra yaptığını ima etmektedir. Fakat bu belge, bir kılavuz niteliği taşıdığı için bu sıralamaların kronolojik olarak değil de konu başlıkları olarak sıralandığını da söyleyebiliriz. Dolayısıyla sadece bu cümleden, cemaatin Agape şölenini ayinden önce mi sonra mı yaptığını anlamak oldukça zordur.


Agape şöleninin başlangıç noktası, İncil’deki ayetlerden tespit edilebilir. Mesih İsa’nın Rab’bin Sofrası diye adlandırdığımız merasimi, son akşam yemeği çerçevesinde kurduğunu görmekteyiz: “Yemek sırasında İsa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve öğrencilerine verdi. “Alın, yiyin” dedi, “Bu benim bedenimdir.”13


Benzer bir şekilde Elçilerin İşleri 2:46 ayetinde bu sofranın ilk havarilerce tekrarlandığını okumaktayız: “Her gün tapınakta toplanmaya devam eden imanlılar, kendi evlerinde de ekmek bölüp içten bir sevinç ve sadelikle yemek yiyor ve Tanrı’yı övüyorlardı.” Bu ayette “ekmek bölmenin” yani Rab’bin Sofrası merasiminin “yemek yemek” âdetiyle ilişkilendirildiğine şahit oluyoruz.


Erken dönem kilisesindeki bu sofranın neden 3. yüzyıl civarında kaybolduğunu merak edebiliriz. Aslında bunun cevaplarını hem İncil metninden hem de Didakebelgesinen bulmak mümkün. Henüz 1. Yüzyılda Pavlus Korint kilisesine yazdığı azar mektubunda; Korint kilisesindeki bazı kişilerin bu sofrayı amacının dışına çıkartarak, şarapla sarhoş olmakla suçlar: “Her biriniz ötekini beklemeden kendi yemeğini yiyor. Kimi aç kalıyor, kimi sarhoş oluyor. Yiyip içmek için evleriniz yok mu? Tanrı’nın topluluğunu hor mu görüyorsunuz, yiyeceği olmayanları utandırmak mı istiyorsunuz? ne diyeyim? Sizi öveyim mi? Bu konuda övemem!”14


Anlaşılan şu ki; bu sofranın amacı fakirlerle ve Hristiyanlıkla ilgilenen kişilerle inancı açıklamak iken, Korint kilisesinde sapıtan bazı üyeler içkinin dozunu kaçırarak, cemaat için bir utanç kaynağı olmuşlardı. Benzer bir eleştiriyi Yahuda mektubunun 12. ve 13. ayetinde bazı kişilerin bu yemeklerden faydalanıp kilise üyeleri arasında nifak tohumları ektiklerini okuruz: Sevgi şölenlerinizde sizinle birlikte pervasızca yiyip içen bu kişiler birer kara lekedir. Yalnız kendilerini besleyen çobanlardır. Rüzgarın sürüklediği yağmursuz bulutlara, iki kez ölmüş, kökünden sökülmüş, sonbaharın meyvesiz ağaçlarına benzerler. Köpüğünü savuran denizin azgın dalgaları gibi ayıplarını çevreye savururlar. Serseri yıldızlar gibidirler. Onları sonsuza dek sürecek koyu karanlık bekliyor.”


Erken dönem kilisesinde bu yemekte yaşanan sorunlar sadece bundan ibaret değildi. Didake’nin11. bölümü, gezici öğretmenler ve peygamberlerle ilgili oldukça ilginç bir cümle içerir: “Ruhun yönlendirişiyle bir ziyafet kurulmasını buyuran peygamber o sofradan yemek yemez, aksini yapan sahte bir peygamberdir.” Demek ki dönemin kiliseleri kendilerini Hristiyan öğretmen ve peygamber diye tanıtan çıkarcılarla epey sorun yaşamaktaydı. Bu çıkarcılar Agape sofralarından faydalanmakta, 12. bölümde de denildiği gibi bu kişiler “Mesih İsa’nın ismini çıkar amacıyla” kullanmaktaydı. Sonuç olarak kilise cemaatlerine sorun teşkil etmekteydiler. Bu bağlamda zamanla neden Agape şöleni adetinin, kilise yaşamından çıkartıldığı anlaşılmaktadır.


