Bölüm 13 - İmkânsız Olaylar - Geçmişte ve Günümüzde Gerçekleştiği İddia Edilen Mucizelere Eleştirel Bir Bakış


Mucize diye anılan olaylar, doğa yasalarına aykırı olaylardır ve bu yasalar sağlam ve aksi ispat edilemez deneyimlere dayandıklarına göre, mucizelerin gerçekleşemeyeceğini gösteren kanıtlar, bu yasalar gereği, deneyimlere dayanaraksunulabilecek mümkün olan en iyi kanıtlardır.

David Hume, İnsanın Anlama Yetisi Hakkında Bir İrdeleme, 1748


Mucizeler, asla gerçekleşmeyen şeylerdir; yalnızca saf insanlar mucize gördüklerine inanırlar.

J. E. Renan, İsa’nın Hayatı, 1863


Böyle bir olay vuku bulduğunda bize doğaya aykırı bir olay gibi görünür. AncakTanrı için böyle değildir; onun için “doğa” kendisinin eylemleridir.

Augustine (mucizeler üzerine), Literal Commentary on Genesis (Yaratılış Kitabı’nın Edebi Yorumlaması), yaklaşık İ.S. 391


Tanrı’nın, doğanın sürekli işleyişinin bir öğesi olarak belirlediği, dolayısıyla her gün gerçekleşen hiçbir olay yoktur ki, düzenli olarak değil de yalnız bir kere gerçekleşse Mucize kabul edilip bizi hayran bıraksın; Aksine, aslında doğada gözlemlenen sıradan olaylar, yalnızca bir defa bile gerçekleştirilse, bizleri en fazla hayran bırakan olağanüstü olaylardan bile daha büyük mucizeler olurdu… Bu olayların hayranlıkla karşılanmıyor olmalarının tek nedeni, her gün gerçekleşiyor olmasıdır.

John Donne, bulunan St. Paul Katedrali (Londra) başrahibi, 25 Mart 1627’de verdiği bir vaazdan.


Meslek hayatım boyunca çok sayıda mucizeyle karşılaştım.

James Watson, 1990


David Hume’un anlayışı doğrultusunda bilim adamalarının çoğu, mucize diye nitelenen olayların gerçekleşemeyeceğine inanır. Elbette sahte dinlerin şifacıları, asla doğrulanmayan tuhaf iddialar, Bakire Meryem’in kanayan heykelleri, süt içen Hindu tanrıları ve bir anda yükselen dinselduyarlılıkların etkisiyle “imana gelen” kitleler, mucize olgusuna gölge düşürür. Bu tarz olaylar oldukça itici bir görüntü yaratır. Modernizmde gerçek bilginin ancak bilimsel kıstaslara göre elde edilmiş bilgi olduğusavunulduğuna göre ve mucizeler bilimsel kıstaslara uygun olmadıklarına göre, mucize diye bir şey yoktur.

Modernist anlayıştan farklı olarak postmodern yaklaşımdaysa, mucizeler belirli kültürlerde yaşayan kişiler veya grupların tarih içerisindegeçirdikleri birtakım deneyimler olarak kabul görürler. Bu yaklaşıma göre, belirli bir deneyimin mucize olarak yorumlanması olayın yaşandığı koşullar bağlamında gayet uygun olabilir ve bilim adamının ısrarla sorduğu soru (yani iddia edilen olayın gerçekten yaşanıp yaşanmadığı) ya önemsiz ya da asla cevaplanamaz kabul edilir.

Yıllar evvel Anglikan Kilisesi, bir gazetede çıkan habere göre Mesih’in bedensel dirilişini “kemiklerle yapılmış bir çeşit büyücülük” şeklinde nitelendiren bir rahibi Durham piskoposu olarak atadığında, bu atama doğal olarak hem ulusal basında hem de bilimsel yayınlarda tartışma konusu edilmişti. Söz konusu tartışmalarda dile getirilen meselelerin birçoğuna bu bölümde değineceğimiz için, altı Kraliyet Cemiyeti üyesi ve sekiz üniversite profesörü bilim adamınca kaleme alınıp The Times gazetesinde yayımlanan mektuba ve bu mektubun yayımlanmasından kısa süre sonra dönemin Naturedergisi editörünce yazılan aksi görüşteki makaleye göz atmak uygun olacaktır. The Times’a yazılan mektupta şöyle denilmiştir:


Piskoposların mucizelere dair görüşleri konusunda son zamanlarda yaşanantartışmalar ışığında birkaç hususu vurgulamak isteriz. Mucizeleri bilimsel argümanlara dayanarak reddetmeye çalışmak mantıksal açıdan geçersiz biryöntemdir. Mucizelerin gerçekleşebileceği kanaatinde olmak ne denli inanç meselesiyse gerçekleşemeyecekleri kanaatinde olmak da o denli inanç meselesidir. Bizler Bakireden Doğumu, İncil’de bahsi geçen mucizeleri ve Mesih’in dirilişini tarihsel olaylar olarak kabul ediyoruz. Tarihsel kilise geleneğine bağlı pek çok Hıristiyan bilim adamının görüşünü dile getirdiğimizi biliyoruz.

Mucizeler emsalsiz olaylardır. Felsefe alanındaki güncel akımlar ya da kamuoyu yoklamaları ne yönde olursa olsun, bilimin (emsallerin gözlemlenmesine dayanması bakımından) bu konuda herhangi bir yargıya varamayacağını belirtmek gerekir. Bilimsel “yasalar”, deneyimlerimizden yolaçıkılarak varılmış genellemelerdir. İnanç ise başka temellere dayanır.1


Yayımlanmasından altı gün sonra, Nature dergisinin baş makale bölümünde, önde gelen bilimsel yazınlardan biri olan bu derginin yayın hayatı boyunca belki de manşet niteliğine en fazla yaklaşan ve keskin bir ret beyan eden bir başlık altında söz konusu mektuba cevap verilmiştir.Makalenin ikinci kısmı aşağıda aktarılır:

MUCİZELER GERÇEKLEŞMEZ (MUCİZE DİYE BİR ŞEY YOKTUR)

Bilimin mucizeler konusunda hiçbir yargıya varamayacağını iddia eden birkesim insan belaya davetiye çıkarmıştır…


Aklı başında olan hiç kimse, çeşitli disiplinlerde çalışan bazı bilim adamlarının şu ya da bu inanca bağlı dindar kimseler olmalarına veya Berry ve diğerlerinin, bilimsel “yasaların” “deneyimlerimizden yola çıkılarak varılmışgenellemeler” oldukları, inancınsa “başka temellere dayandığı” yönündekitespitlerine itiraz etmeye kalkışmayacaktır. Ancak bilimin mucizeler konusunda hiçbir yargıya varamayacağını söylemek düpedüz gülünçtür.

Örneğin, suyun şaraba dönüştürülmesi gibi tartışma konusu edilmeyen bir mucizeye bakalım. Bu mucizenin, şarabın beklenmedik biçimde bittiği bir düğün şöleninde gerçekleştiği söylenir. Bu olayın aktarıldığı tek yazılı kaynağa göre, şarabın tükenmesiyle oluşan sıkıntılı ortamda küpler dolususuyun şaraba dönüştürüldüğü keşfedilmiştir. Bu öykünün Hıristiyan efsanesinin vazgeçilmez bir öğesi olduğu kabul edilebilir, fakat söz konusu öyküde aktarılan olayın “gerçek bir olgu” olduğunu iddia etmekse çok farklı birşeydir. Elbette pek çok alternatif izahat sunulmuştur. Mucizelerin savunulduğu mektuba imzasını koyan bilim adamları böylesi bir olayın bilimsel birdergide yayımlanmasına bilirkişiler olarak olumlu not vermeyecektir muhtemelen. Bilimin mucizeler konusunda “hiçbir yargıya varamayacağı” doğru değildir. İşin aslı tam tersidir. İzah edilemez ve yinelenemez olgular olanmucizeler, gerçekleşmezler; izah edilemez ve yinelenemez tüm olgular içingeçerlidir bu saptama.

Normalde bunu ifade etmek bile gerekmez. Berry ve diğerlerinin yayımlanan mektuplarını sorunlu kılansa, yalnızca dinsel inançlar için değil (bu inançlar bazı yönlerden zararsızdır), hayaletlerden tutun uçan dairelerekadar her türlü normal ötesi (paranormal) olguya dair iddialar için dayanakoluşturabilecek olmasıdır.2


Bu makale Naturedergisinin okuyucu sütunlarında birkaç ay boyunca sürecek tartışmaları tetiklemişti ve tartışmalar kapsamında yayımlanan okuyucu görüşleri her iki taraf için de başvurulabilecek renkli argümanlar sağlamıştı.

Bir grup üniversite profesörü olan bilim adamıyla dönemin Nature dergisi editörü arasında yaşanan bu atışmalar, neticeye varmasa da, en azından bilimsel çevrelerde mucizeler konusunda ortak bir görüşün olmadığını gösteriyordu. Gerçi Nature dergisinin söz konusu başmakalesinde ve bu bölümün ilk paragrafında dile getirilen görüşlerin çoğunlukça benimsenen görüşlere oldukça yakın olduğunu söylemek de haksızlık olmayacaktır. Bu bölümde öncelikle Hume’un mucizeler konusundaki görüşleri değerlendirilecek, ardındansa Hume ve Naturedergisieditörünün savundukları mucize anlayışından farklı olan, ama bilim ve doğal düzene getirilen teist yorumlamalarla örtüşen bir mucize anlayışıönerilecektir. Son olarak ise, bir mucizenin hangi koşullar altında inanılabilir olabileceği ve günümüzde ileri sürülen mucize iddialarının nasıl algılanması gerektiği değerlendirilecektir. Bu bölümde varılan sonuç, gerçekten de mucize kavramına yüklenen bazı anlamların bilime aykırıolduğu, ama bilimle çelişmeyen, hatta bilim tarafından geliştirilebilecekbir mucize anlayışının da mevcut olduğu yönündedir.


Hume’un mucizeler konusundaki görüşleri


Mucizelerin konu edildiği tartışmalar sıklıkla “Hume üzerine” başlığı altında yürütülmüştür, dolayısıyla mucizelerden bahsedip de Hume’un bu konudaki görüşlerini göz ardı etmek doğru olmayacaktır. Amaçlanan, başkalarınca defalarca yapıldığı gibi Hume üzerine ayrıntılı bir inceleme sunmak değil,3güncel bilimsel ve dinsel bilgiler ışığında değerlendirilebilmeleri için Hume’un görüşlerinin en önemli noktalarını özetleyerek sunmaktır.

David Hume (1711-76), “ahlâki meseleler alanında deneysel yöntemin kullanımını sağlamaya yönelik girişimiyle” (en bilindik eserlerinden birinin alt başlığı) tanınagelen İskoç felsefeci ve tarihçidir. Hume’un 20’nci yüzyılın deneyci felsefecileri üzerinde büyük etkisi olmuştur. Hume’un “Mucizeler Üzerine” başlıklı ve yirmi sayfadan ibaretolan meşhur makalesi, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma (1748) adlı eserinde yer alır.4Hume bu makaleyi, 1748 öncesinde süregelen ve ses getiren deizm tartışmalarının da etkisiyle kaleme alır; aslında bu makalede öne çıkan görüşlerin neredeyse hepsi daha önce dillendirilmiş görüşlerdir.5Öyle anlaşılıyor ki, makalenin uzun vadede etkili olması, Hume’un zamanla edindiği şöhretten, makalenin kısa olmasından ve başka kimselerin yazılarında uzun uzadıya vurguladıkları görüşleri özlü biçimde aktarmasından kaynaklanır.

Söz konusu deist içerikli yazılarda dile getirilen mucize karşıtı görüşlerin doğru yorumlanabilmesi için, 17’nci yüzyılda modern bilimin gelişiminde önemli rol oynamış Hıristiyan doğa bilimcilerin Kutsal Kitap’ta bahsi geçen mucizelerin delilci bir anlayışla yorumlanmaları gerektiğini savunuyor oldukları hatırlanmalıdır. Bu anlayışa göre nasıl ki bilimsel kuramların deneye dayanan verilerle desteklenmeleri gerekiyorsa, Kutsal Kitap anlatılarının doğruluğu da anlatılarda geçen mucizelere başvurularak doğrulanabilir. Kraliyet Cemiyeti’nin sekreterliğini yürüten ve cemiyetin ilk tarihçisi olan Thomas Sprat bile 1667 yılında mucizeleri Tanrı’nın, Kutsal Kitap gerçeklerini teyit etmek üzere kullandığı “İlahi Deneyler” olarak tanımlamış ve mucizeler olmasa “mesajını hiçbir çağda ve hiçbir yerde kimseye kabul ettiremeyeceğini” öne sürmüştür.6Mucizelerin Hıristiyanlık gerçeğini doğrulayan deliller oldukları yönündeki bu görüş 17’nci yüzyılda oldukça yaygındı ve deistler de bu görüşe başkaldırıyorlardı. Bu deistlerin çoğunun başlıca amacı (Hume da bir ölçüde aynı amacı güdüyordu), mucizeleri topyekûn reddetmekten ziyade mucizelerin Hıristiyanlık’ın tarihsel iddialarını doğrulamak üzere kullanılamayacaklarını ispat etmekti.

Hume’un makalesi iki kısma ayrılır: İlk kısımda, mucize olgusununneden imkânsız olduğuna dair apriori argümanını, yani mucizeleri ilkesel olarak kapsam dışı bıraktığına inandığı argümanını sunar. Hume makalesinin en başında, gerçeğin saptanmasında tek yol göstericinin deneyimlerimiz olduğunu söyler. Ancak deneyim kusursuz bir yol gösterici değildir. Çünkü doğa her zaman öngörülebilir değildir, üstelik doğal etkenlerin sınırlarını da tam olarak bilmiyoruz. Öyleyse, “Bilge olan… inancını delillere göre belirler.” Gözlemci mevcut delilleri değerlendirmeli ve inançların mevcut verilere göre dizilecekleri bir çeşit kesinlik-belirsizlik cetveli çıkarmalıdır. Hume sunduğu bu argümanla, neden-sonuç ilişkilerine dair meşhur eleştirisini yinelemiş olur. Söz konusu eleştirisinde nedenler ile sonuçlar arasındaki bağlantının kesin olarak gözlenebilir olmadığını, bu bağlantının, nedenler sonuçlar arasında “düzenli olarak ve sıklıkla bağlantı” görüyor olmamızdan kaynaklanan“hayali yaklaşımların” etkisiyle “zihnimizde hissettiğimiz” bir şey olduğunu savunur Hume. Neyse ki bilim adamları Hume’un bu argümanını göz ardı etmiştir, ne de olsa bilim adamlarının başlıca işi neden-sonuç ilişkilerini incelemektir. Kişisel tanıklıklar geçmiş deneyimlere dayanırlar ve belirli bir tanıklığı inandırıcı bulup bulmayacağımız, söz konusu tanıklıkta ifade edilen deneyimlerin kendi yaşadığımız deneyimlerle örtüşüp örtüşmediğine ya da yaşandığı iddia edilen olay ile kendi deneyimlerimiz arasında ne denli paralellik kurabildiğimize bağlıdır:


Tanıklara ve tarihçilere beslediğimiz güven, tanıklık ile gerçeklik arasında bir bağlantı olduğunu apriori kabul etmemizden değil, genellikle verilen tanıklığın gerçeklerle örtüştüğünü görmüş olmamızdan kaynaklanır.7


Dolayısıyla sıklıkla gözlemlediğimiz neden-sonuç ilişkilerine bağlı olayların daha önce de gerçekleşmiş olma olasılıkları çok daha yüksektir. Bu bağlamda Hume şöyle devam eder:


Mucize diye anılan olaylar, doğa yasalarına aykırı olaylardır ve bu yasalar sağlam ve aksi ispat edilemez deneyimlere dayandıklarına göre, mucizelerin gerçekleşemeyeceğini gösteren kanıtlar, bu yasalar gereği, deneyimleredayanarak sunulabilecek mümkün olan en iyi kanıtlardır.8


Hume için “doğa yasası”, deneyimlerimize dayanarak arasında çok yüksek dereceli bir nedensellik bağı olduğunu söyleyebildiğimiz ve nedensel bağlantısında bir defa bile sapma gözlemlemediğimiz, dolayısıyla “sağlam ve aksi ispat edilemez deneyimlere” dayanan yüksek bir kesinlik derecesi sergileyen olaylardır. Böylesi yüksek dereceli bir kesinliğin gerekliliği ışığında Hume, tanıklıklar ne denli güvenilir olursa olsun bir mucizenin gerçekleşmiş olabileceğine asla inanamayacağını, çünkü istisnasız olarak, yaşanan olaya dair verilen tanıklığın hatalı olma olasılığının, ilgili “doğa yasasının” ihlal edilmiş olma olasılığından çokdaha yüksek olacağını söyler.

