En önemli ve temel konu olan, Tanrı’nın varlığı konusunu ele alarak başlıyoruz. Birçok kişi Tanrı’nın varlığını kavramakta zorluk çeker çünkü gözle görülmeyenin var olduğu tam anlamıyla kanıtlanamaz. Fakat sırf bir şey göremiyoruz diye, bu göremediğimiz varlığın var olmadığı anlamına gelmez. Hatta inanan biri olarak, Tanrı’nın bilimsel olarak “kanıtlanamamasına” hiç şaşırmıyorum, çünkü O gerçekten her şeye gücü yeten, sınırsız ve sonsuz Tanrı’ysa, özü gereği kesinlikle bilim kapsamının çok üstünde ve ötesindedir. Eğer Tanrı’nın her yönünü deneysel olarak açıklayabilseydik bu O’nun Tanrı olmadığını kanıtlardı, zira deneylerle açıklanabilen bir varlık nasıl insandan üstün olabilir ki?
Yıllar önce Rus bir kozmonot uzay yolculuğundan döndükten sonra Tanrı’yı bulamadığını açıklamıştır. Oxford’lu ünlü filozof C. S. Lewis, Rus’un bu açıklamasını Hamlet’in Shakespeare’i bulmak üzere tavan arasına gidip eli boş dönmesine benzetmiştir. Doğal olarak, Hamlet karakterinin kendi hikayesinin yazarı olan Shakespeare’i tavan arasında bulmasını beklemeyiz. Aynı şekilde, Tanrı bizi yarattıysa, O’nu yalnızca kendi zihin gücümüzü kullanarak evrenin bir köşesinde bulamamamıza şaşırmamalıyız.2
Yani, Tanrı’nın varlığını tam anlamıyla kanıtlayamıyor olmamız, imanımıza engel olmaktan ziyade gerçeğin temelinin tamamlayıcı bir parçasıdır. Bunun nedeni iman kavramının, fiziksel olarak hissedilemez olanı anlamamıza yardımcı olan doğal ve deneysel bölgenin ötesine uzanmasıdır. Kutsal Kitap iman hakkında şöyle der: “İman, umut edilenlere güvenmek, görünmeyen şeylerin varlığından emin olmaktır.”3Bu tanıma göre gerçek iman, doğal yeteneklerimizin ötesinde bulunan ruhsal gerçekler hakkında bize güvence ve kesinlik verir.
Bilim harika bir araçtır ama her şeyi gözlemlemek ve veya ölçmek konusunda sınırlıdır. Günlük hayatımızda bile bilim alanının dışında bulunan birçok olağanüstü olay vardır. Mesela tekrar sevgi örneğini ele alalım. Sevgi dünyanın her yerinde insani değerlerin merkezinde kabul edilen bir duygudur. Bir bebek doğduğu andan itibaren, sevgi dediğimiz bu eşsiz duyguyu yaşamaya başlar. Aileleri bir arada tutan görünmeyen bir tutkal gibidir. Yüzyıllardır ve özellikle kendi modern popüler kültürümüzde bile, sevgi gücünün ve her tarafa yayılan etkisinin sonuçlarını görürüz. Çoğu şarkının, şiirin ve filmin sevgi konusunu veya eksikliğini işlemesi yeterli bir kanıttır. Yine de sevgi kavramını anlamak veya ölçmek için bilimsel terimler ve yöntemler tamamen yetersizdir.
Bazı kişiler soyut olan sevginin toplumsal bir konsept ve sosyal değer olarak var olduğunu kabul etse de, hâlâ görünmeyen Tanrı kavramına karşı direnir. Bunun nedeni bu gibi insanların çoğu zaman oldukça katı ‘rasyonel’ (düz mantıksal) bir pozisyondan tartışmalarıdır. Tabii ki mantıklı düşünmek gereklidir ama yalnızca rasyonel düşüncesine dayanarak her şeyin bilimsel yöntemle açıklanabileceğine inanmak bizi bazen çıkmaza sokabilir. Çünkü günlük deneyimlerimizin birçoğu “deney tüpünün” içine zorla konulamaz. Gerçek şu ki, “hayat” dediğimiz olayın birçok boyutu var ki katı rasyonalizm kullanılarak değerlendirilemez. Hatta, bilim adamları beynimizin bile tam olarak nasıl çalıştığını çözemedilerse düz mantıkla hayatın derin sırlarını bu gibi salt yöntemlerle çözmeyi beklemek tamamen hayalperestliktir.
Sadece tam anlamıyla kanıtlayabildiğimiz veya anlayabildiğimiz şeylere inanmakla yetinirsek, aslında zihnimizi köreltmiş ve hayatımızı kısıtlamış oluruz. Her hangi bir konu hakkında, rasyonalizm aracılığıyla vardığımız sonuçlardan yüzde yüz emin olmak mümkün mü? Bilimsel kanıtların bizi bir noktadan sonra daha ileriye götüremeyeceğini kabul etmemiz lazım. Çünkü bilim ve katı rasyonalizm tekrarlanamayan ve gözlemlenilemeyen olağanüstü olayların değerlendirilmesi konusunda sınırlıdır. Bununla birlikte Tanrı’nın varlığı gibi oldukça metafizik konulara gelince bu deneysel yöntemleri kullanarak ne tamamıyla kanıtlayabiliriz ne de yalanlayabiliriz.
Sonuç olarak, hava geçirmez kanıtlar aramaktansa, bizi belli bir yöne götürecek deliller izlerini takip etmeliyiz. Bir suç dosyasını düşünün. Eğer bir suç işlenmişse jüri heyeti kanıtları değerlendirmek için toplanır. Olayı iki taraftan da dinlerler, konu hakkında hangi kanıtların mevcut olduğuna bakarlar ve nihayetinde verebilecekleri en iyi kararı vermeye çalışırlar. Fakat, jüri heyetindeki kimse karar hakkında %100 emin olduğunu söyleyemez, çünkü olay sırasında suç mahalinde bulunmamış olan bir kimse neler olduğundan tam anlamıyla emin olamaz. Böylece, kanıtları değerlendirdikten sonra “makul şüphelerin ötesinde” olduğunu düşündükleri bir karar verdiklerini belirtirler. Bu, kanıtların özellikle belli bir yönde daha ikna edici olduğunu ve bu şekilde karar vermenin daha mantıklı olduğunu düşündüklerini gösterir.
Bence Tanrı’nın varlığı konusundaki tartışmaya en sağlıklı yaklaşım şekli de budur. Sonuçta kimse ne Tanrı’nın varlığını tam olarak kanıtlayabilir ne de yokluğunu net bir şekilde ispatlayabilir. Bu yüzden, biz bu konu hakkında kanıtların izlerini izlerken bizi hangi yöne sevk ettiğine dikkat edeceğiz. Son kararımızı da “makul şüphelerin ötesinde” olarak belirtebiliriz. Başka bir deyişle, Tanrı’nın varlığını kesin olarak kanıtlamış olmamızdan dolayı Tanrı’ya inanıyoruz demek yerine O’nun varlığından şüphe etmenin mantıksız olacağı sonucuna vardığımız için Tanrı’nın varlığından eminiz diyebiliriz.
Gelecek paragraflarda Tanrı’nın varlığı ile ilgili etkileyici olduğunu düşündüğüm bazı kanıtlar sunmak istiyorum. Bunlar, suç dosyası örneğindeki gibi, bizi belli bir sonuca götüren delil izleridir. Bu kanıtlar tek başlarına karar vermek için yeterli olmasalar da, bizi esas makul şüphelerin ötesine ulaştıracak olan, kanıtların toplamıdır.
Nedensellik Kanunu bilimin belkemiğidir. Bilimsel yöntem, doğada bulunan, gözlemlenebilir ve tekrarlanabilen olayların nedenini ve davranışını anlayabilmemize yardımcı olur. Nedensellik kanunu her etkinin bir sebebi olduğunu belirtir. Ayrıca, sebep, sonuç ile mantıklı bir uyum içinde olmalıdır. Örneğin, balkonumdan üfleyerek bir kasırga yaratmayı bekleyemem, çünkü bir kasırga başlatmak için gereken güç, ciğerlerimin gücünün çok ötesindedir. Aynı şekilde birisi oturduğu apartman binasının karıncalar tarafından yapıldığını söylerse ona inanmam, çünkü bu muhteşem küçük yaratıklar ne kadar çalışkan olsalar da mantıken bu tarz bir yapıyı inşa etmiş olmaları mümkün değildir. Bu basit bir sebep-sonuç mantığıdır.
İçinde yaşadığımız evrene gelince, öncelikle hiçbir şeyden ziyade, bir şeylerin var olduğunu fark etmek önemlidir. Kozmik bir hava boşluğunda yaşamıyoruz. Tam tersine, hayatı devam ettirebilmek için tam anlamıyla donanımlı olan muhteşem bir gezegende yaşıyoruz. O zaman, her şeyin bir sebebi ve sebebin sonuçtan daha büyük olması gerektiğine göre, şaşırtıcı dünyamız için nasıl bir sebebin beklentisi içinde olmalıyız? Modern materyalistlerin cevabı, milyonlarca yıl önce şans eseri bir patlama sonucunda var olduğumuzdur. Başka bir deyişle, hayat dediğimiz inanılmaz düzen, nefes kesici güzellikte ve fevkalade bir şekilde tasarlanmış olan bu olağanüstü olay, uzun zaman önce gerçekleşmiş rastlantısal kazaların bir sonucuymuş… Çevremize baktığımızda öne sürülen bu açıklama mantıklı geliyor mu?
Genel mantık ve bilimin merkezinde yer alan Nedensellik Kanunu’na göre, muhteşem derecede engin ve renkli evrenimiz bize kendisinden çok daha büyük bir varlığın ürünü olduğunu gösterir. Bu kadar ustaca tasarlanmış ve mükemmelce ayarlanmış olan hayat, ancak çok daha anlaşılması güç bir şeyin ürünü olabilir. Öte yandan, Kutsal Kitap’ın bu konuya verdiği cevap oldukça mantıklıdır. Tanrı’yı hayatın en büyük kaynağı ve mimarı olarak açıklar: “Dağlar var olmadan, daha evreni ve dünyayı yaratmadan, öncesizlikten sonsuzluğa dek Tanrı sensin.”4Başka bir bölümde ise Tanrı bize bunu nasıl yaptığını açıklıyor, “Dünyayı ben yaptım, üzerindeki insanı ben yarattım. Benim ellerim gerdi gökleri, bütün gök cisimleri benim buyruğumda.”5
Bu noktada, sorgulamayı seven arkadaşlarımız şöyle itiraz edebilir:“Ama Tanrı nereden geldi?” Öncelikle Kutsal Kitap’ın deminki ayette Tanrı hakkında ne söylediğine dikkat edelim. Tanrı’nın “öncesizlikten (ezelden) beri” var olduğunu belirtir, yani Tanrı’nın başlangıcı yoktur çünkü her şeyin üstünde olan O’dur. Aynı zamanda Nedensellik Kanunu sadece başlangıcı olan şeyler için bir neden arar.6Oysaki, Kutsal Kitap’a göre, Tanrı’nın başlangıcı yoktur. O yüzden kendisinden önce daha üstün bir neden aramaya gerek yoktur.
İkinci olarak, eğer Tanrı’yı, Egemen Rab ve Yaratanımız olarak kabul edersek, kendi yarattıklarının dışında ve ötesinde olması gerekir, dolayısıyla, evrenimizi yöneten zaman ve mekan kuralları O’nun için geçerli değildir. Örneğin, bir bilgisayar tasarladığını düşün. Onun için belirlediğin bazı parametreler olur. Ömrünü olabildiğince uzatmak ve sağlıklı bir şekilde çalışması için bazı güncellemeler önerirsin. Ama bilgisayara yüklediğin bu talimatlar senin için de geçerli mi? Kesinlikle hayır, çünkü bilgisayar senin icadındır. Sonuç olarak, modern materyalistlere ‘Büyük Patlama olmadan önce ne vardı?’ sorusuna verdikleri, “bilmiyoruz”cevabından ziyade Kutsal Kitap tarafından verilen yanıtın, çok daha mantıklı ve tatmin edici olduğunu kabul etmeliyiz: Tanrı ezelden beri vardı!
