Kur’an Tanrı’nın kişiliğini sistematik bir şekilde tanımlayan bir bölüm içermez. Arapça’da O’na Allah denir, bu da sadece ‘Tek Tanrı’ demektir. Kur’an’da Tanrı kendisini Eski Antlaşma’da olduğu gibi “Ben Ben’im” (Mısır’dan Çıkış 3:14) diyerek tanıtmaz, bunun yerine bir sır, bir gizem olarak kalır. Yarattıklarından tamamen ayrıdır ve yarattıklarının hiçbiriyle asla karşılaştırılamaz çünkü “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şura 42:11). Tanrı bir sır olduğu için O’nu ya da O’nun nasıl olduğunu hiç kimse hayalinde canlandıramaz ve böyle bir şeyi yapmaya kalkışmak da günahtır. Bir Müslüman yalnızca Allah’ın adlarını, Kur’an’da anlatılan özelliklerini ve insanoğluyla olan işlerini bilir. Kur’an’ın mesajının merkezinde Allah’ın bir olduğu, hiçbir şeyin O’nunla karşılaştırılamayacağı ve O’nun hiçbir şeyle karşılaştırılamayacağı bulunur. Bu inanca tevhid denir: (Tanrı’nın tekliği / birliği) “De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.” (İhlas 112:1-4)
Bu Tanrı üç alanla nitelendirilir: Yaratılış, rızk ve yargı. Kur’an başlangıçta Tanrı’nın dünyayı ve insanları yarattığını bildirir. Zamanın sonunda, her bir birey yargılanacak ve her şeye gücü yeten ancak merhametli olan Tanrı tarafından adil ödülü verilecektir. O her şeyi bilendir, bunun için de Tanrı’dan hiçbir şey gizlenemez, “O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez” (Enam 6:59). Tanrı birdir, gerçekten vardır, O insanın aklını aşar, her şeye gücü yeter, her yerdedir, değiştirilemez, asla sona ermez, sonsuzdur ve yaratılmamıştır. Her şeyi bilir ve gücü sınırsızdır: “O ne doğmuştur ne de doğrulmuştur. O ölçülemez, örtüler O’nu kapatamaz. O’nu kavramaya çalışırlar ancak kavrayamazlar. İnsanlar tarafından ölçülemez, yaratılmış olan hiçbir canlı, hiçbir yönden O’nunla karşılaştırılamaz.”1Günümüzde İslam’da Allah’ın 99 adının olduğu fikri ortaya çıkmıştır; bu adları kullanarak kendisine inananlar O’na ibadet edebilirler.
İslam inancının başlangıcında Muhammed, Tanrı’nın yaklaşmakta olan yargı gününde yargılayan olacağını bildirmiştir; o gün de istisnasız herkes eylemleri ve inandıkları için hesap verecektir. “Kıyamet günü mutlaka gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur.” (Mümin 40:59). Zamanın sonunda, Tanrı’nın belirlediği saatte, yaşayanlar ve ölmüş olanlar Tanrı’ya geri ‘döndürülecektir’: “Allah’a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının.” (Bakara 2:281) Çünkü Allah tam bir adaletle yargılar. Kişinin yaptıkları bir kitaba yazılmaktadır ve bir terazide tartılacaktır. Gerçekten inanan Müslümanlar cennete gidecektir, inanmayanlarsa sonsuza dek cehenneme atılacaktır.
Kur’an’daki Tanrı’nın en önemli özelliklerinden biri O’nun her şeye kadir (sınırsız güce sahip) olmasıdır. Kur’an diğer tanrıların O’nunla karşılaştırıldığında ne kadar aciz olduklarını sık sık vurgular. Hac suresi 73-74’e göre, diğer tanrılar hepsi bir araya toplansalar bir sinek bile yaratamazlar; ama kadir olan, göklerin ve yerin ve her bir kişinin yaratıcısıdır. İnsanoğlu Tanrı’nın her şeye gücü yeterliğini tasdik etmelidir. Kendisinin O’nun tarafından yaratıldığının farkına varmalıdır ve O’na hizmet etmelidir, boyun eğmelidir ve inanmalıdır. Sonsuz merhameti için O’nu övmeli ve O’na hamt etmelidir.
