Bölüm 12 - Sonsuz Uzayın Kralı mı? - Tanrı ve Yeni Evrenbilim


Bir fındık kabuğuna hapsolmuş olsam da, kendimi sonsuz evrenin kralı sayabilirim.

Hamlet


Metafizik çalışmalarının durmaksızın sürdürülmesinin ardında yatan, var olan dünyanın bütünüyle yok olmasının da gayet mümkün olduğu düşüncesidir.

W. James


Bugün çoğu fizikçi tarafından benimsenen görüşü, yani Güneş’in ve güneş sistemindeki gezegenlerin bir gün yaşam barındıramayacak ölçüde soğuyacaklarıyönündeki görüşü düşünelim… insanın yakın gelecekte bugünküne kıyasla çokdaha gelişmiş bir yaratık olacağı yönündeki inancım dolayısıyla, insan ve başkabilinçli varlıkların uzun ve yavaş ilerleyen bir gelişim sürecinin ardından büsbütün yok olmaya mahkûm olduklarını düşünmeye tahammül edemiyorum.

Charles Darwin, Otobiyografi


Kendi kendine şöyle diyordu Miss Marple: “Her türlü tesadüf dikkate alınmaya değerdir. İleride gerçekten de tesadüf olduğu doğrulandığı takdirde göz ardı edilebilir ne de olsa.”

Agatha Christie


Bilim adamları olgulara dair izahatlar arar. Başlıca görevlerinden birinin, zor sorulara odaklanarak bu sorulara cevap olabilecek başarılı izahatlar sunmak olduğu varsayılır. Dolayısıyla evrenin nihai amacı ve anlamına dair sorulara cevap aramayan bilim adamları, bilim kurumunun karakteristik özelliği olan izahat peşinde olma eğilimine ters düşen bir ilgisizlik sergilemektedirler.

Bu bölümde değerlendirilecek olan soru, evrende gözlemlenen özelliklerden yola çıkarak Tanrı’nın varlığına ve vasıflarına dair birtakım sonuçlara varmanın mümkün olup olmadığı yönündeki, genellikle “doğa teolojisi” başlığı altında ele alınan sorudur. 19’uncu yüzyılın sonlarına dek bilim adamlarının çoğu için bu sorunun cevabı gayet açıktı. Dönemin bilim adamları, dört ila yedinci bölümlerde incelendiği üzere, bilimsel yasaların varlığı, biyolojik çeşitliliğin zenginliği ve güneş sisteminin öngörülebilir özellikler yansıtmasını ilahi bir yasa getiricinin varlığına dair ikna edici deliller olarak kabul ediyordu.

20’nci yüzyıldaysa doğa teolojisi önce geçerliliğini önemli ölçüde yitirdi, ardından yeniden geçerlilik kazanmaya başladı. Bir yandan Darvinci kuram “tasarıma dayanan” geleneksel biyolojik argümanın inanılırlığını şüpheli kılarken (gerçi 9 ila 11’inci bölümlerde bu durumun kuramın teizmle uyumsuz olduğu anlamına gelmediğini de vurguladık),evrende birtakım ince ayarlamaların var olduğuna işaret eden fizik ve evrenbilim alanındaki keşiflerse doğa teolojisini yeniden tartışma konusu yapıyordu. Eski doğa teolojisi yorumlaması rafa kaldırılıyor, yeni birdoğa teolojisi yorumlaması kabul edilmeye başlanıyordu.

