“Sadece bilimden hiçbir şey anlamayan bir çaylak bilimin dini sildiğini söyler. Eğer gerçek-ten bilimi incelerseniz sizi Tanrı’ya yaklaştır-dığını göreceksiniz.”—James Tour, Nanobilimci
Bu delil teknik olarak Teleolojik Argüman diye adlandırılır. Teleolojik kelimesi Grekçe dizayn/tasarım manasına gelen teloskelime-sinden türetilmiştir.
Argüman şöyle dizilir:
Her tasarının bir dizayn edicisi / tasarımcısı vardır.
Evren çok büyük ve karmaşık bir tasarımdır.
Öyleyse evrenin bir tasarımcısı vardır.
Isaac Newton (1642-1727) güneş sisteminin harika dizaynına bakarken Teleolojik Argüma-nı doğrularcasına hayranlıkla şunları söyle-mişti: “Bu harikulade güzel güneş, gezegenler ve göktaşları sistemi ancak çok bilge ve güçlü bir varlığın görüş ve egemenliğinden çıkmış olabillir.”
Bu argümanı güçlü yapan kişilerden biri William Paley’dir (1743-1805). Paley’in “her saatin bir saatçi ustası vardır” çıkarımı bu argümanı ünlü yapmıştı. Elimize herhangi bir saat alsak bunun kendi kendine ortaya çıktı-ğını, içindeki düzenin kendi kendine oluştu-ğunu iddia edemeyiz. Bir ustası, tasarımcısı olmalıdır. Doğadaki şuursuz kuvvetler olan rüzgar, yağmur, deprem, erozyon yada bun-ların değişik bir bileşiminin bu saati yarattığını söyleyemeyiz. Kesinlikle biliriz ki şuurlu, zeka sahibi bir varlık bu saatin yapıcısıdır.
İşte bilim adamları bugün evrenin bu saatten bile daha mükemmel ve hassas ölçülerle dizayn edildiğini görmekteler. Doğrusu evren o kadar hassas kurulmuştur ki dünyada hayat oluşabilmesi için koşulları sağlamıştır. Dünya gezegeni bir düzine imkansız ve birbirine bağlı hayatı destekleyen koşulları içerir ki bu onu, uçsuz bucaksız ve tehlikeli evrende, bir vaha olmasını sağlar.
Bu yüksek derecede hassas ve birbirine bağlı çevresel koşullar Antropik Sabitler olarak adlandırılırlar ve Antropik Prensipleri oluştu-rurlar.
Nasıl astronotlar uzayda uzay mekiği olmadan hayatta kalamazlarsa aslında bizim içinde dünya böyle bir uzay mekiğidir.
Dünyadaki hayatın devamını sağlamak için geniş çapta tarif edilmiş ve şans eseri oluşmuş bir kaç sabit değil, aksine ince belirlenmiş ve hassas şekilde tasarlanmış 100’den fazla sabit gerekmektedir. Bunların en önemlilerinin bir kısmını sıralayacağız:
Oksijen Seviyesi: Dünyadaki oksijen seviyesi %21’dir. Bu seviye bir antropik sabittir ve dünyadaki hayatın devamı için hassas bir şekilde ayarlanmıştır. Eğer oksijen seviyesi %25 olsaydı, sürekli ani yangınlar çıkardı. Eğer %15 seviyesinde olsaydı, insanlar boğulurlardı.
Atmosfersel Geçirgenlik: Atmosferin geçirgenlik derecesi bir antropik sabittir. Eğer atmosfer daha az geçirgen olsaydı yeteri kadar güneş radyasyonu yeryüzüne ulaşamazdı. Yeteri kadar güneş ışığı ve ısısı alamazdık. Eğer daha çok geçirgen olsaydı bu seferde çok aşırı radyasyona maruz kalırdık. (Ayrıca; atmosfersel geçirgenliğin yanısıra atmosferdeki nitrojen, oksijen, karbon dioksit ve ozon seviyelerinin herbiri antropik sabittirler)
Ay-Dünya Yerçekimsel Etkileşimi: Eğer ay ve dünya arasındaki yerçekimsel etkileşim bugün olduğundan daha şiddetli olsaydı, okyanuslardaki gelgite, atmosfere ve eksen etraflarındaki dönme zamanına olan etkisi çok ciddi sonuçlar doğuracaktı. Eğer daha az olsaydı, yörüngedeki değişiklik iklimlerde düzensizliğe yol açacaktı. Her iki durumda da dünyadaki hayat imkansız olacaktı.
Karbon Dioksit Seviyesi: Atmosferdeki CO2 seviyesi yaklaşık %27’dir. Eğer daha yüksek bir seviyede olsaydı, kaçak sera etkisi oluşturacaktı ve hepimiz yanacaktık. Eğer daha düşük olsaydı bu sefer de bitkiler fotosentez yapamayacak ve hepimiz boğulacaktık.
Yerçekimi Kanunu: Eğer yerçekiminin gücünü 0.0000000000000000000000000000000000000001 oranında değiştirseniz ne güneş ne de biz var olurduk. Mükemmel bir hassasiyet!