İnsan aklını aşan Tanrı’yla, O’nun yarattığı ölümlü insan arasında hiçbir karşılaştırma ve temas olmasa da Allah insanoğlunun O’nun hakkında bilgi edinmesine izin verir. Ancak bu O’nun kişiliği ya da özü ile ilgili bir bilgi değildir. Çünkü Tanrı’nın yüceliğinden ayrılıp insanların görebileceği hale gelmesi ya da dünyaya gelerek kendisini insani bir şekilde açıklaması düşünülemez bile. Bunun yerine Allah, sözünü meleği Cebrail aracılığıyla göndermiş, o da bu sözü peygamberlere açıklamıştır. Peygamberler aldıkları mesajı insanlara vermişlerdir. Böylece Allah’ın vahiyleri gönderilmiş olur.
Tanrı’nın vahiylerine ve tarih boyunca insanlarla sürdürdüğü ilişkilere karşın, Tanrı’yla insan arasında kapatılamaz bir mesafe vardır. Ancak bu Tanrı’nın insanoğlundan çok uzak olduğu anlamına gelmez, çünkü Allah ona, “şah damarından yakındır” (Kaf 50:16). Bu ifadeyle Tanrı’nın her yerde oluşu vurgulanmak istenmektedir. Ayrıca, “Allah müminlerin dostudur” (Ali İmran 3:68) ifadesi Tanrı’nın insanoğluna karşı merhametli olduğunu vurgular. Fakat bu ifade hiçbir şekilde Tanrı’nın yarattıklarıyla herhangi bir ortak yönü olduğu anlamını içermez. Aynı şekilde, ‘Baba’ tanımını Allah için kullanmak, Kur’an’ın vurguladığı Allah’ın benzersizliği ve yaratılmış olanlarla arasındaki tezatlığı mesajına tamamen aykırı olur. Aynı zamanda Tanrı’yı İsa Mesih’in Babası ya da yarattığı her şeyin Babası olarak tanımlar. İslam, Hristiyanlığın ‘Tanrı’nın Oğlu’ ya da Tanrı’nın ‘Babalığı’ gibi düşüncelerini tamamen fiziksel olarak yorumlar; bunun için de bu tür ifadelerin kullanılmasına ve Kur’an’ın Muhammed’in kendi halkı olan Arapların çok tanrılı inançlarında olduğu gibi, Allah’tan başka tanrılara tapınmak olarak gördüğü Üçlübirlik’e şiddetle karşı çıkar.
Kur’an’ın dışında Tanrı yaratılmış olan dünyada görülebilecek belirtilerle, geçmişte peygamberlerle ve Tanrı’nın onlarla ve halklarıyla nasıl ilgilendiğiyle ilgili bildiriler aracılığıyla da insanoğluyla konuşur. Belirtilerle ilgili olarak, Allah deyim yerindeyse insanoğluna ‘çağrı’ yapar, buna imanla ya da imansızlıkla karşılık vermek insana düşer. Kur’an’da Nuh peygamberin, “Allah’a kulluk edin; O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” (Nuh 71:3) sözleri onun halkına sunduğu klasik bir ikilemdir.
Kur’an’ın sayısız sayfasında sözü edilen Allah’ın kadirliği her şeyi ve her yeri kapsar. Allah dünyayı, hayvanları, insanları, ruhları ve iyi ve kötü olan melekleri yaratmıştır. “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid 57:22) Çünkü “Ancak Allah’ın takdir ettikleri olur.”
Her bir kişinin öleceği zamanı Tanrı belirler: “Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Münafikun 63:11) İnsanların inanmasına da inanmamasına da neden olan yine Tanrı’dır: “Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.” (En’Am 6:125) Dil, A’Raf suresi 7:179’da daha da net bir hale gelir: “Andolsun, biz insanlardan ve cinlerden birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.” Bütün insanların neden Müslüman olmadıkları sorusu Kur’an tarafından cevaplanır. Bu O’nun isteği değildir: “(Resulüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. O, akıllarını kullanmayanları murdar (inkârcı) kılar (Yunus 10:99-100)
Aynı zamanda Kur’an, her bir bireyin yargı gününde imanları ya da imansızlıkları için hesap vermeye çağrılacaklarını önemle belirtir. Her insan dünyadaki davranışlarının karşılığı olarak adil bir ödül alacaktır, bu iyi de olabilir kötü de. “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla.” (Bakara 2:286) Bu görünür şekilde birbirine aykırı konum – insanoğlunun sorumluluğu ve Tanrı’nın her bir kişi için önceden belirlediği iman ya da imansızlık kararı – Kur’an’da yan yana yer alır. Kişi imansızlığından ya da günahlarından Allah’ı sorumlu tutamaz ve sadık bir Müslüman‘ın cennete girmesine izin verilmesi Tanrı’nın lütfundan dolayıdır.