Yani Hume’un makalesinin birinci kısmında, ilkesel olarak, koşullarne olursa olsun hiçbir tanıklığın mucizevi bir olayın doğruluğunu kanıtlamaya yetmeyeceği vurgulanır. Doğa yasaları deneyimlerin tutarlılığına dayanır ve Hume’a göre bir şeyin “ispat” olarak nitelenebilmesi içinbu tutarlılığa uygun olması gerekir. Bu anlayışa göre mucizeler doğa yasalarının ihlali anlamına gelir. Dolayısıyla doğa yasalarının sağladığı“ispatlar” her zaman için sözde mucizelere dair tanıklıkların sağladığı “ispatlara” ağır basar. Bilge kişi her zaman için daha ağır basan delillerle doğrulanan şeye inanmayı tercih etmelidir. Öyleyse bilge bir kimse mucizelere asla inanmaz.

Hume’un makalesinin ikinci kısmıysa tümevarımsal (a posteriori) argümanlara, yani hâlihazırda sunulmuş olan birtakım delillerin değerlendirilmelerine dayanan argümanlara ayrılmıştır. Hume’un, makalesinin ikinci kısmında derlediği argümanlar, o dönemde yaşayan ve deizm çerçevesinde süregelen tartışmaları takip etmiş olan kimselerin aşina olacağı argümanlardır; nitekim makalenin bu kısmında yeni sayılabilecek hiçbir fikre rastlanmaz. Hume mucizelere karşı dört argüman sunar:


Birincisi, sözde mucizelere tanıklık ettiğini iddia eden kimseler ehil olmayan, aldanmaya kapılmış veya o ya da bu sebeple dürüstlüğünden şüphe edilecek kimselerdir, dolayısıyla bu kimselere güvenemeyiz.

İkincisi, insanlar dedikoduya bayılır ve insan, doğası gereği öyküleri aktarma eğilimindedir; ki öyküler de aktarıldıkça zamanla abartılır.

Üçüncüsü, mucizelere dair öykülere eğitimli kimseler arasında pek rastlanmaz,“cahil ve barbar uluslarda daha çok rastlanır”. Dolayısıyla böylesi öykülerin gerçeği yansıtma olasılıkları çok düşüktür.

Dördüncüsü, rakip dinlerin doğruluğunu savundukları mucizeler birbiriyle çelişir, dolayısıyla bu mucize iddiaları karşılıklı olarak birbirlerini geçersiz kılar.


Bu argümanları sunduktan sonra geçmişten ve kendi döneminden birdizi mucize örneğinden bahseder Hume. Verdiği güncel örneklerden biri, François de Paris’nin Fransa’da bulunan mezarıyla bağlantılı olduğuöne sürülen ve çokça bahsi edilen sözde şifa mucizeleridir. Söz konusuşifa mucizelerinin gerçekliğini ispat eden delillerin oldukça ikna edici olduklarını inkâr etmeyen Hume’un bu konudaki tespitleri oldukça bilgilendiricidir:


Yaşandığı iddia edilen bir olayın doğruluğunu teyit eden bunca tanıklığa başka nerede rastlanır? Böylesine çok sayıda insanın tanıklığı karşısında, butür olayların imkânsız veya başka bir deyişle mucizevi olduklarını söylemekten başka nasıl bir savunma sunabiliriz ki? Ama hiç şüphesiz ki bu savunma, aklı başında olan insanların gözünde, mucizelerin varlığını reddetmek için yeterli bir gerekçe olacaktır.9


Bir başka deyişle, mucize diye nitelenen olaylar gerçekleşemeyeceğinegöre, böylesi olaylara tanıklık ettiğini söyleyen ve tanıklığını açıkça dilegetiren çok sayıda kişi olsa bile, bunca kimsenin tanıklığı dahi mucizelerin gerçekleşmiş olabileceğine inanmayı mümkün kılamaz.10


Hume’a yönelik bir eleştiri


Hume’un özellikle makalesinin ikinci kısmında olmak üzere oldukça makul birtakım görüşler dile getirdiğini itiraf etmek gerekir. 18’inci yüzyıl başlarında gerçekleştiği iddia edilen mucizelere yöneltilen deist eleştiriler o gün oldukları kadar bugün de geçerli eleştirilerdir. Geçtiğimiz yüzyıllarda gerçekleştiği iddia edilen sözde mucizelere bakıldığındagerçekten de tanıkların kitle psikolojisinin etkisinde kalarak aldanmalarına neden olabilecek tarzda histeri ortamlarının hâkim olduğu görülür.Mucizelere dair öykülerin kulaktan kulağa aktarılırken abartılma olasılıklarının gayet yüksek olduğu da şüphesizdir. Özellikle de sıra dışı ve tuhaf olayların kitlelerin ne denli ilgisini çektiğini bilen medya kuruluşlarının öyküleri abartma olasılığı yüksektir. Kişinin bilimsel bir eğitimden geçmiş olması, gerçekleştiği iddia edilen olağanüstü olaylara kolayca aldanmasının önüne geçecek sağlıklı ve içkinleşmiş bir kuşkuculuk geliştirmesini sağlayabilmektedir. Günümüz kültüründe New Age inanışlarının yaygınlaşmasına neden olan postmodern akımın yükselişi,öyle bir düşünsel ortam yaratmıştır ki, bazı insanlar işittikleri her şeye inanabilmektedir. Bilimsel bir eğitimden geçmek, gerçek ile kurgu arasında yaşanan bu yanıltıcı karışıklığa kapılma olasılığını ortadan kaldırabilir.

Hume’un makalesinin ikinci kısmında vurguladığı diğer birkaç husus da gözden kaçmamalıdır. Çeşitli dinler çerçevesinde gerçekleştiği iddia edilen ve birbirine rakip nitelikte sayılabilecek sözde mucizelere dair rivayetler birkaç saat içerisinde bütün dünyaya ulaştırılabilmektedir. Ancak mucizelere dair öykülerin yalnızca eğitimsiz kişiler arasındaya da Batı kültürünün dışında yaşayan insanlar arasında ortaya çıktığı yönündeki iddia kesinlikle doğru değildir. Sözde mucizelere dair inançlar laikleşmiş Batı toplumlarında halen oldukça yaygındır. Eğitimin yaygınlaşmasıyla bu tür inançların ortadan kalkacağı yönündeki bir yüzyıl öncesinin beklentisi de gerçekleşmiştir.

Netice itibariyle Hume’un, makalesinin ikinci kısmında özetlediği bütün hususlar toplanacak olsa, birinci kısmında öne çıkan ve 250 yıl sonra Naturedergisinde de ateşli biçimde savunulan, “Mucizeler gerçekleşmezler” yargısının yanında önemsiz kalırlar. Bu yargının doğruluğundan emin olmak mümkün müdür?


Doğa yasaları ihlal edilebilir mi?


Doğa yasası” terimi bugünkü modern anlamıyla ancak 18’inci yüzyılınbaşlarında kullanılmaya başlanmıştır, yani Hume’un argümanlarını geliştirdiği dönemde henüz yeni tedavüle girmiştir bu terim. Bu kitabın dördüncü bölümünde ifade edildiği üzere, Hıristiyanlık’ta geçerli olan yasa getirici Tanrı inancının modern bilim hareketinin gelişimini olumlu yönde etkilediği yönündeki kanaati doğrulayan çok sayıda tarihsel delil söz konusudur. Bu kanaate göre maddenin belirli koşullar altında yinelenebilir davranışlar sergileyebilmesini sağlayan Tanrı’ydı ve bilimde bu şekilde mümkün oluyordu. “Doğa yasaları” kavramı ilk kullanılmaya başlandığı dönemlerde yasa getirici Tanrı inancına dayanan teolojik bir anlam barındırıyordu. Bu yasalar, fiziksel dünyanın özelliklerinde “gözlemlenebiliyor” ve araştırmacı tarafından keşfedilmeyi bekliyordu.11

Ne ilginçtir ki Hume’un doğa yasaları kavramını yorumlayışı, belki de bu yasaların teolojik dayanağını reddettiği için, yaşadığı dönemde kabul gören yorumlayıştan farklıydı. Hume’un yorumundaki farklılık, “yasaların”, maddenin doğal özelliklerinden ziyade insan aklının düzenleme sürecini yansıtan olgular olduklarına inanıyor olmasından kaynaklanıyordu. Bu anlayış Hume’un, sürekli gerçekleşen olaylar arasında tespit ettiğimizi sandığımız bağlantıların, aslında neden ile sonuçlar arasında “sürekli ve düzenli bir bağlantı” gözlemliyor olmamız dolayısıyla“zihnimizde kurguladığımız” “hayali algılayışlar” oldukları yönündeki tespitiyle de örtüşür. Felsefeci Antony Flew’un de işaret ettiği üzere, yasaların herhangi bir gereklilik yansıtmadıklarını savunan Hume’un, mucizelerin doğa yasalarını ihlal eden olaylar oldukları için mümkün olmadıklarını savunması tutarsız bir yaklaşımdı. Hume’unkine benzeyen bir görüş benimseyen Ernst Mach da “doğa yasalarının”, gerçeğin “kısa ve öz bir tanımlamasından” ibaret olduklarını savunuyordu. “Doğa yasaları bundan ibarettir” diyordu Mach, yani insan aklının olguları düzenli biçimde bir araya getirme eğiliminde olduğunu gösteren elde edilmiş verilerin kullanışlı özetleridir.12

Gerçek şu ki, bilim adamları, Hume ve Mach’ın bu görüşlerini büyük ölçüde görmezden gelmiştir; gerçekçi gelenek doğrultusunda bilimin tanımladığı yasaları, insan aklının olguları düzenli biçimde bir araya getirme eğiliminin yan ürünleri (epifenomen) olarak değil, maddeninfiziksel yapısında var olan doğal özelliklerin yansımaları olarak görmüşlerdir. Nitekim bilim adamlarının neredeyse hepsi, bilerek veya bilmeyerek, “bilimsel yasaların” incelenen dünyanın özelliklerinden kaynaklanan yasalar oldukları yönündeki teolojik temelli anlayışı benimser. Yasa getirici bir Tanrı’nın varlığına artık inanmasalar da, teist doğa felsefecilerince geliştirilen bir geleneğin mirasçılarıdır. Stephen Hawking de, “fizik yasalarının bir Varlık tarafından tasarlandıklarını söylemek, bugüne dek edindiğimiz bilgilerle hiç çelişmez”13yönündeki beyanatıyla bu gelenekten gelme olduğunu göstermiştir.

Paul Davies de günümüz bilim adamlarının “doğa yasaları” kavramından anladıkları şeyin, Hıristiyanlar’ın Tanrı’ya atfettikleri vasıflarlaçarpıcı bir paralellik arz ettiğine işaret etmiştir.14Yasalar, birincisi evrenseldir; “evrenin her yerinde ve insanlık tarihinin tümü boyunca” geçerlidir. İkincisi, mutlaktır; gözlemcilerde değişim olsa bile yasalar değişmez. Üçüncüsü, evrenin matematiksel yapısından kaynaklandıkları için sonsuzdur. Son olarak da, bütün doğal olguları kapsamaları dolayısıyla her şeye kadirdir. Davies “doğa yasalarını” bazen öylesine yüceltir ki, yasalarda gözlemlenen özelliklerin bizzat söz konusu ilahın vasıflarıolduğu izlenimini yaratır. Hâlbuki teist kimseler, yasaların bu vasıflara sahip olmalarının yasa getirici Tanrı’nın süreklilik arz eden yaratma faaliyetlerinin yansımaları olmalarından kaynaklandığına inanır.

Günümüzde “doğa yasaları” denildiğinde anladığımız şeyin bu kavrama 18’inci yüzyılda yüklenen anlamdan oldukça farklı olduğunu da belirtmek gerekir. Sekizinci bölümde de ifade edildiği üzere, “bilimsel yasalara” “eleştirel gerçekçilik” bağlamında getirilen yorumlamada, bu yasalar, doğanın adeta trafik kurallarına uyarcasına riayet ettiği kurallar veya keşfedilmeyi bekleyen olgular olarak değil, sınırlı sayıda kapsamlı/yüzeysel genellemelerle ifade edilebilen çok sayıdaki gözlemve deney sonucunun özü niteliğinde olan ve bilimsel çevrelerce kurgulanmış olan kavramlar olarak görülür. Bu “yasalar” dayandırıldıkları kuramsal önvarsayımlardan tam olarak arındırılamaz asla. Günün birinde yeni gözlemler sayesinde daha doğru varsayımlara göre yeniden tanımlanacaklardır.

Hume’un dönemindeyse, birbiriyle büyük ölçüde uyumlu yeterli sayıda gözlem yapılabildiği takdirde, bu gözlemlerden elde edilen verilerden yola çıkılarak kapsamlı/yüzeysel genellemelere veya “yasalara” varmanın mümkün olduğu yönündeki Baconcı anlayış hâkimdi. Tümevarıma dayanan bu yaklaşım halen bilimsel araştırma geleneğinin geçerli bir öğesi olsa da, Popper’ın tek bir karşıt delilin bile bilimsel bir “yasanın” güvenilirliğini şüpheli kılabildiği yönündeki tespitinden beri büyük ölçüde değiştirilmiştir. Kaç tane beyaz kuğu gözlemlenirse gözlemlensin, bir tek siyah kuğu gözlemlendiği anda “bütün kuğular beyazdır” kuramı geçerliliğini yitirir. Yasalar belirleyici değil, tanımlayıcıdır.