Yeni doğa teolojisi yorumlamasının eskisine nazaran daha kalıcı olup olamayacağına değinmeden evvel, bu konu açıldığında kimi zaman ileri sürülen bir itiraza cevap sunmak uygun olacaktır. Bu itiraz kimi zaman “Okham’ın usturası” ilkesine, yani izahatların olabildiğince basit olmaları gerektiği ve tek bir izahatın yeterli olduğu durumlardaçok sayıda izahat sunmaya çalışmanın yanlış olduğu ilkesine dayandırılır. Örneğin, evrenin özelliklerinin prensip itibariyle, makrofizik dünyada geçerli olan güçleri kapsayan bir “Büyük Birleşik Kuram” aracılığıyla izah edilebilmeleri halinde, bu özellikler için başka bir izahat aramanın gereksiz olacağı savunulur. Böylesine bir varsayımı savunmak üzere Ockham’a başvuruluyor olunması ilginçtir aslında, çünkü Ockhamlı William 14’üncü yüzyılda yaşayan ve Tanrı’nın eylemleri ile yaratılmışevrenin özellikleri arasındaki ilişkiye dair oldukça oturaklı ve iyi düşünülmüş bir görüşü benimseyen bir teologdu. Ancak, her tür ustura gibi “Okham’ın usturasının” da dikkatle kullanılması gerekir. Birincisi, enbasit izahatın her zaman için en doğru izahat olduğu doğru değildir. Benim dalım olan bağışıklıkbilim alanında değerlendirilen birçok olgununizahatı oldukça karmaşıktır. Bu olgulara dair sunulan eski ve görece çokdaha basit olan izahatlarınsa hatalı oldukları ispat edilmiştir. İkincisi, şeylere dair birden fazla izahatın sunulması da mümkün ve kabul edilebilirdir; farklı düzeylerde geçerli olmaları kaydıyla. Okham’ın usturasıilkesi ancak, bir olguya dair basit ve geçerli bir izahat var iken bu olguya dair daha karmaşık ve aynı düzeyde işleyen bir izahat sunulduğunda önem kazanır. Günün birinde mutfak pencerenizden dışarı bakıp sebze bahçenizden koşturarak geçen kamuflajlı ve silahlı adamlar görecek olsanız, ülkenizin savaşa girdiği, işgal kuvvetlerinin ülkenize çıkarma yaptığı ve bu askerlerin sizin kasabanıza kadar ulaştığı sonucuna varmanız mümkündür. Ne var ki komşularınızın oğullarının kasabanın tiyatrosunda sergilenecek savaş temalı bir oyun için prova yaptıkları yönündeki daha basit izahat çok daha mantıklı olacaktır. Prensip olarakbu izahatların her ikisi de doğru olabilir ve her ikisi de, “Sebze bahçemden koşturarak geçen silahlı kimseler hangi tasarı ve amaçlara hizmet ediyor?” biçimindeki ereksel neden sorgulamasına cevap sunar. Ancak bu örnekte Okham’ın usturası uluslararası bir izahattan ziyade yerel birizahata işaret eder.

Birden fazla izahat arama eğilimi öylesine yaygındır ki, bu eğilimi çoğu zaman fark etmeyiz bile. Örneğin, arabanızın (garajınızda değil de) evinizin önünde park halinde olmasına dair sunulabilecek “izahatları” düşünelim. Arabanız oradadır, çünkü sabah garajınızdan çıkararak oraya park etmişsinizdir. Öğleden sonra havaalanına gideceğiniz için oraya park etmişsinizdir. Arabanız oradadır, çünkü 10.000 km. bakımı gerçekleştiren araç bakım uzmanları görevlerini zamanında gerçekleştirerek arabanızı çalışır vaziyette tutmuştur. Evinizin önünde park edilmişbir arabanız vardır, çünkü çalışmak üzere denizaşırı bir ülkeye giden birarkadaşınız arabasını satmıştır. Evinizin önünde park edilmiş bir arabanız vardır, çünkü siz böylesine şık görünümlü bir araba alabilecekölçüde para kazanan başarılı bir muhasebecisinizdir. Evinizin önünde park edilmiş bir arabanız vardır, çünkü yaşadığınız kültürde araba sahibi olmak herkesçe kabul edilmiş kültürel bir normdur. Her biri farklı biraçıdan farklı bir noktaya işaret eden daha nice izahat sunulabilir. Bu durumda sunulan bütün bu izahatlar birbirini tamamlayıcı nitelikte olabilir. Bu farklı izahatların birbirlerine rakip olduklarını söylemek mümkün değildir. Ancak biri çıkıp da arabanızı evinizin önüne park etmiş olmanızın ardında yatan asıl sebebin hava alanına gidecek olmanız değil de sekreterinizle İskoçya’da bir otele gitmeyi planlamış olmanız olduğunu iddia edecek olsa, bu iddia gerçekten de rakip bir izahat olur, çünkü önceki izahatla aynı düzeyde, yani insanın amaçları düzeyinde bir izahattır bu.