Kur’an’daki bu, Allah’ın kişinin hayatıyla ilgili her şeyi önceden belirlemesinin, Muhammed’in kendi halkıyla yaşadığı zor durumlara yansıdığı görülebilir. Tanrı’ya, her şeye gücü yeten Tanrı’ya geri dönme çağrısıyla İslam öncesi Arabistan’ındaki çağdaşlarının tamamen kaderci dinlerine sırtını dönmüş oluyordu. Aynı zamanda, peygamberliğinin ilk 12 yılında ona neredeyse hiç ilgi göstermemiş olan Mekke ve Medine’deki halkın paylaşmakta olduğu mesaja gösterdikleri direnişi ve karşı gelişlerini bir şekilde açıklaması da gerekiyordu. Bunun için de Kur’an’daki Tanrı’nın mutlak gücüyle buyruklarının önceden belirlenmiş yapısının ve insanoğluna yüklenmiş olan sorumlulukların arasındaki ilişkiyi görebiliriz.
Bütün güce Tanrı sahip olduğu için ve O’nu tam anlamıyla hiç kimse anlayamayacağı ve yapısının nasıl olduğunu bilemeyeceği için, bir Müslüman Allah’ın lütuf ve merhametinin kendisine sunulup sunulmayacağını ya da günlerinin sonuna geldiğinde Allah tarafından reddedilip cehenneme yollanıp yollanmayacağını kesin olarak bilemez: “İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak alemlerin Rabbi (benim dostumdur); Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur. Beni yediren,içiren O’dur.Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O’dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O’dur.” (Şuara 26:77-82) Allah merhametli ve lütufkar hatta cömert ve bağışlayıcı olarak tanımlanır; ama her bir Müslüman günahlarının bağışlanmasıyla ilgili güvenceyi ancak öldükten sonra alacaktır. Allah’ın kararlarını önceden tahmin etmek O’nun gücünü sınırlar. Allah’ın işleri asla önceden bilinemez; bilinseydi o zaman insanların beklentilerine ve hayal güçlerine sığdırılmak zorunda kalırdı. Hiçbir şey ya da hiç kimse Tanrı’yı etkileyemez ve O hiç kimseye hesap vermek zorunda değildir. Ayrıca, Kur’an’daki Tanrı, kurnaz bir Tanrı’dır. Tekrar tekrar O’nun en iyi kurnazlıkları düşündüğü yazılmıştır. Rad suresi 13:13 şöyle der: “Gök gürültüsü Allah’ı hamd ile tesbih eder. Melekler de O’nun heybetinden dolayı tesbih eder. Onlar, Allah hakkında mücadele edip dururken O, yıldırımlar gönderip onlarla dilediğini çarpar. Ve O, azabı pek şiddetli olandır.’’ ve “Hatırla ki, kafirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni (yurdundan) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı, Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en iyisidir.” (Enfal 8:30)
Kur’an’da Tanrı’nın gökleri, yeri ve insanoğlunu yarattığı sık sık yapılan genel bir gözlemin dışında Eski Antlaşma’da olduğu gibi ayrıntılı olarak anlatılmaz. Bunun tek istisnası yaratılışın altı günde tamamlandığını belirten Fussilet 41:9-13 suresidir. Önce Tanrı gökleri ve yeri bir duman kütlesinden, iki günde yaratır; sonra dünyanın üzerine dağları, nehirleri ve bitkileri yerleştirir. Daha sonra sudan hayvanları, insanı ise onlara egemen olması için yaratır. Ancak Eski Antlaşma’da vurgulanan Tanrı’nın insanı “Kendi benzeyişinde” yaratışını (Yaratılış 1:21) Kur’an’ın hiçbir yerinde görmüyoruz. Bu insanlarla hiçbir şekilde karşılaştırılamayacak olan Tanrı’nın benzersizliği ve büyüklüğüyle bağdaşmaz. Ayrıca Mümin 40:57 suresi göklerin ve yerin yaratılmasının, insanın yaratılmasından ‘daha büyük’ olduğunu söyler. Buna karşın Eski Antlaşma insanın yaratılışını yaratılışın tacı olarak anlatır.