Şimdi birkaç tane önemli bilim kuralına daha bakalım. Termodinamiğin ilk kuralı şöyle der: enerji sadece yayılır, yaratılamaz veya imha edilemezdir. İkinci kural, enerji yayıldığı için dünyanın yavaşça daha düzensiz bir hale döndüğünü belirtir; buna “entropi” denir. Basit terimlerle açıklayacak olursak, ilk kural evrendeki toplam miktardaki enerjinin sabit olduğunu, yani enerjinin yoktan var edilemeyeceğini belirtir. İkinci kural da dünyanın zaman geçtikçe “çürüdüğünü” ekler. Hepimiz bunu günlük hayatımızda, bakımsız bahçemizin otlar tarafından ele geçirildiğinde veya toprağımızın erozyona yenik düştüğünde görürüz.
Hayatın ve Tanrı’nın kökeni sorusuna gelince, bu bilim kuralı bize kapalı bir sistemde yaşadığımızı hatırlatır. İlk kural, içinde yaşadığımız evrenin kendi kendini yaratmış olmasının mümkün olmadığını gösterir. Bunun yerine net bir şekilde kurulmuş ve daha büyük bir güç tarafından harekete geçirilmiş olması gerekir. Bu önemlidir çünkü, bugün gözlemlediğimiz dünyanın son derece nizamlı ve düzenli bu hali, basit ve cansız bir takım nesnelerden şans eseri olarak oluştuğuna inanmamıza müsaade etmiyor.
İkinci kural, bazılarının savunduğu ‘evren sonsuzdur’ iddiasını çürütür. Evrenin yaşlanması ve çürümesi gerçeği bir başlangıç noktası olduğunu belirtir. Bu şekilde dünya modern bir araba gibidir, parçalarının eskimesi ve sürekli servise götürmemiz gerektiği gerçeği, aracımızın kendiliğinden yenilenemediğini hatırlatır. Yapıldığı tarihten bu yana gittikçe bozulur durur. İlk kuralla birlikte bu, dünyanın evrimleşip yenilenemediği tam tersine yaşlanıp öldüğü gerçeğini gösterir. Evren kendini yenilemek yerine bozulmaya yüz tutmuştur.
Bu bilimsel kurallar özellikle evrim teorilerini desteklemek için bilimi kullanmaktan hoşlanan ‘Büyük Patlama’ destekleyicileri için ciddi bir problem oluşturur. ‘Büyük Patlama’ kavramı genişleyen evrenimiz için makul bir açıklama sunmaya çalışsa da, yukarıda belirtilen en temel bilimsel kurallar ile doğrudan çelişki içindedir. Kuşe kağıda basılmış kitaplar ve dergilerde bize ne kadar mantıklı gibi sunulsa da, büyük patlamanın yalnızca bir teori olduğunu unutmamamız gerekir. Çünkü hayatın kökeniyle ilgili her hangi bir hipotez oluşturuyorsak bilimsel açıdan bunu ancak bir teori olarak sunabildiğimizi hatırlamalıyız. Dahası, önceliği, varsayımlardan ziyade oturmuş kurallara vermeliyiz. Bu bakımdan ‘Büyük Patlama’ teorisi yukarıda belirtilen bilimsel kurallar açısından çok ciddi engellerle karşılaşır.
Bu durum bize Tanrı’nın varlığı tartışması konusunda ne gösterir? Belli ki bilimin kuralları, hayatın kökenleri ile ilgili basit gelişigüzel açıklamalarla yetinmemize izin vermeyecek. Bunun yerine bilim, içinde yaşadığımız kompleks ve karışık dünya düzeni için mantıklı ve makul bir açıklama sunmamızı bekler. Kutsal Kitap bize Tanrı’nın dünyayı yoktan yarattığını söyler. Bunu, var olan gücü ve üstün yetkisi ile yaptı, yani bu evrende görülebilen ve görülemeyen her şey O’nun yüce iradesinin bir ürünüdür.7Tanrı’nın Sözü bize Rab’bin yarattığı mükemmel dünyanın daha sonra Şeytan’a uyan ilk atalarımızın isyanı yüzünden bozulmuş ve çürümeye başlamış olduğunu söyler.8Bu açıklama, yukarıda gördüğümüz ve bilimin çoktan tespit ettiği entropi kuralı ile tamamen uyum içindedir.
Jüriye sunduğum ilk kanıt budur. Bilimin en temel kuralı, her sonucun makul bir nedeni olması gerektiğidir, sadece her hangi bir neden de değil, etkiden daha büyük bir neden olması şart. Böylece içinde bulunduğumuz evrenin her şeye gücü yeten, bilge ve sonsuz olan Tanrı tarafından yaratılmış olmasına inanmak hiç de mantıksız veya akılsızca değildir. Aynı şekilde Termodinamik Kuralları, evren ne sonsuzdur ne de kendi kendine ortaya çıkmıştır der. Bu kuralı bir önceki Nedensellik Kanunu’yla birleştirdiğimizde, bizden çok daha büyük, zeki ve sonsuz bir yaşam kaynağı olduğuna işaret eder.
Grekçedeki insan (anthropos)kelimesinden türemiş olan antropikkelimesi, basitçe “insanlarla veya insan varlığıyla alakalı” demektir. Antropik Prensip, insanların evrendeki varlıkları ile ilgili kuralları bir takım ilkeye indirger. Genellikle evrendeki varlığımızın her açıdan ‘bağlı’veya ‘muhtaç’olduğu kabul edilir, yani bu dünyadaki hayatımızın çok sayıdaki evren-bilim değişmezleriyle sayısal değerleri çok dar bir değerler kümesine düşmüş olması gereken parametrelere (etkenler) bağlı olması söz konusudur. Tek bir değişken azıcık bile farklı olsaydı, dünyada hayat sürdürülebilir olamazdı. Başka bir deyişle, öyle görünüyor ki, evrendeki her şeyinsanların dünyada yaşaması için özel olarak tasarlanmıştır.9Kainat, insanın yaşamını devam ettirebilmesi için özel olarak donatılmış ve uygun hale getirilmiş olduğu için bazıları buna ‘ince ayar prensibi’ der.
Örneğin, eğer bir uzaylı dünyamıza gelmiş olsaydı ve yolun ortasında bir arabaya rastlasaydı ne düşünürdü acaba? İncelemeye başladığında anında iki bacaklı, iki kollu ve dik bir şekilde oturan bir varlığın kullanması için tasarlandığını anlardı. Motor kapağını açtığında akü, karbüratör, radyatör ve diğer sistemlerin, ortada duran motorun en uygun şekilde çalışabilmesi için ayarlandığını fark ederdi. Kısacası aracın her yeri, motorundan, tekerleklerine ve ön camına kadar, her şey belli bir amaca hizmet eder. Bu aracı inceledikten sonra, insanları taşıma amacıyla icat edildiğini düşünmeye ikna olurdu çünkü tasarımıyla ilgili her şey onu böyle düşünmeye iterdi.
Benzer bir şekilde bilim insanları, içinde yaşadığımız evrenin bizim için özel olarak hazırlandığının uzun bir süredir farkındadırlar. Hamile bir kadının yakında doğacak olan bebeği için büyük heyecanla çocuk odası hazırlaması gibi, bu kadar büyük itina ile düzenlenen evren de bizim gelmemizi bekliyordu! Dahası, bu gezegende varlığımızı sürdürebilmemiz için bu kadar dikkatlice ‘ince ayarı’ yapılmış evren-bilimsel etkenlerinin ortaya çıkması her tür rastgele-şans açıklamasına meydan okur. Aslında rastgele gelişen olayların sonucu birçok değişkenin uygun bir şekilde sıralanması gibi çok uç noktada olan olanaksız bir açıklama, bazı bilim insanları ve filozofları, dünyayı tasarlayan ve bizim belli ihtiyaçlarımız için dünyayı kendi isteğiyle uygun hale getirmiş olan bir Tanrı olduğunu düşünmeye yöneltmiştir.10
Bu bakımdan, büyük ölçüde ve uyum içinde olan bu tasarıya işaret eden birkaç evrensel sabitin altını çizebiliriz. Mesela maddeyi bina eden atomların tasarımı ve yapılarını ele alalım. Pozitif yüklü protonlar ve negatif yüklü elektronlar birbirlerine özgü bir bağ içindedirler. Öyle ki, eğer biri diğerinden biraz daha büyük veya daha küçük olsaydı, ne atomlar var olabilirdi, ne biz, ne de başka şeyler. Bu durum tamamen şanstan ibaret olabilir mi?
Aynısını yaşamı mümkün kılan daha birçok sabit değişkenler için söyleyebiliriz: dünyanın yerçekimi ve manyetik alanı, ışığın ve sesin hızı, suyun akışkanlığı ve dünyanın atmosferindeki gazların miktarı, ve benzeri… Bu değişkenlerin bazılarında o kadar ‘ince ayar’ yapılmıştır ki, en ufak bir değişiklik bile dünyadaki hayatın sonu demektir. Aynı şey gezegenimizin evrendeki eşsiz konumu için de geçerlidir. Eğer güneşten biraz daha uzak olsaydık, gezegenimizdeki sular donardı. Eğer biraz daha yakın olsaydık, gezegenimizdeki sular kaynardı. Bunun ötesinde eğer güneş sistemimiz galaksimizin merkezine, kenarındaki spiral (sarmal) kolların herhangi birine veya herhangi bir yıldız topluluğuna çok yakın olsaydı, gezegenimiz kozmik radyasyon nedeniyle mahvolurdu. Daha birçok örnek verilebilir ama hepsi dünya dediğimiz gezegenin insan yaşamına yetebilmesi için eşsiz bir şekilde düzenlendiğini ve donatıldığını gösterir.11
Şimdi sormamız gereken soru şudur; evreni insani varlığımızın devam edebilmesini sağlamaya yönelten bu kadar çok evrensel sabit, evren-bilimsel etken ve birçok değişken mevcutsa, bunlar varlığımız için gerekli olan değerlerimizin inanılmaz dar alanına nasıl kendiliğinden girebilmişlerdir? Buna çok farklı iki cevap sunulur, biri evrenin rastlantı sonucu olduğunu söyler, diğeri ise gördüğümüz her şeyin çok daha büyük bir zihin tarafından tasarlanmış olduğunu belirtir. ‘Şans sonucu oldu’ teorisinin destekçileri paralel evrenler ve milyarlarca yıldır oluşmuş sonsuz olasılıklar hakkında varsayımlar türetmeyi severler. Hal böyle iken evrenin hem makro hem de mikro seviyesinde bu tür ince ayarının tamamen şans eseri olduğunu düşünmek bilimin sınırlarını iyice zorluyor hatta geçiyordur.
İlginç bir şey daha var, bazı insanlar son derece olanaksız olan ‘şans sonucu’ teorilerini bir şekilde mümkün kılmak için olasılık alanına yönelmeyi severler. Yani, bu insanlar hayatın rastlantı sonucu oluşmasının ne kadar imkansız olduğunu bile bile katrilyonda bir ihtimalin üzerine odaklanırlar. Aslında harika dünyamızın şans eseri bu hale gelmiş olmasının olasılığı telafuz edilemeyecek kadar uzun bir rakamdır. Yine de insanlar imkansız ihtimalin üzerinde teorilerini kurmaya devam eder. Oysaki, olasılık biliminin imkansız olanı inanılır kılmak için değil bu gibi teorileri çürütmek için kullanıldığını unutuyorlar. Örnek verelim: Kendine sürekli as dağıttığın bir poker oyununu düşün. Bir sonraki turda sana yine hep as geldiğinde rakiplerine dönüp, ‘Tamamen şanstı’diyebilir misin? İlk seferde sana inanabilirler ama eğer tüm gece boyunca böyle devam ederse o masadan sağlıklı bir şekilde kalkma şansın gittikçe azalacaktır!
Yine de bazıları ısrarla, bugün gördüğümüz karmaşık yaşamın sonucunun milyarlarca yıl önce olmuş olan evrim ihtimalinin kırıntısına tutunmayı tercih ederler. Ama bunun artık bilimle bir alakası yoktur! Herhangi bir bilim projesinde eğer sonuçlar %100 doğrulanabilir değilse, verilen bütün emek sorgulanır. Üniversitede yaptığın bir bilim çalışması düşün. Uzun denemeler sonucunda ortaya çıkan sonuçların anlaşılması güç ve çok yetersiz olup ancak düşük bir ihtimale göre mümkün olabileceğini savunduğun bir ödevi profesörüne sunar mısın? Yüksek bir not alma şansın ne kadar olurdu? Sıfır!