Dolayısıyla Hume’un, insan deneyimlerinin bir örnek olmasının, sözkonusu deneyimlerin işaret ettiği konuda karşıt delillerle çürütülemeyecek ölçüde sayısal bir doğrulama sağladığı yönündeki varsayımı pek defaydalı değildir. Hume’un bu argümanını doğru kabul edecek olsak, briç oynadığımızda kusursuz bir ele sahip olabileceğimize asla inanamayız, çünkü kusursuz bir ele sahip olma olasılığı 1.635.013.559.600’de birdir (ancak kusursuz ellerin dağıtıldığı olmuştur, yani bu olasılık gerçekleşmiştir). Yaşanan deneyimlerin olayların genel olarak aynı yönde işlediğine işaret ediyor olması, gelecekte farklı koşullar altında ve farklıçerçevelerde olayların başka yönde işleme olasılığını ortadan kaldırmaz.Doğruluğu ispatlanan bir tek karşıt delil bile, “bir örnek insan deneyimlerine” dayandığı için doğru kabul edilegelen bilimsel bir kuramın geçerliliğini ortadan kaldırmaya yetecektir. Hume “bilgelik ve zekâdan nasibini almış kimsenin” inancını olasılıklardan ziyade delillere dayandıracağını fark etmekte zorlanmıştır. Delillerin sayısı değil, geçerliliğidir önemli olan. Yinelenebilir olaylar için sunulabilen delillerin, yalnızca bir defa gerçekleşmiş olaylar için sunulabilecek delillerden kaçınılmaz olarak daha geçerli olacakları varsayımı doğru değildir. Güncel bilimsel çalışmalar kapsamında yürütülen en yüksek seviyedeki araştırmalardan birçoğunun günümüzde geçerli kabul edilen paradigmalarla tam olarak örtüşmeyen verilerle uğraşıyor olması da bu saptamayı doğrulamaktadır. “Bir örnek insan deneyimleri” bilimsel açıdan oldukça sıkıcıdır; istisnalar çok daha ilginçtir.

Bazı felsefeciler eski “doğa yasası” kavramının özünü muhafaza ederken, bilim sosyolojisi ve felsefesi alanlarındaki daha yeni anlayışları da hesaba katarak “doğa yasaları” kavramıyla “yasa söylemleri” kavramı arasındaki ayrımı vurgulamaya çalışmıştır.15“Doğa yasaları” doğaldünyanın değişmeyen özelliklerine karşılık gelir ve bu yasalar Davies’in savunduğu anlayışa uygundur. “Yasa söylemleriyse” bilimsel toplumun söz konusu yasaları doğru biçimde tanımlamaya yönelik girişimleridir. “Doğa yasaları” değişmezdir, “yasa söylemleriyse” bilim ilerledikçe değişir. Hume “doğa yasalarının ihlali” argümanını burada bahsi edilen “doğa yasaları” çerçevesinde sunmuş olsaydı belki daha etkili olabilirdi bu argümanı. “İhlal” kavramı ancak belirleyici olan kavramlariçin geçerli olabilir; tanımlayıcı yasalar içinse bu kavramdan bahsetmekyersizdir. Ancak bu iki kavram arasındaki ayrımdan daha ayrıntılı biçimde bahsedebilmek için öncelikle eleştirimizi sunabilmek üzere aktardığımız Hume’un mucize tanımlamasının doğru olup olmadığına bakmalıyız.


Mucize nedir?


Hume, mucize kavramı için sunduğu tanımlamalarda birtakım çok önemli hususları gözden kaçırmakla suçlanmıştır pek çoklarınca. Hiç şüphesiz ki Hume, mucize kavramını, 18’inci yüzyıl başlarındaki toplumda bu kavrama yüklenen ve herkesçe iyi bilinip kabul edilen birtakım anlamlardan arındırarak kullanmıştır. Hume’un mucize kavramını bu şekilde kullanmasının daha ziyade kendi argümanına yaradığı açıktır. Ancak öylesine kabul görmüştür ki, sunduğu bu mucize tanımlamasına, günümüzde Hıristiyan mucizelerini savunan bazı yazarlar tarafından başvurulmaktadır.

Günümüzde “mucize” kelimesi gündelik konuşmada çok farklı anlamlarda kullanılabilmektedir. Gazeteler genellikle çok nadir rastlanan türde olaylardan bahsederken kullanır bu kavramı. Örneğin, bir gazetenin manşetinde, “Mucize kentte dördüncü büyük ikramiye” deniliyor, bu ifadeyle İngiltere’nin Grimsby Kenti sakini olan dört kişinin ulusal piyango çekilişinde büyük ikramiyeyi kazanmış olmasına işaret ediliyordu. Olağanüstü koşullar altında ölümden kurtarılan insanlar yaşadıkları bu deneyimi sıklıkla “mucizevi” diye tanımlar. Richard Dawkins’e göreyse “mucize diye adlandırdığımız olaylar aslında doğaüstü olaylar değil, yalnızca geçekleşme olasılığı düşük olan doğal olaylardır. Bir başka deyişle mucize diye anılan olaylar büyük şans eseri gerçekleşen olaylardır. Olaylar, doğal ve mucizevi şeklinde nitelik bakımından birbirinden farklı olan iki kategoriye ayrılmaz.”16

Dawkins’in dine karşı ne denli antipati duyduğu göz önünde bulundurulacak olursa, bu alıntının son cümlesindeki ifadesi oldukça ilginçtir,çünkü bu ifadesi Kutsal Kitap’ta savunulan mucize anlayışına oldukça yakındır. Mucize kavramına Kutsal Kitap’ta yüklenen anlam günümüzde artık Hume’un döneminde olduğu kadar kabul görmese de, kanımcagünümüz bilimsel bilgi düzeyleriyle en uyumlu olacak anlayıştır halen.

Bu anlayışı biraz daha açmak için mucize kavramı hakkında sunulandiğer bir tanımlamaya bakmak yerinde olacaktır: “Mucize, bir tanrının önemli tarihsel-dinsel bir bağlamda gerçekleştirdiği sıra dışı veya olağanüstü bir olaydır.” Bu tanımlama, “mucize” kavramına yüzyıllar boyunca atfedilen anlama çok daha yakındır ve barındırdığı anlamlar kadar dışladığı anlamlar bağlamında da önemlidir. Birincisi, Hume’un mucizelerin “yasaların ihlali” oldukları yönündeki tanımlamasıyla örtüşmez bu tanımlama. Hume’un bu düşüncesinin Kutsal Kitap yazılarına dayanan Yahudi-Hıristiyan geleneğine aykırı olduğu şüphesizdir. Tabii ki Kutsal Kitap’ta bizatihi bilimsel yasa sayılabilecek herhangi birkavram yoktur. Ancak bununla beraber Mesih’in döneminde yaşayanlarbakirelerin doğum yapmadığını ve ölülerin dirilmediğini gayet iyi biliyorlardı. Aptal değildi bu insanlar. Kutsal Kitap’ta yansıtılan yaratılış anlayışına göre, onuncu bölümde de ifade edildiği üzere, Tanrı “başlangıçta” düzensizlikten düzen yaratmakla kalmamıştır, yarattığı andan beri de faal olarak yarattığı düzenin her bir öğesinin sürerliğini sağlamaktadır. Bu anlayış çerçevesinde bilim adamlarının tanımlayabilecekleri her şey, Tanrı’nın faaliyetlerini teşkil eden ikincil etkenlerle bağlantılıdır. Dolayısıyla Kutsal Kitap’ta “doğal” ile “doğaüstü” kavramları arasında bir ayrım yapma girişimine rastlanmaz, çünkü bu kavramlar Kutsal Kitap görüşüne aykırıdır; öyle ki Kutsal Kitap’ta “doğaüstü” kavramı bir defa bile geçmez. “Doğaüstü” ile “doğal” arasındaki ayrım dahayakın zamanlarda ortaya atılan bir ayrımdır. Augustine şöyle demiştir: “Doğa Tanrı’nın yaptıklarıdır.” Augustine’in bu saptaması, Kutsal Kitap yazarlarının çeşitli zamanlar ve yerlerde sıra dışı olayların olabileceğini kabul etmedikleri anlamına gelmez, meydana gelen her olayın istisnasız olarak Tanrı tarafından belirli bir amaçla gerçekleştirildiğine inandıkları anlamına gelir.

Tanınmış bir yazarın aynı kahramanı konu ettiği ve aynı temel hikâye örgüsünü farklı biçimlerde sunduğu kırk dokuz ayrı roman yazdığınıfarz edelim. Romanların her biri okuyucunun ilgisini canlı tutacak ölçüde farklılıklar içerir. Aslında okuyucu için kitapları eğlenceli kılan da karakterlere ve hikâye örgüsüne aşina olmasıdır; yazarın tek yapması gereken, okurun aşina olduğu bu öğeleri biraz farklı kurgular çerçevesinde bir araya getirerek yeni ve ilgi çekici bir hikâye örgüsü sunmaktır. Sonunda yazar ellinci romanını da bitirir. Ancak bu roman diğerlerinden farklıdır. Aynı kahraman ve betimleme öğeleri yine kullanılmıştır, ancak hikâye öylesine farklıdır ki, diğer romanlardan ayrılır bu roman; örneğin, yazar bu romanla seriyi sonlandırmak istediği için kahramanıntrajik bir olaylar dizisi sonunda ölümüne neden olmuş olabilir. Tanım gereği ellinci roman emsalsizdir ve romanlar dizisini takip eden okurların aklına en fazla kazınan da bu roman olur, çünkü diğer romanlardakihikâye örgüleri arasındaki farklılıkları hatırlamak daha zordur. Ellinci romanı emsalsiz kılan farklı bir yazar tarafından kaleme alınmış olmasıdeğil, aynı yazar tarafından, ama diğer romanlara kıyasla farklı amaçlarla yazılmış olmasıdır.

İsrailliler’in Kamış Denizi’ni (genellikle “Kızıldeniz” olarak tercüme edilmiştir; aşağıya bkz.) geçişlerini aktaran Kutsal Kitap anlatısındada yukarıda verilen örnekte vurgulanan hususa dair ilginç bir diğer örnek söz konusudur.17Musa elini denizin üzerine uzattı ve “RAB bütün gece güçlü doğu rüzgârıyla suları geri itti, denizi karaya çevirdi.” İsrailliler’in, arkalarından gelen Mısırlılar’ın elinden kurtarılışlarını mucizevi bir olay olarak gördükleri şüphesizdir. Ancak aslında Kutsal Kitap metninde kurtarılma olayına dair sunulan açıklamanın “doğal” diye tanımlayabileceğimiz bir olaya işaret ettiği açıktır. Söz konusu olaya dair düşüncelerimizin gelişiminde eski Hollywood gişe filmlerinin ve son yıllarda üretilen animasyon filmlerinin fazlaca tesiri olabilmektedir. Negev bölgesinde bulunan Ben-Guiron Üniversitesi Profesörü Arie Issar, olayın geçtiği bölgenin iklimbilimsel ve topolojik yapısına dair ayrıntılı araştırmalar gerçekleştirerek daha aydınlatıcı bilgiler sunabilmiştir.18Mısır’dan çıkan İsrailliler “Kamış Denizi’yle” karşılaşır; Masoterik İbranice’de Yam Suphdiye geçen ismin doğru tercümesi “Kamış Denizi’dir” (Yam “deniz” veya “sahil şeridi”; Suph ise “kamışlar” anlamına gelir: Bu terimin neden “Kızıldeniz” şeklinde tercüme edilmeye başlandığıysa halen belirsizdir). Bu isimden anlıyoruz ki, söz konusu “Deniz’in” kıyısında kamışlar yetişiyordu; kamışların deniz suyunda yetişemeyeceği gerçeği ışığında bu “Deniz’in” tatlı su veya acı su olması gerektiğini anlıyoruz. Bahsi geçen “Deniz’in” bulunduğu bölgenin, günümüzde yıllık 50 mm. yağış alırken olayın yaşandığı dönemdeyse yılda yaklaşık 100 mm. yağış aldığı hesaplanmıştır. Eski İbranice’de “deniz” kelimesi her türlü büyük su birikintisini tanımlamak üzere kullanılırdı. Eski Antlaşma’da bahsi geçen bu “Deniz” bölge yerlilerince sabkhas diye anılan büyük bataklık ve göller barındıran bir bölgeydi vegünümüzde Süveyş Kanalı’nın geçtiği coğrafyayı kapsıyordu. Bataklıkların çevresi kamışlarla sarılmıştı. Issar, İsrailliler sabkhadiye anılan bataklıklar labirentinin arasından kaçarken Mısırlılar’ın da savaş arabalarıyla onları takip ettiklerini ve bu sırada güçlü bir doğu rüzgârının etkisiyle gelen şiddetli toz fırtınasının (Khamseen), alçıtaşı katmanı oluşturan sert bir kabuk bırakarak “denizi karaya çevirmiş” olabileceğini öne sürmüştür. Bu koşullar altında İsrailliler, “sular sağlarında, sollarında… …duvar” oluştururken bölgeden geçebilecek, Mısırlılar ise savaş arabalarıyla alçıtaşı katmanını kırarak bataklığa gömülecektir. İbranice’de “duvar” kelimesi mecazi anlamda koruyucu bir örtüyü kast edecek biçimde kullanılabilir, yani kelimenin bu örnekteki kullanımı da ikiyana yükselen su tepelerinden (Hollywood filmlerinde görüldüğü üzere)ziyade bölgeyi çevreleyen sabkhasların koruyucu etkisine işaret eder. Issar, doğudan esen ve bu bölgede etkili olan sıcak ve kuru Khamseen’i müteakiben genellikle kuzeybatı yönünden alçak basınçlı sağanak yağışların geldiğine ve bu yağışların bölgeyi seller altında bıraktığına işaret eder. Mısırlılar’ın savaş arabaları sabkhaslardaçamura saplanmış veanlatıya göre daha sonra “sabaha karşı deniz olağan yerine” dönmüştür.

İsrailliler bölge iklimini iyi bildiği için toz fırtınalarına ve Khamseenlere alışıktı büyük olasılıkla. Yine de Mısırlılar’ın elinden kurtulabilmiş olmaları esasen iklimsel değişimlerden kaynaklanan “doğal” olaylar sayesinde mümkün olduysa da, bunu Tanrı’nın doğrudan bir müdahalesi olarak görmekten çekinmemişlerdi.19İsrailliler’in Mısır’dan çıkışlarından önce Mısırlılar’ın baş etmek zorunda kaldığı çeşitli belaların aktarıldığı anlatıda, söz konusu doğal afetlerin (belaların) hangi sırayla gerçekleştiği de ayrıntılı olarak aktarılır; kurbağa, sinek, çekirge, çetin hava şartları… Ancak netice itibariyle bu olaylar Tanrı’nın “mucizevi işaretleri” olarak görülmüştür.20

Tabii ki bu tür örnekler sunulabilse de (örnekler arttırılabilir) KutsalKitap’ta geçen bütün mucize anlatılarının bilimsel olarak izah edilebilecekleri düşünülmemeli. Birçok kişi bu yanılgıya düşer. Suyun bir anda şaraba dönmesinin, büsbütün ölmüş kimselerin yaşama dönmelerinin nebugün ne de birinci yüzyılda mümkün olmadığını herkes bilir.21Modernbilimin ortaya çıkışı insanların bu tür iddialara bakışlarını değiştirmemiştir. İşin aslı şu ki, günümüz Batı toplumlarında yaşayan insanlara kıyasla ölü insan bedenine çok daha aşina olan birinci yüzyıl Filistin kırsalında yaşamış olan kimseler, 21’inci yüzyılda dondurularak gelecekte çözülüp diriltileceklerine inanan Californialılar’ın bu hayallerini işitecek olsaydı oldukça gülünç bulurdu hiç şüphesiz ki. Cesetlerin yeniden yaşama döndürülebilecekleri düşüncesi birinci yüzyıldan ziyade 21’inci yüzyılda yaygınlaşan bir düşüncedir.

