Kiprianus, Dionysius ve Eusebius gibi kilise babaları, yazılarında salgınların Hıristiyanlığın yayılmasında büyük katkılar yaptığını ifade ettiler. Dönemin putperest ve Helen felsefeleri insalara bu salgınlar karşısında bir anlam ve rahatlık sağlayamıyorlardı. Putperest kahinler bu durumlar karşısında ya tanrıların cezası olarak kaderci bir yaklaşım sergiliyorlardı, ya da bilgisizliklerini öne sürerek bir cevap vermiyorlardı. Dahası, birçok kahin şehirden kaçma peşindeydi. Filozoflar için durum pek farklı sayılmazı, doğa kanunları “neden acı var?” sorusuna yanıt ve anlam getiremiyordu ve Cicero gibi düşünürler hayatta kalma veya kalmamanın şans işi olduğunu vurguluyorları. (Stark 79-80)
Buna karşılık, Stark’ın ifadelerine göre: “Hıristiyanlık bu korkunç zamanların nedenlerini daha tatmin edici bir şekilde açıklıyordu ve geleceğe yönelik umutlu, hatta heyecanlı bir şekilde bakabiliyordu.” (Stark, 74)
McNeill’e gore Hristiyanların bu durumda avantajları inançlarında saklıydı. Çünkü inançları ölümün çehresinde bile anlam sağlıyordu. Her durumda teselli ve şifa olanağı mevcuttu, ve ölülerle bile tekrar buluşma fırsatı sunuyordu. Böylelikle Hristiyanlık zor zamanlara kendisini uyarlayabiliyordu. (McNeill, 108)
Başka bir önemli faktör, Roma dünyasını felaketler vurduğunda Hıristiyanlar, güçlü sosyal ağları ve birbirlerine bakımları nedeniyle diğer gruplara göre çok daha iyi başa çıkabildiler ve bu da daha yüksek hayatta kalma oranları ile sonuçlandı. Yani her salgının ardından, Hıristiyanlar -din değiştirmeler olmasa bile- nüfusun daha büyük bir yüzdesini oluşturuyordu. Bu da çeşitli paganlar tarafından “mucize” olarak karşılanıyordu. Özellikle problemli zamanlarda çeşitli dinlerin sıklıkla unutulduğu ve yenilerinin kabul edildiği sosyolojik bir gerçektir. Başka bir deyişle: her kriz istifade edebileceğimiz ya da kaybedilebileceğimiz bir fırsattır. Roma İmparatorluğu'ndaki salgın dönemlerinde, Hıristiyanlık oldukça etkili olduğunu kanıtladı. canlı bir hareket haline geldi, insanları kolektif eylemle harekete geçirdi, böylece geçerliliğini yitirmedi. (Stark, 75)
Kartaca episkoposu Kiprianus, yaşadığı büyük salgın dönemini korkuyla değil minnettarlık ile karşıladı. M.S. 251’deki salgını bir “ruhsal yenilenme” için fırsat olarak gördü:
“Ne kadar uygun, ne kadar gerekli bu korkunç ve ölümcül görünen salgın. Adeta herkesin adalet anlayışını ortaya çıkartıyor ve insan ırkının zihinlerini inceliyor; hastaya iyi bakıp bakılmadığı, akrabaların yakınlarını gerektiği gibi sevip sevmedikleri, ustaların hasta köleleri için merhamet gösterip göstermedikleri, doktorların acı çekenlerden kaçıp kaçmamaları; her şey açığa çıkıyor.” (Kiprianus, Ölümlü Olma Üzerinde, 12)
Bunun yanısıra Kiprianus Hristiyan dostlarına ölümden korkmamayı öğütledi. Ayrıca, ölümden sonraki hayata işaret ederek ölen Hristiyanların yeni yaşamın öncüleri olarak görülmesi gerektiği konusunda Hristiyan cemaatini teşvik etti.
Bu aşamada Hristiyan doktrininin temel öğretisi - yani birbirimizi fedakar bir şekilde sevmekle Tanrı'yı memnun etme olgusu- büyük rol oynadı ve devrimci bir reçete sağladı. M.S. 260 yılında İskenderiye episkoposu Dionysius, hastalara bakarken hayatını kaybeden yerel Hıristiyanların kahramanca çabalarına ilişkin uzun bir övgü yazdı. Paganlar şehirlerden kaçma ve hastaları elinin tersiyle çevirmeye eğilimindeydi, ancak Hristiyanlar acıyı kabullenmeye ve başkalarına bakmaya daha yatkındı.