Kutsal Kitap açısından baktığımızda evrenin insan yaşamı için eşsiz bir şekilde donatılmış olmasına şaşırmayız çünkü Yaratılış kitabının daha ilk bölümünde, Tanrı’nın yaratma gücünün dünyayı kendi benzeyişinde yaratmış olduğu insanlar için daha yaşanabilir hale getirdiğini görürüz. İnsanlar yaratılışın bir yan ürünü değil, Tanrı’nın işlerinin zirvesinde olanlardır. Çünkü Tanrı insanları sadece dünyada yaşamaları için değil tasarladığı harika dünyayı yönetmeleri için de yarattı.
Kutsal Kitap’ta Kral Davut insanın yaratılıştaki eşsiz pozisyonunu şu sözlerle ifade eder:
“Ey egemenimiz Rab, ne yüce adın var yeryüzünün tümünde! Gökyüzünü görkeminle kapladın. Seyrederken ellerinin eseri olan gökleri, oraya koyduğun ayı ve yıldızları, insan ne ki onu anasın ya da insanoğlu ne ki ona ilgi gösteresin?... Neredeyse bir tanrı yaptın onu, başına yücelik ve onur tacını koydun.”12
Jüriye sunduğum ikinci kanıt budur. Evrenimiz ve gezegenimizin özellikle eşsiz bir şekilde insanın ihtiyacını karşılamak üzere tasarlanmış olması hem inanılmaz bir güç ve hikmetin ürünü olduğunu hem de kişisel olarak bize değer veren bir Yaşam Mimarı’ndan kaynaklandığına işaret eder.
Bilimsel yöntem, bir takım kurallar belirlemek için doğa olaylarını sürekli ölçme imkanımıza dayanır. Suyun belli bir sıcaklıkta kaynadığını biliriz çünkü su belli bir ısı seviyesine maruz kaldığında belli bir zaman içinde kaynayarak tepki verir. Hava basıncı veya başka bağlamsal şartlara göre çeşitli farklar gösterse de bütün çevresel değişkenlere dayanarak suyun belirli bir noktadan sonra kaynadığını biliriz. Böylece bilimsel kurallar düzenli testlere dayalıdır, bunun sonucunda da tahmin edilebilir sonuçlar alınır. Bu biçimde oturmuş bilimsel kuralların doğa olaylarını belli bir şekilde yönettiğini güvenle söyleyebiliriz.
Dünya genelinde bilimsel yöntem kabul ediliyor ve kullanılıyor olsa da evrimsel paradigma (dizilim) üzerinde çalışan bazı filozoflar için bu bir nevi ikilem oluşturur. Çünkü bir yandan evrim teorisi bizi her şeyin şans, doğal seçim ve rastgele mutasyon sonucu olduğuna inanmaya yöneltirken, bilim kuralları da diğer yandan gözlemlenebilir ve tekrarlanabilir sonuçlar talep eder. Hatta bilim, doğa konusundaki gözlemlerimizin güvenilir sonuçlara götürdüğü fikri üzerine kuruludur. Hal böyle iken, materyalistlerin iddia ettiği gibi, hayattaki her şeyin şans eseri olarak daha iyi bir hale evrimleştiğini kabul edersek doğa düzeni hakkında öngörülebilir sabit hiçbir şeyi beklememeliyiz. Eğer durum bu şekilde olsaydı gerçek bilimi nasıl uygulayabilirdik?
Tam anlamıyla evrimsel bir bakış açısıyla bilime yaklaşacak olsaydık doğadaki her şeyin rastgele ve düzensiz olduğunu beklememiz gerekirdi. Fakat modern bilim insanları, alanlarına bu şekilde yaklaşmazlar. Bunun yerine bilim insanları kainatınbelli gözlemlenebilir ve tekrarlanabilir kurallarının bir noktaya kadar doğaya hükmettiğine ve sonuçlarından oldukça emin olabileceğimize inanırlar. Fakat bu kuralı evrim teorisine uygulayınca ciddi tutarsızlıklarla karşılaşırız. Başka bir deyişle modern evrimci araştırmacılar normal bilimsel analizlerde düzen ve tutarlık ararken nedense evrim teorisine gelince bu tür bir düzen görmeyi beklemiyorlar.
Hayatın şans eseri olduğu düşüncesini savunanlar, buna ‘bilimsel’ olduğu için inandıklarını söylerler. Kendi akıllarını tatmin edebilmek için onlara göre her şey bilimsel olarak kanıtlanmalıdır. Yine de insanın kökeni hakkındaki teorilerin tamamı, nihayetinde rastlantıya dayalıdır ve asla kanıtlanamaz vaziyette! Öte yandan gerçek bilim ise şans eseri ihtimallere bakmaksızın ölçülebilir ve gözlemlenebilir kanıtlara dayalıdır. İnsanlar eğer tutarlı olmak istiyorlarsa ya büyük ölçüde bilime aykırı olan evrim teorisinden vazgeçmeleri gerekir ya da bilimi, sabit sonuçları olmayan veya rastgele olarak yeniden yorumlamalılar ki, bu durumda doğanın kurallarından uzak bu gibi yaklaşıma bilim bile denilemez.
Doğanın gözlemlenebilir belli kurallar tarafından yönetildiğini düşünmek hepimizi kişisel olarak da etkiler. Yerçekimi kuralının dünyada ayakta durmamızı sağlayacağına inanmasaydık dışarı adım atmaktan çekinirdik herhalde. Güneşin her gün doğacağından emin olmasaydık yarın için plan yapamazdık. Soluduğumuz havanın ve içtiğimiz suyun hayatımızı devam ettirmek için gerekli olduklarını çok iyi biliriz. Bunu bilmek için bilim insanları olmamız gerekmez, onun yerine çocukluğumuzdan beri bunları deneyimlediğimiz için hayatın bu düzenine alışkınız. Ama eğer hayat gerçekten evrimin rastgele sonucu olarak bu noktaya gelseydi sıraladığımız bu olayları doğal olarak karşılayamazdık. Çünkü doğada düzen ve uyum yerine rastgele evrimin getirdiği korkunç bir kaos ve kargaşa görmeyi beklerdik.
Yine de biri, doğanın bu mucizevi dengeye rastgele şans sonucu ulaştığını söylemekte direnebilir. Fakat durum böyle olsaydı bile, bu dikkatlice ayarlanmış dengenin tutarlı bir şekilde sürdürülmesinin hiçbir garantisi olmazdı. Hatta o zaman hayatın ansızın mutlak kaosa ve gelişigüzelliğe dönmesini beklemeliyiz. Bir materyalistin bakış açısından doğanın belli kurallar tarafından yönetiliyor olmasını beklememiz engellenmiş olurdu. Oysaki gerçek hayat bize tam tersini gösterir. Doğanın hepimizin güvenebileceği yerleşmiş kuralları vardır. Bilimin tamamı bu anlayışın üzerine kurulu zaten. Sadece bu nokta bile bizi, içinde bulunduğumuz evrenin başlangıçtan beri yerleşik kurallarla tasarlandığını ve yaratıldığını düşünmek için teşvik etmelidir.
Doğa hem istikrarlı bir tutumla düzenin, hem de akıllı bir tasarıya işaret eden inanılmaz karışıklıkların kanıtlarını sunar. Günümüzde bazı bilim insanları dünyamızın ‘indirgenemez komplekslik’unsurunun altını çizer. Lehigh Üniversitesi’nde profesörlük yapan Michael Behe, bu terimi ufuk açıcı çalışması, Darwin’in Kara Kutusuadlı kitabında türetmiştir. ‘İndirgenemez komplekslik’terimi, birlikte düzgün bir şekilde çalışabilmek için gerekli olan her bir bileşene ihtiyaç duyan, her bir karışık sistemin karakteristik özelliklerini açıklamak için kullanılır. Başka bir deyişle, kompleks bir sistemin tamamen çalışabilmesi için hiçbir kısmının eksik olmaması gerekir. Behe, insan gözünü inceleyince, gözün işini yapabilmesi için bütün detaylı kısımlarının eksiksiz olarak uyum içinde çalışması gerektiğini tespit etmişti. Bu çok uzun zaman süren şansa dayalı gelişimsel evrim ile olacak iş değil, çünkü belli kısımların diğer kısımlar olmadan gözün çalışması mümkün değildir. Kısacası, bedenimizin neresine bakarsak bakalım, baştan beri tüm parçaların birlikte yaratılmış olması şarttı yoksa hiç işe yaramayacaktı.
Özetlemek gerekirse, bu muhteşem düzendeki evrenin rastgele süreçler sonucunda oluştuğuna inanmak hem en temel bilim kurallarıyla çelişir hem de doğanın düzen anlayışının özünü yalanlar. Daha da derine inip, doğada sergilenen ve mükemmel uyum içinde var olan bütün estetik niteliklerden de bahsedebiliriz: Renklerin harika yelpazesi, tam tamına uyan şekiller ve boyutlar... Sıradan bir tane gül düşün. Daha güzelini tasarlayabilir miydin? Bunların hepsi rastgele veya şans eseri oluşan evrimi değil titiz bir şekilde baştan beri yaratılmış bulunan ilahi tasarıyı gösterir. İşte Kutsal Kitap aynen bunu öğretir, yani düzene ve uyuma değer veren, evrenimizi ustalıkla yönetenin Her Şeye Gücü Yeten Tanrı olduğunu…
Yaratılış kitabının ilk bölümleri, Tanrı’nın dünyayı nasıl yoktan yaratıp düzene koyduğunu açıklar. İlk başta gezegenimiz Mars veya Venüs’ün şimdiki boş hallerinden çok da farklı değildi. Fakat daha sonra Tanrı dünya için kusursuz bir devinim belirledi ve geceyle gündüzü ayırdı. Daha sonra doğal bariyerler koyarak yeryüzünü sulardan ayırdı. Ardından güneşi ve ayı dünyaya “ışık” olacak, yıllık takvim ve mevsimleri gösterebilecek şekilde yörüngeye koydu. Kısacası Kutsal Kitap’ta bahsi geçen yaratılış Tanrı’nın dünyamıza, mantıklı bir düzen getirdiğini gösterir. Dahası, Tanrı’nın Sözü bu düzenin devam etmesinden Tanrı’nın sorumlu olduğunu söyler.13
Burada üçüncü kanıtımız vardır. Modern bilimin doğanın düzenine bağlı olması rastgele olmayan ve şans ile oluşmayan üstün zekalı yaratıcı bir etkene işaret eder. Evrenimizin inanılmaz güzelliği, kompleks yapısı ve son derece detaylı olması, bize Kutsal Kitap’ta tanımlanan sevgi dolu olan Yaratıcımız’ı tanıtır: “Gökler Tanrı’nın görkemini açıklamakta, gökkube ellerinin eserini duyurmakta.”14
Bu konuyla ilgili önemli kanıt sunan başka bilim alanlarına da bakalım: antropoloji vearkeoloji. Bugün bile dünyadaki insanların yaklaşık %80’inin ilahi ve üstün bir varlığa inanıyor olmaları göz ardı edilemez.15Bu konu, özellikle materyalist bilginlerin son yüzyılda Tanrı inancı hakkındaki iç karartıcı tahminleri açısından çok önemlidir. Tim Keller, inancın geneli hakkındaki son trendler konusunda şunları söyler:
“Bir zamanlar, laik Avrupa ülkelerinin dünyadaki diğer ülkelere öncü oldukları konusunda önemli bir inanış vardı. Avrupa’da olduğu gibi, dinin doğaüstücülükten vazgeçeceği veya tamamen öleceği düşünülürdü. Fakat, teknolojinin ilerlemesi kaçınılmaz laikliği getirir teorisi, şimdilerde ya çöpe atılıyor ya da radikal bir şekilde değiştiriliyor.”16
Aksi durum hakkında tahminler olsa bile Tanrı’ya olan inancın dünya çapında oldukça güçlü ve köklü olduğu anlaşılıyor. Yani bilim ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin insanlar yine de Tanrı’ya inanmaya ihtiyaç duyuyor.