2. yüzyıl Kilise Babalarından olan Şehit Justin’in yazılarına baktığımızda Agape şöleninin Doğu kilisesinin ibadetinde artık yer almadığını, bunun yerini ise ayindeki kardeşleri selamlama bölümünün aldığını görürüz. Benzer bir şekilde Tertullian’ın yazılarında, Batı kilisesinde Agape şöleninin kilise ibadetinden ayrı bir şekilde kutlanılmaya başladığını görürüz. Neticede 4. yüzyılın ortalarında, bu sofraların tamamen ortadan kalktığına şahit oluruz.15364 yılında Laodikya Sinodu’ndaki 47. kilise kanunu, artık birçok kilisenin merasim kaidelerinden çıkarılan bu etkinliğe son noktayı koyar: “Kiliselerde veya Tanrı’nın evlerinde “Sevgi Sofraları” diye adlandırılan ziyafetleri kutlamak… yasaktır.”


Agape sofraları ortadan kalkmasına rağmen, cemaat ve misafirler arasında bir kaynaşma niteliğinde olan bu âdet bir şekilde kiliselerde devam edebildi ve bu âdetin yansımalarını günümüzde farklı şekillerde görmek mümkündür. Ortodoks kiliselerinde ayin sonrası dağıtılan “Antidoron” [kutsanmış ekmek] ve bazı kiliselerinin ibadet sonrası ikram zamanları, bunun bazı örnekleridir.


Didake’ninüçüncü kısmı (11–15) uyarılar ve nasihatler içermektedir. Bu nasihatler özellikle erken dönem kilisesine özgü olarak gezici öğretmenler, elçiler, ve peygamberlerle ilgilidir. İlk yüzyılın kilisesinde inanç çabucak yayılıyor, kilise cemaatleri kuruluyor fakat bu kilise cemaatlerinin bazılarında rehberlik yapacak kişilerin yokluğunda, cemaatler dışarıdan gelen yardımcılara muhtaç olabiliyordu. İncil’de bahsi geçen Pavlus ve Barnaba gibi elçileri veya Priskila ve Akvila gibi öğretmenleri bu kategoride sayabiliriz. Aslında bu bölümlerin Didake’deyer alması bu metnin 1. yüzyıla ait olduğunu güçlendiren bir başka noktadır. Elbette, böyle bir düzen beraberinde birkaç zorluk da getirmektedir. En basitinden, cemaati ziyaret eden ve kendisini öğretmen, elçi veya peygamberler olarak tanıtan şahısların, sahte olup olmadığı nereden anlaşılabilir? İşte bu bağlamda Didake, özellikle 11. bölümünde cemaat için birkaç pratik kıstas sıralar:




Peygamber kavramının bu belgede bulunması bazılarımız için kafa karıştırıcı gelebilir. Zira peygamberliğin, Eski Ahit dönemine ait bir vasıf olduğunu düşünebiliriz. Fakat İncil’den anladığımız kadarıyla, ilk yüzyılda peygamberler kilisenin temel direklerinden biriydi: “Kendisi [Mesih İsa] kimini elçi, kimini peygamber, kimini müjdeci, kimini önder ve öğretmen atadı.”16Peygamberlerin görevi Tanrı’dan ilham aldıkları düşünceler ve sözlerle cemaati gerekirse uyarmak, teselli etmek veya teşvik etmekti: “Peygamberlikte bulunansa insanların ruhça gelişmesi, cesaret ve teselli bulması için insanlara seslenir.”17


Elçiler ve peygamberler erken dönem kilisenin güç kaynağıydı. Zira onların gayretli çabaları sonucu birçok kilise cemaati kuruldu ve sağlam temeller atılabildi: “Elçilerle peygamberlerden oluşan temel üzerine inşa edildiniz. Köşe taşı Mesih İsa’nın kendisidir.”18