Evrenin neden var olduğuna ve neden bilinçli gözlemcileri barındırabilecek özelliklerle var olduğuna dair birden fazla izahat olması gayetolasıdır. Ancak aynı düzeyde cevaplar sunduğu iddia edilen birden fazla izahat olmadığı takdirde, izahatlar arasında rekabetten bahsetmek yersiz olur. Aynı düzeyde cevaplar sunan izahatların söz konusu olduğudurumlarda hangi izahatın tercih edileceğine karar verilirken ise tutarlılık, zarafet ve rakip izahata karşı sunulan deliller kıstas kabul edilecektir.


İnsancı ilke


20’nci yüzyılın ikinci yarısında, ince biçimde ayarlanmış bir evrende bilinçli gözlemcilerin var olmasına dair sunulan izahatlarda “insancı ilke”argümanı öne çıkmıştır. Aslında “insancı ilke”, barındırdıkları iddialar ve genel etkileri dolayısıyla birbirinden oldukça farklı sayılabilecek birdizi fikirden oluşur. İnsancı ilke kavramının tohumlarına daha önceki dönemlerin bilimsel yazınlarında rastlansa da, insancı ilkeler ilk defa 1970 yılında Brandon Carter’ın “Evrenbilimde büyük rakamların önemi” başlıklı, Cambridge Üniversitesi yayınlarınca basılması planlandığı halde basılmayan taslak metinde açıkça ifade edilmiştir. Bu düşüncelerdaha yakın tarihte John Barrow ile Frank Tipler tarafından, The Anthropic Cosmological Principle (Evrensel İnsancı İlke - 1988)1adlı kitaplarında uzun uzadıya yorumlanmış, başka kitap ve makalelerde de konuedilmiştir.2Brandon Carter ise “zayıf insancı ilke” (weak anthropic principle – WAP) kavramını ortaya atmış ve şu görüşü savunmuştur: “Fiziksel ve evrenbilimsel niceliklerin gözlemlenen değerleri eş derecede olası değildir, çünkü evrende bulunduğumuz yerin, gözlemciye uygun olması bağlamında zaruri bir ayrıcalıklılık gösterdiğini hesaba katmalıyız.” Barrow ile Tipler’in de ifade ettikleri üzere: “Evrenin, bizlerebizatihi çok düşük bir olasılığın ürünü gibi görünen özellikleri, ancak buevrenin bizler gibi karbon temelli gökbilimcilerin barınabileceği bir yerolabilmesi için belirli özelliklere sahip olması gerektiği gerçeğinin kabul edilmesi durumunda doğru bakış açısıyla değerlendirilebilecektir.”3Dolayısıyla WAP evrenin, gezegenimizde yaşamın ortaya çıkmasına imkân tanıyan ve karbon temelli bilinçli gözlemcilerce üzerinde kafa patlatılacak olan özelliklerine odaklanır. Başka bir gezegende yaşayan ve evrenin önemine dair kafa yoran başka bilinçli gözlemciler de olabilir, ayrıca bu varlıkların karbon temelli olmaları da şart değildir; ama bukonuda kesin bir bilgiye sahip değiliz.4Ancak kesin olan şu ki, bizler varız, ve dolayısıyla da WAP muhakkak insancıl niteliktedir.