İlginçtir ki, Tanrı inancının insanlar üzerindeki her yere yayılan etkisi, dünyanın sadece medeni kısımlarında değil, en ücradaki kabilelerinde ve insan gruplarında da görüldüğü kanıtlanmıştır. Araştırmacılar ve antropoloji uzmanları en ilkel toplulukların bile ilahi varlıklara ortak bir ilgi duyduklarını not etmişlerdir. İlkel toplulukların sahip olduğu bu inanışların çoğu topluluğun halk efsanelerinde bulunan, ilk erkek ve ilk kadının yaratılışı, sonra insanların büyük tufan tarafından ortadan kalkması ve kalan insanların yayılmaları ile ilgilidir.17Bunların büyük çoğunluğu ilginç bir şekilde Kutsal Kitap kayıtları ile aynı fikirdedirler.
Günümüzde dünyadaki insanların büyük çoğunluğu bir Yaratıcı’ya inandığı gibi tarih boyunca da insanların çoğu aynı inanca sahipti. İnsan varlığımızı tarihin en erken kanıtlarında incelediğimiz zaman doğaüstü bir Tanrı’ya olan inancın varlığımızın vazgeçilmez bir parçası olduğunu görürüz. Modern materyalist öğretisi ise bize en eski insanların hiçbir dini kavramı olmayan avcılar ve mağara adamları olduklarını belirtir. Oldukça yaygın bu düşünceye göre antik çağdaki insanların ancak tarım yapmayı öğrendikten sonra tahminler yürütmek için daha fazla zamanları ve enerjileri olduğu için evrende daha büyük bir güç olduğu düşüncesine varmışlar. Böylece, atalarımızın bilinmezle ilgili korkularını yatıştırmak ve toplumu daha kolay bir şekilde yönlendirebilmek için Tanrı kavramını çok sonradan oluşturduklarına inanılır.
Evrimci bir bakış açısından bakıldığında, yukarıda anlatılan tarihsel oluşum başta mantıklı gelebilir, fakat var sayılan bu oluşum, yakın zamandaki arkeolojik keşiflerle uyum içinde değildir. 1995’ten beri Alman arkeolog Klaus Shmidt ve ekibi Türkiye’nin güneydoğusunda bulunan Urfa şehrine birkaç kilometre uzaklıkta olan Göbekli Tepe’de kazı çalışmaları yapmaktadırlar. Orada çok sayıda daire biçiminde yekpare taş çıkarmışlardır. Her bir dairede on veya on iki sütun, yontma yapı taşından oluşan taş duvarlara bağlıdır. Her bir dairesel yapının ortasında bazıları 5 metre yüksekliğinde ve ortalama 5-7 ton ağırlığında olan iki tane daha büyük taş sütun bulunmaktadır. Sadece bu da değil,yakın çevresinde yapılan radyometrik araştırmalar yaklaşık bir düzine daha taşlı dairenin toprağın altında açığa çıkarılmayı beklediğini gösterir. Gün ışığına çıkartılan şekillere bakıldığında bu yapıların bir tür konut değil, dini ritüel için tasarlanan kocaman bir tapınak kompleksi olduğu anlaşılıyor. Ayrıca sütunların yüzeylerinde birçok hayvanın kabartması da mevcuttur. Anlaşılan bu ibadet merkezini inşa edenler pek ilkel mağara adamları değilmişler.
Peki kurulan bu tapınaklar hangi dönemin kalıntısıdır? Radyoaktif karbon izotopu ölçülerine ve taş alet kıyaslamalarına göre en altta bulunan dairesel taşlar yaklaşık 11.000 yıllıktır! Bu, evrimcilerin takvimine göre, hayvanların evcilleştirilmesi, çömlekçilik, madencilik veya tarımın gelişmesinden çok öncesindedir.
Aslında bu gibi arkeolojik kazılarda ortaya çıkan birçok bulgular ile evrimcilerin ileri sürdüğü tarihler birbiri ile uyuşmaz. Göbekli Tepe’de bulunanlar evrimsel düzeni savunanlar için tam bir fiyaskodur! Çünkü, bugüne dek bulunan insanlığın en eski yerleşim alanı oldukça gelişmiş dini bir mekansa insanlar başlangıçtan beri Tanrı’ya inanıyorlardı demektir!
Arkeoloji bize, ilk insanın dini gelişimlerinin büyük resmini gösteremese de, alışılmış açıklamaların fena halde yanıldığını göstermeye yeterlidir. Belli ki, tarihin başından beri Tanrı inancı insanın hayatının tamamlayıcı bir parçasıdır. Evrim teorisini savunanların yaptığı gibi, Tanrı inancının çok sonradan ortaya çıktığını savunmak, arkeolojinin bugün yeryüzüne çıkardığı gerçekleri yalanlamak demektir.
O zaman materyalistler böylesi güçlü kanıtlara ne yanıt verirler? Ünlü ateist profesör Richard Dawkins Tanrı Yanılgısıkitabında, insan atalarının eskiden beri oldukça inançlı oldukları gerçeğinin kendisi gibi inançsız araştırmacılar için büyük bir sıkıntı yarattığını itirafeder, çünkü evrim teorisine göre, var olan her şeyin temelinde “Darvincilik İlkesi”vardır. Özetle, var olan her şeyin evrimleşmiş olması için ihtiyaca dayalı belirli bir sebebi olması gerekir.Profesör Dawkins, Tanrı inancının oldukça köklü tarihçesinin materyalistlerin ilke edindikleri bu zorunlulukla çeliştiğini kabul eder, çünkü onlara göre Tanrı’ya inanmak tamamen zaman ve enerji kaybıdır. Dawkins’e göre dini inanç insanlara sadece manevi sınırlar koymakla kalmaz ama aynı zamanda inancın fanatiklerini önemsiz dini törenler düzenleme ve dini yerler inşa etmeye yönlendirir, bunlar da insanların temel ihtiyaçları açısından fazlasıyla lüzumsuzdur.
O halde, yukarıda belirtildiği gibi, Dawkins’e göre Tanrı inancı bu kadar boş ve yararsızsa neden insanların büyük çoğunluğu çok eskiden beri bu kadar dindardır? Profesör Dawkins bu ikileme çok yaratıcı bir cevap üretir ve bulduğu bu cevaba “genetik tutukluk”adını verir. Sunmuş olduğu düşünceyi savunmak adına Profesör Dawkins, dini düşüncelerin ortaya çıkmaya eğilimli olduğunu varsaydığı bazı insan özelliklerini belirler: Çocukların nasıl yetişkinlere güvenmeye meyilli olduklarından ve bazı kabilelerin nasıl korkularını yatıştırmak için görünmeyen güçlere özel güçler atfettikleri gibi… Ona göre dini törenler ve inançlar, insanların zor dönemleriyle başa çıkabilmeleri için ortaya çıkmışlardır. Sonuç olarak Dawkins dini tamamen gereksiz bir oluşum olarak görmesine rağmen aynı zamanda insanın hayatta kalabilmesi için bir zamanlar yararlı olduğunu iddia etmektedir.18
Profesör Dawkins’in aslında ortaya attığı düşünce, insan zihninin evrim sürecinde, hayatta kalmasını güvene almak adına, genetik bir tutukluk yüzünden gerçek olmayan bir şeye inanmasına izin vermiş olmasıdır. Başka bir deyişle, zihinlerimiz tarih boyunca bize Tanrı’nın var olduğunu söylemiş, hayatlarımızı ve davranışlarımızı ahlaki/dini kavramlar doğrultusunda düzenlemiştir, ama bu aslında sadece varlığımızı güvence altına almamız için yoktan ürettiğimiz hayal gücümüzün bir ürünüdür. Bu tür bir sonuca varmak aslında cevap vermekten daha çok sorular yaratır. Keller’in dediği gibi, “eğer inanç-şekillendirme becerimizin bize Tanrı hakkında gerçekleri aktarmasına güvenemezsek, neden evrimsel bilim dahil, başka konulardaki gerçekleri açıklamasına güvenelim?”19
Profesör Dawkins’ın dinin kökeniyle ilgili argümanlarına meydan okuyan Rahip Thomas Crean, Dawkins’in en önemli sorular olan nerede, ne zaman ve niçin Tanrı inancı kavramının ortaya çıktığını açıklamakta başarısız olduğunu belirtir. Dini düşüncelerin mantıksız yollarla ortaya çıktığını farz etmek düşüncenin doğru olduğunu ya da tam tersinin de yanlış olduğunu kanıtlamaz. Crean, evrimcilerin öne sürdüğü bu düşüncenin çelişkiyi şu şekilde betimler: “Eğer insanın yetenekleri, evrimin bilinçsiz bir süreci sonunda ortaya çıkmışsa, o zaman yargılama yeteneğimiz de bu bilinçsiz sürecin bir ürünüdür.” Başka bir deyişle eğer bu tarz bir teoriyi kabul ediyorsak, o zaman hiçbir şeyi kesin olarak soruşturma garantimiz de olamaz, çünkü bunun sonucunda ara sıra meydana gelen beyinimizin tutukluklarına kurban olmuş olabiliriz.
Crean sözlerine şöyle devam eder, “Yazarımız (Dawkins) tarafından açıklanmış olan materyalist Darvinizm kendi kendini çürüten bir sistemdir. Bize, entelektüel yaratıklar olan bizlerin de dahil olduğu, yaşayan her tür canlıyla ilgili gerçeği açıklayacağını iddia eder. Ancak akıllarımızın evrimleşmiş olduğunu söyleyerek, varlığının gerçek olan yerine, yalnızca işe yarar inançlara razı olduğunu iddia ederek akıllarımızın gerçek olanla irtibat halinde olduğu güvencesini elimizden almış olur!”20Sonuç olarak, inancın köklerini Dawkins’ın ortaya attığı dairesel muhakeme yoluyla soruşturmaya kalkarsak, meseleyi daha da karıştırmakla beraber düşünme kabiliyetimizden de şüphe edecek duruma geliriz.
Ancak Kutsal Kitap’ın bakış açısına baktığımızda, insanın zihinsel becerisi zaten baştan verilmiştir. Tanrı’nın, ilk erkek ve kadını kendi benzeyişinde yarattığını okuruz.21Bunun önemli bir unsuru, insana özgü olan eşsiz akıl yürütme ve tasarlama yeteneğidir. Hayvanların organize bir şekilde eğitimsel çalışmalar yaptıklarını veya deneysel düşünce aktiviteleri düzenledikleri henüz gözlemlenmemiştir! İnsan varlığının yaratılışı itibariyle, mantıksal ve zihinsel kapasitelerini faydalı bir şekilde kullanabilmesi, bizlerin çok daha üstün bir zeka tarafından özel bir amaç doğrultusunda yaratılmış olduğumuza işaret eder.
Sadece bu da değil, Kutsal Kitap aynı zamanda insanın içgüdüsel olarak Tanrı’nın varlığı ve kutsal niteliklerinden haberdar olduğunu söyler. Tanrı’nın yarattığı etrafımızı saran harikalara bakarak, yaratılan bu şeylerin bize anlamamız için sunulmuş önemli kanıtlar olduğu sonucuna içgüdüsel olarak varabiliriz. Hatta, Kutsal Kitap, Tanrı’nın yaklaşmakta olan yargısının büyük nedenlerinden biri, bizim kasıtlı olarak bu en belirgin olan evrensel gerçeği reddederek O’na başkaldırmamız olduğunu da ifade eder.22 Dikkat edersek hiç kimse ateist olarak doğmuyor ancak apaçık olan gerçeği bastıra bastıra ateist olup çıkıyor. Eğer modern materyalistlerin teorileri olmasaydı, dünyadaki çoğu insan tarih boyunca olduğu gibi, doğal olarak Tanrı’ya inanmaya devam edeceklerdi.
İşte şimdi başka önemli bir kanıtımız var. Çok eski zamanlardan beri süren Yaratan’a inanış gerçeği ve bunun tarih boyunca evrensel olarak tasdik edilmiş olması, Tanrı’nın varlığına işaret eder. Aksi takdirde, Tanrı eğer sadece hayal gücümüzün bir ürünü veya insan yapımı bir rastgele bir buluş olsaydı, zaman ve modernleşme süzgeçlerinden akıp giderek kaybolmasını beklerdik. Ama öyle olmadı ki günümüzde dünyanın her yerindeki insanların büyük çoğunluğu Tanrı’ya olan inançlarını bir şekilde sürdürüyor.