Kutsal Kitap, okumamış olanların zannettiği ölçüde sayısız mucize öyküsüyle dolu değildir. Mucize öyküleri büyük oranda İsrail halkının Mısır’dan çıkışıyla bağlantılı olaylar dizisiyle sınırlıdır. Bu bölüm dışında Eski Antlaşma’nın geri kalan bölümlerinde az sayıda mucize öyküsüne rastlanır; Yeni Antlaşma’daysa İsa’nın yaşamı ve ilk kilisenin kurulması sürecinde gerçekleştiği bildirilen mucizeler söz konusudur. Mucizeleri, bir uçta Kutsal Kitap’ta nedensel izahatı sunulan mucizelerden başlayarak (Kamış Denizi’nin geçilmesinde olduğu gibi), diğer uçta prensip itibariyle bile bilimsel açıdan izah edilemeyecek türdeki mucizelere (İsa’nın dirilmesi gibi) dek uzanacak bir yelpazede incelemek mümkündür. Yelpazenin iki ucu arasındaysa, gerçekleştiği iddiaedilen ve bilimsel olarak izah edilme ihtimali olan, ama hakkında kesinbir yargıya varabilecek ölçüde bilgi sahibi olmadığımız mucizeler yer alır. Örneğin, bazı şifa mucizelerinin psikosomatik etkenlerle izah edilmeleri mümkün olabilir. İsa’nın bakireden doğumunun bile, insanlardaaseksüel üremenin gerçekleşme olasılığına dair yeni gözlemler ışığındaesas itibariyle bilimsel olarak izah edilebileceğini savunanlar olmuştur.22Bakireden doğum tartışması, gerçekleştiği iddia edilen bir mucizenin, bir kuşaklık süreçte “prensip itibariyle bile asla bilimsel olarak izah edilemez” statüsünden, “olayın yinelenebilir olmaması dolayısıylakesin olarak bilinmesi mümkün değilse de, bilimsel bir izahat tasavvur edilebilir” yönünde oldukça farklı bir statüye erişebildiğini gösteren iyibir örnektir.

Bu tür örnekler vermemin nedeni, Kutsal Kitap’ta bugünkü anlayışımız doğrultusunda bilimsel olarak izah edilebilir olan sıra dışı olaylarile henüz bilimsel olarak izah edilemeyen türdeki (suyun şaraba dönüştürülmesi gibi) sıra dışı olaylar arasında belirgin bir ayrımın yapılmıyorolduğu gerçeğine işaret etmektir. Bu olayların tümü Tanrı’nın, belirli birhalk için, belirli bir zamanda ve belirli koşullar çerçevesinde gerçekleştirdiği eylemler olarak görülür. Bu olayların mucize olarak nitelendirilmeleri, daha önce asla gerçekleşmemiş veya bir daha asla gerçekleşme olasılığı olmayan olaylar olmalarından ziyade, Tanrı’nın belirli birtakımdurumlarda gerçekleştirdiği eylemlerin sıra dışı birer belirtisi olmalarından kaynaklanır. Mucize tanımının kullanılması bu olayların yasa ihlal eder nitelikte olmalarından değil, Tanrı iradesinin belirli hedeflere yönelik olarak ve belirli koşullar altında, zamanlaması veya nadir rastlanır (kimi zaman emsalsiz) bir olgu olması dolayısıyla sıra dışı kabul edilecek eylemler aracılığıyla ifade bulması olarak yorumlanmalarındankaynaklanır.

Mucizevi kavramına getirilen bu yorumlama, Kutsal Kitap’ın İbranice ve Grekçe nüshalarını kaleme alan yazarların “harika” veya “mucizevi” saydıkları olaylar arasındaki ince farklılıkları yansıtmak üzere kullandıkları kelimeler ve terimlerde de gözlemlenir. Özellikle üç kelime vardır ki, bunlar sıklıkla kullanılmıştır. Dilimize “harikalar” şeklinde tercüme edilen, İbranice mopeth ve Grekçe terata kelimeleri, olağanüstü oldukları için hatırlanan olaylara dikkat çekmek üzere sıklıkla kullanılan kelimelerdir.23Bu terim (terata), söz konusu olayın amacından ziyade olaya tanıklık eden kimselerin şaşkınlığını öne çıkarmak üzere kullanılır. “Dinamit” kelimesinin kökeni Grekçe dunameiskelimesiyse, “güç gösterisi” veya “yüce işler” olarak tercüme edilir ve mucizelerin (her türlü gücün kaynağı kabul edilen) Tanrı’nın gücünün (dunamis) fiili yansıması oldukları yönündeki Kutsal Kitap öğretisinin uzantısıdır. Kutsal Kitap çerçevesinde mucizelerin nasıl yorumlanmaları gerektiği konusunda belki de en belirleyici olan üçüncü kelimeyse dilimize “belirti” olarak tercüme edilen Grekçe semeionkelimesidir. Bukelime özellikle Yuhanna Kitabı’nda İsa’nın mucizelerini tanımlamak üzere kullanılmıştır. Mucizeleri anlamlı kılan, bağlantılı oldukları olay değil, olayın ötesinde bir şeye işaret ediyor olmalarıdır. Semeion bir mucizenin etik hedefi ve amacını yansıtır. Semeionların amacı Tanrı’nınkişiliğinin belirli yönlerini, özellikle de gücü ve sevgisini sergilemektir.Monden’in ifade ettiği üzere: “Mucizeleri doğal olaylardan ayıran, bir çeşit gücün etkinleşmesi olmaları değil, sıra dışı oluşları nedeniyle belirti olarak yorumlanmalarının daha uygun olmasıdır.”24

Yeni Antlaşma’da mucizevi olayları tanımlamak üzere kullanılan terata,dunamais ve semeia(yani “belirtiler”) kelimelerinin çoğu zamanbir arada kullanıldıkları görülür.25Ne ilginçtir ki terata(“harikalar”) kelimesi her zaman diğer kelimelerden en az biriyle, kimi zamansa her ikisiyle birden kullanılmaktadır; bu kullanım Kutsal Kitap’ı kaleme alan yazarların mucizelerin yalnızca harika oluşlarına değinmekle kalmayı istemediğini gösterir. Eski Antlaşma’nın İbranice metinlerinde debu üç kelimeye karşılık gelecek kelimeler kullanılmıştır; böylece Musaİsrailliler’in, yukarıda anlatıldığı üzere, belalar sonrasında Kamış Denizi’ni geçerek Mısır’dan çıkışlarını anlatırken halkına şu hatırlatmada bulunur: “Büyük denemeleri, belirtileri, o büyük ve şaşılası işleri gözlerinizle gördünüz.”26İsa’nın yaşamıyla bağlantılı mucize öykülerinden biri, Yeni Antlaşma çerçevesinde mucizevi olaylara getirilen çeşitli yorumlamaların tek bir olayda nasıl bir araya getirilebildiklerini gösterir. Markos 2:1-12’de İsa’nın felçli bir adamı iyileştirmesi anlatılır. Olaya tanık olan herkes şaşakalır (12. ayet); bu ifade teratakelimesini andırır.Mucize Tanrı’nın gücünü yansıtır (12. ayet); çünkü Mesih’in buyruğuyla felçli adam “kalktı, hemen şiltesini topladı, hepsinin gözü önünde çıkıp gitti”. Bu olay aynı zamanda bir semeiondur, çünkü mucizenin yapılış amacı, “İnsanoğlu’nun yeryüzünde günahları bağışlama yetkisine sahip olduğunun” (10. ayet) bilinmesini sağlamaktır.

Demek ki Kutsal Kitap’ta asıl önemli olan, mucizenin bağlamı ve amacıdır; “önemli tarihsel ve dinsel bir bağlamda” gerçekleştirilmiş olmasıdır. Yani Kutsal Kitap’ta geçerli olan mucize anlayışı, mucizeleridoğa yasalarını ihlal eden aykırılıklar (anomaliler) olarak tanımlayan Hume’un anlayışından çok farklıdır. Mucizeleri inanılır kılan tutarlı olmaları, içerisinde yer aldıkları anlatının genel hatlarıyla örtüşmeleridir.Tabii ki tutarlılık tek başına mucizelerin doğruluğunu kanıtlamaya yetmez, ancak yine de vazgeçilmez bir unsurdur. Topladıkları verilerde münferit aykırılıklara rastlayan bilim adamları öncelikle ölçüm araçlarının ayarlarını kontrol edecek, araçlarında bir arızaya rastlamadıkları takdirdeyse tespit ettikleri bu aykırılıkları, daha geniş kapsamlı genellemeler çerçevesinde nasıl izah edebileceklerini keşfedene dek derinlemesine inceleyecektir. Bunun haricinde bir yaklaşım düşünsel tembellikolacaktır. En son gerçekleştirdiği deneyin fizik yasalarını ihlal ettiğini, dolayısıyla bir mucize olduğunu ilan eden doktora öğrencisi hoş karşılanmayacaktır. Ancak keşfettiğini iddia ettiği aykırılık yinelenebilir nitelikteyse bu keşfi ciddiye almak gerekecektir, çünkü bilimsel alandailerlemeler birçok zaman böylesi aykırılıkların keşfiyle mümkün olabilmektedir.

Bilim ile tarihçilik disiplinleri arasındaki önemli farklılıklardan biri,bilimin genellikle (ancak her zaman değil), deney koşulları özenle kontrol edildiği takdirde yinelenebilir olan olguları araştırmasıdır. Parantez içinde geçen “her zaman değil” ibaresiyle kast edilen, jeoloji ve evrimsel biyoloji gibi, çok çeşitli verilere dayanarak tarihsel olaylar zincirini kurgulayan bilim dallarıdır. Tarihsel araştırmalarsa yaşandıkları bağlam, yaşanma sebepleri ve yarattıkları sonuçlar bakımından emsalsiz olan olayları konu edinir. Askeri savaşlara bakıldığında birtakım ortak temalar görülebilir, ancak yine de bu savaşların her biri yaşandığı tarihsel bağlamda kendine özgüdür (emsalsizdir). Kutsal Kitap’ta geçen mucize öykülerinin doğru yorumlanabilmesi için de bu tarihsel bağlamunsurunun ne denli önemli olduğunu anlamak gerekir. Gece boyunca esen doğu rüzgârları nadir rastlanır bir doğa olayı olmayabilir, hatta burüzgârların Kamış Denizi’ni geçmeyi güçleştirecek ölçüde şiddetle esmesi de olağan kabul edilebilir. Öfkeyle ardınızdan gelen bir ordunun getireceği mutlak ölümün pençesinden kurtulmanızı sağlayan bir doğu rüzgârıysa, özellikle de ilahî müdahaleyle kurtarılma umuduyla edilen feryat dualarının ardından geldiyse “belirti ve harika” diye tanımlanmayı hak edecek niteliktedir.

Mucize olduğu iddia edilen bir olayın “önemli tarihsel-dinsel bir bağlamda” gerçekleşmiş olmasının mucize olgusu için sunduğumuz tanımlama bağlamında ne denli önemli olduğunu, günümüz dünyasında gerçekleştiğini farz edeceğimiz hayali bir mucize örneğinden yararlanarak gösterebiliriz.27Bayan B’nin yıllardır romatoid artrid rahatsızlığından muzdarip olduğunu ve rahatsızlığı süresince beş farklı uzman tarafından tedavi edildiyse de bir türlü iyileşmediğini varsayalım. Rahatsızlık tıbben inatçı biçimde ilerler görünmektedir ve kadın büyük ölçüde tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuştur. Uzman doktorların her biri rahatsızlığın gidişatını belgeleyen kusursuz tıbbi kayıtlar tutmuştur. Bayan B düzgün yürüyememekte, yumruğunu sıkamamakta, hatta kocasının elini bile tutamamaktadır. Ağrıları çoğu zaman dayanılmaz düzeylere varmaktadır. Hal böyleyken Bayan B günün birinde dinsel içerikli birtoplantıya katılır ve toplantının önderi 500’ü aşkın cemaat üyesinin huzurunda söz konusu dinin tanrısının adıyla kadın için dua eder. Önderiniyileşmesi için dua etmesinden dakikalar sonra Bayan B iyileşir ve tekerlekli sandalyesinden kalkarak yürümeye başlar. Ağrıları sona ermiştir; kocasının elini sıkabilmekte ve rahatça yürüyebilmektedir. Ertesi gün Bayan B daha önce başvurduğu uzmanlara giderek kontrolden geçer ve doktorlar hayretler içerisinde eklemlerindeki şişliklerin azaldığını ve eklem kıkırdaklarında görülen bozunmanın düzelmeye başladığını bildirir kendisine. Beş uzman doktordan oluşan tıp heyeti Bayan B’nin sağlığını on yıl boyunca takip ederek artridin nüksetmediğini tespit eder. Yani Bayan B’nin rahatsızlığı hafiflemiş değil, tümüyle ortadan kalkmıştır (tedavi edilmiştir).

Bu örneği, böylesi iyileşmelerin gerçekleşip gerçekleşmediğini tartışmak için değil (bu konuya aşağıda değineceğim), gerçekleştiği iddia edilen mucizelerin yorumlanmasında dinsel bağlam ve zamanlamanın ne denli önemli olduğuna dikkat çekmek için sundum. Gerçekleştiği iddia edilen mucizeler, insan topluluklarının genelince deneyimlenen veya doğal olgularda gözlemlenebilen rastgele meydana gelen tuhaf aykırılıklar değildir. Bu olaylar belirli bağlamlarla sınırlıdır ve belirli tarihsel nedenlerle gerçekleşir.

İşte bu nedenledir ki, yukarıda bahsi geçen Nature dergisi başmakalesinde dile getirilen endişe, yani insanların (özellikle de bilim adamlarının) mucizelere inanmalarının “hayaletlerden tutun uçan dairelere kadar her türlü normal ötesi olguya dair iddialar için dayanak” oluşturabileceği yönündeki endişe yersizdir. Birincisi, Kutsal Kitap’ta sunulan mucize anlayışının izahatı için normal ötesi olgulara başvurmak gereklideğildir, çünkü daha önce de belirtildiği üzere Kutsal Kitap öğretisinde,en basit olaydan en sıra dışı olaya kadar her şey Tanrı’nın süregelen iradesi ve eylemlerinin sonucu kabul edilir. Tam zamanında esen doğu rüzgârlarının normal ötesi bir tarafı yoktur.

İkincisi, tarihsel bir perspektiften bakılacak olursa, Naturedergisininbaşmakalesinde ileri sürülen iddianın önceki kuşaklarca benimsenen inançların gidişatıyla sınandığını ve gidişat ışığında bu iddianın tutmadığını söylemek mümkündür. 17’nci yüzyıl doğa felsefecilerinin neredeyse hepsi, kimi zaman mucizeler gerçekleştiren bir Tanrı’nın varlığına inanan Hıristiyan kimselerdi. Bu kimselerden bazısı böylesi mucizelerin Kutsal Kitap’ın kaleme alındığı zamanlarla sınırlı olduğuna, bazısıysa Tanrı’nın nadiren de olsa mucizeler gerçekleştirmeyi sürdürdüğüne inanmış olabilir. Netice itibariyle genel kanı, varlığına inandıkları Tanrı’nın mucizeler gerçekleştiren bir Tanrı olduğu yönündeydi. Bununla birlikte, yasa getirici bir Tanrı’nın etkin olduğunun göstergesi olarak kabul edilen “doğa yasaları” kavramının ortaya çıkışı da aynı döneme denk gelir. Mucize gerçekleştiren bir Tanrı’ya olan inancın sayısız mucize inancının baş göstermesine neden olacağı yönündeki endişenin aksine, ilk doğa felsefecileri, şüphesiz ki Reform düşünürlerinin Orta Çağ kilisesinin kutsal emanetlerle ilişkilendirilen “mucize” sayısınıolabildiğince artırma yönündeki eğilimine karşı çıkmalarından da etkilenerek, genel olarak bu tür eğilimlere karşı çıkıyordu. İlk doğa felsefecilerinin dinsel içerikli yazılarında öne çıkan mesele, o devirde mucizelerin gerçekleşme olasılığının olup olmadığı değil, Tanrı’nın yasa getirici/koyucu niteliğiydi. Gerçi aynı yazarların Kutsal Kitap’ta bahsi geçen mucizeleri Hıristiyanlık’ın doğruluğunu ispatlayan deliller olarak sunduğu da görülür, ki daha sonraları Hume’un şiddetle karşı çıktığı şeyde bu anlayış olmuştur.