Güçlü insancı ilkeye” göreyse “Evren eninde sonunda gözlemcilerin ortaya çıkmasına imkân tanıyacak biçimde tasarlanmıştır.” Bu yaklaşım çerçevesinde öne çıkan belki de en ilginç iddiaysa, Wheeler’in katılımcı insancı ilke” adını verdiği yorumlamasında savunduğu, “Evrenin var olabilmesi için gözlemcilerin var olması icap eder”5yönündeki iddiasıdır. Bu iddiada gözlemcinin kuantum kuramı çerçevesinde oynadığı role atıfta bulunularak, yalnızca gözlemciye sahip evrenlerin var olabileceği önerilmektedir. Nasıl ki gözlemcinin varlığı kuantum mekaniği dalga fonksiyonunun çökmesine neden oluyorsa, evrenin var olmasını sağlayan da gözlemcilerce gözlemleniyor olmasıdır. Ancak çoğu yorumcu, evrenin başlangıcından milyarlarca yıl sonra ortaya çıkan bir gözlemcinin evrenin ortaya çıkmasında rol oynamış olabileceğiyönündeki bu görüşü pek inandırıcı bulmamaktadır. Dolayısıyla güçlü insancı ilkeye burada daha fazla yer verilmeyecektir.

Peki ya WAP? Kozmolojik (evrenbilimsel) sabitlerin nasıl ince biçimde ayarlandığı konusu başkalarınca derinlemesine incelenmiştir zaten; bize düşen, evrenimizde bilinçli yaşamın ortaya çıkmasını mümkün kılan en çarpıcı özelliklere dair özet mahiyetinde bilgiler sunmaktır. Vereceğimiz somut örnekler WAP konusunda bilgilendirici olacaktır vebu kavrama dayanan izahatlara yöneltilen “Ne olmuş yani?” biçiminde başlayan itirazlara, özellikle de WAP çerçevesinde sunulan argümanın (kısır) döngüsel olduğu, çünkü evrenin bugünkü haliyle var olmasının zaruri olduğu, aksi takdirde biz gözlemcilerin var olmayacağımız yönündeki itiraza cevap vermemize imkân tanıyacaktır.

Büyük patlamaya” dayanan standart evrenbilim anlayışı çerçevesinde evrenin yaklaşık on beş milyar yıl önce tasavvur edilemeyecek ölçüde yüksek bir enerji yoğunluğuna sahip bir ateş topu biçiminde doğduğu savunulur. Bu ateş topu içerisindeki ısı derecesi, patlamanın saniyenin onda biri kadar sonrasında on milyar Kelvin düzeyine ulaşır (güneşin yüzeyinden neredeyse iki milyon kat daha sıcak). Büyük patlamanın ilk anlarında, o gün bugündür maddenin ve evrenin özelliklerini belirleyegelen fiziksel yasalar ortaya çıkıyordu. Evren, bu erken evresinde öylesine büyük bir enerji barındırıyordu ki, kaynayan kuarklar, gluonlar ve leptonlardan oluşan bir çorba mahiyetindeydi. Ancak patlamanın saniyenin on binde biri kadar sonrasında evren protonlar, nötronlar ve elektronlardan oluşan bize daha tanıdık olan yapısına kavuşmaya başlamıştır. Nükleer reaksiyonların yavaşlayıp tamamlanarak evrenin bugünkü temel nükleer yapısını (yani dörtte bir helyum, dörtte üçhidrojen) oluşturmalarıysa ancak ilk üç dakikanın ardından olmuştur. Ancak henüz çekirdeklerin çevresinde atomların oluşmasına imkân tanıyacak ölçüde soğuma gerçekleşmemiştir; bu ancak bir milyon yıl sonra mümkün olacaktı. Isı yaklaşık üç bin dereceye düştüğünde (Güneş’in yüzeyinden daha soğuk), evren madde ve radyasyonun belirgin hale gelmesine imkân tanıyacak ölçüde soğumuş olur. Evrenin ilk evresindeki yoğun ateş topunun kalıntısı olan artalan radyasyonunun bugünkü ısısıysa yalnızca üç Kelvin derecedir.