Şimdi biraz da psikoloji ve sosyoloji alanlarını inceleyelim. İnanılmaz çeşitliliği olan çok ilginç bir dünyada yaşıyoruz. Sadece insan çeşitliliğini incelemek bile çok şaşırtıcıdır. Farklı genetik yapılar ve kültürel düzenlerin dışında, çok farklı diller, dinler ve etnik geçmişler olduğunu görürüz. Yine de bütün farklılıklarımıza ve dünyadaki insan gruplarını ayıran tarihi ve coğrafi sınırlara rağmen, evrensel olarak kabul edilmiş bazı ahlaki ilkeler vardır. Modern toplumların ortaya çıkış sürecinde devlet yasaları oluşturulurken bir şeyin doğru ve yanlış olması ile ilgili neredeyse tüm insanlarca kabul edilmiş evrensel bir hemfikirlik vardır. Bu neden böyledir? Eğer hepimiz için belli bir davranış standardı belirleyen tek bir dünya hükümeti tarafından yönetilseydik, buna şaşırmazdık ama yüzyıllar boyunca çok farklı coğrafyalarda yaşayan insanların belli ahlaki standartlara bağlı kalmaları gerçekten ilgi çekicidir.
Materyalist bir bakış açısından bakıldığında bu çok kafa karıştırıcı bir manzara. Eğer şans eseri en alt seviyedeki yaşam olgularından evrimleşip daha sonra gezegenin farklı yerlerinde sosyal bilinç kazandıysak, belli ahlaki kanunlara sahip olmaya ve bu kurallara içten bir şekilde uymaya kesinlikle hiç gerek olmazdı. Tam tersine farklı kıtalardaki insanların ve kabilelerin neyin doğru, neyin yanlış olduğuyla ilgili kendi fikirlerinin oluşmasını beklerdik. Fakat durum böyle değildir; sosyologlar farklı kıtalardaki neredeyse her insanın evlilikte sadakat, dürüstlük ve hayatın kutsallığı gibi temel değerlere ortak yakınlık duyduğunu gözlemlemişlerdir.
Benzer biçimde, modern zamanlarda insan hakları için savaşmak popüler hale gelmiştir. Bu yüzden Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlar, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi gibi belgeler hazırlamışlardır. Böylece eğer bir yerde soykırım yapılmaya kalkışılırsa modern bireyler ve hükümetler masum canları kurtarmak için müdahale etmeyi borç biliyorlar. Fakat evrimin varsayımında olduğu gibi en güçlü olanın hayatta kalması gerektiğine inanıyorsak, kimin kimi öldürdüğünü umursamamalıyız, değil mi? Doğru ve yanlış kavramımızın başkasınınkinden daha üstün olmasının sebebi nedir? Onların ahlaki kararlarına ne hakla karışabiliriz?
Gerçek şu ki, hepimiz insan hayatının kutsallığı konusunda doğal olarak ortak fikirdeyiz. Yakın zamanda hayvanat bahçesini ziyaret eden bir çocuk, bir gorilin kafesinin içine düştüğü zaman bunun altı çizilmiş oldu. Hayvanat bahçesinin büyük gurur ve neşe kaynağı olan goril çocuğa karşı agresif davranışlar sergilemeye başladığında, hayvanat bahçesi güvenliği protokole uyarak kocaman hayvanı anında vurup öldürdü. Buradaki mesaj nettir: insan hayatı daha önemlidir. Aynı mesaj bize hemen hemen her gün yolun ya da denizin kenarında gördüğümüz ölü bir hayvan tarafından hatırlatılır. Çoğumuz sadece üzülerek bakıp yolumuza devam ederiz. Fakat sahilin üzerindeki bir bebek cesedi ise hepimiz dehşete uğruyoruz. Cansız çocuk hakkında en ufak bir bilgimiz olmasa da çabucak bir şekilde yardım etmek veya ambulans çağırmak gibi bir şey yapma dürtüsü hissederiz. İnsanlık için ortak ahlaki endişe duygusunu paylaştığımız çok nettir.
Bu tür örnekler ortak ahlak inancımızın altını çizseler de, ahlaki gerçeğin tamamen göreceli olduğunu söyleyen post-modernizmin varsayımlarıyla birbirine zıt durumdalardır. Postmodern düşünceye göre neyin doğru, neyin yanlış ve neyin iyi, neyin kötü olduğuna insan kendi karar verir. Ne var ki, en koyu materyalist bile, iğrenç istismar, tecavüz, kaçakçılık ve soykırımla yüzleştiğinde, bunların yanlış olduğunu söylemekte gecikmeyecektir.
Eğer doğru ve yanlış düşünceler sadece göreceli sosyal yapılar ise, o zaman kimseyi belli kurallar ve yasalarla yargılamamız için mantıklı bir sebep olamaz. Hatta o zaman bütün hükümetler ve mahkemeler yürürlükten kaldırılmalıdır çünkü kimsenin kimseye neyin doğru veya neyin yanlış olduğunu söylemeye hakkı yoktur. Herkes kendi kurallarını yazmakta özgür olurdu. Fakat bunun sonucunda daha fazla istismar ve anarşi olacağını bilmemiz gerekir. İlginçtir ki post-modernistler bile özgürlüğümüzün sınırları olması konusunda genel olarak hemfikirlerdir. Hatta çoğu materyalist, sosyal davranışlarımızı yönlendiren “sağduyumuzun” var olduğunu söyler. Fakat yine de evrimsel bakış açısından baktığımızda varlığımızdaki hiçbir şeyin sağduyulu veya mantıklı olmamalıdır, bunun yerine yaşantımızın rastgele ve kaotik olmasını beklememiz gerekirdi.
Bazıları “medeniyet” dediğimiz bu yüksek etik seviyesine evrimin tesadüfi süreci sonunda ulaştığımızı savunabilir. Öyleyse, bu düşünceye göre belirli her hangi bir ahlaki sistem diğerlerinden üstün değildir, şans eseri ortaya çıkmıştır. Dahası, kargaşa ve iğrenç ahlaksızlığa sapmayacağımızın veya bu tür bir gelişimin şu an içinde bulunduğumuz durumdan daha da kötü olmayacağının da garantisini kimse veremez. Hatta yakın tarihte bununla ilgili Nazi’lerin dünyaya yaşattığı korkunç örneği hatırlatmakta fayda vardır. Hitler ve yandaşları kendi ırkları diğer tüm ırklardan üstün olduğunu ileri sürerek ırkından olmayan, zayıf veya özgürlü saydıkları insanları hunharca katletmeye kalkışmaları büyük ölçüde Darwin’in teorisindeki ‘güçlü hayatta kalır’ ilkesine dayanıyordu.
Günümüzde insan haklarından ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmekten bahsetmeye devam ediyoruz, ama kime göre daha iyi? Neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna gerçekten kim karar veriyor? İnsanlar kadın pazarlayanları ve pedofili hastalarını kınamakta hızlı davranırlar ama bunların yanlış olduğunu neye göre söyleyebiliyoruz? Hatta bu insanlar insanın en içsel ihtiyaçlarını karşıladıklarını söylerlerse bize bunun tam tersini söyleten ne olurdu? İçimizde bulunan ahlaki yasalar değil mi? Ancak ahlak, modern izafi teori kurmanın veya sosyal evrimleşmenin tesadüfi sürecinin ürünüyse, o zaman modern materyalistler bu tür argümanların karşısında tamamen savunmasız duruma düşmüş olurlar.23Oysaki insanların büyük bir kısmı belli davranışların sorgusuz sualsiz yanlış olduğunu düşünür. Neden? Çünkü içimizdeki bir şey bize böyle söyler!
Bu ortak ahlaki kanun aynı zamanda ortak bir kanun yazarına işaret eder. İnsanlar için istediğimiz ortak etik standartları, şansa bağlı evrim sürecine karşı gelen ahlaki bir kökene işaret eder. Evrim herhangi bir canlı organizma yaratabilse bile, içsel ahlaki değerlere sahip olan canlı bir organizma yaratabilmek, evrimin olanaklarını ve kapasitesinin çok ötesindedir. Fakat evrim mucizevi bir şekilde ahlaki değerler üretse bile, iyilikçi yerine kinci ve kaotik olmasını beklerdik. Bunun nedeni, evrimin doğası gereği başkalarına sevgi ve saygı duymak yerine en kuvvetli olanın hayatta kalmasını şartlamasıdır.
Kutsal Kitap bizlere, Tanrı’nın, ahlaki otoritenin temel kaynağı olduğunu hatırlatır. Eğer ahlak gerçekte bizim rızamızın bir ürünü olsaydı, gerekli mutlak otoriteden yoksun olurdu. Suçlu bulunan biri yasaya karşı gelip, “Kim demiş?”diyebilirdi. Öbür taraftan Kutsal Kitap bize, ortak olarak paylaştığımız doğru ve yanlış kavramlarının Tanrı’nın karakterine bağlı olduğunu söyler. Yalan söylemek yanlıştır çünkü Tanrı doğrudur ve dürüstlüğe değer verir. Yaşamın kutsallığı, Tanrı’nın erkek ve kadını kendi benzeyişinde yaratmış olmasına dayanır; kesinlikle hayvanlardan daha değerliyizdir. Dünyadaki bütün insanların ortak ahlaki değerlere sahip olmasının nedeni Tanrı’nın bu ahlaki vicdanı bize vermiş olmasıdır.24Kısacası, içimizdeki ahlaki yükümlülük kendimizin yaratmış olduğu veya şans eseri gelişmiş olan bir dünyada yaşamadığımızı hatırlatır. Kuralları biz koymayız, kurallar zaten uzun zaman önce konulmuştur.
Bu son kanıt insani varlığımızla ilgili her şeyin daha büyük bir ahlaki otoriteye bağlı olduğununaltını çizer. Bilimsel bir görüşten baktığımızda bir şeyin hiçbir şeyden çıkmış olduğunu düşünmek mantıksızdır çünkü her şeyin mantıklı bir kaynağı olmalıdır. Yani, ister muazzam evrenimiz, ister inanılmaz kompleks biyolojik yapımız ya da dünyanın ahlaki kurallarını yöneten prensipler olsun, bunların hepsinin sadece şanstan ibaret olmayıp bizi itina ile yaratan ve kendi karakteristiklerini yükleyen bir üst zekanın ürünü olduğumuzu kanıtlar.
Şu ana kadar sunulmuş olan kanıtlara baktığımızda, hiçbiri tek başına Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için yeterli görünmese de, hepsi bir araya gelince etkileri gittikçe artan inanılmaz güçlü bir dava dosyası sunar. Herhangi bir davada olacağı gibi, jüri sunulmuş olan kanıtlara bakmalı ve içlerinde en makul sonuca varmalıdır. Bu davada jüri sensin ve bir karar vermen gerekmektedir. Bu konudaki bütün kanıtlara ulaşmak veya Tanrı’nın varlığını deneysel yollarla kanıtlamak mümkün olmayabilir ama esas soru şudur; hangisi daha mantıklıdır? Her şeyin şans eseri kaostan ortaya çıkmış olması mı yoksa her şeye gücü yeten, bilge ve sevgi dolu bir Tanrı’nın eseri olması mı?
Soruyu göz ardı etmek isteyen veya önemli olmadığını düşünenlere, bu soruya verecekleri cevabın dünya kadar büyük fark getireceğini hatırlatmak isterim. Eğer hayatımız ve içinde bulunduğumuz gerçek, şahsi fikirlerimiz tarafından belirlenmişse, senin fikrin ne benimkinden ne de başkasından daha iyidir. Bu durumda hiçbir şeyi kesin olarak bildiğimizi iddia edemeyiz. Fakat, eğer Tanrı’nın yaşamın kaynağı olduğunu kabul edersek, O’nun otoritesi üzerinde durabilir ve hayatın bir uyumu ve dengesi olduğundan emin olabiliriz.25
İnsanlar Tanrı’yı birçok sebepten reddedebilir ve sorgulayabilirler. Bazıları yeterince etkili deneysel kanıt bulamadıklarını iddia ediyor, bazıları da bir tür “kozmik oyunbozana” inanmaya karşı olduklarını belirtiyor. Başkaları dini toplumlarda gördükleri tutarsızlıklardan dolayı Allah inancını bırakıyor. Çünkü çoğu zaman önümüzde resmedilen Tanrı portresinde insanları cehenneme göndermeye can atan korkutucu bir despot resmediliyor. Doğal olarak böyle bir Tanrı bize itici gelir. Böylesi bir Allah’a kim inanmak ister?
