ADALET SİSTEMİ VE KÖLELİK


img





ADALET SİSTEMİ



Günümüzün adalet sistemini göz önüne getirdiğimizde, akla HSYK, adalet sarayları, yargıçlar, avukatlar ve sanıklar gibi kavramlar gelir. Üç aşağı, beş yukarı günümüzün adalet sisteminin nasıl işlediğini biliyoruz. Peki ya eski İsrail’deki mevcut olan sistem? Kim, kimleri yargılardı? Sistem nasıl işlerdi? Yargı için nerede toplanılırdı? Bunları hiç düşündünüz mü? Tarihsel süreci göz önünde bulundurduğumuzda, İbranilerin ilk yargıcı Musa’dır. Musa, zamanla bu görevi atadığı diğer yargıçlara devreder ve kendisi sadece en önemli duruşmaların başında yer alır (Çıkış 18:1).



Musa’dan sonra, Hâkimler dönemine gireriz. Bu dönemde İbraniler, Kenan’a yerleşmeye başlar ve kentler oluştururlar. Kentler, Beytlerden (aile birimlerinden) oluşur. Her Beyt reisi veya ihtiyarı aile içersindeki sorunları yargılayan yargıç olur. Birden fazla Beyt’i ilgilendiren bir olayda ise, Beytlerin ihtiyarları toplanır ve bir jüri oluşturup, duruşma Beyt reislerinin verdiği ortak kararla sonuçlanırdı. Beyt ihtiyarları anlaşmalarda ve ant içmelerde tanık görevini yerine getirirlerdi (Yas.Tek. 25:5-10; Rut 4:1-12); sanığın suçlu veya suçsuz olduğuna karar verirlerdi (Yas.Tek. 19:01; 22:13-21; Yeşu 20:1-6); ve sanık suçlu bulunduğu takdirde, cezayı uygularlardı (Yas.Tek. 25:1-3; 22:13-21). İhtiyarlar, anlaşmazlıkları bütün toplumun adil olarak göreceği ve toplumun huzurunu kaçırmayacağı bir şekilde çözmeye gayret ederlerdi. Bu sistem, kral Yehoşafat’ın reform dönemine kadar devam eder (2. Tarihler 19). Yehoşafat, kentlere profesyonel yargıçlar atamıştır, Kudüs şehrinde ise, merkezi bir mahkeme kurulur ve bu mahkemeye tapınak görevlileri olan Levililer, yargıç olarak atanır.



Dava sürecinde tanıkların olması, çok önemli bir husustu. Yasa’nın Tekrarı 19:15-19 şöyle açıklar: “Herhangi bir suç ya da günah konusunda birini suçlu çıkarmak için, bir tanık yetmez. Her sorun, iki ya da üç tanığın tanıklığıyla açıklığa kavuşturulacaktır. Eğer yalancı bir tanık, kötü amaçla birini suçlarsa, aralarında sorun olan iki kişi, RAB’bin önünde kâhinlerin ve o dönemde görevli yargıçların önüne çıkarılmalı. Yargıçlar sorunu iyice araştıracaklar. Eğer tanığın kardeşine karşı yalancı tanıklık yaptığı ortaya çıkarsa, kardeşine yapmayı tasarladığını kendisine yapacaksınız. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldırmalısınız.”



O dönemde mahkeme binası diye bir kavram olmadığından, davalar şehir kapılarında görülürdü. İşgalcilere karşı, kent korumasının bir parçası olmasının yanında, şehir kapıları, Kutsal Kitap döneminde birçok faaliyeti yerine getirirdi. Kapıların iç kesiminde sıralı odalar mevcuttu ve bu odalarda farklı işlemler gerçekleşirdi. Bu odalarda önemli ticari işlemler gerçekleşir, antlaşmalar mühürlenir, mahkemeler toplanır ve önemli kamu duyuruları yapılırdı. Yani, günümüzün anlayışıyla, belediye binası, borsa ve mahkeme işlevi gören merkezi ve önemli bir yapıydı.



KÖLELİK



Şüphesiz, Kutsal Kitap’ta en çok itiraz edilen konuların başında kölelik gelir. İnsan ister istemez düşünür, Tanrı iyi ise, neden kölelik sistemine müsaade eder? Elbette bu konu hakkında bahsederken, ilk önce antik dünyadaki kölelik anlayışını açmamız ve tanımlamamız lazım.



21. yüzyılda kölelik dediğimizde, aklımıza 18-19. yüzyıllarda özellikle Afrika kökenlilerin kırbaç ve korkunç işkenceler altında çalıştıkları dönemler ve koşullar gelir. Hâlbuki bu Eski Ahit’teki kölelik kavramından çok uzak bir kavramdır. Eskiler 18. ve 19. yüzyıllarda yaşananları görseler, herhalde şok olurlardı. Aslında ilginç olanı, eski dönem köleliğin bugün başka isimler altında devam etmesidir. Mesela 21. yüzyılın bankalara kredi borçlanması, askerlik veya hapis sistemi gibi olgular, bundan 3000 sene önce yaşayan insanlar tarafından rahatlıkla kölelik sistemi olarak tanımlanabilirdi.