Evrensel Mikrodalga Ardalan Kâşifi (COBE – Cosmic Microwave Background Explorer) adlı uydu mikrodalga ardalanda, evrenin ilk evrelerinde yaşanan ve galaktik yapıların oluşumunu mümkün kılan yoğunluk dalgalanmalarına dair fikir veren dalgalanmaların yaşandığını tespit etmiştir. Bu çarpıcı keşif 1990 yılında Amerikan Gökbilim Cemiyeti’nde duyurulduğunda, 1500 kişilik dinleyici kitlesi keşfi alkışlarla karşılamıştır. Bu keşif büyük patlamaya dayanan evrenbilim anlayışını destekleyen önemli bir gözlem olmuştur.

Evrenin, ilk evrelerinde neredeyse tümüyle yekpare olduğu düşünülse de COBE uydusunun keşfettiği çok küçük dalgalanmaların en baştan itibaren evrenin yapısında var oldukları düşünülmektedir. Çekimkuvveti bu dalgalanmalara etki ettikçe madde bolluğunun bulunduğu bölgeler oluşmaya başlamıştı. Çekim kuvveti bu bölgelere etki etmeyi sürdürmüş ve zamanla, yaklaşık bir milyar yıl sonra yıldızlar ve galaksiler “ortaya çıkmıştı”. Evren yekpare biçimde genişlemiş olsaydı, çekim kuvveti maddenin tümüne aynı ölçüde etki ediyor olurdu ve evren biçimden yoksun ve sıkıcı bir hal alırdı. Çekim kuvvetleri yıldızların kritik yoğunluğa büzülmesine neden oldu, ardından nükleer reaksiyonlar yıldızları devasa akkor gaz toplarına dönüştürdü. Bu devasa gaztopları hem ışık yayıyor hem de daha ağır elementlerin sentezlenebilmesi için gereken enerjiyi sağlıyordu. Yıldızlar, hidrojen bombalarının patlamasında işleyen sürecin aynısı sayesinde enerji yayar. Güneşimizde meydana gelen hidrojen füzyonu on beş milyon derece ısı gerektirir.Bir dizi reaksiyon dört hidrojen çekirdeğinin (protonlar) kaynaşarak bir helyum çekirdeği oluşturmalarına neden olur. Bu helyum çekirdeği,kendisini teşkil eden dört protondan % 0.7 daha hafif olur ve bu süreç çerçevesinde bir yıldızın birkaç milyar yıl boyunca parlamasını sağlayacak kadar çok enerji yayılır. Dolayısıyla daha önce de belirtildiği üzere bizim güneşimiz, 4.6 milyar yıldır parlıyor olsa da bir 5 milyar yıldaha parlamayı sürdürmesine yetecek kadar hidrojen yakıtı barındırmaktadır. Yani güneşimizin ömrü bağlamında “ilk yarının sonlarına” yaklaştığımız söylenebilir.

Büyük Patlama’dan yaklaşık 10 milyar yıl sonra bazı yıldızlar ölmeye başlamıştır. Güneşimizden daha ağır olan yıldızların ölümü görülmeye değer bir manzara oluşturur. Merkezî kısımlarındaki hidrojenlerintümü tüketilir ve helyuma dönüşür, çekim kuvveti yıldızı daha da çok büzüştürür ve yıldızın ısısı daha da artar; böylece karbon (altı proton), oksijen (sekiz proton) ve demir (26 proton) gibi daha ağır atomların oluşumu için gerekli olan enerji açığa çıkar. Sonunda yıldızın çekirdeğidemire dönüşür ve çekim kuvvetinin baskısı öyle şiddetlenir ki, yıldızınmerkez çekirdeği bir atom çekirdeği yoğunluğuna gelir, neticede çekimkuvvetinin baskısı süpernova diye anılan devasa bir patlamanın yaşanmasına neden olur. Patlama yıldızın dış katmanlarının uzaya dağılmasına neden olur. Uzaya dağılan katmanlar, bugün gözlemlediğimiz yaşamformlarının vazgeçilmez temel yapıtaşlarından olan karbon, oksijen ve demir gibi elementleri de içerir. Yıldızın ölümüne yakın, patlama öncesinde ortaya çıkan büyük enerji, altın ve uranyum gibi daha da ağır elementlerin oluşumunu mümkün kılar ki, bu elemenler de diğerleri gibiyıldızlar arası uzaya dağılır. Süpernovalar öylesine parlaktır ki, birkaç hafta boyunca içerisinde bulundukları galaksileri gölgede bırakır. Süpernovadan dağılan elementler sonunda başka yıldızlara ulaşır ve bu yıldızlarda nükleer sentez süreci devam eder. Yani yıldızlar bir bakımaelementleri kendilerine çeken ve bu elementleri işleyerek periyodik cetvelin daha üst seviyelerine taşıyan, ardından da tekrar uzaya dağılmalarını sağlayan uzay fabrikaları gibidir. Dağılan elementler belki milyonlarca yıl sonra bir başka yıldıza ulaşır ve bu süreç böyle işlemeye devam eder.