Evrenin harika ahenginin boyutu, Antropik Prensipler belki de Tanrı’nın varlığına en güçlü argümanları sağlamaktadırlar. Yukarıda bahsettiğimiz gibi yeryüzünde hayatın varlığını mümkün kılan 100’den fazla (toplam 122) antropik sabitler vardır. 5 tanesini sıralamıştık, şimdi bir 10 tane daha sıralamak istiyoruz:
Eğer gezegenlerin hareketlerindeki merkezkaç kuvveti hassas bir şekilde yerçekimi gücünü dengelememiş olsaydı güneş etrafında hiçbir şey yörüngesinde duramazdı.
Eğer evren milyonda bir oranında daha yavaş genişliyor olsaydı, yıldızlar oluşmadan çok öncesinde genişleme durmuş ve evren içine çökmüş olurdu. Eğer daha hızlı olsaydı da, hiçbir galaksi oluşmazdı.
Fizik kanunlarının her biri ışık hızının bir fonksiyonu olarak tanımlanabilir (saniye-de 299,792,458 metre). Eğer ışığın hızın-da en ufak bir değişim olsa bu diğer sabitleri etkiler ve dünyadaki yaşamı olanaksız kılardı.
Eğer atmosferdeki su buharı oranı şimdikinden fazla olsaydı, bu kaçak sera etkisine yol açar bu da sıcaklığın insan hayatı yok etmesine sebep olurdu. Eğer daha az olsaydı, meydana gelecek yetersiz sera etkisi insan hayatını sona erdirecek aşırı soğuklara sebep olurdu.
Eğer Jüpiter şu an ki yörüngesinde olmasaydı, dünya gök cisimleri tarafın-dan bombardımana tutulacaktı. Jüpi-ter’in yerçekimi alanı, bir nevi elektrikli süpürge vazifesi görür ve asteroidleri, gök taşlarını vakumlar.
Eğer yerküre kabuğu daha kalın olsaydı, bu oksijenin yeryüzüne gereğinden fazla baskı yapmasına sebep olurdu. Eğer daha ince olsaydı, tektonik ve volkanik hareketler yaşamı imkansız kılardı.
Eğer dünyanın ekseni etrafındaki dönüşü 24 saatten daha uzun sürseydi, gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı aşırı fazla olacaktı. Eğer daha kısa olsaydı, atmosferdeki rüzgarların hızı aşırı hızlı olacaktı.
Dünya ekseninin 23 derece eğik olması aslında gereklidir. Eğer bu eğiklik mini-mal oranda değişecek olsa, yeryüzündeki sıcaklıklar aşırı olacaktı.
Eğer atmosferdeki elektrik akımı boşal-ması (şimşekler) daha yoğun olsaydı, sürekli yangınlar olurdu. Eğer daha nadir olsaydı, topraktaki nitrojen düzenlemesi yeterli olmayacaktı.
Eğer dünyadaki sismik aktiviteler daha çok olsaydı, hayat kaybı çok fazla olacaktı. Ancak daha az olsaydı da, okyanus tabanlarındaki ve nehir içindeki besinler tektonik yükselme ile tekrar kıtalara geri dönmeyeceklerdi, sirkülas-yon olmayacaktı. (evet depremlerde hayatın devamı için gereklidir!)
Astrofizikçi Hugh Ross evrende bu 122 sabitin bir gezegende var olma olasılığını hesap-lamıştır. Evrende 1022tane gezegen olduğu varsayılmaktadır (bu çok büyük bir rakamdır, 1’in yanına 22 tane 0 koyacaksınız). Verdiği cevap çok şok edicidir: 10138’de 1 ihtimal. Yani arkasında bir tasarımcı olmadan, evrendeki herhangi bir gezegenin bizim sahip olduğumuz hayatı destekleyen şartlara sahip olma ihtimali sıfırdır.
Nobel ödüllü Arno Penzias: “Astronomi bizi eşsiz bir olaya yöneltti, yokluktan var edilen evren aynı zamanda hayatın idamesi için gerekli tüm koşulları sağlamaktadır. Saçmaca imkansız bir tesadüf olmaksızın, öyle gözü-küyor ki modern bilimin gözlemleri doğaüstü bir plan olduğunun altının çizilmesini öneri-yor.”
“Tanrı hiçbir zaman bir ateisti ikna etmek için bir mucize yapmadı, çünkü yaptığı sıradan işler yeterli delili sağlıyor.” —Ariel Roth
Sahil kenarında yürürken dalgaların vurduğu kumsalda büyük bir kalp işareti içinde de “Kaya Esra’yı seviyor.”diye bir yazı, üzerinde de bir de ok işareti görseniz, hemen ne düşü-nürdünüz? Kaya’nın tüm dünyaya bir mesajı. Biri çıkıp “görüyor musun, senede milyonlarca dalga bu kıyılara vuruyor, sonunda çok harika bir mesaj yazmışlar!”dese ne derdiniz?