Elçilik ve peygamberlik gibi vasıfların günümüzde farklı bir şekilde devam ettiğini söyleyebiliriz. Didakebelgesinin 15. bölümüne göre: “Rab’be layık olan episkopos ve diyakozları kendi içinizden seçin… çünkü bu kişiler cemaatinizde peygamberlerin ve öğretmenlerin görevlerini üstlenecekler.” Bu cümleden anladığımız kadarıyla, Didakedönemi kilisesinde elçi” ve “peygamber” gibi görevlerin yavaş yavaş sonlandığı, ve bu görev ve sorumlulukların yerel kilisenin episkoposu ve diyakozlarına transfer edildiğini görmekteyiz.


11. bölümde karşılaştığımız uyarılara benzer uyarılar 12. bölümde başka kentten gelen ve kendini Hristiyan olarak tanıtan ziyaretçilerle ilgili olarak karşımıza gelir. Üç günden fazla kalan bir yolcu veya bir imanlının evine yerleşen ve çalışmayı reddeden kişi için Didake, “Mesih İsa’nın ismini çıkar amacıyla kullanmaktadır. Böyle kişilerden uzak durmaya dikkat edin” diyerek cemaati uyarmaktadır.


13. bölüm kiliseye verilen bağışları konu alır. Bağışlar prensip itibariyle, kişinin çalışarak kazandığı maddi miktarın ilk kısmından çıkar. Fakat bağışlar sadece parayla kısıtlı değildir. Şöyle ki; Hristiyanların kazançlarıyla yaptıkları ilk hamur işi, aldıkları ilk yağ kavanozu, giysi veya şarabı da kiliseye vermeleri teşvik edilir. Kilise ise bu bağışları duruma göre ya cemaati ziyaret eden bir peygamber veya elçiye, ya da fakirlere dağıtmakla sorumludur.


15. bölümle ilgili episkopos ve diyakozların, nasıl elçiler ve peygamberlerin yerini almaya başladığından bahsetmiştik. Fakat 15. bölümü araştırmacılar için en ilginç kılan detay ilk cümlesidir: “Rab’be layık olan episkopos ve diyakozları kendi içinizden seçin.” Bu cümle oldukça önemlidir çünkü, ilk yüzyılın kilise liderliği ve otoritesinde çeşitliliğin veya birden fazla gelenek ve sistemin var olduğunu gözler önüne sermektedir. Yani görünüşe bakılırsa bazı kiliselerde Havariler önderlik vasfını taşıyacak kişileri atarken; Didakeörneğinde olduğu gibi bazı kilise cemaatlerinde önderler kilise üyeleri tarafından seçilmekteydi.


Ama anlayış çeşitliği burada bitmemektedir. Çünkü İncil, Didake, Havarisel Babalardan olan Klement’in yazılarından anladığımız kadarıyla, ilk yüzyılda bugün geleneksel kiliselerde rastladığımız 3 kademeli episkopos-papaz-diyakoz anlayışı yoktu. Bunun yerine bazı kiliselerde episkopos (gözetmen) kelimesinin papaz (presbyteros / ihtiyar) kelimesiyle eşanlamlı kullanıldığına veya gözetmenlikten (episkoposluktan) bahsedildiğinde, papazların (presbyteros / ihtiyarların) bir görevi veya sıfatı olarak tanımlandığına şahit oluruz. Bu durumu İncil’de, Didake’de, ve Klement’in Korint kilisesine yazdığı mektupta görmek mümkündür.


Elçilerin İşleri 14:23’ten anlaşıldığı kadarıyla, Havariler kurdukları bazı kiliselere papaz (presbyteros / ihtiyarlar) atamaktaydı: “İmanlılar için her kilisede ihtiyarlar (πρεσβύτερος, presbyteros) seçtiler. Dua ve oruçla onları, inandıkları Rab’be emanet ettiler.”