Bizim galaksimiz, yani Samanyolu Galaksisi yaklaşık 100.000 ışık yılı genişliğindedir ve 100 milyar yıldız barındırır. Barındırdığı en yaşlıyıldızlar bundan on milyar yılı aşkın bir süre önce oluşmuştur. Güneşimizse sistemiyle birlikte yaklaşık 4.6 milyar yıl önce oluşmuştur. Güneş, yıldızlar arası bir bulutta doğmuştur. Bulut dönmeye başlamış ve insanın kollarını yanlara açarak tek topuğu üzerinde döndüğünde olduğu gibi giderek artan bir merkezkaç kuvveti toplamaya başlamıştır. Yıldızlar arası bulutun büzülmesi, bulut merkezinin hidrojen füzyonuna olanak tanıyacak ölçüde ısınmasına dek sürmüş, sonunda büzülen madde bulutu iç katmanlarında on beş milyon derecede yanmanın gerçekleştiği bir yıldıza dönüşmüştür. Yeni yıldızın çevresindeki gaz çemberide soğumuş ve gazların bir kısmı toz ve kayalara dönüşmüş, yıldızdan koparak gezegenleri oluşturmuştur. Güneşimiz oluşana dek, galaksimizde var olmuş başka büyük yıldızların doğum ve ölüm süreçleri, dünyada ortaya çıkacak yaşamın temel taşları olacak daha ağır elementlerin meydana gelmesini sağlamış olabilir. Bizim güneş sistemimiz, daha önce ölmüş çok sayıda yıldızın kalıntısı olan maddenin yoğunlaşmasıyla oluşmuştur. Güneşimiz, ikinci veya üçüncü nesil bir yıldız olduğu için ağır elementlerin yaklaşık % 2’sini barındırır. Gezegenimizde de mevcut olan bu elementler biyolojik yaşamın ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır. Bugün bedenlerimizde var olan DNA moleküllerini meydana getiren atomlar bir zamanlar galaksimizin dört bir yanına dağılmıştı. Biz insanlar kimyasal yapımız bağlamında sönmüş yıldızların küllerinden oluştuk.


Fiziksel sabitlerin ince ayarı


Modern evrenbilim, evrende bugün gözlemlenen özelliklerin var olabilmesi ve gözlemciler olarak bizlerin ortaya çıkabilmemiz için olmazsa olmaz bir dizi ince ayarlanmış sabitin varlığını ortaya çıkarmıştır. Carr ile Rees, yeni ufuklar açan bir makalelerinde şöyle demişlerdir: “Evrende bugün gözlemlediğimiz yaşamın evrim yoluyla gelişebilmiş olması,birtakım fiziksel sabitlerin yansıttıkları değerlerle doğrudan bağlantılıdır; nitekim evrim süreci ile bu sabitlerin sayısal değerleri arasında hassas bir denge söz konusudur.”6Bu bulguların insancı argümana herhangi bir katkılarının olup olmadığına aşağıda bakacağız. İşaret edilebilecek çok sayıdaki çarpıcı örnekten birkaçını inceleyeceğiz.