Kur’an – Kutsal Kitap’ta bulunan yaratılış açıklamasıyla uyumlu olarak – insanoğlunun tek bir çiftin soyundan geldiğini yazmaktadır (En’am 6:98). Âdem topraktan yaratılır. Tanrı konuşur, “Ol!” (Arapça: “Kun!”) der ve Âdem yaratılır (Ali İmran 3:59). Allah’ın yaratıcı olan sözü şeylerin olmasını sağlar: “O bir karar verdiği zaman, yalnızca ‘Ol!’ der ve olur.”
Yaratılışın tamamlanmasından sonra, Allah göğün yedinci katına melekler tarafından taşınan bir taht koyar, buradan ebedi alemleri yönetir. Yakın göklerde ay, güneş ve yıldızlar bulunur. Gökyüzünde ise bir gözcü kötü ruhlar yüce topluluğa kulak vermesinler diye nöbet tutar (Saffat 37:1-9). Allah gün ve gece düzenini yaratır: Güneş ve ay, gündüzü ve geceyi aydınlatır ve izledikleri düzenli yön insanoğlunun zamanı ölçmesine yardım eder (Yunus 10:5). Göğün sütunları yoktur, göğü yeryüzünün üzerine düşmesin diye Tanrı taşır (Hac 22:65). Eski Antlaşma’daki Tanrı’nın tersine, Kur’an yaratılış tamamlandıktan sonra Allah’ın yorulmadığını ve dinlenmediğini vurgular: “Andolsun biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk çökmedi.” (Kaf 50:38) Tanrı yorulmaz ve uyumaya ihtiyacı yoktur. Allah Müslümanların bir Sept Günü tutmalarını şart koşmaz ve bunun için de günümüze dek Müslüman dünyası için haftalık resmi bir dinlenme günü olmamakla birlikte cuma gününün özel bir konumu vardır. Belli bazı ülkelerde, önceki Avrupa sömürgeciliğinin etkisi nedeniyle pazar günü dinlenme günü olarak tanıtılmıştır.
Tanrı insanları yeryüzüne ‘takipçiler’ ya da ‘temsilciler’ (Arapça: Halife) olmaları için gönderir ve kısa süreli yaşamı süresince ona dünyasal mallar emanet eder, verdikleri üzerinde onu yetkili kılar. Gelişmesine izin verir, ancak yaşamının sonunda kendisine emanet edilenleri nasıl kullandığı ve sahip olduğu her şeyi Tanrı’nın ona verdiğini kabul edip etmediği hakkında hesap verir. Dünyada yoksullar kadar zenginlerin de olmasının Tanrı’nın isteği olduğunu Kur’an’da açıkça görebiliriz. Zenginler de yoksullar da Allah’ı her şeyin yaratıcısı ve her şeyi sağlayan olarak kabul eder ve Tanrı her bir bireyi yaşamındaki farklı olaylara vereceği tepkileri görmek için sınar (bkz. örn. En’am 6:245). Allah’ın insanlar için sağladıkları, insanların Allah’ı yaratıcı olarak görmeleri için bir işarettir. “Gökten suyu indiren O’dur … işte bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır … (Bütün bunlar) onun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” (Nahl 16:10-14)
Birçok insan İslam’daki Tanrı’yı, kafasına estiği gibi hareket eden acımasız bir diktatör olarak hayal eder. Müslümanlar bunun böyle olmadığını söyler. Kur’an Tanrı’nın lütuf ve merhametini yüzlerce kez vurgular. Her sure (9. Tevbe suresi hariç) “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla,” ya da “Merhametli olan ve esirgeyen Allah’ın adıyla” sözleriyle başlar. Hatta A’raf suresi 7:156 “...rahmetim ise her şeyi kuşatır.” der. İnananlara Tanrı kendisini anlayan, bağışlayan ve duaları işiten, merhametli bir sağlayıcı olarak tanıtırken, inanmayanlar ise Tanrı’nın yargısından hiçbir merhamet bekleyemezler.