Bugün maalesef doğacı biyologlar buna inanılmasını öneriyorlar. Basit yaşamdan bah-sediliyor. Hayatın kökenini açıklamaya çalışır-ken, şuursuz doğa kuvvetlerinin, hayat sahibi olmayan kimyasalların bir anda, şuur sahibi bir varlığın müdahalesi olmaksızın, hayatıortaya çıkardığını ifade ediyorlar. Böyle bir teori hücreleri ve harikulade karmaşıklığını incele-yebilecek teknolojiden yoksun 19. yüzyıl bilimadamlarına makul gelebilirdi. Ama bugün doğacı teori bildiğimiz tüm doğa kanunlarını ve biyolojik sistemleri hiçe saymaktadır.
Burada doğrusu en can alıcı soru; basit yaşam diye adlandırdığımız tek hücreli canlıların aslında ne kadar basit oldukları ya da olmadıklarıdır. Makro-evrimde hayatın köke- nini izah için önerilen argüman şöyledir: dünyanın çok eski çağlarında bir zamanda, sıcak bir gölde, bazı kimyasal etkileşimler ve doğal kuvvetler aracılığıyla tek hücreli amipler ortaya çıktı. Daha sonra bu amipler, uzun hatta milyonlarca yıl içerisinde, daha karmaşık canlılara evrildiler.
Yaşamın kökeni hakkındaki bu teoriye inanan-lar bir çok değişik adlarla anılırlar. Örneğin;doğacı, evrimci, materyalist, ateist yada Dar-winci gibi. Dünyada ayrıca evrimci teistler var-dır ki bunlar evrimin Tanrı kontrolünde oldu-ğuna inanırlar.
Darwin’in çıkarımında insanlar ve maymunlar ve kuşlar, sürüngenlerden evrilmişlerdir ve aynı ortak ataya sahiptirler. Her ne kadar bu tüm yaşam biçimlerinin birbiriyle alakaları vardır çıkarımının kendi içinde birçok problemi olsa da (ki bu konuya ileride değineceğiz), asıl en temel problem ilk yaşamın kökeninin izahı-dır. Böyle şuurlu bir varlık tarafından yönetil-meyen, makro-evrimin doğru olabilmesi için ilk yaşamın aniden bir takım yaşam sahibi olmayan kimyasallardan türemesi gerekmek-tedir. Darwincilere çok yazık olacak ama ne bu ilk organizma ne de her hangi bir yaşayan organizma basit olmaktan çok çok ötedir. Bu gerçek özellikle 1953’de James Watson ve Francis Crick DNA’yı (Deoxyribonucleic Acid) bulduklarında daha açığa çıktı. Bu kimyasal her yaşayan varlığın bina edilmesi ve kopya-lanıp çoğalması için olan direktifleri kodlar.
DNA’nın bükülmüş bir merdiven gibi sarmal bir yapısı vardır.
Merdivenin iki kenarı birbirini izleyen deoksiriboz (deoxyribose) ve fosfat molekül-lerinden oluşur. Basamaklar ise dört nitrojen bazının özel bir sıralamasından oluşur. Bu nitrojen bazları; A adenin, T timin, S sitozin, G guanin. Bunlar bugün dört harfli genetik alfa-beyi oluştururlar. Bu alfabe ile Türkçe alfabe mesaj iletme açısından aynı şekilde işlerler. Tek fark Türkçe alfabe 29, genetik alfabe 4 harften oluşur. Nasıl ki bu yazıdaki harflerin özgül sıralaması kapsamlı bir mesaj veriyor, aynı şekilde bu dört bazın özgül sıralamaları canlı organizmanın özel genetik yapısını belirler. Bir yazıda ya da DNA’da olsun bu mesajın bir diğer adı “belirlenmiş karmaşa”dır(specified complexity). Yani hem karmaşıktır, hem de özel bir mesaj içerir.
Bir iğne ucuna yüzlercesinin sığdığı tek hücreli bir amibin DNA’sının içerdiği mesajı düşün-düğünüzde hayatın bu belirlenmiş karmaşalığı daha da gözler önüne seriliyor. Amibin hücresinin çekirdeğindeki mesaj 30 Ana Britannica Ansiklopedisi cildini dolduracak kadardır ve sadece 4 harf kullanılarak yazıl-mıştır. Tüm amibin DNA’sı ise 1000 Ana Britannica Ansiklopedisi cildini dolduracak kadar bilgi içerir. Yani amibin DNA’sındaki kodu yazmaya kalkarsak bu kadar cildi doldu-rur. Bunlar bu 4 bazın rastgele sıralanmış hali değildirler. Aksine özel bir sıra ile sırlanarak bir kod yani belirlenmiş karmaşalık oluşturul-muştur. Amibin “ilkel canlı”olarak adlandırıl-masının ne kadar yanlış olduğu gözler önündedir.
Darwinciler akıllı bir tasarımcıyı baştan denk-lemden çıkarırlar ve tek alternatif olarak doğa kanunlarını öne sürerler.