Elçilerin İşleri 20. bölümde Pavlus, Efes kilisesinin ihtiyarları (presbyteros) ile buluşmakta ve 28. ayette bu ihtiyarlardan aynı zamanda gözetmen (episkopos) olarak bahsetmektedir: “Kendinize ve Kutsal Ruh’un sizi gözetmen olarak görevlendirdiği bütün sürüye göz kulak olun. Rab’bin kendi kanı pahasına sahip olduğu kiliseyi gütmek üzere atandınız.”


Fakat bu kullanım sadece Pavlus’a özgü bir kullanım değil, zira Havari Petrus bu kelimeleri 1. Petrus 5: 1-2 ayetlerinde aynı şekilde kullanmaktadır: “Bu nedenle aranızdaki ihtiyarlara (presbyteros/papaz), onlar gibi bir ihtiyar, Mesih’in çektiği acıların tanığı, açığa çıkacak olan yüceliğin paydaşı olarak rica ediyorum: Tanrı’nın verdiği sürüyü güdün. Zorunluymuş gibi değil, Tanrı’nın istediği gibi gönüllü gözetmenlik (episkoposluk) yapın.”


Eş anlamlı bu anlayışın, Havarisel Babalardan Klement’in yazılarında ve yine Didake’dedevam ettiğini görebiliriz. Klement, Korint Kilisesi’ne 1. yüzyıl sonlarında sitem dolu bir mektup yazar. Bu mektubun konusu; Korint cemaatinin günah işlememesine rağmen, kendi önderini görevden almasıdır. Bu mektubun 44. bölümünde yine episkopos kelimesi papaz veya ihtiyar unvanını taşıyan kişinin bir görevi ve sıfatı olarak verilmektedir: “Eğer görevlerini kutsal bir şekilde yerine getirenleri, episkoposluk makamından kovarsak günahımız hiç de küçük değildir. Ne mutlu geçmişteki ihtiyarlarınıza, çünkü görevlerini tamamlayarak mükemmel meyveler elde ederek dünyamızdan ayrıldılar. Onlarda, kendilerine verilen bu makamdan çıkartılacakları korkusu yoktu. Ama görün ki siz harika davranışı bulunan, hizmetlerini eksiksiz yürüten kişileri hizmetten men ettiniz!”


Episkopos ve papaz kelimesini iki farklı makam anlamında kullanan ilk yazar, 2. yüzyılda yaşamış olan İgnatius’dur. İgnatius’un yazılarında episkoposun, papaz veya ihtiyardan farklı üçüncü bir şahıs olarak algılandığını görmekteyiz:


Tanrı’nın esinini almış episkoposunuz Damas’ı görmek benim için bir ayrıcalıktı. Aynı şekilde değerli ihtiyarlarınız Bassus ve Apollonius’u ve emektaşım diyakoz Zotion’u görmek de öyleydi. Onun arkadaşlığı benim için bir sevinç kaynağıdır! Çünkü o Tanrı’nın lütfuna boyun eğer gibi episkoposuna ve Mesih’in yasasına boyun eğdiği gibi ihtiyarlarına boyun ediyor.”19


"Her şeyi Tanrı ile uyum içinde yapmaya özen gösterin. Episkopos Tanrı’nın yerine, ihtiyarlar havarilerin konseyi yerine önderlik etsin. Benim için büyük bir değere sahip diyakozlar ise baştan beri Baba ile olan ve son günlerde bize görünen İsa Mesih’in faaliyetleri emanet alsın.”20


Özetle bütün bu kaynaklardan öğrendiğimiz, ilk kiliselerin duruma göre oldukça pragmatik bir yaklaşıma sahip olduklarıdır. Kimi cemaat önderleri havariler tarafından atanırken, kimi cemaatler, önderlerini kendi seçmekteydi. İlk yüzyılım cemaatlerinde iki kademeli liderlik anlayışı hakimken, 2. yüzyıldan itibaren 3 kademeli bir liderlik sistemine bir geçiş başladı. Bunun başlıca nedenlerini kilisenin çabuk büyümesi ve artan zulme bağlayabiliriz. Zira kilise cemaatleri büyüdükçe, aynı kişinin hem cemaat veya cemaatleri gözetmesi hem de cemaate öğreti sunup, ibadetini yönetmesi zor olmuş olabilir. Günümüzde, geleneksel yapıya sahip kiliseler bu üç kademeli sistemi aynen devam ettirmektedir. Protestan kiliselerin bir bölümü ise iki kademeli ve cemaat tarafından seçilen liderlik sistemine yönelmektedir.