Bununla beraber, bazıları ‘dindar’ insanların Tanrı düşüncesini toplumu manipüle etmek için kullanmalarından bıkmıştır. Başkaları ise, tarih boyunca din adına yapılan şiddete ve Tanrı uğruna yapılan savaşların dehşetine tepki göstermek için Tanrı’yı reddeder. Bunların hepsi kesinlikle rahatsız edicidir ve bizi Tanrı’ya inanmanın önündeki en büyük engele, yani ‘acı sorunu’na yönlendirir. Çoğu kişi için, her yerdeki insanların birçok acı yaşıyor olması ve kim bilir daha korkunç acılar yaşayacak olması, dünyanın kontrolünü güya elinde tutan iyi bir Tanrı olduğuna şüphe etmelerine yeterince büyük sebep olur.
Tanrı’nın, yukarıda tasvir edildiği gibi, cani biri olduğunu ben de reddediyorum. Bizi yaratan gerçek Tanrı olsa olsa adil ve sevgi dolu bir varlık olmalı. Zira, tüm ahlak kurallarını belirleyen ve günün sonunda tüm insanları yargılayacak olan Tanrı, kuşkusuz ki kendi kurduğu ahlak kriterlerine tam tamına uymalıdır. Hepimiz içten içe böyle bir Tanrı arzularız. Yine de Tanrı sevecen biriyse dünyada yaşanan bunca acı karşısında neden çekimser duruyor? Tanrı varlığını sorgulayanlar bu soruna çok takılmışlar. Tartışmalarının mantığı şu şekildedir:
Dünyada inanılmaz derecede büyük acılar yaşanmıştır ve yaşanmaya devam ediyor.
Eğer Tanrı, her şeye gücü yeten ise, acıları önlemek veya sonlandırmak için bir şey yapmalıdır.
Eğer Tanrı iyi niyetli biriyse, yaşanan acılara son vermek istemelidir.
Bu kadar acının devam ediyor olması, Tanrı’nın ya yeterince güçlü olmadığını ya da gerçekten iyi olmadığını gösterir.
Dolayısıyla, Tanrı yoktur!
Şimdi, aramızda hiç kimse dünyaya hızlıca yayılan kötülüğü, özellikle de din ve Allah adına gösterilen şiddeti onaylamıyor umarım. İnsanoğlunun günümüzdeki dehşet verici durumunun ciddi bir şekilde incelenmesi gerekir. Gerçekten de bu korkunç kaosun hesabını Tanrı’dan mı yoksa başkasından mı sormalıyız? Bu konuda göremediğimiz veya hesaba katmamız gereken başka şeyler mi var? Bence var.
Yukarda belirtilen mantık ne kadar açık gibi görünse de, aslında yanlış varsayımlara dayalıdır. İlk hata şu; eğer bir şeyin mantığını bulamazsam bu o mantıksız demek, düşüncesidir. Fakat burada, zihinlerimiz ile bu konuyu tamamen anlayabiliriz diye düşünmek zihinsel kapasitemizin sınırlı olduğunu göz ardı ediyordur. Örneğin, virüsleri göremiyoruz diye onların var olmadığını ve büyük acılara sebep olmadıklarını söyleyemeyiz. Bir şeyin nedenini tam olarak algılayamamak onun var olmadığını kanıtlamaz.
Çözemediğimiz bir matematik problemi olduğunu farz edelim. Sonunda kütüphaneye gidip konu ile ilgili tüm kitapları inceleriz ama yine de cevabı bulmakta başarısız oluruz diyelim. Durum bu olunca söz konusu sorunun bir cevabı yok der miyiz? Tabii ki hayır, tam tersine ya konu hakkında yeterli kaynaklara sahip olmadığımızı ya da cevabı bulmak için daha fazla çalışmamız gerektiğini biliriz. Yapmayacağımız tek şey ise, matematiğin çözemediği bir soru bulduğumuzu ilan etmek olur. Kısacası, acı sorununun cevabını hemen anlayamamamız, bir sebebi olmadığı anlamına gelmez.
Baştaki tartışmaya dönecek olursak, insanların varlığımızın bir nedeni olması gerektiği varsayımına bağlı olarak itirazlarını ileri sürüyor. Doğal olarak, iyi veya kötü yaşadığımız her şeyin bir nedeni olması gerektiğine inanırız. Fakat neden? Çünkü düzen ve adaletin olması gerektiğine inanırız, öyle değil mi? Başka bir deyişle, bu tür mantık aslında hepimizin belli sonuçlar bulmayı beklediğimiz ahlaki değerlere sahip olduğumuzu kanıtlar. Bu, materyalistlerin varsaydıkları şans ve kaosun sonucu gibi gelmiyor. Aslında evrimin öğrettiği gibi en güçlü olanın hayatta kalmasına gerçekten inansaydık, dünyada gördüğümüz acı karşısında şaşırmamalı ve üzülmemeliydik. Gerçek şu ki, evrimin teorik bir seviyede savunulması kolay olsa da, kişisel ve pratik bir seviyede hiç mantıklı değildir.
Aslında yukarıdaki argüman, sadece her şeyin üzerinde olan bir Tanrı’nın sağlayabileceği evrensel erdem ve ahlak değerlerine dayandığı için geri teper. Acı sorununa gösterdiğimiz ortak tepki, bizi nihayetinde Yaratan’a yönlendiren içsel ve evrensel ahlaki vicdana kanıttır. Eskiden ateist olan Oxford’lu filozof C. S. Lewis, Tanrı varlığına karşı geliştirdiği kendi argümanındaki eksikliği nasıl bulduğunu şöyle anlatır:
Tanrı’ya karşı olan tezim, evrenin çok zalim ve adaletsiz bir yer olduğuna dayanıyordu. Ama bu “adaletli” ve “adaletsiz” fikri kafamda nasıl oluşmuştu? Düz çizginin neye benzediğini bilmeyen bir kişi, neye göre bir çizgiye eğri diyebilir? Bu evrene “adaletsiz” derken acaba neyle kıyaslıyordum? Eğer bütün şov A’dan Z’ye kötü ve anlamsızsa, şovun bir parçası olması gereken ben neden ona şiddetle karşı koyuyorum? Suya düşen bir kişi ıslanır, çünkü bir su canlısı değildir. Balık ise kendini ıslanmış hissetmez. Elbette adaletle ilgili düşüncemin sadece kişisel bir fikir olduğunu öne sürüp kurtulmaya çalışabilirdim. Ama böyle yapmakla Tanrı’ya karşı olan tezimi çökertmiş olurdum – çünkü tezim dünyanın sadece benim kafama uymadığına değil, gerçekten de adaletsiz olmasına dayalıydı. Böyle yapmakla, Tanrı’nın varolmadığını kanıtlamaya çalışırken –başka deyişle, gerçekliğin tümüyle anlamsız olduğunu iddia ederken– gerçekliğin bir kısmının –benim adalet düşüncemin– son derece anlamlı olduğunu kabullenmem gerekiyordu. Sonuç olarak, ateizm aslında son derece basittir. Evrende hiç ışık olmasaydı ve canlıların da gözleri olmasaydı, asla karanlık olduğunu bilemezdik. O zaman “karanlık” anlamsız bir sözcük olurdu. Aynı şekilde, eğer evren tümden anlamsızsa, onun anlamsız olduğu sonucuna asla varamazdık.26
Hayatımızda adalet ve düzen gibi belli beklentilerimizin olduğu gerçeği, bir şekilde sapmış olduğumuz ustaca hazırlanmış bir planın ve tasarımın kanıtıdır aslında. Adalet istiyorsam, demek ki adaletin kaynağı da var. Onun yalnızca bu yaşamın bir parçası olması mümkün değil, o halde dünyamızın dışından gelmiştir. Kısacası, adalet ve düzen bekliyor olmam bile Tanrı varlığının mutlak işaretidir. Sonuç olarak, acı sorunu argümanı Tanrı’nın varlığına şüphe düşürmek için işe yaramıyor. Yine de yeryüzünde yaşanan acılar çok büyük bir kötülüktür. O zaman bunu Kutsal Kitap bakış açısından nasıl açıklayabiliriz?
İnsanlığın başlangıcıyla ilgili eski ve modern açıklamaların aksine Kutsal Kitap, insanlığın kökeni ile ilgili son derece zarif ve düzenli bir açıklama sunar. Yaratılış kitabının ilk bölümü, Tanrı’nın kendi kendine yeten ve çoğalan organizmalarla dolu muazzam bir gezegeni yoktan yaratmış olduğuna tanıklık eder. Kutsal Kitap metni sürekli, Tanrı’nın yarattığı her şeyin nasıl “iyi” olduğu konusu üzerinde durur. Dünyamız orijinal haliyle muhteşem ve mükemmeldi; yani kaos, acı veya ölüm yoktu.
Yaratılış bölümünün devamında ise, dünyanın şimdiki hali ile Tanrı’nın en başta yarattığı durumdan oldukça farklılaştığını görüyoruz. Atalarımız Adem ve Havva’nın Tanrı’nın bilgeliğine güvenmek yerine nasıl Şeytan’ı dinlemeyi seçip Yaratan’a karşı başkaldırdıklarını anlatır.27Kutsal Kitap’ın başka bir bölümünde kötülük ve günahın ilk defa, orijinal halinde kutsal bir keruv yani yüce bir melek olarak yaratılmış olan İblis’in yüreğinde oluştuğundan bahseder.28Sonrasında, Tanrı’nın planını bozmak için yeni yaratılmış olan insan soyunu günahla yıkmak istemiştir. Kısacası, kötülük Tanrı’dan kaynaklanmamış, günaha düşmüş Şeytan yüzünden ortaya çıkmış ve daha sonra da insanların günah işlemesiyle tüm dünyaya yayıldı.
Yaratılış kitabında öğrendiğimiz başka bir gerçek de, ilk başta dünyanın insanlara emanet edilmiş olmasıydı. İlk atalarımız yaratıklara bakmak ve dünyayı yönetmek üzere yaratılmışlardı. Maalesef Şeytan’a uymayı seçtiklerinde, aynı zamanda dünyaya hükmetme hakkını da ona kaptırmış oldular. Bunun yüzünden Kutsal Kitap dünyamızı, Kötü Olan’ın yönetimi altında olarak tanımlar.29Bu şekilde, Adem ve Havva’nın zamanından beri, insanlar günah laneti altında doğuyorlar, çünkü günah bütün soyumuza bulaştı. Sadece bu da değil kainat aynı biçimde, bizim yüzümüzden günahın etkisi altında kaldığı için, orijinal haline dönmeyi arzulamakta.30Çünkü dünyanın sorumlusu olan bizler günaha boyun eğmemizle beraber tüm kainat da İblis’in emrinde kalarak yozlaşmaya başladı. Böylece, depremlerin, kuraklıkların ve diğer afetlerin esas nedeni Yaradan değil O’na başkaldırmamızdan kaynaklanıyordur. Kısacası, Tanrı dünyamızın bu sıkıntılarla boğuşmasını asla istemedi, ancak günahı seçen bizler dünyayı bu hale getirdik. Tanrı’ya başkaldırarak dünyaya acıyı getirmiş olanlar biz, insanlardır. Böylece dünyada baş gösteren bunca acı ve ıstırabın nedenini ne Tanrı’da ne de başkasında aramalıyız, çünkü esas sorumlusu İblis ve ona uyan tüm hepimizdir. Dahası Tanrı’nın sevgisini ve varlığını reddetmemiz, durumu sadece daha da kötüleştiriyor. Zira, Tanrı’nın, yaratılışı için asıl isteği hiçbir zaman dünyanın bu hale gelmesi değildi.