Bilim Felsefeye Mahkumdur
Ateistlerin genelde yaptıkları bir iddia şudur: “Evreni izah etmek için Tanrı’ya ihtiyacımız yok! Dindar insanlar Tanrı’yı bilime sokmaya çalışırlar. Bu şekilde doğru bilim yapılamaz.”
Bilimin her şeyi izah edebileceği tamamen bir yanılgıdır. Felsefenin nerede başladığı ve bilim adamlarının inanç seçimlerinin yaptıkları bilimi nasıl etkilediğinin ayırımını iyi yapmamız lazım.
Bilimin her şeyi açıklayamayacağına dair 5 örnek sıralamak istiyoruz:
Matematik ve mantık (bilimin bunları baştan varsayması, bilimin bunları ispat-layabileceği manasına gelmez)
Metafiziksel gerçekler (mesela, benim-kinden başka akılların var olması)
Etiksel yargılar (Nazilerin kötü bir şey yaptıklarını bilimle ispat edemezsiniz çünkü ahlak bilime bağlı değildir)
Estetik algılar (güzellik, bir şeyden hoşlanma, bilimle ispat edilemez)
Bilimin kendisi (bilimsel metotlarla doğruyu bulacağımız inanışı bilimsel metotlarla ispat edilemez)
Evet, gözlemler, deneyler ve tekrarlarla nedenlerin araştırılmasında bilimsel teknikler bir yoldur ama tek yol değillerdir. Birçok şeyi mantık kanunlarıyla buluruz. Hatta bilimsel metotlardan mantık kanunlarını kullanırlar.
Hatta “Bilim doğruya ulaşmanın tek kaynağıdır” iddiası da özünde bilimsel değil felsefi bir ifadedir. Bu yüzden bu ifade kendi kendini çürütmüş olur.
İyi yada kötü bilim adamlarının aslında bize gösterdikleri şudur: “Bilim kendini felsefe üzerine bina eder! Bilim felsefeye mahkum-dur.” Kötü felsefeye dayandırılan bilim kötü-dür ve insanları gerçeğe değil ancak boşluğa götürür. Şunu hepimiz farketmeliyiz ki bilim bir şey söylemez, bir iddiada bulunmaz ama bilim adamları söyler. Bilim adamlarının bilimi hangi bakış açısıyla yorumladıklarına iyi dikkat etmeliyiz. Felsefesiz de bilim yapılamaz.
Yeni Hayat Formları:
Amipten Hayvanat Bahçesinden Geçerek Size
“İlk okulda kurbağanın bir prense dönüşmesi-nin bir masal hikayesi olduğunu öğretmişlerdi. Üniversitede ise bunun gerçek olduğunu!” —Ron Carlson
Jodie Foster’ın oynadığıKontak (Contact) filmini bir çoğumuz hatırlarız. Foster SETI’de (Search for Extra-Terrestrial Intelligence - Dünya Dışı Akıllı Varlıklar Araştırma) çalışmak-tadır. SETI gerçekte de var olan ve bu işi yapan bir kurumdur. Filmde Foster çok heyecanlanır çünkü antenine asal sayılardan oluşan bir radyo dalgası takılmıştır. Heyecanının sebebi açıktır çünkü radyo dalgaları rastgeledir ama asal sayılardan oluşan bir mesaj geliyorsa bunu ancak akıllı varlıklar yani uzaylılar gönderiyor olabilir. Kontak filminin uyarladığı roman Gökbilimci, Bilimadamı ve Darwinci Carl Sagan tarafından yazılmıştır. İroni şudur ki sadece asıl sayıları içeren bir mesajın tesadüfen oluşamayacağını, mutlaka bir zeka sahibi varlık tarafından düzenlenip gönderil-miş olduğuna inanan bu bilim adamları aynı tepkiyi ve çıkarımı bu muhteşem evren yada canlı varlıklar için göstermiyorlar.
Sagan’ın beyin hakkındaki şu sözlerine de burada yer vermek istiyoruz:
“İnsan beynindeki bilginin içeriği bitlerle ifade etmek herhalde beyindeki nöron-ların bağlantılarının miktarıyla karşılaştırı-labilir olacaktır ve bu da yaklaşık yüzlerce trilyon bittir. Bunu İngilizce olarak yazmaya kalksanız dünyanın en büyük kütüphanele-rindeki 20 milyon cildi doldururdu. 20 milyon kitabın içerdiği bilgi her birimizin kafasındadır. Beyin çok küçük bir yerdeki çok büyük bir alemdir. Beynin nörokimyası hayrete düşü-recek kadar meşguldür. İnsan yapımı en mükemmel makinenin devresinden çok çok daha harika.”
Yeni canlı türlerinin kökenini tartışmaya başlamadan önce ilk canlı türünün kökenin-deki problemi tekrar ziyaret etmek istiyoruz. Tek hücreliden insan beynine uzanan yol tabi ki çok uzun ama cansız kimyasallardan canlı bir tek hücreliye giden yol çok çok daha uzun bir yoldur. İlk canlı nereden geldi?