Kur’an Allah’ın kendisini insanlığa iyiliği nedeniyle açıkladığını belirtir. Muhammed’e de Tanrı’nın iyiliği hatırlatılır ve o da insanlara Tanrı’nın iyiliğini hatırlamalarını ve bunun için Tanrı’ya şükretmelerini bildirir. Tanrı’ya duyulan bu minnettarlık ve her şeyin O’ndan geldiği bilgisi, gerçek Müslüman’ın belirtisidir. Oysa inanmayanlar nankördür, Allah’ı tanımazlar ve O’na itaat etmezler. Kur’an Tanrı’nın doğru olanları sevdiğini ve yalnızca kendisinin isteğini yerine getirenlere önderlik ettiğini söyler. Tanrı düşmanlarını barındırmaz ve O’nunla alay edenler O’nun öfke ve yargısından başka hiçbir şey ummamalıdırlar. Doğru olmayanları, inanmayanları, günahkarları ve kötülük yapanları sevmez.
İnsanoğlunun Allah’la olan ilişkisi bir kul ya da köle ilişkisidir. Her bir kişi kendisini tamamen Tanrı’ya ve O’nun isteklerine vermelidir (Arapça: aslama– itaat etmek, teslim olmak, bir kişinin kendisini Tanrı’ya vermesi, kişinin kendisini Tanrı’nın isteğine adaması, Müslüman olmak). Tanrı’yla olan bu ilişkinin doğası, her gün kılınan beş vakit namazdaki secde edişlerle ifade edilir. Fatır suresi 35:16 insanoğluna “yoksul ve Allah’a muhtaç” olduğunu, Allah’ınsa hiç kimseye bağımlı olmadığını hatırlatır. Tanrı’ya yaklaşmanın tek yolu O’na, Kutsal Kitap’ın belirttiği gibi çocuğu olarak seslenmek değil, O’nun kulu olarak gelmektir: “Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Rahman’a gelecektir.” (Meryem 19:93)
Kişinin Tanrı’nın gücüne itaat etmesi ve O’nun hükümdarlığını tanıması, kişiyi Tanrı korkusuna ve inancına yönlendirir. Bir kişi Kur’an’daki lütufkar ve merhametli Tanrı’ya secde ettiğinde, bu onun kulaklarının vahiylere açık olduğunu ve iyi olan yolu yani İslam’ın yolunu izlediğini gösterir.
Kur’an’daki Tanrı yalnızca merhametli ve şefkatli olarak tanımlanmaz. Birkaç ayet Tanrı’nın sevgisinden söz eder: “(Resulüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın! Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Ali İmran 3:31) Ancak Müslüman ilahiyatçılar Allah’ın sevgisinin anlaşılmasının yolları üzerinde ayrılırlar:
“Geleneksel ekol, insanoğlunun Tanrı’ya olan sevgisini O’na itaat ve hizmet etme isteğine, yasalarına, O’na olan saygıya ve armağanlarına duyulan sevgi olarak tanımlar. Arkadaşlar, hatta sevgililer arasında olan karşılıklı sevginin, sevenle sevilenin eşit olduğu imasını öne sürer. Ancak Tanrı’nın üstünlüğü insanla Tanrı arasında böyle bir ilişkiyi hayal etmeyi bile yasaklar. Herhangi bir tür sevgi ya da yakın arkadaşlık düşüncesi saçma ve bağışlanamaz bir küstahlıktır ve Tanrı’ya yapılan küçültücü bir hakarettir.”2
Tanrı’yla insan arasında karşılıklı bir sevgi ilişkisinin olabileceği önerisinin reddedilme nedeni, Tanrı’nın her şeye gücü yeterliğinden, üstünlüğünden ve mutlak benzersizliğinden kaynaklanmaktadır. Bu da insan ilişkileri ve duygularıyla yapılacak herhangi bir karşılaştırmayı olanaksız hale getirir.
İslami tasavvufçuların Tanrı sevgisiyle ilgili farklı görüşleri vardır. Burada, inanan Tanrı’ya yaklaşmak, O’nunla bir olmak, hatta Tanrı’nın o kişinin içinde yaşaması için gayret gösterir. İnanan kendisini Tanrı’da yitirdikçe, O’nun üstünlüğü aşılır ve yaratanla yaratılan arasındaki kapatılamayacak olan uçurum kapanır. Bu ancak tasavvufa inanan bir kişinin kendisini Tanrı’da yitirmesiyle olabilir ve bu yaklaşıma geleneksel Müslümanlar şiddetle karşı çıkarlar. Tasavvufçular Allah’ı sevmeye çalışırlar, ancak Allah’ın kendilerini sevip sevmediğini gerçekten bilemezler.