Başkaldırımızın sonucu olan dünyanın bu depresif durumuna karşın iyi bir haberimiz vardır, Tanrı asla insanları terk etmemiştir. En başından beri bir kurtuluş ve yenileme planını harekete geçirmiştir.31Çağlar boyunca, Tanrı insanla konuşmak ve onlara kendi yolunu göstermek için defalarca araya girmiştir. Bunu peygamberlerini ve Kutsal Yazılar’ı göndererek yapmıştır. En sonunda kişisel olarak işin içine girmek için İsa Mesih’in bedeninde dünyaya gelip bizim çektiğimiz acıları çekmiş ve çarmıhta acı çekerek ölmeyi seçip utancımızı ve günahlarımızı almıştır.32
Yalnızca Hristiyan inancı, kişisel olan Tanrı’nın bizim duygularımızı paylaşmak için tamamen insan olduğunu ve kötü durumumuzu düzeltmek için bize empati kurduğunu öğretir.33Gördüğümüz gibi bu hep duyduğumuz, uzak, ilgisiz, oyun bozup herkesi cehenneme gönderen Tanrı fikrinden çok farklıdır. ‘Göklerdeki Babamız’ olarak Tanrı’yı nitelendiren Kutsal Kitap, kendisiyle sonsuz bir ilişki içinde olabilmemiz için yaratıldığımızı söyler. Bizim O’nun sevgisini reddetmemize rağmen, yine de sonsuza dek O’nda kalabilmemiz için bize ulaşmaya, ilişki kurmaya devam eder.
Yukarıda belirtmiş olduğum gibi, Tanrı sadece insanlarla irtibat kurmak istemez ama daha da ileri gidip günah sorunumuza son vermek için bizzat ilk adımı atar. Bizi çektiğimiz acılarda yalnız bırakmak yerine, acımızı ve üzüntümüze empati kurmak için bizden biri olmayı seçer. Herkesten çok Tanrı, çarmıhta canını veren İsa Mesih aracılığıyla, acımıza ortak olur. Tanrı bizimle hastanede, hapiste ve mezarın başında ağlamaktadır. En önemlisi çıkmazda olan insanlık için İsa Mesih ile sevgi dolu bir çözüm bulur. O’na inanan herkese cennette sonsuz yaşam vermeye söz verir.
Ana konumuza dönersek, Tanrı’nın gerçekten de sevgi dolu ve her şeye gücü yeten olduğunu görürüz. Bunu bizlere en iyi şekilde, günahsız olan kutsal Oğlu İsa Mesih’i bütün insanlığın günahları için çarmıhta feda ederek kanıtladı. Böylesine hayret verici bir olayı sadece sonsuz sevgi ve bitmez tükenmez gücün mükemmel uyumu başarabilirdi. O halde, insanların işlediği günahların sonucunun acı çekmek olduğunu ama Tanrı Oğlu’nu ölüme gönderip daha sonra dirilterek buna çözüm getirdiğini gördük. Yine de Tanrı’nın sorunu olmazsa da hala günümüzde insanlar alabildiğine acı çekiyor. Bu üzücü manzara karşısında ne yapmalıyız?
İnsanlar genelde iyi işlerin iyi sonuçlar getireceğini düşünür. Her zaman olmasa da, genelde böyle olur sanıyoruz. Ne var ki hepimiz hayırsever birinin bir terör saldırısında hayatını kaybettiği veya tatilden dönen mutlu bir ailenin yolda sarhoş bir sürücü tarafından öldürüldükleri gibi haberler okumuşuzdur. Doğal olarak, Bu doğru olamaz!deriz. Çünkü iyi insanlar bu şekilde acı çekmemeli. Bu tür durumlarda Tanrı’ya müdahale etmediği için kızmakta çabuk davranırız fakat bu şekilde davranarak bir açıdan teröristleri veya sarhoş sürücüleri temize çıkarmış olmuyor muyuz? Bu tür trajedilerde insandan kaynaklanan sebepleri gözden kaçırmamaya dikkat etmeliyiz.
Bir kere bu tür olaylar içten içe adalet beklentimiz olduğunun yine altını çizer, bu beklentiler karşılanmadıklarında da, bizi başkaldırmaya iter. Bu ikilemin asıl kaynağını unutmamalıyız; zira bu gibi acı durumun esas sebebi Tanrı’ya başkaldıran Şeytan ve ona uymayı seçen bizleriz. Küçükken ağabeylerim benimle dalga geçtiklerinde gözyaşı içinde anneme koşup onları şikayet eder ve “Hiç adil değil!”diyerek yakınırdım. Ama bana her zaman hayatın adil olmadığını ve buna alışmam gerektiğini hatırlatırdı. Adalet konusunda beklentilerimizin karşılanmamasının sebebi günah ve kötülükle bozulmuş bir dünyada yaşıyor olmamızdır.
Benzer biçimde İsa öğrencilerini gerçek dışı beklentileri konusunda her zaman uyardı. Vaat edilen Mesih’i izledikleri için her zaman toplum tarafından kabul edilmeyi beklediler. Fakat İsa defalarca bu dünyada dosdoğru yaşamanın sonucunda hak edilen ödüllerin alınmadığını belirtti. Hatta İsa, öğrencilerini yurttaşlarından görecekleri baskılar karşısında hazırlamak için elinden gelen her şeyi yaptı.34Sadece bu da değil, defalarca kendi çekeceği acıları ve dini liderlerin elinden olacak olan ölümünü önceden bildirdi.
İsa göğe alındıktan sonra, öğrencileri yavaş yavaş Mesih’i takip etmenin benzer bir sıkıntı yolundan ilerlediğini anladılar. Bu zamanla, acıya karşı bakış açılarını değiştirmelerine neden oldu. Böylece, bir süre sonra Mesih uğruna dövüldükleri zaman onun gayesini temsil edebildikleri için sevinç duydular.35Daha sonra, kilise toplulukları kurmaya başladıklarında, havariler ilk Hristiyanlara acı çekmenin Mesih’e bağlı olmanın bir parçası olduğunu hatırlattılar.36Yeni Antlaşma’nın (İncil) çoğu, imanlıların acıya nasıl farklı bakmaları ve baskı karşısında nasıl cesur olmaları gerektiğinden bahseder.37Kısacası, Mesih İsa’ya iman edenler, imanları uğruna zulüm görmeyi beklerler. İlginçtir ki ilk kilise topluluğu özellikle gördüğü büyük zulümden dolayı daha da güçlendi, arındı ve gün geçtikçe yayıldı.
Beklentilerimizi gözden geçirmek çok önemlidir. Dünyanın daha iyi bir yer olmasını bekleyenler için şu anki durumu onlara çok üzücü ve depresif gelebilir. Bunun büyük bir nedeni, modern materyalist ideolojinin yeterli zaman ve çaba ile bir şekilde mükemmel ve huzurlu bir dünya yaratabileceğimiz gibi yanlış beklentiler yaratmış olmasından kaynaklanıyor ama bu doğru değildir! Kötülüğün kökünün Şeytan’a dayanıp, insanların günahlarının ve devam eden başkaldırılarının kötülüğü yaymak için katkıda bulunduklarını anladığımız zaman, acının neden varlığını sürdürdüğünü daha iyi anlayabiliriz. Yalnızca günahımızdan tövbe edip, Tanrı’nın İsa’ya iman ettiğimizde bize sunacağı lütuf dolu armağanı kabul edince şimdiki acıyla başa çıkabilir ve Mesih döndüğünde daha iyi bir dünya olacağını umut edebiliriz.
Kutsal Kitap’ın çoğu insanların çektikleri acılarla ilgilidir. Birçok bölümde Tanrı’nın halkının adalet için Tanrı’ya yalvardığını görürüz.38Tanrı da bir gün kesinlikle bu sorunu gidereceğine söz veriyor ama aynı zamanda Kutsal Kitap, dünya sona yaklaştığında işlerin düzeleceğini değil, kötüleşeceğini söylüyor.39Bunun nedeni insanların isyanlarının doğal akışında tamamına ermesi gerektiği ve nihayetinde Tanrı’nın mutlak adaletinin gelecek olmasıdır. O zaman Tanrı kesinlikle çağlar boyunca süren acıların adaletsizliği ile bizzat ilgilenecektir.
Acı çekmekle ilgili yaşadığımız en büyük sorunlardan biri yaşanan acıları yalnızca kendi deneyimlerimiz ve bakış açılarımızla değerlendirmemizdir. Özellikle kişisel olarak acı yaşadıysak kendi durumumuzla meşgul olmamız çok doğaldır. Fakat, eğer sadece kendi acılarımıza odaklanırsak, büyük resmi göremeyebiliriz. Hatta, eğer yalnızca acımızın üzerinde düşünürsek gerçekten hiçbir sebebi olmadığının kanısına varmak kolay olur. Benzer bir şekilde, eğer annesinin karnından zorlukla çıkarılıp daha sonra da poposuna tokat yemiş bir bebeğe bu deneyim hakkında nasıl hissettiğini sorabilseydik, olumlu bir karşılık almayacağımızdan eminim. Neden? Çünkü dünyaya henüz varmış bebeğin etrafında neler olduğunu anlama ihtimali yoktur.
Aynı şekilde dünyaya henüz gelmiş sayılan insan olarak evrende olup biten her şeyi tam anlamıyla anlayabilmeyi bekleyemeyiz. Sınırlı beceriler ve bilgimizle evrenin bir köşesinde yaşamak bütün resmi görmemizi zorlaştırıyor. Yine de birisi, “Soykırım veya tecavüz gibi korkunç şeyleri nasıl açıklayabiliriz?”diye sorabilir. Sanki her şeyi biliyormuş gibi davranamayız ama henüz bütün gerçeklere sahip olmadığımızdan emin olabiliriz. Ancak ve ancak Rab’bin huzuruna eriştiğimizde “bilindiğimiz gibi tam bileceğiz.”Böylece bizi aşan konulara gelince Tanrı’nın sonunda yapacağı açıklamayı beklemek zorundayız.40
Kutsal Kitap’ta geçen Eyüp’ün öyküsü bu konuda iyi bir örnektir. Çoğu kişi Eyüp’ün oldukça varlıklı, bilgili ve Tanrı’ya yakışır bir karaktere sahipken birdenbire nasıl birçok felakete uğradığını duymuştur. Bir gecede tüm servetini kaybetmiştir. Daha sonra bütün çocuklarının öldüğünün haberini alır. Daha sonra başından ayaklarına kadar vücudunun her yerini korkunç yaralar kaplar. Toz ve kül yığını arasında afallamış şekilde otururken karısı bile Tanrı’ya lanet edip ölmesini önermiştir.
Bundan kısa süre sonra üç yakın arkadaşı yanına varır. Eyüp’ü görünce ilk başta dehşete düşerler ve birkaç gün boyunca yanında sessiz bir şekilde otururlar. Fakat bir müddet sonra bu felaketlerin neden erdemli arkadaşlarının başına geldiğini anlamak için fikir yürütmeye başlarlar. Daha önce de bahsettiğimiz gibi doğal olan varsayımlar, iyi insanların başına iyi şeylerin geldiği, kötü insanların başınaysa kötü şeylerin geldiği düşünceleri ortaya çıkar. Bu basit mantığa göre, Eyüp Tanrı’nın cezasını hak edecek korkunç bir şey yapmış olmalıdır. Fakat Eyüp böyle bir şey yapmadığından oldukça emindir. Yine de arkadaşları onun bir kusurunu bulmak için o kadar çok uğraşırlar ki, bir noktada Eyüp bile Tanrı’nın adaletini sorgulayarak tepki verir.41
Sorun, Eyüp ve arkadaşlarının büyük resme vakıf olmamalarıydı. Eyüp kendisine eziyet edenin Tanrı değil Şeytan olduğunun farkında değildi. Şeytan, Tanrı’ya saygınlığını yitirmesi için, O’ndan Eyüp’ü ayartmaya çalışmak için izin aldı. Tanrı ise, kulu Eyüp’ün bütün denenmelere karşı koyabileceğine emindi ama Eyüp, İblis’le Tanrı arasında geçen bu bahisten tamamen habersizdir. Ancak sonlara doğru, Tanrı ona geldiği zaman, kendisine neler olduğunu anlamaya başladı. Tanrı sonunda Eyüp’e göründüğü zaman şaşkına dönmüş kuluna Tanrı’nın amaçlarını hiçbir zaman tam anlamıyla kavrayamayacağını hatırlatır. Zaman zaman Tanrı’ya karşı sabırsız olmuş olan Eyüp sonunda şöyle yanıt verdi. “Kuşkusuz anlamadığım şeyleri konuştum, beni aşan, bilmediğim şaşılası işleri.”42
Eyüp’ün çektiği acılarının önemli bir başka neticesi de, sonunda Tanrı’nın gücünü ve varlığını kişisel olarak deneyimleme fırsatını kazanmış olmasıdır. Şöyle der, “Kulaktan duymaydı bildiklerim senin hakkında, şimdiyse gözlerimle gördüm seni.”43Kutsal Kitap’ta buna benzer birçok örnek vardır. Daniel ve arkadaşları ayrı bir olayda, yaşamı tehdit eden durumlarla karşılaştıklarında Tanrı’nın fiziksel olarak onlar adına araya girmesini deneyimlediler.44Acı çekmek ne kadar zor olsa da aynı zamanda Tanrı’nın çok daha büyük amaçlarını görebilmemiz için gözlerimizi açmaya ve O’nun sevgisini ve lütfunu çok daha derin ve kişisel bir seviyede deneyimlememize neden olabilir.