Darwinciler için bu büyük bir sorun teşkil eder çünkü makro-evrimden bahsedebilmek için ilk önce elinizde bir canlı olmalıdır. Burada Darwincilerin ne kadar büyük bir problem-lerinin olduğunu görüyorsunuz değil mi? Ama onlar “işte öyle” derler, aniden ortaya çıkan nesillerden yada “panspermia”dan (yaşamın uzaydan geldiği hipotezi) bahsederler. Bundan sonrası belkide bilim de değil sadece şakadır.
Şu derin soruya hiçbir zaman makul bir cevap-ları yoktur: “Eğer Tanrı yoksa neden hiçlik yerine bir şeyler var?” Tek hücreli varlıkları oluşturduğu iddia edilen kimyasallar nasıl var oldular ve nasıl bir araya geldiler ve ne ölçülerde, nasıl birleştiler?
Makro-Evrimin tek hücreli canlılardan daha karmaşık canlılara geçişin kendi kendilerine evrilmeleri ve her şeyin ortak bir atadan gel-dikleri teorisi olduğunu daha önce söylemiştik. Bu Tanrı’nın müdahalesiyle olmamış, tama-men kör tesadüfi işlemlere bağlanmıştır.
Burada bir şeyin altını çizmekte fayda var; bilim literatüründe ‘teori’ dendiğinde doğru-luğu genel kabul gören ve genelde deneylerle doğruluğu ispatlanmış teoremler, varsayımlar anlaşılır. Halk dilindeki ‘teori’ ile farklıdır. Bilimde kullanılan ‘hipotez’ kelimesi halk dilin-deki ‘teorinin’ karşılığıdır ve önsav, kuram, faraziye manalarına gelir.
Darwinciler evrimin “doğal seçilim” (natural selection) yoluyla olduğunu söylerler. Doğal seçilimin izahı ise uyum sağlayanın hayatta kalması olarak açıklanır. Bu açıklama doğru bir ifadedir ama hiçbir şey ispat etmez. Totoloji denen kısır döngülü bir argümandır. Doğru, hangi canlı genetik ve yapı olarak daha güçlüyse, değişen doğa koşullarına daha iyi uyum sağlayacaktır ve ayakta kalacaktır. Ve tabi ki onların nesilleri devam edecektir.
Mutasyonlar ile evrimi de karıştırmamamız lazımdır. Mutasyonların neredeyse tamamı za-rarlıdır, yani iyiye değil kötüye bir değişimdir.
Doğal seçilim konusunu ve yapılan yorum fark-lılıklarını güzel bir örnekle açmak iyi olacaktır. Bakteriler antibiyotikle savaşıp kazandıkların-da geriye kalanlar çoğalırlar ve o antibiyotiğe karşı artık dayanıklı olabilirler. Hayatta kalan bakteri grubu o antibiyotiğe karşı dayanıklıdır çünkü ebeveynleri bakterilere karşı koyacak genetik kapasiteye sahiptiler yada nadir biyokimyasal mutasyonlar bir şekilde hayatta kalmalarına yardım etmiş olabillir (ender diyoruz çünkü yukarıda dediğimiz gibi mutas-yonlar neredeyse her zaman zararlıdırlar). Böylece hassas bakteriler ölmüş ve artık güçlü olanlar egemenlik sürmektedirler.
Darwinciler hayatta kalan bakterilerin evrim geçirdiğini söylerler. Değişen çevreye uyum sağlayarak, bakteriler bize evrimin bir örneğini sunuyorlar, derler. Buraya kadar doğrudur. Bu zaten gözlemlenebilir bilimin sunduğudur. Ama bu ne tür bir evrimdir? İşte bu soruya vereceğimiz cevap çok kritiktir. Aslında şimdiye kadar açığa çıkardığımız felsefi ön varsayımlar haricinde yaratıcı-evrimci arasın-daki en büyük uyuşmazlığındaki en büyük kafa karışıklığına yol açan şey ‘evrim’in nasıl tanım-landığıdır. İşte bu noktada Darwincilerin hata ve yanlış savları, bilimde gözlemin önemine inananlar tarafından kontrol edilmezlerse, nasıl bakteri gibi çoğaldığını görürüz. Gözlem-ler bize der ki: “hayatta kalan bakteriler her zaman bakteri olarak kalırlar!” Başka bir organizmaya dönüşmezler. Eğer dönüşselerdi bu makro-evrim olurdu. Doğal seçilim asla yeni bir tür üretmemiştir.
Darwinciler eldeki verinin makro-evrim oldu-ğunu iddia ederler. Gözlemlediğimiz mikro değişimlerden, gözlemlenemeyen makro-evrimin olduğu çıkarımını ispat etmiş oluruz derler. Mikro ile makro arasında hiç ayrım yapmamış olurlar. Bu şekilde halkın düşünce-lerinde herhangi bir organizmadaki en ufak değişimin, tüm türlerin tek hücreli bir canlıdan kendi kendine türediği fikrini ispatladığı algı-sını oluşturmaya çalışırlar.