Maddenin özelliklerine yön veren dört temel fiziksel güç veya etkileşim vardır: Çekim, elektromanyetizma, zayıf ve kuvvetli nükleer güçler. Örneğin, yıldızlar içerisinde yakıt olarak yakılarak helyuma dönüştürülen hidrojenin, bu süreci mümkün kılacak özelliklere sahip olması da bu unsurların etkisinden kaynaklanır. Bu nükleer reaksiyon sürecininilk aşaması ağır hidrojenin (deuterium) üretilmesidir ve bu aşama iki protonun füzyonuyla gerçekleşir. Proton-proton füzyonuna zayıf nükleer güç yön verir ve bu reaksiyon süreci, ağır hidrojenin helyum çekirdeğine dönüşmesini sağlayan kuvvetli nükleer güce bağlı reaksiyon sürecinden 1018defa daha yavaştır. Zayıf ve kuvvetli nükleer güçler, hidrojenin helyuma dönüşümünün böylesi sıkı sıkıya düzenlenmiş bir süreççerçevesinde gerçekleşmesini sağlayacak biçimde ince bir ayara sahiptir. Bu ince ayar olmasaydı, ilk galaksiler beliremeden evrende var olanbütün maddeler helyuma dönüşerek yanardı, dolayısıyla bizler de asla var olamazdık. Öte yandan reaksiyonlarda belirleyici olan değerler birazolsun farklı olsaydı, korkunç bir hidrojen tüketimi ve devasa bir enerji salınımı yaşanırdı. Özetle bu durumda yıldızlar bugün gözlemlediğimizgibi hidrojen yakıtlarını düzenli biçimde tüketerek yanıyor olmazlar, sistemlerinde yaşamın ortaya çıkmasına imkân tanıyacak ölçüde uzun bir süre parlamazlardı. Kuvvetli ve zayıf güçlerde yaşanabilecek çok küçük değişimler, büyük patlama sonrasında hidrojenin oluşamaması anlamına da gelebilirdi ve bu durumda yıldızlar oluşamaz, evren karanlık ve kasvetli bir yer olurdu.

Kuvvetli nükleer gücün yaşamın ortaya çıkmasına imkân tanıyacak şekilde ince ayarlı oluşu konusunda diğer bir çarpıcı örnekse Fred Hoyle tarafından keşfedilmiştir. Bu örnek, erişilen bulguların insancı akıl yürütmelerden yola çıkılarak öngörülüp, daha sonra da deneysel olarak doğrulanabilmiş olmaları dolayısıyla, insancı ilkeye dayanarak ortaya atılan “tek gerçekçi kestirim”7şeklinde tanımlanmıştır. Söz konusu kestirim, Hoyle’nin karbonun yıldızlar içerisinde nasıl oluşmuş olabileceğini açıklamaya yönelik girişimleri çerçevesinde gelişiyordu. Daha önce de belirtildiği üzere, hidrojenin yıldızlarda helyuma dönüştürülmesinden sonra, iki proton ve iki nötrondan oluşan helyum çekirdeklerinin kaynaştırılmasıyla daha ağır elementler oluşturulur. Ancak kaynaşmış iki helyum atomundan meydana gelen berilyum elementi fazlasıyla kararsız yapılıdır. Astrofizikçiler, kaynaşmış üç helyum çekirdeğinden meydana gelen karbonun oluşabilmesi için öncelikle berilyum elementinin oluşmasının gerektiğini biliyordu. Ancak yaşamın temel yapıtaşı olan karbon elementi, berilyumdan farklı olarak gayet kararlıdır. Öyleyse berilyum böylesine kararsızken karbon elementi nasıl sentezlenmiş olabilir? Berilyumun, oluşur oluşmaz ayrışması kaçınılmazdır. Bu muamma, ancak berilyum ile helyum elementleri çok kolaybiçimde kaynaşabildikleri takdirde izah edilebilir. Hoyle bunun ancak karbon çekirdeğinde, kaynaşan berilyum ve helyum çekirdeklerindekiyle örtüşen bir “rezonansın” var olmasıyla izah edilebileceğini fark etmiştir.