Nature dergisi başmakalesinin hedefi tutturamayışının bir diğer sebebiyse, tarihsel ve dinsel bağlamları göz ardı eden Humecı bir mucizeanlayışını temel almasıdır. Hayalet avcılığı geleneği ile Kutsal Kitap mucizelerinin yüksek teolojik statüsü kıyaslanamayacak derecede uzaktır birbirine. Dördüncüsü, ben şahsen Kutsal Kitap’ta bahsi geçen mucizelerin gerçek tarihsel olaylar olduklarına inanan pek çok bilim adamı tanıyorum, ancak bu kimseler arasında Nature dergisinde atıfta bulunulduğu üzere uçan dairelere veya normal ötesine inanma saflığına düşeni görmedim hiç. Aksine, bu kimseler genel olarak, tuhaf ve harika olgulara ayıracak vakti olmayan oldukça ağırbaşlı ve kuşkucu kimselerdir. Bu tür olgulara olan inancın artışı daha ziyade Yeni Çağ (New Age) gizemciliğinin popülerlik kazanmasıyla alakalıdır.


Bilim ve mucizeler


Bu aşamada kuşkucu olanlar, Hume’un getirdiği tanımlamaya kıyasla daha farklı bir tanımlama önererek mucize olgusunu daha inanılır kılmaya çalıştığımızı söyleyerek itiraz edecektir belki de; ancak netice itibariyle asıl sorun çözümlenmiş değildir. Kutsal Kitap’ta bahsi geçen mucizelerin bazısının izahatı metinlerin kendisinde sunuluyor olsa da, bahsi geçen mucizelerin birçoğu için ne metinlerde bir izahat sunulmuştur ne de belirgin bilimsel bir izahat sunulabilmektedir. Su şaraba dönüşmez, ölüler de mezardan dönmez. Naturedergisi başmakalesinde desavunulduğu üzere: “Mucizelerin savunulduğu mektuba imzasını koyanbilim adamları böylesi bir olayın bilimsel bir dergide yayımlanmasına bilirkişiler olarak olumlu not vermeyeceklerdir muhtemelen. Bilimin mucizeler konusunda ‘hiçbir yargıya varamayacağı’ doğru değildir, işinaslı tam tersidir. İzah edilemez ve yinelenemez olgular olan mucizeler gerçekleşmez; izah edilemez ve yinelenemez tüm olgular için geçerlidirbu saptama.”

Gerçekleştiği iddia edilen mucizelerin bilimsel yöntemlerle incelenmeleri mümkün müdür? Söz konusu iddianın niteliğine bağlıdır bu. Bir Bakire Meryem heykelinin her cuma günü öğle vaktinde kanadığı iddia ediliyorsa bilimsel yöntemlerle incelenebilecek yinelenen bir olgusöz konusudur: Heykelden akan kırmızı sıvı hemoglobin içermiyorsa kan değildir bu sıvı. Eğer bir Hindu tanrısının heykeli, her yıl kendisi onuruna düzenlenen festivale denk gelecek zamanda süt akıtıyorsa, böylesi bir olgu da gerekli kontroller ve testlere tabi tutulabilir. Yukarıda bahsi geçen (Bayan B) tarzda bir çeşit mucizevi iyileşme söz konusuysa, iyileşme öncesi döneme ait sağlık kayıtları mevcut olduğu takdirde yaşandığı iddia edilen iyileşmenin doğruluğu bir sağlık ekibince araştırılabilir.

Bu tür güncel mucize iddialarının incelenmesi görece kolaydır. Bilim bu tür iddiaların araştırılmasına yöntemsel yaklaşımlar ve tekniklerin yanı sıra barındırdığı kuşkucu yaklaşımla da katkıda bulunabilir. Peki ya geçmişte gerçekleştiği iddia edilen mucizeler ne olacak? Örneğin,Yeni Antlaşma’da bahsi edilen, özellikle de İsa’nın yaşamıyla özdeşleşen mucize öyküleri; kör insanların bir anda görmeye başlaması, kötürümlerin yürümeye başlaması, İsa’nın buyruğuyla fırtınayı yatıştırması,İsa’nın ölümden dirilmesi vs. Yaygın olarak kabul gören bir yaklaşıma göre bu öyküler simgesel ve mecazi anlatımlar olarak yorumlanmalıdır.Bu bağlamda suyun şaraba dönüştürülmesi İsa’nın yeni bir ruhsal krallığın hükmünü ilan edişinin mecazi biçimde ifadesidir. Diriliş öyküsüyse İsa’nın ruhunun, Shakespeare’in ruhunun yazıları aracılığıyla yaşamaya devam etmesi gibi, takipçilerinin yaşamları aracılığıyla varlığını sürdürmesini simgeler. Ancak kabul etmek gerekir ki, bu izahatlar pek ikna edici değildir. Kutsal Kitap anlatılarına baktığımızda görüyoruz ki,söz konusu olaylara tanıklık eden kimseler, bu olayların simgesel anlatımlar olduğuna değil, gerçekten yaşandığına inanıyordur. İşin aslı şu ki, İsa’nın gömüldüğü mezarın boş olduğu, üstelik İsa’nın cesedine, gömme geleneğine uygun olarak sıkıca sarılan keten bezlerin de boş mezarda serili durdukları aktarılır.28Yeni Antlaşma’nın ilk dört kitabının yazarlarının mucizeleri bağlam gereği semeion,yani belirtiler olaraktanımlamış olmaları, bu olayların belirtiden ibaretoldukları anlamına gelmez. Olağanüstü olaylar, gerçekleşmiş olmalarının yanı sıra belirti görevi de görebilir. İlk dört kitabı kaleme alan yazarların tutumu da bu yöndedir.

Bilim kurumunun, böylesi mucize iddiaları karşısında agnostik bir yaklaşım sergilemesine şaşmamak gerekir. Bilim, yinelenme potansiyeline sahip olan ve koşulları denetlenen deneyler aracılığıyla irdelenebilen olguların araştırılması konusunda eşsiz yöntemler sağlar. Ayrıca bilim, fiziksel dünyada bugün gözlemlenen özellikleri izah etmek üzere tarihsel olay dizgeleri önerebilmektedir. Örneğin, jeoloji ve evrimsel biyoloji alanlarında kayalar ve hayvanların bugün gözlemlenen durumları, tarihsel incelemelerde önvarsayımların dayandırılabileceği temel verileri sağlar. Ancak gerçekleştiği iddia edilen tarihsel olay, sıra dışı veemsalsiz bir olay ise bilimin bu tür bir olayın araştırılmasına imkân tanıyacak herhangi bir yöntem veya araç sunmadığını belirtmek gerekir. Bu tespit görgü tanıklarının ifadelerine dayanılarak aktarılan tarihsel olayların tümü için geçerlidir. Dolayısıyla Naturedergisi başmakalesinde sunulan, “mektuba imzasını koyan bilim adamları böylesi bir olayınbilimsel bir dergide yayımlanmasına bilirkişiler olarak olumlu not vermeyecektir” yönündeki argüman, bilimsel dergilerde tarihsel iddialara zaten yer verilmediği (haklı olarak) gerçeği ışığında yersiz bir argümandır. Bilim ve tarih, hangi bilgilerin bilimsel bilgi veya tarihsel bilgiolarak tasnif edilebileceğini belirlemeye yönelik kendilerine has kıstasları olan iki farklı disiplindir.

Hume’a rağmen bilim mucizevi olaylara dair iddiaları reddedebilecek yetkiye sahip değildir. Bilim, çok farklı tarzda verilerden yararlanan, giderek karmaşıklaşan genellemeler önerebilir. Ancak sonuçta bilim adamları gerçekten vuku bulan olayların gözlemcisidir. Zaten bilimadamlarının meslekleri gereği dogmacı değil, deneyci olmaları beklenir.Hume’un kısa ama öz sayılabilecek makalesi okunduğunda, sunduğu apriori argümanın aslında varsayım niteliğinden öteye gidemediği sonucuna varmak kaçınılmazdır. Eğer mucizeler “doğa yasalarının ihlaliyse” ve bu doğa yasaları da “aksi ispat edilemez deneyimlere” dayanıyorsa, tanım gereği bu tespiti geçersiz kılacak hiçbir deneyimin yaşanmamış olması gerekir. Hume’un apriori argümanının pek çok kimsetarafından döngüsel olmakla itham edilmiş olması boşuna değildir.29Ancak uygulamada bilimsel çalışmaların, gelecekte ne gözlemleyip ne gözlemlemeyeceğimize dair kesin yargılara varmamızı mümkün kıldığını söylemek mümkün değildir. Mucizelere dair iddialara karşı takınılan farklı tutumlara bakıldığında, bu farklılıkların genellikle bilimsel araştırmaların doğası ve sınırlarına dair anlaşmazlıklardan ziyade, takınılan tutumların ardında yatan fizik ötesi varsayımlardan kaynaklandığıgörülür. Evrenin kapalı bir sistem olduğuna ve her türlü maddenin gerekirci birtakım yasalara “riayet” ettiğine inanan ateistin, maddesel dünyanın kimi zaman beklenmedik biçimlerde hareket edebileceği düşüncesini hoş karşılaması pek olası değildir. Naturedergisi başmakalesinde bu görüş açık bir dille ifade edilir: “İzah edilemez ve yinelenemez olgular olan mucizeler gerçekleşmez; izah edilemez ve yinelenemez tüm olgular için geçerlidir bu saptama.” Bu görüşün aksine, yaratılmış düzenin her bir öğesinin sürerliğini sağlayan yaratıcı bir Tanrı’nın var olduğuna inanan teist kimseyse, Tanrı’nın kimi zaman belirlibir tarihsel bağlamda sıra dışı eylemlerde bulunmasına şaşırmayacaktır.Ayrıca aynı teist kimse Tanrı’nın bu tür eylemlerde bulunmasının uygunsuz olacağı yönündeki düşünceye de karşı çıkacaktır, çünkü bu kimseye göre bilim kurumunun işlerliğini mümkün kılan, Tanrı’nın tutarlı bir evren yaratmış olmasıdır ve mucizevi olguların tespitini mümkün kılan da bizatihi evrende gözlemlenen bu tutarlılıktır.

Yani ne ilginçtir ki, gerçekleştiği iddia edilen mucizevi olaylara dairsunulan delillerin değerlendirilmeleri söz konusu olduğunda, önyargılı bir zihniyet sergileme olasılığı daha yüksek olan kişiler ateistlerdir (“mucizeler tanım gereği gerçekleşmeyen olgulardır”). Örneğin, Hume,kendi çağında François de Paris’nin mezarıyla ilişkilendirilen birtakım şifa mucizelerini doğrulayan çok sayıda ikna edici delil olduğunu itirafediyor, ama “bu tür olayların imkânsız…” olduklarını söylemekten başka bir savunma sunma gereği duymuyordu. Teist ise bu konuda temkinli ve kuşkucu olup aynı zamanda önyargılı davranmadan söz konusu olayı sunulan deliller ışında değerlendirebilir, yani daha önceden vardığı birtakım fizik ötesi önyargılara takılıp kalmaz. Bu değerlendirme kapsamında bakıldığında bilimsel çevrelerin genelince kabul gören yaklaşımın, araştırmaya başlamadan sonucun ne olacağına karar veren Grek akılcılığının bazı akımlarını andıran yaklaşımdan ziyade dünyayı gerçekten olduğu gibi algılamayı isteyen teist yaklaşım olmasının tercihedileceği şüphesizdir. Bu bağlamda Burns’un, Humecu görüşün Britanya deneyci (ampirik) geleneğine yabancı bir anlayış olup daha ziyade kıta Avrupası felsefi kuşkuculuğunu andırdığı yönündeki yorumları ilginçtir: “Hume’u, İngiliz deneyci geleneğinin gizli kalmış eğilimlerini sistemleştiren bir kimseden ziyade 17’nci yüzyılın önde gelen deneyci bilim adamlarınca reddedilen felsefi tutum ve yaklaşımların İngiltere’deki savunucusu olarak görmek çok daha doğru olacaktır.”30

Bu hususu vurgularken tabii ki teistlerin, gerçekleştiği iddia edilen mucizelerin doğruluğunu incelerken sapla samanı hatasız biçimde birbirinden ayırmayı mümkün kılan olağanüstü bir tarafsızlığa sahip olduğuiddia edilmemektedir. Tarihsel veya bilimsel araştırmalara girişen hiçbirbireyin varsayımlar veya beklentilerden bütünüyle yoksun olabileceğinisöylemek mümkün değildir. İnsanların önvarsayımlardan arındırılmış biçimde ahkâm kesmelerine imkân tanıyacak kusursuz bir tarafsızlıktanbahsedilemez. Bilim adamları bilimsel kuramları değerlendirirken birtakım varsayımlarla hareket ettiklerinin farkındadır. Kimi zaman önyargıları yüzünden tercih ettikleri anlayışa ters düşen verileri “gözden kaçırırlar”, yaklaşımlarını doğrulayan verilereyse sıkı sıkıya sarılırlar. Bu tespitler olabildiğince eleştirel ve önyargısız bir araştırma anlayışının gerekliliğine işaret eder.

Bilim adamlarının bilimin “büyük kuramlarını” değerlendirirken benimsedikleri yaklaşım, Hıristiyan teistlerin Kutsal Kitap’ta geçen mucizeleri yorumlarken benimsedikleri anlayışa ışık tutabilir. Örneğin, Yeni Antlaşma’da bahsi geçen mucizeler bağımsız birer olay olarak değil, tarihsel bağlamda İsa’nın yaşamı ve öğretmenliğini yansıtan, betimleyen ve teyit eden olaylar olarak yorumlanacaktır. Dolayısıyla Yeni Antlaşma’da bahsi geçen mucizelerden biri için sunulan deliller bir diğeri içinsunulan delillere kıyasla çok daha ikna edici olsa bile, teist kimse mucizelerin tümünü “paket teklif” olarak kabul etme eğiliminde olacaktır. Öyle ki, Tanrı yaratan olduğuna ve İsa da Tanrı’nın Oğlu olarak tanımlandığına göre, Tanrı’nın Oğlu’nun dünyaya gelmesi kapsamında Tanrı’nın yaratılmış düzen üzerindeki egemenliğini kanıtlayan, sevgisini gösteren, dünyanın geneli ve özellikle de insanlık için olan amaçlarını yansıtan olağanüstü olayların yaşanmış olması çok da şaşırtıcı değildir.Bütün bu olaylar, mucizevi olayları Mesih’in öğretişinin amaç ve hedefleri çerçevesinde anlamlı kılan semeion ya da işaretler barındırır. Doğalayıklanma Darvinci evrimin ne denli vazgeçilmez bir öğesiyse, mucizeler de Yeni Antlaşma’nın o denli vazgeçilmez öğeleridir. Mucizeler yoksayıldığı takdirde Nasıralı İsa’yı ilginç kılan pek bir şey kalmaz. İşte bunedenledir ki teistler Yeni Antlaşma anlatısını ya bütünüyle doğru kabuletmek ya da büsbütün reddetmek gerektiği görüşündedir. Nasıl ki bilimin “büyük kuramları” çok sayıda farklı veriyi anlamlı biçimde bir araya getiriyorsa, teistler için de Yeni Antlaşma’daki tarihsel ve teolojik öykü bir bütün olarak ele alındığında anlamlıdır. Corduan’ın ifade ettiğigibi: “Unutulmaması gereken önemli husus, birçok olguya dair inançların geniş kapsamlı dünya görüşleri çerçevesinde benimsendiği ve mucizevi olaylara dair delillerin geniş kapsamlı kavramsal algılamalar çerçevesinde değerlendirildiğidir.”31

Teist olmayan kimseler, suyun şaraba dönüşmesi gibi maddenin normal özelliklerine dair sahip olduğumuz bilgilere ters düşen mucizevi olaylar gerçekleştiği takdirde “doğanın bir sonraki adımının” ne olacağını kestirmenin imkânsız olacağı, dolayısıyla da bilim kurumunun işleyemeyeceği yönündeki endişelerini dile getirir. Bu endişeyi değerlendirirken bahsi geçen türdeki mucizelerin ne kadar nadir rastlanır türde mucizeler olduklarını da vurgulamak gerekir. Suyun şaraba dönüşmesi mucizesinin yalnızca bir defa gerçekleştiği iddia edilmiştir ve ölümdendirilip yeniden ölmediği iddia edilen yalnızca bir kişi (İsa) olmuştur. Maddenin normal özelliklerine ters düşen tarzda başka olaylar barındıran mucize anlatılarına da nadiren rastlanır. Böylesi nadir rastlanır olayların, maddenin “doğa yasaları” diye anılan özelliklerini tanımlamak üzere başvurulan geniş kapsamlı genellemelerin geliştirilmesinde anahtar rol oynayan veri toplama süreçleri çerçevesinde tespit edilmeleri veya derlenmeleri söz konusu değildir. “Normal olaylar” (“su şaraba dönüşmez”) ile “sıra dışı olaylar” (“su şaraba dönüşür”) arasındaki oranlamada normal olayların oranı öylesine ağır basar ki, sıra dışı olayların bilimsel kuramları etkileyebileceğinden endişe etmek anlamsızdır.