Darwincilerin bu tür taktiklerini halk artık yakalamaya başlamıştır. Özellikle Berkeley Üniversitesi Hukuk Profesörlerinden Phillip Johnson’un büyük yankı uyandıran Darwin Yargılanıyor (Darwin On Trial) kitabıyla Darwincilerin yaptıkları hokkabazlıklar su yüzüne çıkmaya başlamıştır. Johnson kitabın-da şunun altını çizer: “Delillerin hiçbiri doğal seçilimin yeni türler, yeni organlar, yada diğer temel değişimler yada kalıcı olan küçük değişimleri sağladığına inanılacak kadar hiçbir ikna edici neden sağlayamamışlardır.” Biyolog Jonathan Wells’de buna katılarak şöyle yazmıştır: “Biyokimyasal mutasyonlar canlı-ların tarihinde gördüğümüz organizmalardaki büyük orandaki değişimleri açıklayamazlar.”
Çok değerli bir bilim adamı, hem biyoloji doktorası olan hem de matematik profesör-lüğü yapan, Yahudi kökenli agnostik David Berlinski evrim teorisinin yanlışlığını, gerekli fosillerin eksikliğini, matematiksel olarak imkânsızlığını ve bu teorinin, bir grup bilim adamının dayatmaları ile çıkarları için kulla-nıldığını birçok platformda ve yazdığı kitap-larda (ör: Şeytan Yanılgısı) dile getirmiştir. Bilim dünyasında Berlinski gibi düşünen pek çok değerli bilim adamı vardır. Ancak bunlar ya ortama ayak uydurmaktadırlar ya da sesleri bastırılmaktadır.
Berlinski’nin yaptığı birçok argümandan önemli bir tanesini buraya taşımak istiyoruz. Bu analoji de evrim iddiası şuna benzetiliyor: diyelim ki yahudi yazman grupları Tevrat’ın Yaratılış bölümünü yüz yıllar boyunca nesilden nesile elle yazarak aktarırken, yaptıkları imla hataları metni Yaratılış’tan çıkarıp Shakes-peare’in Macbeth eserine dönüştürmüştür!
Gerçekten de bu şekilde bir makro-evrim iddiası gülünecek kadar tuhaftır. Bir balinanın bir ineğe dönüşmesi ya da inekten balinaya dönüşüm imkânsızdır. Her iki canlı içerisin de şaheser bir konçerto vardır. Müziği canlı tu-tarak geçişin sağlanması imkânsızdır. Solunum sisteminden tutun, sindirim sistemine kadar onlarca sabit (canlının hayatta kalması için gerekli hayati uzuvlar) aynı anda kökten değişmeli, her bir seferinde az bir parçası değişerek yüz yıllar boyunca bu değişim yaratığı canlı tutarak tamamlanamaz. Mutas-yon dediğimiz bozulmalar hiçbir zaman iyiye doğru değildir ve gerekli türsel değişimleri sağlamaz. Hiçbir zaman ne laboratuvar da ne de doğa da bunun örnekleri mevcut değildir.
Doğal seçilimin neden bunu gerçekleştireme-diğinin beş nedenini sıralamak istiyoruz:
Genetik Sınırlamalar (Genetic Limits): Darwinciler tür içindeki mikro-evrimin türler arasındaki makro-evrime delil olduğunu söylerler. Eğer bu küçük değişimler bu kadar kısa zamanda oluyorsa, düşün bakalım daha uzun zamanlarda doğal seçilim daha neler yapabilir.
Darwincilere kötü bir haber olacak ama görünen o ki genetik sınırlamalar türün içine bina edilmiş gibidir. Örneğin, köpek cinsi üretenler bununla her zaman karşılaşırlar. Köpek cinsleri minik çivava-lardan (chihuahua) büyük Dane’lere kadar değişebilir ama ne kadar bilerek başka türlere geçiş denense de bu başarısız olmaktadır. Köpek her zaman köpek olarak kalmaktadır. Aynı deney, ömürleri çok kısa olan ve böylece daha kısa zamanda nesilden nesile kalıtımın gözlenebileceği, meyve sineklerinde de yapılmıştır ve aynı şekilde başarısız olmuştur (genelde sakat sinekler üretilmiştir).
Döngüsel Değişimler (Cyclical Change): Tür içindeki değişimler genetik sınırlamalara tabi oldukları gibi aynı zamanda döngüseldirler. Yani bir canlıdaki değişim hiçbir zaman, makro-evrimin ihtiyacı olan, yeni bir canlı oluşturmaya doğru bir değişim değildir. Sadece belli bir aralıkta gidip gelirler. Örneğin; Darwin’in saka kuşlarının gagalarının uzunlukları, havanın yağışlılık durumuna göre değişiklik gösterirler. Kuraklık olduğu zamanlarda, çiçeklerin derinindeki yumuşak tohumlara ulaşmakta daha avantajlı olan uzun gagalı sakalar artış gösterir. Bol yağmurlu dönemlerde oran tersine döner. Dikkat ettiyseniz başka bir tür ortaya çıkmadı. Başka bir değişle; doğal seçilim belki türlerin nasıl hayatta kaldıklarını izah edebilir. Ancak nasıl ortaya çıktıklarını izah edemez.