Dionysius'a göre, “Hıristiyan kardeşlerimiz sınırsız sevgi ve sadakat gösterdi, kendilerini koruma düşüncesiyle değil, birbirlerini düşünerek hareket ettiler. Tehlikeden bağımsız olarak, hastalara baktılar, üzüntülerine ve hastalıklarına paydaş oldular, Mesih’teki her türlü ihtiyaca cevap verdiler, onlara hizmet ettiler birçok kişiye teşvik oldular, ve onlarla birlikte bu yaşamı terk ettiler. (…) Aramızdaki en iyi kardeşler bu şekilde hayatlarını kaybetti; yüksek övgü hakeden ihtiyarlar (‘presbyter,’ rahip), diyakonlar ve çeşitli vatandaşlar, bu şekilde güçlü imanlarını sergilemiş olup ölümlerinde şehitlerinkine eşdeğer bir biçimde onura erişmişlerdir. (…) Ama putperestlerde her şey başka türlüydü. Hasta olmaya başlayanları terk ettiler ve en yakın arkadaşlarından kaçtılar. Onları yarı ölü vaziyette sokaklara attılar ve ölülerini çöp gibi gömmeden bıraktılar. Ölümle herhangi bir paydaşlığa karşılardı; ama yine de tüm önlemlerine rağmen birçoğu için ölümden kaçmak kolay olmadı.”(Eusebius, Kilise Tarihi, 7.22:7-10)
Kriz zamanlarındaki Hıristiyan ahlakı ve hayırseverliği kilisenin büyümesiyle sonuçlandı. Bir asır sonra putperest imparator Julian, Hristiyanların hayırseverliğine karşılık pagan hayır kurumları kurmaya başlamış. Lakin, M.S. 362 yılında Galatya’daki kahin’e yazdığı mektupta putperest hayırseverliğin “Celileliler”inkine kıyasla oldukça zayıf olduğunu gözlemledi. (Stark 83-84)
Aslında, Hıristiyanlar sosyal hizmetlerden yoksun bir Roma imparatorluğunda büyük bir boşluk dolduruyorlardı. Matta 25:35-40'ta İsa'nın öğretisi bu hareketliliğin köşe taşını oluşturuyordu:
“Çünkü acıkmıştım, bana yiyecek verdiniz; susamıştım, bana içecek verdiniz; yabancıydım, beni içeri aldınız. Çıplaktım, beni giydirdiniz; hastaydım, benimle ilgilendiniz; zindandaydım, yanıma geldiniz.’ “O vakit doğru kişiler O’na şu karşılığı verecek: ‘Ya Rab, seni ne zaman aç görüp doyurduk, susuz görüp su verdik? Ne zaman seni yabancı görüp içeri aldık, ya da çıplak görüp giydirdik? Seni ne zaman hasta ya da zindanda görüp yanına geldik?’ “Kral da onları şöyle yanıtlayacak: ‘Size doğrusunu söyleyeyim, bu en basit kardeşlerimden biri için yaptığınızı, benim için yapmış oldunuz.”
Hristiyanların pratik yardımlarıyla ilgili M.S. 4.yy.’dan kalma Havarisel İlkeler (İng. Apostolic Constitutions) adlı belge önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Bu belgede dönemin kilise diyakonlarına verilen sorumluluklar şöyle özetlenir: “Diyakonların sorumluluğu ziyaret ihtiyacı olan kişileri ziyaret etmektir. Acı çekenleri piskoposa bildirmektir”(3. kitap)
Hristiyan kilisesi hasta, sakat, fakir ve engellilerin desteği için diyakonlar atadı. Harnack’a göre Diyakonlar bu manada kilisenin elleri oluverdiler. Hasta ve sıkıntıda olanlara gece gündüz baktılar ve kilise bağışlarıyla çeşitli harcamları karşıladılar. Hıristiyanlar sadece kendi kilise üyelerine değil, başkalarına da hizmet ettikleri için birçok putperest iyileştiğinde Hıristiyan komşularına borçlu oldular ve bu sevgi eylemleri karşısında Hristiyan cemaatlerine katılma kararı aldılar. (Harnack, 161)