Mucizelerin gerçekleştiğinden emin olabilir miyiz?


Eğer bilim, Kutsal Kitap’ta bahsi geçen türde mucizelerin gerçekleşmişolup olmadıkları konusunda pek bir fikir vermiyorsa bize, acaba bu konuda daha verimli olabilecek bir yaklaşım var mıdır? Fizik ötesi ön varsayımları nedeniyle oldukça farklı iki anlayışı benimseyen, dolayısıyla da iletişim kurmakta zorlanan iki farklı insan grubu mu söz konusudur?Kutsal Kitap metinlerinin tarihsel statüsü veya tarihsel olayları incelerken ne denli kuşkucu olmamız (veya olmamız) gerektiği meselesi bu kitabın kapsamını aşacaktır. Ayrıca gerçekleştiği iddia edilen mucizelere yöneltilen ahlâki ve etik eleştirileri (“Neden Tanrı herkesi iyileştirmez?” ve “Neden her türlü ıstırabı ortadan kaldırmaz?” gibi eleştirileri)hak ettikleri ölçüde değerlendirecek yerimiz de yoktur.

Yukarıda işaret edilen bağlamda başlıca iki noktanın altı çizilebilir: Birincisi, bilim kurumu tarihsel iddiaların araştırılması konusunda aşırıkuşkucu bir anlayışı savunmaz. Deneyci anlayış doğrultusunda tutulan bilimsel kayıtlar genel olarak, belirli durumlar ve koşullarda gerçekleşen birtakım olaylara tanıklık eden kimselerin tarihsel ifadelerini yansıtır. Sekizinci bölümde ifade edildiği üzere, bilimsel ilerlemeyi mümkünkılan, modern bilim hareketinin öncüleri olan Robert Boyle gibi beyefendilerin güvenilir kimseler kabul ediliyor olmasıydı. Bu beyefendilertoplum tarafından tanıklığı güvenilir kabul edilen kimselerdi, dolayısıyla gerçekleştirdikleri deneylerin sonuçlarını dürüstçe aktaracakları konusunda kimsenin kuşkusu yoktu.32Boyle, Kuşkucu Kimyacı’yı kalemealdığında sunduğu verilerin doğruluğunu dürüstlüğünden kuşku duyulmayacak kimselerin tanıklığıyla destekliyordu. Cıva üzerine gerçekleştirdiği ve 1675’te yayımladığı deneylere Henry Oldenburg ile “soylu vebasiretli” Lord Brouncker tanıklık etmişti. Kuşkucu Kimyacıkitabındaki kuşkucu karakter, soruşturma hâkimi rolünü oynar.33Günümüz bilim çevrelerinin bilimsel sahtekârlık iddiaları (neyse ki az rastlanır bunlara)konusundaki tepkisi ve üzüntüsü bilim kurumunun halen bilim adamlarının dürüstlüğüne ne kadar bağımlı olduğunu hatırlatır. Bu bağlamdabilim kurumu insanların gözlemledikleri olayları doğru biçimde yansıtabildiği ve genellikle de öyle yansıttığı yönündeki inancı savunmaktadır. İşte bu anlayış çerçevesinde sunulan bilimsel kayıtlar bilimsel ilerlemenin temel dayanağı, hatta başlangıç noktasıdır. Bilim adamları, insanların her fırsatta yalan söyleme eğiliminde olabilecekleri yönündeparanoyakça bir anlayış benimsemez. Aslına bakılacak olursa bilim kurumu bir yana, böylesi paranoyakça bir yaklaşımı benimseyen hiçbir insan topluluğu uzun süre ayakta kalamayacaktır. Bütün toplumlar insanların çoğunluğunun genellikle dürüst davrandığı varsayımıyla hareket eder; tarihsel araştırmaları mümkün kılan da bu varsayımdır. Tarihçi, aksini ispat eden güvenilir tarihsel dayanaklar var olmadığı sürece, tarihsel bir tanıklığın doğruluğuna inanma eğiliminde olacaktır ve tarihçinin bu inancı kendini telkin ederek yarattığı bir çeşit saflıktan kaynaklanmaz. Augustine yıllar önce benzer bir noktaya değinmiştir:


Asla kendi gözümle görmüş veya bizzat tanıklık etmiş olmadığım pek çok şeye inandığımı fark etmeye başladım; dünya tarihi boyunca yaşanan oncaolay, asla görmüş olmadığım bölgelere ve kentlere dair onca bilgi, bir arkadaşımın, bir doktorun veya başka kimselerin sözüne güvenerek inandığım şeyler. Bütün bu olguların gerçekliğine güvenmediğimiz takdirde şu kısacıkömrümüzde hiçbir başarıya erişemeyiz.34


Ne ilginçtir ki, bugün azımsanmayacak sayıda tarihçi, tarihçilerin tarihsel olayların doğruluğunu “su götürmez” biçimde ispat etmelerinin mümkün olmadığı, tek yapabilecekleri şeyin tarihi tercih ettikleri söylem doğrultusunda postmodernist çerçevede kurgulamak olduğu yönündeki posmodernist anlayışa karşı savaş açmıştır. Örneğin, Cambridge Üniversitesi Modern Tarih Profesörü Richard Evans şöyle der:


Tarihçilerin “somut gerçekleri pek önemsemedikleri” doğru değildir. Aksine, verilerin seçilmesinde geçerli olan kıstaslar ne olursa olsun, tarihçinin başlıca çabası gerekli verileri tespit edip, tarihsel deliller ışığında verilerin doğruluğunu olabildiğince ispat etmektir… tarihe dair yorumların delillerebakılarak değerlendirilmesi, doğrulanması veya yalanlanması mümkündür;(her zaman değilse de) en azından kimi zaman bir tarih anlatısının doğru, ötekininse hatalı olduğunu kanıtlamak da mümkündür.35


Bilimsel çevrelerde genel olarak geçerli olan görüşler, tarihçinin işlevinin tarihsel anlamlar kurgulamaktan ibaret olduğu yönündeki postmodern düşünceye kıyasla Evans’ın dile getirdiği bu anlayışla daha iyi örtüşür.

Vurgulanması gereken ikinci önemli noktaysa, makul ölçüde kuşkucu olan bir araştırmacının, gerçekleştiği iddia edilen mucizelerin tarihseldoğruluğuna inanabilmek için daha sıradan olaylar için talep edeceği delillere kıyasla daha sağlam delillere sahip olmayı istemesinin doğal bir beklenti gibi görünmesidir. Tarihçilerin, tarihsel verilerin büyük çoğunluğu aksini gerektirmediği için araştırmalarında mümkün olduğuncamucizevi olmayan izahatlara başvurması beklenir. Gerçekleştiği iddia edilen mucizelerse nadir rastlanır ve sıra dışı olaylar oldukları için dahasağlam deliller gerektirir.

Antony Flew, mucizelerin tarihsel gerçekliğinden emin olmanın imkânsız olduğunu savunmuştur.36Flew’un argümanı birkaç maddeyle özetlenebilir:


Mucizelere inanan kimse mucizelerin gerçekliğini kanıtlamak için tarihsel araştırmalara girişir.

Tarihsel herhangi bir bilgiye erişebilmeyi umut ediyorsak öncelikle günümüzde geçerli olan doğal düzenin geçmişte de geçerli olduğunu varsaymamız gerekir.

Eleştirel tarihçinin geçmişe dair bilgi edinebilmesi için, “mümkün olan, olmayan”, “olası olan, olmayan” olaylar konusunda sahip olduğu bilgiden yola çıkması gerekir.

Mucize, gerçekleşme olasılığı çok düşük olan, hatta pratikte imkânsız bir olaydır.

Dolayısıyla mucizelerin tarihsel gerçekliğini kanıtlamak mümkün değildir.


Bir ila üçüncü maddeler prensip itibariyle tartışma yaratmayacak cinstendir; gerçi üçüncü maddede Flew’un güncel ile geçmiş arasındakibağın geçmişin incelenmesiyle temel alınması gerektiği yönündeki anlayışla, geçmişin bizatihi özelliklerinibirbirine karıştırma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu söylenebilir. Geisler bu bağlamda, Search for Extra-Terrestrial Intelligence (SETI – Dünya Dışı Zekâ Araştırması) programının ardında yatan anlayışa işaret eder. SETI programı uzaydangelebilecek tek bir mesajın evrende başka zeki yaşam formlarının var olduğunu kanıtlayacağı varsayımı üzerine kuruludur. “Hedeflenen şey tek bir mesaj olsa bile, olası bir mesajın zeki yaşam formlarınca gönderilmiş olduğunu saptamayı mümkün kılacak olan, karmaşık bilgilerin genel olarak zeki varlıklarla bağlantılı oldukları yönündeki kanaattir. Yani geçmişe dair bilgi sahibi olmak için günümüzde geçerli olan koşulların temel alınması gerekirken, hedeflenen bilginin bir tekillik olması da mümkündür.”37

Üçüncü madde için söylenebilecek bir diğer şeyse, tarihsel araştırmalar aracılığıyla birtakım tamamıyla normal ve “dünyevi” olayların sağlam delillerle doğrulandıklarının tespit edilebildiği, fakat bazen de delillerin geçerli olduğu koşullar bağlamında değerlendirilmeleri sonucunda erişilebilecek tek izahatın, mucizevi bir olayın gerçekleştiği yönündeki bir izahat olabileceğidir. Tarihçinin araştırdığı şey mucizelerinkendisinden ziyade, bir mucizenin gerçekleşmiş olduğu yönündeki yorumlamanın dayandırıldığı delillerdir. Örneğin, İsa’nın bedensel dirilişini doğrulamak üzere sunulan deliller esas itibariyle Flew’un üçüncü maddesinde ileri sürülen ilkelere aykırı değildir, çünkü bu olaya dair veriler başlıca; boş bir mezar, serili duran keten bezler, tanıdık bir kimsenin fiziksel varlığıyla görülmesi gibi araştırmacı tarihçilerin alışık olduğu tarzda olgulardır. Boş bir mezar pek de olağanüstü bir olgu sayılmaz; tahminen söz konusu mezar İsa’nın bedeni yerleştirilmeden evvelde boştu. Öyleyse tarihçinin gerçekleştiği iddia edilen bir mucizenin tarihselliğini araştırırken elekten geçirdiği deliller esas itibariyle herhangi bir tarihsel araştırmada ele alınan türdeki delillerden farklı değildir.

Ancak Flew’un yaklaşımında öne çıkan asıl sorun, mucize olgusunun “pratikte imkânsız” (dördüncü maddede özetlendiği üzere) olduğu yönündeki tespitini dayandırdığı nedendir. Flew, mucizevi bir olaya dair sunulan delillerin bu olayın gerçekten yaşanmış olduğuna inanmamızı sağlayacak ölçüde ikna edici olması durumunda bile, mucize olgusu gerçekleşmeyen bir olgu olduğu için söz konusu olayın bir mucize olamayacağını ve doğal bir izahatı olması gerektiğini savunur. Flew bu doğrultuda mucizeleri, bilinmeyen bilimsel yasalardan kaynaklanan aykırılıklar olarak görür ve şöyle bir argüman sunar:


Bildirilen olayı mucizevi bir olay olarak tanımlamamıza imkân tanıyan mantıksal dayanak aynı zamanda bu olayın fiziksel olarak imkânsız olduğunu söylemeyi de mümkün kılar. Bilakis, görünüşte mucizevi olan bir olayın aslında bir bakıma gerçeğe uygun olduğunu söyleyebilecek olsak, bunu ancak bildirilen olayların aslında mucizevi olmadıklarını bildiğimiz için söyleyebiliriz.38


Ancak bu argüman Humecu anlayışı andıran farazi bir argümandır (hatta bunu argümandan saymak dahi güçtür). Flew bu argümanıyla tartışmanın odağında yer alan meseleyi, yani mucizelerin gerçekten yaşanmış olup olmadıkları meselesini es geçmeye çalışmaktadır. Tabii ki Flew’un yaklaşımı gereği söz konusu olay için sunulan deliller inandırıcı olduğu takdirde mucize diye anılan olayın aslında mucize olarak tanımlanabilecek türde bir olay olmadığı ortaya çıkmış olur ve bu bağlamda beşinci maddede geçen tespit de pek şaşırtıcı değildir; tabii ki mucizeler gerçekleşmez; nasıl gerçekleşebilir ki? Üstelik Flew burada mantıksal olarak imkânsız olan ile tarihsel olarak imkânsız olan arasındaki farkı da ayırt edememiştir. “Evli bekâr” diye bir şey olamaz, çünkü bu terimler birbirine zıt terimlerdir. Ancak tarihsel mümkünlük veya imkânsızlık, fizik ötesi ön kabullere dayanarak değil, tarihsel deliller çerçevesinde tanımlanmalıdır.