Yine de birçok kişi Tanrı’nın bu kadar anlamsız acılara izin vermesinin düpedüz zalimlik olduğunu düşünmekte ısrar eder. Fakat kendimize şunu sormalıyız – gerçekten tüm acılar anlamsız mıdır? Tanrı’nın kendini kullarına göstermek için acıyı nasıl kullandığının birkaç örneğini gördük. Kutsal Kitap’ta Tanrı’nın özellikle acı veren olayları kendi planını ve amacını gerçekleştirmek için nasıl kullandığını gösteren başka örnekler de vardır.
Bunun harika bir örneği Kutsal Kitap’ta geçen Yusuf’un hayatıdır. Yusuf, babası Yakup’un en sevdiği oğluydu. Fakat bu durum ağabeylerinin onu yoğun derecede kıskanmasına sebep oldu. Bir gün ağabeyleri, Yusuf’un özel kıyafetlerini soyup onu Mısır yolunda olan Midyanlı tüccarlara sattılar. Orada Firavun’un bir görevlisi olan Potifar’a köle olarak satıldı. Yusuf’un katlanmak zorunda olduğu korkunç koşullar, ihanetin verdiği acı ve evine duyduğu yoğun özlem hakkında ancak tahmin yürütebiliriz. Ne var ki, Yusuf var gücüyle çalışarak ve Tanrı’nın yardımıyla o kadar başarılı oldu ki, ona Potifar’ın evinden sorumlu olma görevi verildi. Fakat sonra ikinci felaket geldi.
Patronu Potifar’ın karısı, Yusuf’a istek duymaya başladı ve onunla yatması için onu zorlamaya çalıştı. Yusuf inatla karşı çıktı ama bu sadece kadının çabalarını yenilemesine yaradı. Bir gün ev boşken kadın Yusuf’u yakalayıp kendisiyle birlikte olmaya zorlamak istedi ama Yusuf üst giysisini geride bırakarak evden kaçtı. Yusuf’un ısrarla karşı çıkmasından dolayı kendisini aşağılanmış hisseden kadın, Yusuf’un giysisini kocasına göstererek onu tecavüz ile suçladı. Yusuf derhal zindana atıldı. Yusuf’un hayatının bu noktasındaki psikolojik durumunun ne kadar korkunç olduğunu tahmin edebiliriz. Tabii ki Eyüp gibi, o da Tanrı’nın amaçlarını düşündü. Yine de imanına sadık kaldı ve var gücüyle çalışmaya devam etti. Böylece kısa süre içinde diğer mahkumların başına geçirildi.
Bir süre sonra, Firavun’un bir süre hapiste olan sakisi ve fırıncısının düşlerini yorumlama fırsatı buldu. Daha sonra Firavun bir düş gördüğünde, düş gören sakisi Yusuf’u hatırladı ve kralına ondan bahsetti. Firavun Yusuf’un yorumu ve karakterinden o kadar etkilendi ki, onu bütün Mısır’ın yöneticisi yaptı. Bir gün içinde Yusuf hapisten saraya çıktı, köle iken hükümdar oldu. Bu zaman boyunca Yusuf Mısır’ı yakında olacak olan kıtlığa hazırlamak için çok çabaladı. Böyle yaparak sadece Mısır’ı değil ama daha sonra yemek aramak için Mısır’a gelen tüm herkesi, özellikle ailesini de kurtarmış oldu.
Yusuf’un başarı öyküsü Külkedisi gibi bir peri masalına benzese de hayatının tarihsel gerçekliği geniş kapsamlı olarak tasdik edilmiştir. Böylece büyük acılar, ihanet, iftiralar ve hapsedildikten sonra sonunda Mısır’ın 2. adamı pozisyonuna gelmiş oldu. Fakat Yusuf için çektiği acılar Tanrı’nın planına yaramak üzere hazırlaması için çok önemliydi. Daha sonra vicdan azabı çeken ağabeylerine, “Siz bana kötülük düşündünüz, ama Tanrı bugün olduğu gibi birçok halkın yaşamını korumak için o kötülüğü iyiliğe çevirdi” 45dedi.
Gerçek şu ki, denenmelerimiz genelde en iyi öğretmenlerimizdir. Atasözünün de dediği gibi, “zahmetsiz rahmet olmaz.”Hepimiz hayatlarımızda geriye baktığımızda, en çok bir şeyler öğrendiğimiz veya Tanrı’ya en yakın hissettiğimiz zamanların en çok denendiğimiz zamanlarda olduğunu görebiliriz. Bozulmuş bu dünyada acı çekmekten kaçamasak bile, Tanrı’nın bize bu süreçte pek çok önemli şey öğretmesine izin verebiliriz. Kutsal Kitap denenmeler karşısında imanla direndikçe karakterimizin güçlenmesine katkıda bulunduğumuzu vurgular. Bu nedenle Tanrı’nın lütfuyla denenmelerimizde sevinme noktasına bile gelebiliriz.46
O halde denenmelerimiz karşısında dişimizi sıkıp, daha iyi günler beklemeyi mi ümit edeceğiz? Tabii ki hayır! Daha önce belirttiğim gibi acılar bile bize çok önemli şeyler öğretir, hayatımızı anlamlandırır ve de Tanrı’ya yaklaştırır. Aynı zamanda Kutsal Kitap bize acının ve adaletsizliğin sonsuza dek sürmeyeceğinin garantisini verir. Şiddetin ve kötülüğün kısır döngüsü bir gün sona erecek. Hatta şunu da biliyoruz ki, Tanrı’ya inananları bekleyen muhteşem gelecek o kadar görkemli olacak ki dünyada katlanılmış olan bütün acıları telafi etmeye de yetecektir.47
Kutsal Kitap gezegenimizin geleceği hakkında nasıl bir beklenti içinde olmamız gerektiğini önemli detaylarla açıklar. Dünyamız Şeytan tarafından ele geçirilmiş olsa bile, bir gün gerçek sahibi tarafından kurtarılacağını söyler. Bir gün İsa Mesih’in esas kendisine ait olan bu yeryüzü yeniden nasıl ele geçireceğini okuruz. O zaman ölmüş iman edenlerin tümü tekrar hayata dönüp yenilenmiş sonsuz bedenlerine kavuşmuş olarak dünyaya inmekte olan Mesih’e eşlik edecekler.48 Uzun zaman önce yaşadığı korkunç acıdan kıvranan Eyüp’e ilham olmuş olan, bu diriliş umuduydu. Eyüp şöyle dedi, “Oysa ben kurtarıcımın yaşadığını, sonunda yeryüzüne geleceğini biliyorum. Derim yok olduktan sonra, yeni bedenimle Tanrı'yı göreceğim.”49
Mesih ilk gelişinde çaresiz bir bebek olarak, kendini bütün uluslara sunmak üzere kurbanlık bir kuzu olarak geldi. Fakat ikinci gelişinde Mesih, zaferli bir Kral gibi beyaz bir atın üzerinde, adaleti saptıran ve dünyadaki masum canlara acı çektirenleri yargılamaya gelecek.50 O zaman ulusları kandıran Şeytan ve ordusu cezalandırılacak. Aynı şekilde kötülük yapanların hepsi dünyada işlenmiş olan bütün kötülükler için Tanrı’nın önünde hüküm giyecektir. Sonra, Mesih dünyada uzun zamandır özlem duyulan adil ve barışçıl krallığını kuracak. Yeşaya peygamber bize bu zamanın nasıl olacağından bahseder, “RAB uluslar arasında yargıçlık edecek, birçok halkın arasındaki anlaşmazlıkları çözecek. İnsanlar kılıçlarını çekiçle dövüp saban demiri, mızraklarını bağcı bıçağı yapacaklar. Ulus ulusa kılıç kaldırmayacak, savaş eğitimi yapmayacaklar artık.” 51İlginçtir ki, Birleşmiş Milletlerin (BM) New York’taki genel merkezinin bahçesinde üzerinde bu ayetlerin yazılı olduğu bir anıt vardır.
BM'nin kılıç ve saban heykeli
Ne varki, büyük çabalarına rağmen geçtiğimiz asırda BM’deki dünya liderleri vermiş oldukları bütün uluslar için barış ve güvenlik sözlerini tutmakta başarısız olmuşlardır. Çünkü yalnızca Rab’bin Sözü’nde geçen Mesih geri geldiğinde dünya çapında gerçek anlamda barış ve refah dönemi başlayacaktır.
Kutsal Kitap gelecek hakkında söylenmiş bu dönem için kötülüğün doğada olan sonuçlarının tam tersine dönüştürüleceğinden bahseder. Hayvanların dünyasını tanımlayan şiddet yerine, aslan ve kuzunun beraber yatacağını ve çocukların zarar görmeden yılanlarla oynayacağını okuruz.52Mesih, bu şekilde dünyamızı olması gereken görkem ile Tanrı’nın orijinal yaratılış amacına dönüştürmeye başlayacak. Daha sonra günümüzdeki evren sona erdiğinde, Tanrı’ya inanan herkes üzüntü ve acının olmadığı yeni gök ve yeni yeryüzünde yaşayacak ve Rab’bin kendisi “gözlerinden bütün yaşları silecek.”53
Çocukken hepimiz hikayenin ve filmin mutlu sonla bitmesi gerektiğini düşünmüşüzdür. İyi olanlar sonunda kazanmak zorundadırlar. Benzer biçimde Tanrı’nın adaletsizliği ciddiye alması ve bir hesaplaşma gününün olacağını bilmek bize büyük rahatlık verir. Aynı zamanda Tanrı’nın yaratılışını yenileyecek olması ve nihayetinde bizi göklerdeki huzuruna kabul edecek olması bize ifade edilemez bir sevinç verir. Tanrı’ya ve Sözü’ne inanmak bize gelecek için umut, bugün için motivasyon ve geçmiş için sağlıklı bir bakış açısı sağlar. Bunların hiçbiri kesinlikle boş değildir, her şeyin bir nedeni vardır.
Acıya izin veren Tanrı’yı sorgulayan arkadaşlarım tarafından ortaya çıkarılan argümana geri dönecek olursak, şimdi sorularına cevap verebiliriz. Tanrı sevgi dolu ve her şeye gücü yeten midir? Kesinlikle öyledir ama sevgisi adaletiyle uyumlu olduğu gibi, gücü de bilgeliğiyle ahenk içindedir. Bütün ilahi nitelikleri mükemmel bir uyum ve denge içindedir. Aynı zamanda, Tanrı’nın yaratmış olduğu bizlere özgür irade verdiği gerçeği vardır. Dünyanın bugün bu kadar kaos içerisinde olmasının nedeni Tanrı değil, O’na başkaldıran biziz. Sonuç olarak, Tanrı kötü seçimlerimizin doğurduğu sonuçların, O’na duyduğumuz müthiş ihtiyacı görelim diye ortaya çıkmasına izin verir. Gerçekten harika olan şey ise, Tanrı’nın masum olarak yarattığı ama isyana kalkmış çocuklarına sırtını dönmek yerine bizi kendine çekip geri kazanmak için acılarımıza ortak olacak, hatta cezamızı üstlenecek kadar büyük bir sevgi çabası göstermesidir.