Aslında Kutsal Kitap’taki kölelik kavramına en yakın 18 veya 19. yüzyıl örneği Afrikalı kölelerin durumu değil. Aynı dönemde yaşamış olan göçmen Avrupalıların örneği daha isabetli olur. Birçok Avrupalı göçmenim maddi imkânları sınırlı olduğu için Amerika’ya farklı şirketlerle anlaşarak göç ediyordu. Bu anlaşmalara göre, şirket göçmenin kıtalar arası ulaşımı, bürokratik işlemlerini, bir veya iki yıl boyunca konaklamasını sağlıyordu. Ama bu haklar karşılığında göçmenden şirket için borcu ödenene kadar maaşsız çalışması bekleniyordu. Bu sisteme tarihte “senetli kölelik” denmektedir.



İbranice’deki köle kelimesi (İbr. עָ֫בֶדEbed”) aslında buna benzer bir mana taşımaktadır. Hem bir evde hizmet eden köle, hem de krallık sarayında hizmet eden bir memura aynı şekilde “ebed” denilebiliyordu. Dolaysıyla “ebed” kelimesi çok geniş bir anlama sahipti. Fakat “ebed” kavramını belki en iyi tanımlayan terim senetli köleliktir. Neden senetli kölelik? Çünkü Eski Antlaşma’da köleliğin hedefi, maddi veya toplumsal bir borç ödemektir. Eğer birisine borçluysanız, kendinizi veya ailenizi borçlu olduğunuz kişiye bir müddet köle olarak satabiliyordunuz. Bunu bir nevi antik dünyanın banka kredisi ödeme sistemi olarak algılayabiliriz ve günümüzdeki kredi sisteminden farklı olarak faiz diye bir kavram veya haciz de yoktu! İbraniler, en fazla 7 yıl köle olabiliyorlardı (Mısır’dan Çıkış 21:7), yabancılar ise borçları ödenene kadar (Levililer 25:46). Musa’nın yasasında, aynı zamanda “Jübile Yılı” adında bir madde de vardı. Bu maddeye göre, 50 senede 1 Jübile yılı kutlanır ve bu yılda bütün kölelerin borçları affedilir, ister 1 sene, ister 10 sene sahiplerine hizmet etmiş olsunlar (Levililer 25:10). Yani, buna, günümüzün anlayışıyla evrensel bir banka borcu affı diyebiliriz.



Köleler birçok görev üstlenebiliyordu. Bazıları aile muhasebecisi, aile hekimi, öğretmen, bakıcı, hemşire, aşçı, genel hizmetçi, temizlikçi, inşaatçı gibi görevleri üstlenirlerdi. Köleleri veya “senetli uşakları” şiddetten ve adaletsizliklere karşı koruyan, yasalar mevcuttu. Mesela, sahibi tarafından yaralanan köle, hemen serbest bırakılıyordu (Çıkış 21:26,27). Köleler haftada 6 gün çalışır, Şabat gününde tatil yaparlardı. Çalışma şartlarından memnun olan köleler, borçları bittikten sonra bir maaş karşılığında aynı sahibin evinde çalışmayı istedikleri takdirde yaşamlarını aynı evde sürdürebiliyorlardı. Nitekim böyle yapanlar, evin sahibiyle ant içip eve (“Beyt”e) olan bağlılıklarının bir sembolü olarak kulaklarını delerlerdi (Çıkış 21:5-6). Ant içen köleler, ailenin bir parçası olup, belirli koşullara göre mirasçı bile olabiliyorlardı. Görevleri veya borçları tamamlanmadan hizmet ettikleri evden ayrılan köleler ise, suçlu sayılıp, cezalara maruz kalırlardı.



Bir başka kölelik türü ise, savaş mahkûmları ve suçlulara yönelik olan kölelikti. Elbette, hapis sistemi o dönemde olmadığından dolayı, toplumsal borçlar, yine aynı kölelik sistemiyle gideriliyordu. Fakat savaş mahkûmlarının veya suçluların kölelik yıllarını kısıtlayan bir madde yoktu. Sadece ve sadece “Jübile Yılı” denk geldiğinde özgür olabilirlerdi.



Sonuç olarak, dönemin bağlamlarıyla inceleyecek olursak, Musa’nın yasasındaki kölelik kavramı, 18. yüzyıldaki Afrikalıların kölelik sisteminden çok, Avrupalı göçmenlerin senetli kölelik sistemine benzediğini görmekteyiz. Bugünkü banka kredi sistemi veya toplumsal ahlaki borçları ödemeye yönelik kurulmuş hapis sistemlerinin de bu kavrama benzediğini görmekteyiz.