Hume ve Flew gibi eleştirel araştırmacılığı, delillerin önyargısız biçimde değerlendirilmelerini güçleştiren çeşitli fizik ötesi önvarsayımlarla sınırlandırmaktansa, “Mucizelerin gerçekleştiğinden emin olabilirmiyiz?” sorusuna, belirli bir mucizenin gerçekleştiğine inanmanın akılcıolup olmadığını değerlendirmeyi mümkün kılan hukuk modellerinden yararlanarak cevap aramak daha uygun olacaktır belki de.39Hukuki akıl yürütmenin hedefi, bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini şüpheye mahal vermeyecek biçimde saptamaktır. Hukuk, yüzyıllar içerisinde gerçek ile yanılgıyı birbirinden ayırt edebilmek için çok ince kıstaslar geliştirmiştir. Bu kıstaslar özellikle mucize iddialarının incelenmesindekullanışlı olabilmektedir; mucize iddialarının inanılabilirliği tanıkların güvenilirliğine bağlı olduğu için, bu iddialar gerçekten yaşananlara dairtanıklıklara dayandırılır. Nitekim mucize iddiaları, gerçekliğini savundukları olaya dair deliller barındırdıkları gibi olayın gerçekleşmediği yönündeki karşıt iddialara dair değerlendirmeler de içerir. Hume, “Bu konularda (tanıklıklardan doğan yargılar konusunda) yaşanabilen her türlü anlaşmazlığı çözmede geçerli olan nihai kıstaslar deneyim ve tanıklıklara dayanır”40derken bu noktayı vurgulamıştır. Daha yakın zamanda da bir hukuk profesörü şöyle demiştir: “Hukuksal yaklaşımın avantajlı yanı bu yaklaşımı reddetmenin güç olmasıdır: Hukuki delil standartları, toplumda baş gösterebilen en çetin anlaşmazlıkların bile çözümünü mümkün kılabilecek temel araçlar olarak gelişir.”41Ayrıca hukuki akıl yürütme, toplumun her ferdinin kabul etme yükümlülüğünde olduğu bir akıl yürütme türüdür. Hoşumuza gitse de gitmese de, hepimiz hukuki akıl yürütmeye tabiyiz. Hukuki akıl yürütme çerçevesinde, delillerin eleştirel biçimde değerlendirilmesi anlayışının mucizelerinincelenmesinde başvurulabilecek metodolojik bir yaklaşım olarak benimsenmesinin, eleştirel araştırmalarda önvarsayımların oynadığı rolü kısıtlamak gibi olumlu yönde etkisi vardır. Daha önce de vurgulandığı üzere, önvarsayımların araştırmalarda hiçbir rol oynamadıklarını savunmak gerçekçi değildir. Ancak şu da bir gerçek ki, mucize olgusu üzerine Hume’un başlattığı ve Flew gibi felsefecilerin sürdürdüğü tartışmalar, ön kabullerin etkisiyle mucizelerin gerçekleşebilirliğini peşinen reddeden ve doğruluğu farz edilen felsefi yaklaşımların ve döngüselargümanların etkisiyle tıkanmıştır. Hukuki süreçlerin amacı bir olayın, olası olsun veya olmasın, gerçekten yaşanmış olup olmadığını tespit etmek olduğuna göre, hukuki akıl yürütmenin titizliği, tıkanmış olan tartışmalara alternatif olabilecek yeni bir tartışma platformu sağlar. Verilerin toplanması ve değerlendirilmesi, hipotezlerin oluşturulması ve sınanması ile olaya dair son takdire varma süreçleriyse, bilimselliğin vazgeçilmez meşgaleleridir. Hukuki ve bilimsel görüşlerin olaylara bakışları bakımından birçok ortak noktalarının olması tesadüf değildir: Bugörüşlerin her ikisi de, ideal izahat olduğu düşünülen birtakım izahatlarısavunmayı değil, olup bitenin gerçekten ne olduğunu tespit etmeyi hedefler.42


Mucizeler dinsel inançları doğrulayan deliller olarak kabul edilebilir mi?


Hume’un Mucizeler Üzerine başlıklı makaleyi yazmaktaki başlıca amacı, mucizelerin Hıristiyanlık’ın tarihsel iddialarını doğrulayacak argümanlar olarak ileri sürülemeyeceğini göstermekti. Daha önce de ifade edildiği üzere, 17’nci yüzyılın ve daha sonraki yüzyılların doğa felsefecileri arasında mucizeleri temel alan böylesi delilci bir yaklaşım oldukça yaygındı. İsa’nın mucizelerinin, bu mucizelere bizzat tanıklık eden kuşaklar için delilci (delile dayanan) bir inanç temeli (bir ölçüde) oluşturdukları şüphesizdir. Kilisenin ilk öğretisi çerçevesinde Elçi Petrus şöyle demiştir: “Bildiğiniz gibi Nasıralı İsa, Tanrı’nın, kendisi aracılığıyla aranızda yaptığı mucizeler, harikalar ve belirtilerle kimliği kanıtlanmış bir kişidir.”43Aynı şekilde elçi Pavlus da Roma’daki ilk kiliseyeyazdığı mektupta bütün kanaatiyle İsa için şöyle demiştir: “…kutsallık ruhu açısından ise ölümden dirilmekle Tanrı’nın Oğlu olduğu kudretle ilan edildi.”44İsa’nın mucizelerine dair anlatılar, dönemin Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde yer alan birinci yüzyıl Filistin’inde öylesineyaygındı ki, Yahudi önderleri Roma makamlarının olumsuz tepki göstermelerinden endişe ettiklerini ifade etmişti: “Böyle devam etmesine izin verirsek, herkes O’na iman edecek. Romalılar da gelip kutsal yerimizi ve ulusumuzu ortadan kaldıracaklar.”45Yuhanna Kitabı’nın bir diğer ayetindeyse şöyle yazar: “Fısıh Bayramı’nda İsa’nın Yeruşalim’de bulunduğu sırada gerçekleştirdiği belirtileri gören birçokları O’nun adına iman ettiler.”46Ne var ki bir sonraki ayette de şöyle der Yuhanna: “Ama İsa bütün insanların yüreklerini bildiği için onlara güvenmiyordu.” Yani mucizelerin delilci bir yaklaşım için dayanak oluşturup oluşturamayacakları konusunda Yeni Antlaşma anlatılarında bile bir belirsizlik söz konusudur. İsa’nın mucizelerinin, ilahi güçlere sahip bir kimse olarak görülmesine ve hayranlık uyandırmasına neden olduğu düşüncesi yansıtılmaktadır, ancak bununla beraber İsa mucizelere tanıklık ettikleri halde inanmayan veya sergilediği mucizevi güçlerin kendilerine kişisel kazanç sağlayabileceğine inanan kimseleri eleştirmekten de gerikalmaz. Mucizelere tanık olmanın kişiyi kaçınılmaz olarak inanmaya sevk ettiğini söylemek de mümkün değildir: “Gözleri önünde bunca doğaüstü belirti gerçekleştirdiği halde O’na iman etmediler.”47İsa, sanki izleyicilerini eğlendirmekle yükümlüymüşçesine talep üzerine mucize gerçekleştirmeyi de reddediyordu.48Hatta İsa bir defasında kendisini dinleyenlerin, Tanrı’nın geçmişte gönderdiği peygamberlere (Musa gibi) kulak vermedikleri takdirde “ölüler arasından biri dirilse bile ikna”olmayacaklarını söylemişti.49

Öyleyse Kutsal Kitap’ta mucizelerin İsa’nın tanrılığını kesin olarak ispat ettikleri yönündeki düşünceye dayanak oluşturacak herhangi bir anlatı yer almaz. Üstelik bu saptama mucizelere birinci elden tanıklık eden kimseler için bile geçerlidir. Mucizeler en iyi ihtimalle İsa’nın kendisine dair iddialarının ve ilk kilisenin yaydığı mesajın doğruluğunadair önemli bir dayanak olarak gösterilebilir. En kötü ihtimalle mucizelerin semeion(belirti) niteliği tümüyle gözden kaçırılabilir ve adeta bir eğlence unsuru olarak, ilgi çekici bir olgu olarak ya da kişisel zenginlikveya güç elde etmek için kullanılabilecek bir şey olarak görülebilirler.

Elbette Petrus kendisini dinleyen halka vaaz verdiğinde ve “Tanrı’nın… aranızda yaptığı mucizeler, harikalar ve belirtiler” ifadesini kullandığında, bu ifadenin en başında, “Bildiğiniz gibi” diyebilmiştir. Kendisini dinleyenler İsa’nın gerçekleştirdiği mucizeler konusunda zaten haberdardı. Dinleyicilerin her biri bizzat bir mucizeye tanıklık etmişolmasa da, muhtemelen böylesi bir olaya tanıklık etmiş olan arkadaşlarıveya komşuları vardı. Ancak bugün Petrus’un vaaz verdiği dönemin üzerinden yaklaşık 2000 yıl geçti ve bizler artık farklı kültürlerde yaşıyoruz ve söz konusu olaylar konusundaki bilgilerimiz görgü tanığı ifadelerinin geçen bunca yıl içerisinde aktarımına dayanıyor. Aynı mucizelerin böylesine farklı koşullar altında delilci bir anlayış için dayanak oluşturmaları mümkün müdür?

Öncelikle bir kavram karışıklığını gidermek gerekmektedir. Mucizeolgusuna getirdiğimiz tanımlamada bu olayların “bir tanrının önemli tarihsel-dinsel bir bağlamda gerçekleştirdiği sıra dışı veya olağanüstü” olaylar olduklarını söyledik. Bu tanımlamaya karşı dile getirilmesi muhtemel olan bir itiraz söz konusudur. Bir kimse herhangi bir tanrınınvarlığına inanmıyorsa, bu kimsenin verdiğimiz bu tanımlama doğrultusunda mucize olgusunun gerçekliğine inanması nasıl beklenebilir? Haklı bir saptama. Kuşkucu kimse, mucize gerçekleştirme potansiyeline sahip bir Tanrı’nın varlığına inanan kişinin, bu inancı benimseyerek mucizevi bir olayın gerçekleşmiş olabileceğine de büyük ölçüde inanmış olacağını savunur. Bu da haklı bir saptamadır. Mucizelerin gerçekliği konusundaki inancın Tanrı inancına dayanak gösterilmesi mümkün değildir, çünkü mucizelerin gerçekleşebilirliğine inanıyor olmak zaten Tanrı’nın varlığına da inanıyor olmayı gerektirir. Yani yine “paket teklif” anlayışına dönüyoruz.

Bu belirgin döngüsellikten sıyrılarak ikna edici bir izahat sunmak mümkün müdür? Kanımca mümkündür.50Örneğin, ateist bir kimse, birönceki bölümde değerlendirildiği üzere, evrenin fiziksel yasalarında gözlemlenen ince ayarlar karşısında öylesine hayranlık duyabilir ki, böylesine etkileyici bir düzenin varlığına dair en iyi izahatın Tanrı’nın akılcı eylemleri olabileceği yönünde bir önvarsayımı kabul etmeye başlayabilir. Tanrı’nın olası varlığına dair, tarihsel olmayan değerlendirmeler sonucunda kanaate varan kimse, böylesi bir varlığın insanlık için neamaçladığını anlatmak üzere bir vahiy eylemi gerçekleştirebileceği ve bu eylemin mucizelerle doğrulanabileceği sonucuna varabilir. Müteakiben bu olasılıkla örtüşür görünen bir vahiy eylemi incelendiğinde ve güvenilir tanıklıklara dayandırılan mucizelerle doğrulanıyor olma beklentisini de karşıladığı tespit edildiği takdirde bu tespit söz konusu vahyin gerçekliğini doğrular. Yani bu süreç, Tanrı’nın var olma olasılığınınmucizelerin sağladığı veya sağlamadığı ispata değil, başka temellere dayandırıldığı ve mucizelere dair iddialar için sunulan deliller değerlendirilirken Tanrı’nın varlığı olasılığının da reddedilmediği bir düşünsel deney barındırır.

Böylesi bir düşünce süreci, araştırma alanında faal olan bilim adamlarının aşina oldukları bir düşünce sürecidir. İlişkili bir veriler bütününün, araştırma çevrelerinde hâlihazırda tercih edilen başlıca kuramdan çok farklı başka bir kuram çerçevesinde yorumlanabilmesi olasıdır. Birsonraki adımda eski kurama rakip olarak beliren bu yeni kuramın barındırdığı farklı önvarsayımlar, söz konusu “veriler bütününün” yeni kuram çerçevesinde daha tatmin edici biçimde izah edilip edilemeyeceğini tespit etmek üzere karmaşık düşünsel deneylere tabi tutulur. Bu düşünsel egzersizler araştırmacının yeni kurama daha sıcak bakmasına neden olurken, aynı zamanda söz konusu rakip iki kuramdan hangisinin en uygunu olduğuna karar verilebilmesi için gerekli olan daha fazla veriyi ortaya çıkarabilecek deneyler konusunda fikir verici olacaktır. Deneyler sonucunda varılan sonuçlar ikna edici olduğu takdirde bilim adamı eskisinden farklı bir kuramı doğru kabul etmeye başlayacaktır. Burada yaşanan şey, yeni bir kuramın doğruluğuna aniden “şahadet edilmesi” değil, eski bir kuramdan yeni bir kurama doğru, “Ya öyleyse?” sorusuna dayanan düşünsel deneyler aracılığıyla gerçekleşen kademeli bir geçiştir.

Bu düşünsel sürecin işleyişine dair bir örneğe jeologların 60’lı yıllarda levha tektoniği kuramını kabul etmelerinde rastlanır. 60’lı yıllara gelindiğinde kıta hareketlerine dair deliller oldukça ikna ediciydi, ancakbu hareketleri tetikleyen güçlere dair makul bir dinamik kuram henüz sunulamamıştı. Levha tektoniği kuramı çerçevesinde hâlihazırda bilinenveriler daha geniş kapsamlı bir önerme içerisinde daha inandırıcı biçimde izah ediliyordu, çünkü bu kuram sayesinde (prensip olarak) kıta hareketlerinin karşılıklı olarak nasıl gerçekleştiği anlaşılıyordu. Edinilmiş verilerin bu şekilde, ikna edici bir kuram kapsamında izah edilerekkabul edilmeleri bilim tarihinin alışıldık bir öğesidir.

Nitekim mucizelere inanmak tek başına Tanrı inancına dair delilci bir argüman sağlamasa da (çünkü birbiriyle bağlantılı inanışlardır bunlar), önyargılarından arınmış kuşkucu bir araştırmacı konuyu değerlendirirken, Tanrı’nın belirli tarihsel koşullar çerçevesinde ve belirli bir amaca hizmet etmek üzere bir mucize gerçekleştirmiş olabileceğini kabul edebilir, böylece giriştiği araştırma sonucunda, temel aldığı önvarsayımın doğru olup olmadığını tespit edebilir.

Bu bağlamda Yeni Antlaşma mucizelerine delilci anlayış çerçevesinde yüklenen anlam, belirli bir mucize için sunulabilen tarihsel delillerin ikna edici olup olmamasından ziyade, ilk dört kitapta aktarılan mucize öykülerinin İsa’nın ölümü, dirilişi ve genel amacına (misyonuna) dair iddialarla örtüşmesi bakımından önem arz ediyor olabilir. Nasılki levha tektoniği kuramının sağladığı kavramsal çerçeveden çıkarımdabulunarak kıtaların hareket ettikleri düşüncesini doğrulayan verilere ulaşmak mümkün değilse, Yeni Antlaşma yazarlarının dünya görüşleri ve varsayımlarından çıkarımda bulunarak da mucizevi olayları doğrulamak mümkün değildir.