Didake’ninson kısmı olan 16. bölüm dünyanın sonu çerçevesinde yaşanacak alametlerden bahsetmektedir. Özellikle Matta’nın 24. Bölümü ile birçok benzerlik ve paralellik sergilemektedir. Dikkatimizi çeken cümle ise “Mesih-karşıtı” veya İslami literatürde Deccal” olarak bildiğimiz şahıstan insanı kurtaracak olan unsur: “Birçoğu tökezleyecek ve helak olacak; ama imanda dayanıklı olanlar bu lanetten lanetli olan kişi tarafından kurtarılacak.” Bu “lanetli” kişinin kimliği İncil’i okuyanlar için yabancı değildir. Nitekim Elçi Pavlus Galatyalılar 3:13’de benzer bir düşünceyi dile getirmektedir: “Mesih bizim için lanetlenerek bizi Yasa’nın lanetinden kurtardı. Çünkü “Ağaç üzerine asılan herkes lanetlidir” diye yazılmıştır.”21Bu beyanın akabinde, imanlıların göğe alınışı 3 aşama kapsamında aktarılmaktadır. Bu aşamalar:



1) Göğün açılması;

2) Borazanın sesi;

3) Rab’be iman etmiş müminlerin göğe alınması.



Bu anlatı İncil’in 1. Selanikliler 4:16 ayetiyle benzerlik göstermektedir: “Rab’bin kendisi, bir emir çağrısıyla, baş meleğin seslenmesiyle, Tanrı’nın borazanıyla gökten inecek. Önce Mesih’e ait ölüler dirilecek.” Bu aşamadan sonra İsa Mesih’in yeryüzünde kendi krallığını kurmak için geri döndüğünü görmekteyiz.


Bu beyanlardan anlaşıldığı üzere, Didakebelgesini yazan Hristiyanlar, büyük sıkıntı dönemi sonrası imanlıların göğe alınacağı ve akabinde hükümdarlığını sürdürmek amacıyla Mesih’in yeryüzüne geri döneceğine inanmaktaydı. Belge net bir şekilde 1000 yıllık bir krallıktan bahsetmese de, böyle bir ima söz konusudur. Bu inanış Didake’ninyazıldığı dönemde kilisede oldukça yaygındı. İlk yüzyıllarda Papias, Polikarp, Şehit Justin, İreneyus, Melito, Tertullianus gibi Kilise Babaları aynı görüşü paylaşmaktaydı.


İreneyus, Polikarp ve Papias’ın öğrencisiydi. Papias ve Polikarp ise İncil’in Vahiy bölümünün yazarı olan Yuhanna’nın bizzat öğrencileriydi. İreneyus teslim aldığı öğretiyi şöyle aktarır:


Yuhanna’nın dinleyicisi ve Polikarp’ın dostu olan Papias bunlara dördüncü kitabında yazılı olarak tanıklık eder; nitekim beş kitap yazmıştı…”22


Çünkü bütün bunlar ve diğer bahisler tartışmasız Mesih-karşıtının gelişinde ve onun yönetimi altında olan ulusların yıkımını takip eden doğruların dirilişinde gerçekleşecek; ve bu dönemde doğrular dünyaya hükmedecek.”23


Özellikle ilk yüzyıllarda hâkim olan bu 1000 yıllık hükümdarlık anlayışı ve görüşü zamanla geleneksel Hristiyan mezheplerinde yerini kaybetmiştir. Bu mezheplerde 1000 senelik dönem sembolik bir çağ olarak yorumlanırken, özellikle bazı Protestan mezheplerinde Mesih’in hükümdarlığı gerçek manada 1000 yıllık olarak algılanmaktadır.