Sadeleştirilemez Karmaşıklık (Irreducible Complexity): 1859’da Charles Darwin şöyle yazmıştı: “Eğer, her hangi karmaşık bir organın bir sıra, peş peşe gelişerek, ufak düzeltmeler olmak-sızın var olduğu gösterilebilinirse, benim teorim çöker!” Günümüzde biliyoruz ki bu tarife uyan birçok organlar ve sistem-ler var.
Bunlardan biri hücredir. Darwin için hücre bir “kara kutuydu”. Ama günü-müzde hücrenin derinliklerine inebili-yoruz. Lehigh Üniversitesi Profesör-lerinden Michael Behe Darwin’in Kara Kutusu: Biyokimyanın Evrime Meydan Okumasıkitabında bu konuyu ele alır. Behe’nin araştırmaları doğruluyor ki canlılar gerçekten, hayatın bir dizi işlemini üreten moleküler makinelerle dolu-durlar. Bu moleküler makineler sadeleştirilemez karmaşıklıktadırlar. Yani bu makinenin işleyebilmesi için tüm parçalarının tamamen son hallerini almış olarak, aynı zamanda, doğru yerde, doğru ölçülerde, doğru sıralamada olmaları gerekmektedir.
Buna bir örnek olarak araba motorunu düşünebilirsiniz. Eğer pistonlardan biri-nin ölçüsünü değiştirecek olursanız, motorun çalışabilmesi için aynı anda kam şaftını, ayırıcı bloğu, soğutma siste-mini, motorun tüm bölmelerini modifiye etmeniz gerekecektir.
Behe kitabında tüm yaşayan canlıların bu araba motoru gibi sadeleştirilemez karmaşıklık olduğunu göstermiştir. Behe özenli bir detay ile birçok vücut fonksiyonlarının -örneğin; kan pıhtılaş-ması, silia (hücreleri hareket ettiren organizma), görme vs.- Darwinci tarzda dereceli şekilde olamayacak, sadeleş-tirilemez karmaşıklıkta sistemler gerek-tirdiğini göstermiştir. Neden? Çünkü ara formlarda vücut işlemez, sistem işlemez, hayat devam edemez. Eksik parçalı bir motorla arabayı yürütemeyeceğiniz gibi.
Canlılardaki sadeleştirilemez karmaşıklık akıl almayacak kadar çoktur. Mesela, DNA’yı oluşturan genetik alfabesi A, T, C ve G harflerinden her insanın sadece bir hücresinde 3 milyar çift vardır. Vücudu-nuzda trilyonlarca hücre vardır ve her saniye milyonlarca hüre yenilenir ve bunların her biri sadeleştirilemez karmaşıklıktır ve her biri sadeleştirile-mez karmaşıklık olan alt sistemler içerir.
Behe kitabında Darwincilerin boş iddia-larını ortaya çıkarır ve der ki: “Darwinci moleküler evrim fikri bilime dayalı değildir. Bilim literatüründe, dergi, kitap, vs hiçbir yayında gerçek ve karmaşık bir biyokimyasal sistemin nasıl moleküler evrim geçirdiğini yada geçirmiş olabi-lleceğini betimlemez. Böyle bir evrimin gerçekleştiğine dair savlar var ancak bunların hiçbiri uygun deney yada he-saplamalarla desteklenmemiştir. Doğru-su Darwincilerin moleküler evrim konu-sundaki iddiaları kuru gürültüden ibaret-tir.”
Geçiş Formlarının Hayatta Kalamayacak Olmaları: Bir diğer problemde; geçiş türlerinin hayatta kalamayacak olmala-rıdır. Örnek olarak; Darwincilerin savları olan kuşların sürüngenlerden çok uzun bir zamanda türedikleri iddiasındaki yarı kanatlı yarı sürüngen olan bir ara formu düşünün. Böyle bir türün hayatta kalması imkansızdır. Ayrıca her bir tüy sadeleş-tirilemez karmaşıklıktır. Böyle zavallı bir hayvan hem suda, hem karada, hem havada çok kolay bir av olacaktır. Bu ara formda kendisi için ne tür bir yem bulma konusunda da büyük ihtimalle adapte olamayacaktır. Yani Darwinciler için iki katlı bir problem vardır: ilki, sürüngen-den kuşa geçiş için geçerli bir mekanizma yoktur. İkincisi, böyle bir mekanizma olsaydı da geçiş formlarının hayatta kalmaları çok zor bir ihtimal olacaktı.