Tanrı’nın sevgi Tanrı’sı olduğuyla ilgili Kutsal Kitap’a ait ifadelerle, Tanrı’nın Kur’an’daki tanımıyla, Kutsal Kitap’ta bulduğumuz Tanrı resmi arasında birçok benzerliğin bulunduğu kesinlikle doğrudur. Hatta bu benzerlik diğer bütün dinlerin, bütün kutsal yazılarından daha fazladır. Tanrı’nın yaratıcılığı, yargıçlığı, evrenin Rab’bi oluşu, insanoğluna kutsal bir kitap vermiş olması, günah ve bağışlama kavramı, cennetteki ilk insanların günah işleyişleri. Şeytan’ın insanoğlunu günaha doğru yönlendirme çabaları, insanoğlunun yargılanması, bazılarının cennete gitmelerine izin verilirken, bazılarının cehenneme gönderilmesi; Âdem, Eyüp, İbrahim, Musa, İsa, Meryem ve Kutsal Kitap’taki birçok diğer kişilerin Kur’an’da da yer alması, Kur’an’la Kutsal Kitap’ın arasındaki farklılıkların belki de benzerliklerden daha fazla olmadığı sorusunu akla getirebilir. Bu soruya ışık tutabilecek bazı örnekler verelim:
Kutsal Kitap’la karşılaştırıldığında, Kur’an sürekli olarak Tanrı’nın lütuf ve merhametinden ve hatta Tanrı’nın sevgisinden söz etse de bu sevgi Tanrı’nın kişiliğinin özünü tanımlamaz ve Kur’an’ın mesajının merkezini oluşturmadığı dikkat çeker. Kur’an’ın mesajının özü, Tanrı’nın benzersizliği ve tekliği (Arapça: tevhid), hem de gücü ve kuvvetidir.
Kur’an ‘sevgi’ sözcüğünü kullansa da Kutsal Kitap’taki anlamı ve ifade edilişi arasında temel farklılıklar bulunmaktadır. Kutsal Kitap’ta bulunan birçok kitap, Tanrı’nın yalnızca sevgi vermekle ya da insanlara sevgiyle davranmakla kalmadığını, Tanrı’nın kendisinin sevgi olduğunu (1. Yuhanna 4: 8, 16) ve ’sevginin Tanrı’sı’ olduğunu (2. Korintliler 13:11) vurgular. Bunun için de, Kutsal Kitap’ta betimlenen Tanrı’nın sevgisi ve ifade edilişi Kur’an’dakinden çok büyük farklılıklar gösterir. Tanrı’nın yarattıklarına karşı olan sevgisi kuramsal bir kavram değil, tarihte insanoğluyla olan ilişkisinin ardındaki güdü ve itici güçtür; Oğlu İsa Mesih’i göndermekle zirveye ulaşır. “Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlunu verdi. Öyle ki, O’na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, ama hepsi sonsuz yaşama kavuşsun.” (Yuhanna 3:16) İsa, Tanrı, insan ve Tanrı’nın Oğlu, sevginin, Tanrı’nın sahip olduğu sevginin, “Tanrı’nın bize gösterdiği sevginin” (1. Yuhanna 4:9) beden almasıdır. Tanrı sevgi olduğu için, sevginin tümü Tanrı’dan gelir: “Sevgili kardeşlerim, birbirimizi sevelim. Çünkü sevgi Tanrı’dandır. Seven herkes Tanrı’dan doğmuştur ve Tanrı’yı tanır.” (1. Yuhanna 4:7) Bütün insan ilişkileri ve Tanrı’yla olan ilişkiler, sevgiyle damgalanmalıdır.
En büyük fedakârlık ve özveriyle yapılmış iyi işler sevgiden, Tanrı’ya olan sevgiden ve komşumuza olan sevgiden kaynaklanmıyorsa, Tanrı’nın gözünde bir hiçtir. 1. Korintliler 13:1’de yer alan tanıdık ayet bunu etkileyici şekilde ifade eder: “Eğer insanların ve meleklerin diliyle konuşsam, ama sevgim olmasa, ses çıkaran bir bakır ya da çınla yan bir zilden farkım olmaz. Eğer peygamberlikte bulunabilsem, bütün sırları bilsem ve her türlü bilgiye sahip olsam, eğer dağları yerinden oynatacak kadar büyük bir imanım olsa, ama sevgim olmasa, bir hiçim. Eğer bütün malımı sadaka olarak dağıtsam ve bedenimi yakılmak üzere teslim etsem, ama sevgim olmasa, bunun bana hiçbir yararı yoktur.”