Yeni Antlaşma mucizelerine getirilen delilci yorumlamanın günümüzde, söz konusu olaylara tanıklık eden kimselerin halen hayatta oldukları dönemde olduğu kadar etkili olamayacağını itiraf etmek gerekir.Luka, kitabının girişinde şöyle demiştir:


Sayın Teofilos, birçok kişi aramızda olup bitenlerin tarihçesini yazmaya girişti. Nitekim başlangıçtan beri bu olayların görgü tanığı ve Tanrı sözününhizmetkârı olanlar bunları bize ilettiler. Ben de bütün bu olayları ta başından özenle araştırmış biri olarak bunları sana sırasıyla yazmayı uygun gördüm. Öyle ki, sana verilen bilgilerin doğruluğunu bilesin.51


Yuhanna da kendi kitabının sonunda şöyle demiştir:


Bütün bunlara tanıklık eden ve bunları yazan öğrenci budur. Onun tanıklığının doğru olduğunu biliyoruz.52


Tabii ki bizler İsa’nın gerçekleştirdiği mucizelere birinci elden tanıklıketme, aktarılan çeşitli öyküleri değerlendirme ve halen hayatta olan başka görgü tanıklarını sorgulama şansına sahip olan Luka ve Yuhanna’yla aynı durumda değiliz. Bu nedenledir ki bazı kimseler tarihsel mucizelerin delilci bir anlayışa “hiçbir dayanak” sağlamadığını savunmuştur; yani bu anlayışa göre mucizeler Hıristiyan inancı çerçevesindeöne sürülen iddiaları desteklemek üzere kullanılamaz. Benim görüşüm bunun fazlaca kötümser bir yaklaşım olduğudur. Orta yol sayılabilecekbir diğer anlayışa göre, Yeni Antlaşma mucizeleri tabii ki bizler için (İncil’in) ilk dört kitap yazarı için oldukları ölçüde, Tanrı inancını doğrulayan deliller olamaz. Ama yine de geniş kapsamlı bir savunmanın öğesi olarak önemlidirler. Yani “hiçbir dayanak” sağlamadıklarını söylemek doğru olmaz.

Bilim alanında kuramlar konusunda akıl yürütülürken sıklıkla kullanılan bir söylem vardır: “Bu veriler A kuramıyla örtüşür…” Bu söylem,genellikle bilimsel makalelerin tartışma kısmında başvurulan ve kişiselyorumlar katmaktan olabildiğince kaçınarak söz konusu verilerin belirlibir modelle nasıl örtüştüğünü göstermek üzere kullanılan bir söylemdir.İlk dört kitabı kaleme alan yazarların bizlere miras bıraktıkları (aktardıkları) birinci elden tarihsel tanıklıklar da böylesi söylemleri akla getirir. Söz konusu tarihsel tanıklıklar su götürmez deliller sağlamasa da, İsa’nın gerçekten de ilahi kökenlerinin olduğu yönündeki kuramla bir arada değerlendirildiğinde oldukça ikna edici bir veriler bütünü sağlar. Delillerin bir bütün olarak sağladığı doğrulayıcılığı değerlendirirken kendimizi (bir ölçüde), ilk dört kitap aracılığıyla aktarılan görgü tanıklıklarını sunan kimselerin yerine koyabiliriz. Bir kimseyle birkaç yıl boyunca bir arada yaşasak, ardından da zalimce öldürülmesine (tıbben “ölü” olarak tanımlanabilecek biçimde), keten bezlerle sıkıca sarılan bedeninin girişi taşla örtülecek ve ceset hırsızlığını engellemek üzere görevlendirilen askerlerce korunacak bir mezara konmasına tanık olsak,iki gün sonraysa mezarın boş olduğunu keşfetsek ve dirilen bu kişi (İsa)bizzat bize görünse, nasıl bir sonuca varırdık?

Kuşkucu araştırmacı için mucizelerin ne ölçüde delil sayılabileceği,konu edilen mucizenin niteliğine bağlıdır. Daha önce de vurgulandığı üzere, Kutsal Kitap’ta bahsi geçen mucizeler, bir uçta bizzat metinlerdesunulan fiziksel izahatlarla desteklenen türdeki mucizelerden, diğer uçtabilimsel olarak henüz izah edilemeyen türdeki mucizelere dek geniş biryelpazede değerlendirilebilir. Bir dizi olayın tam da gerekli oldukları zamanda gerçekleşerek önemli bir amaca hizmet edişlerini (İsrailliler’inMısır’dan çıkışları sırasında olduğu gibi) aktaran mucize anlatılarının kesinlikle delil sağlayamayacağını söylemek doğru olmaz. Kuşkucu kimse, büyük insan topluluklarının tarihine bakıldığında beklenmedik olay dizilerine sıklıkla rastlamanın mümkün olduğunu ve doğal olarak sıradan olaylara kıyasla böylesi olayların söz konusu ulusun tarihsel kayıtlarına girme olasılığının daha yüksek olduğunu ifade edecektir. Kuşkucunun bu ifadesine karşılık, Kutsal Kitap’ta bahsi geçen olay dizilerinin belirli tarihsel bağlamlarda, genellikle dualara cevaben ve İsrail halkının, kurtarılacakları yönünde Tanrı tarafından haberdar edildikleridurumlarda (örneğin, Mısır’dan çıkış) gerçekleştikleri vurgulanabilir. Anlatı çerçevesinde söz konusu olaylar dizisi adeta bir “kehanetin gerçekleşmesi” şeklinde yansıtılmaktadır.

Ancak kuşkucuyu İsa’nın gerçekten ilahi bir kökeni olduğu gibi hususlara inanmaya iten deliller bütünü çerçevesinde bu yönde en etkili mucizeler muhtemelen yelpazenin öteki ucunda yer alan (bilimsel olarak izah edilemez görünen) mucizelerdir. Eğer Tanrı “yaradan” ise ve her şey onun iradesi sayesinde var olmayı sürdürüyorsa, insan bedeninebürünme olayı gerçekse ve İsa gerçekten de Tanrı’nın insan formunda dünyaya gelişiyse, İsa’nın Tanrı’nın yaptığı gibi yaratılmış düzeni kontrol edebiliyor ve bu düzene, ölüm sürecini ters yönde işletebilecek ölçüde yön verebiliyor olmasına şaşmamak gerekir. Bu saptama, mucizelerin konu edildiği tartışmalarda İsa’nın ölümden dirilişine dair iddiaların neden önemli rol oynadığına açıklık getiriyor olsa gerek.

Hume’un Doğal Dinler Üstüne Söyleşileradlı eserinde kurguladığı Philo adlı karakter, Tanrı’nın varlığına dair delilleri inceler ve şu sonuca varır:


Aklı başında kimselerin bu konuda besleyecekleri beklenti ve arzu, cennetin, insanoğluna daha belirgin bir vahiy sunarak ve inancımızın kutsalının yaptıkları, vasıfları ve doğasına dair keşifler sunarak bu derin bilgisizliğimizi ortadan kaldırmaktan veya hiç olmazsa azaltmaktan hoşnut olacağı yönünde olacaktır.53


Hume’un, ölümünden sonra yayımlanan bu kitabında yer alan bu sözlerde bir çeşit özlem sezinlendiğini söyleyebilir miyiz? Eğer söyleyebiliyorsak, mucizelerin delil olarak sunulabileceği inanışına karşı çıktığı argümanlarında “aklı başında kimselerin bu konuda besleyecekleri beklenti ve arzunun” hâlihazırda tatmin edilmiş olabileceğini büsbütün reddetmiş olması oldukça ironiktir.


Günümüzde mucizelerin görüldüğünden bahsetmek mümkün müdür?


Şimdiye dek mucizelerin günümüzde gerçekleşip gerçekleşmedikleri konusuna değinmekten özenle kaçındık ve Hume’un varsayımlarından yola çıkarak mucizelerin doğası ve tarihsel gerçeklikleri üzerinde durduk. Şahsen mucizelerin günümüzde mümkün olup olmadıkları konusunda bilinemezci (agnostik) bir duruş benimsiyorum, ancak yukarıda sunulan tanımlama çerçevesinde mucizelerin günümüzde de gerçekleşme olasılığının olduğunun esas itibariyle reddedilebileceğini sanmıyorum. Bilim adamları olarak araştırma konusu edindiğimiz maddenin özelliklerinin devamlılığını sağlayan bir Tanrı var ise, böylesi bir Tanrı’nın belirli bir bağlamda ve belirli dinsel bir amaç doğrultusunda, sıradışı sayılabilecek birtakım olay veya olaylar gerçekleştirmeyi tercih edebileceği neden reddedilir anlamış değilim. Bu tür bir olayın sıra dışılığı, Kutsal Kitap’ta geçen mucizeler için sunduğumuz değerlendirmelerdoğrultusunda, Tanrı’nın belirli bir kimse veya topluluk için sahip olduğu tasarılarını veya amaçlarını göstermek üzere gerçekleştirdiği bir dizi olağanüstü olaydan biri olması yahut da fiziksel dünyanın normal kabul edilen işleyişiyle örtüşmemesi bağlamında anlaşılabilir. Bu tür olaylar yukarıda bahsi geçen türde hukuki akıl yürütme süreçleri aracılığıyla da incelenebilir. Gerçekleştiği iddia edilen mucizenin güncel birolay olması akıl yürütme sürecini kolaylaştıracaktır. Gerçekleştiği iddiaedilen söz konusu olaya tanıklık ettiğini söyleyen kimseler çapraz sorguya alınabilir, karakter tahlilleri yapılabilir, güvenilirlikleri ölçülebilirve gerekli görüldüğü takdirde olay “öncesi” ve “sonrasına” dair raporlaristenebilir. Örneğin, yukarıda ana hatlarıyla aktarılan Bayan B’nin romatoid artrid rahatsızlığının (teorik olarak) iyileştirilmesi öyküsünde, söz konusu mucizevi iyileşmenin doğasına dair mantıklı bir karara varmak için gerekli olan her türlü lehte ve aleyhte delilin mevcut olduğunusöylemek mümkündür.

Mucize kavramı için bu bölümde kullanılan ve esas itibariyle KutsalKitap’ta geçen mucize anlatılarına dayanan tanımlama doğrultusunda, sırf bilimsel olarak izah edilmesi olası olduğu için bir olayın mucize olarak tanımlanamayacağını önermenin doğru olmadığı söylenebilir. Örneğin, bir “süper bilim adamının” Bayan B’nin bedenini, romatoid artrid rahatsızlığı iyileştirildiği anda bütünüyle analiz edebildiğini varsayalım. Bilim adamının olup biteni bilimsel işleyişler çerçevesinde tanımlaması bile mümkün olabilir. Tabii ki söz konusu işleyiş, artrid rahatsızlığının kimi zaman gözlemlenebilen doğal gerilemesinin yüzlercekat hızlandırılmış hali olacaktır. Böylesi varsayımsal bir düşünce deneyinin Bayan B’nin, mucizevi biçimde iyileştirildiği yönündeki inancınaters düşmesi için herhangi bir sebep göremiyorum. Mucizeler için Hume’un getirdiği türde bir tanımlamadan ziyade Kutsal Kitap’a dayanan bir tanımlama kabul ettiğimiz takdirde gerçekleştiği iddia edilen mucizevi olayların bilimsel olarak izahatlarının mümkün mü yoksa yalnızcaolası mı olduğu yönünde tartışmalara takılıp kalma ihtimalimiz olmaz.

Tabii ki böylesi bir anlayış mucizevi ile mucizevi olmayan arasındaki ayrımı biraz belirsiz kılar. Bu durum yalnızca inançları gereği güncel mucizelerin gerçekliğini kanıtlama ihtiyacı duyanlar için sorun yaratacaktır. Benim için mucizelerin günümüzde yaşanıp yaşanmadığı pek önemli değildir ve bu meselenin benim inancıma bir etkisi yoktur. Çünkü evrendeki her bir atomun varlığını sürdürmesini sağlayan bir Tanrı’ya inanan teist için, Tanrı’nın kimi zaman sıra dışı olaylar gerçekleştirmeyi tercih etmesi ihtimal dışı değildir; ancak bu tür bir Tanrı inancını benimseyen kimse böylesi olayların gerçekleşmesini talep etmez ve beklemez. Önyargılardan arındırılmış bir araştırmacılık ruhunu muhafaza edebilmek için böylesi olayların imkânsız olduğu sonucuna varmak konusunda temkinli olmak gerekir.

Günümüzde herhangi bir mucizenin fiilen gerçekleşip gerçekleşmediği konusuna gelince, bu konunun hak ettiği gibi değerlendirilebilmesiiçin en az bu kitap kadar uzun başka bir kitap yazmanın gerekeceğini ifade etmek gerekir. Ancak, “mucize gerçekleştiren vaizler” diye anılanbirtakım vaizlerin, özellikle de Amerikan televizyon müjdecilerinin (tele-evangelist) tavırları ve eylemleri, gerçekleştirdikleri iddia edilen sözde iyileştirme mucizelerinin inanılırlığına ciddi biçimde gölge düşürmektedir.

İsa’nın mucizelerinin çarpıcı bir özelliği, abartı ve aşırı heyecan barındırmamasıdır. İsa’nın konuşması veya basit bir buyruk vermesi mucizenin gerçekleşmesi için yeterli olmaktadır. Gerçekleştirdiği mucizenin sonuçları gözle görünür olduğu için, gözlemcilerin yaşanan olayın bir mucize olup olmadığı konusunda tartışmaları gerekmiştir. Olayın nasıl yorumlanması gerektiği konusunda fikir ayrılıkları olabilse de, olayın gerçekliği tartışmasız kabul edilmiştir. Günümüzde gerçekleştirildiği iddia edilen mucizevi iyileştirme eylemlerindeyse İsa’nın mucizelerinin aksine abartı ve heyecan dozu yüksektir. Ancak günümüzde gerçekleştiği iddia edilen mucizelerin çoğunun uydurmaca olmasından yola çıkarak, koşullar ne olursa olsun hiçbir mucizenin gerçekleşemeyeceği sonucuna varmak doğru olmayacaktır. Çok sayıda karşıt örnek var olsa bile, önyargılı varsayımlar benimsenmemelidir.


Sonuç


Bu bölümde, mucize kavramına getirilen ve Naturedergisi başyazısındada öne çıkan “doğa yasalarının ihlali” biçimindeki geleneksel Humecu tanımlamada, yüzyıllardır geniş kitlelerce kabul edilen ve kökeni KutsalKitap’ta aktarılan mucize anlatılarına dayanan alternatif anlayışın gereken ölçüde hesaba katılmadığını savunduk. Kutsal Kitap anlatılarına dayanan bu anlayış çerçevesinde mucizeler, “doğa yasalarının ihlalinden” ziyade (gerçi kimi zaman ihlal söz konusu olabilir) Tanrı’nın önemli bir tarihsel-dinsel bağlamda belirli bir amaç için gerçekleştirdiğikararlı eylemler olarak yorumlanır. Bu görüşe göre Tanrı, yaratılmış düzenin devamlılığını sağlayan yaradandır, mucizeler ise Tanrı’nın sıradışı eylemleridir. Hume’un mucizeleri konu aldığı “Mucizeler Üzerine”başlıklı meşhur makalesinde öne sürdüğü argümanların zayıf taraflarınaişaret ettik ve fizik ötesi ön kabulleri dolayısıyla, bilimsel geleneğin vazgeçilmez bir öğesi olan deliller konusunda önyargısız olma ilkesineters düşerek mucizevi olaylara dair delillere karşı önyargılı bir tutum benimsediği sonucuna vardık. Nasıl ki bilimsel veriler belirli bilimsel kuramlar çerçevesinde değerlendiriliyorsa, mucizelere dair iddialar da belirli bir dünya görüşü çerçevesinde dile getirilir. Öyleyse mucizelere dair iddiaların, öğesi oldukları dünya görüşü çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir. Bu anlayış mucizelerin inanca dair delil olarak sunulmaları konusunda kısıtlayıcı olabilir, ancak nasıl ki bilim adamları belirli bir kuramı ve bu kuramla ilişkilendirilmiş verileri bir bütün olarak veya “paket teklif” olarak kabul edebiliyorsa, mucizeler de Tanrı inancını savunmaya yönelik kapsamlı bir argümanın öğesi olarak kullanılabilir. Son olarak da hukuki akıl yürütmenin, mucizevi olaylara dair tarihsel veya güncel iddiaların güvenilirliğinin değerlendirilmesinde başvurulabilecek faydalı bir yöntem olduğunu vurguladık.