Moleküler İzolasyon: Darwinciler sık sık tüm canlıların DNA taşımalarının ortak atamızın olduğunun delilidir derler. Örneğin; Darwincilere göre maymun ve insan DNA’ları arasındaki kimilerine göre %85, kimilerine göre %95 oranındaki benzerlik, cedden gelen bir akrabalığı gösterir. Ancak fare ve insan DNA’sında da %90 oranında bir benzerlik vardır. O zaman nasıl yorumlayacağız.
Doğru tüm canlılar DNA taşır ve benzerlikler vardır ancak acaba ortak genetik kod aynı Yaratıcının, aynı biyos-ferde yaşamamız için bizleri tasarla-dığının bir göstergesi olmasın! Nihaye-tinde, eğer yaşayan canlılar biyokimyasal olarak birbirlerinden çok farklı olsalardı büyük olasılıkla besin zinciri olmaya-caktı. Belki de değişik bir biyokimyasal yapıda yaşam mümkün değildir. Eğer olsa bile bu biyosferde hayatta kalması mümkün olmayabilirdi.
Sıraladığımız bu beş başlıkta doğal seçilimin yeni canlı türlerini yaratamayacağının ispatını yapmış olduk. Şimdi kısaca fosil bulgularının geçiş türleri konusunda sergilediği sorunlara değinmek istiyoruz.
Darwin bizzat kendisi bu konuda şöyle demiştir: “Neden öyleyse her jeolojik yapı ve katmanlar bu tür ara türlerle dolu değildir? Jeoloji açıkçası böyle düzgün olarak derece derece gelişmiş organik bir zincir sağlamamak-tadır. Belki de bu benim teorime karşı en açık ve şiddetli itirazdır.”
Darwin daha sonraki fosil bulgularının teorisini doğrulayacağını düşünüyordu. Ama zaman onu haksız çıkardı. Medyada duyduğunuzun aksine fosil kayıtları Darwinciler için tamamen bir fiyaskodur. Eğer Darwinci iddialar doğru olsaydı binlerce hatta milyona yakın ara tür fosilleri bulunmalıydı. Aksine, yakında hayatını kaybeden Harvard’lı paleontolog (taşılbilimci) Stephen Jay Gould’e (evrimci) göre; çoğu fosil türlerinin tarihi özellikle dereceli evrimle uyuşmayan iki özellik içerir:
Staz: Çoğu soyu tükenen tür hayatta kaldıkları sürede hiçbir şekilde belli bir doğrultuya doğru değişim göstermezler. Fosil kayıtlarında ilk görüldüklerinde ve yok olduklarında aşağı yukarı aynı şekildedirler.
Aniden Ortaya Çıkma: herhangi bir yerel bölgede, her hangi bir tür dereceli olarak, atalarından düzenli bir değişimle ortaya çıkmaz; birden ve tamamen oluşmuş olarak ortaya çıkar.
Gould aslında Yaratıcı inancına sahip olanların görmeyi umdukları şeyi ortaya koymuştur. Ama Gould yaratıcı teoremini adapte edeceği yerde Darwincilerin aşamalı evrim teorisini de reddederek kendine has bir “Punctuated Equilibria”(PE) adını verdiği türlerin çok kısa zamanda hızlı bir şekilde evrildiklerini iddia etmiştir. Tabi ki Gould’un bunu dayandıracağı herhangi bir doğal mekanizma veya gerekli fosil kayıtları yoktur ancak ateizmini oturta-cağı Latince bir teoreme ihtiyacı vardır.
Bu bölümü ünlü İngiliz filozof, romancı ve Oxford İngiliz Edebiyatı profesörü C.S. Lewis’in Özde Hristiyanlık kitabından bir alıntıyla tamamlamak istiyorum:
“Yaşam Gücü felsefesi, Evrim ya da Gelişen Evrim görüşlerinden de söz etmeliyim. Bu konulardaki en zekice açıklamalar Bernard Shaw’un, ama en derin olanları Bergson’un eserlerinde bulunur. Bu görüşe sahip olanlar, bu gezegendeki yaşamın, en basit canlılardan insana kadar küçük değişikliklerle evrim-leştiğini öne sürerler. Bunu da Yaşam Gücü-nün ‘gayretine’ ve ‘amaçlılığına’ bağlarlar. İnsanlar böyle bir görüş öne sürdüklerinde, onlara Yaşam Gücüyle kastettikleri şeyin bir aklı olup olmadığını sormalısınız. Eğer aklı varsa, bu güç yaşamı var eden ve yetkinliğe erdiren gerçekten de Tanrı’dır ve görüşleri dinsel görüşe benzerdir. Eğer aklı yoksa o zaman akılsız bir şeyin ‘gayret’ ve ‘amaçlılık’ gösterdiğini söylemenin ne anlamı olduğunu sorarsınız. Bu onların görüşleri için ölümcül bir darbedir. İnsanların yaratıcı Evrimi bu denli çekici bulmalarının nedeni, onlara Tanrı’nın varlığına inanmanın hoş olmayan sonuçlarını düşünmeden duygusal rahatlığını tattırması-dır... Yaşam Gücü hayal gücünün bu dünyadaki en önemli başarısı mı?”