Bütün sevginin kaynağı olan Tanrı, sevgisini insanoğluna verdiği için Tanrı’yı ve komşusunu sevmeye etkin kılınmıştır. On Emrin ilki sevme zorunluluğunu içerir: “Tanrı’nız Yahve’yi bütün yüreğinizle, bütün canınızla, bütün gücünüzle seveceksiniz … komşunu kendiniz kadar seveceksiniz” (Yasa’nın Tekrarı 6:5, 3; Levililer 19:18, Matta 22:37-38’de İsa tarafından alıntı yapılır).
O zaman sevgi, Kutsal Kitap’a göre, evlilik ve aile yaşamının, kilise topluluğunun ayırt edici özelliği olmalıdır ve bütün insanlarla olan ilişkilerimize hatta düşmanlarımıza kadar yayılmalıdır. Kur’an savaşan tarafların uzlaşmasının değerli bir şey olduğunu söylese de, sevginin egemen olması gerektiği ve düşmanlarımızın yaptığı kötülükleri bağışlamamız gerektiği ilkesi sezilmez. Pavlus Romalılar’a olan mektubunda şöyle yazar: “Sevginiz ikiyüzlü olmasın... birbirinize saygı göstermekte yarışın... ihtiyaç içinde olan kutsallara yardım edin. Konuksever olmaya bakın. zulmedenler için iyilik dileyin. İyilik dileyin lanet etmeyin. Hiç kimseye kötülüğe karşı kötülük etmeyin. Herkesin gözünde iyi olanı yapmaya gayret edin. Düşmanın acıkmışsa onu doyur, susamışsa su ver. Bunu yapmakla onu utanca boğarsın. Kötülüğe yenilme, kötülüğü iyilikle yen.” (Romalılar 12:13, 14, 17, 20, 21)
Sık tekrarlanan sevgi ile kurban ediş arasındaki bağlantı da (özellikle Yeni Antlaşmada sık sık tekrarlanır) Kur’an da bulunmaz. Yeni Antlaşma’da özellikle de İsa’nın ölümüyle (Yuhanna 3:16) ilgili olarak ve daha genel bir düzeyde “Hiç kimsede, insanın, dostları uğruna canını vermesinden daha büyük bir sevgi yoktur.” (Yuhanna 15:13) gibi düşüncelerle yüzleşiriz. Sevginin varlığının kanıtı olarak, bu kendini sunma tavrının ve eylemlerinin, toplum yaşamıyla birlikte aile ve evlilikteki birliğin de temelini oluşturması Kutsal Kitap’a özgü bir kavramdır ve bu da Kur’an’da yer almaz.
Eski ve özellikle de Yeni Antlaşma Tanrı’nın insanlarla olan ilişkisini hareket ettiren gücün sevgi olduğunu sık sık vurgular. Bu sevgi O’nun kurtarışına, peygamberler aracılığıyla buyruklarını hatırlatmasına ve son olarak da Tanrı’nın insanoğluna karşı olan sevgisinin doruğunda kurban edilen Oğlu’nu göndermesine neden olmuştur. Tanrı, İsa’da, kendisini düşmanlarının eline teslim eder, insanoğluna kurtuluş sağlamak için kendisini feda eder. Tanrı’nın yaptıkları bütünüyle kendisinin sahip olduğu sevgiden kaynaklanır. O’nun sevgisini kazanmak için insanların yapabilecekleri hiçbir şeyi temel almaz, çünkü insanlar Tanrı’nın sevgisini hak edebilmek ya da kazanabilmek için kendi başına bir şey yapabilecek güce sahip değildir. Tanrı Oğlu’nu insanlara gönderdiği için insanlar bu sevgiye, Tanrı’nın sevgisinden kaynaklanan buyruklarını yerine getirerek karşılık verebilirler.
Bu her şeyi kapsayan sevgi, diğer insanlara özen gösterme, bizlere en yakın olanlara hizmet etme, onlarla ilgilenme ve hatta düşmanları sevme, onlar için ölüme bile gitme kavramı, Kur’an’ın birçok bölümünde ‘merhamet’ ve ‘sevgi’ ifadeleri kullanılsa da, yalnızca Kutsal Kitap’ta bulunur.