50’li yıllarda karbon çekirdeği üzerinde ciddi bir araştırma yapılmamıştı henüz, dolayısıyla Hoyle California’da bulunan meslektaşlarından birini, karbon elementinin kendisinin öne sürdüğü kestirimdeki değerleri yansıtıp yansıtmadığını tespit etmek yönünde ikna etmekteydi.Hoyle karbon çekirdeği rezonansının 7.7 milyon elektronvolt (nükleer reaksiyonlarda ortaya çıkan enerjiyi tanımlamak üzere kullanılan bir ölçü birimi) değerinde olması gerektiğini öne sürüyordu. Californialı meslektaşı gerçekleştirdiği deneylerle karbonun rezonans değerinin, Hoyle’nin öne sürdüğü rakama şaşırtıcı derecede yakın olan 7.65 milyon elektron volt olduğu sonucuna varmıştı. Rezonans tam olarak bu değerde olmasaydı yıldızlarda karbon üretilmezdi ve bizler de var olamazdık. Hoyle daha sonraları şöyle demişti: “Ateist inancımı bu keşif kadar sarsan başka bir şey düşünemiyorum.” Aslında karbonun varlığınısürdürebilmesi için bir şart daha söz konusudur; dördüncü bir helyum çekirdeğiyle kaynaşıp oksijene dönüşmemesi. Bu kaynaşmanın gerçekleşmesi daha zordur, ancak oksijen çekirdeğinde % 1’lik bir değişimbile yaşansa var olan bütün karbon hızla oksijene dönüşür, sonra da başka elementlerle kaynaşırdı. Öyleyse karbon ile oksijen arasında gözlemlediğimiz oranları, yani yaşamın ortaya çıkması için gerekli olanoranları mümkün kılan, atom çekirdeklerinin ince biçimde ayarlanmış özellikleridir.

Zayıf nükleer gücün belirli bir şiddette olmasının yaşamın ortaya çıkması sürecine başka yönlerden de etkileri vardır. Örneğin, η simgesiyle (etaşeklinde okunan Grekçe harftir; bilim adamları olguları Grek harfleriyle tanımlamaya bayılır) tanımlanan hidrojen/helyum oranını zayıf güç düzenler. Eta, evrendeki baryon ve foton oranını düzenler. Baryonlar, proton ve nötronları da kapsayan bir temel parçacıklar sınıfıdır. Fotonlar, radyasyon kuantumlarıdır (“küçük enerji paketleri”). η değeri, yani baryon-proton oranı çok küçüktür. Bir milyar protona karşılık yalnızca bir baryon vardır (yani η = 10-9). Galaksilerin sorunsuz biçimde oluşabilmesi için η değerinin böylesine küçük olması gerekir. η değeri 10-7’den büyük veya 10-12’den küçük olsaydı galaksi oluşumu gerçekleşemezdi.

Zayıf güç, ağır elementlerin evrendeki dağılımları bağlamında da önemli rol oynar. Yıldızlarda sentezlenen elementler, sentezlendikleri yerde çakılı kalacak olsaydı başka yıldızlarda daha ağır elementlere dönüşmek üzere sentezlenemez, bizimki gibi gezegenlere ulaşamazdı. Süpernovaların yukarıda tasvir edildiği biçimde gerçekleşebilmeleri için zayıf gücün bugün gözlemlediğimiz değerde olması gerekir. Bir yıldız patladığında ortaya çıkan nötrinolar, yıldızda bulunan maddenin galaksiye dağılmasına neden olan çok önemli bir enerji salınımını sağlar. Zayıf güç, nötrinoların diğer madde formlarıyla nasıl bir etkileşime gireceklerini belirler. Dolayısıyla zayıf güç daha düşük bir değerde olsaydı,nötrinolar diğer maddelerle büyük çaplı etkileşimlere girmez, yıldızda bulunan ağır elementler uzaya dağılmazdı. Öte yandan zayıf güç daha büyük bir değerde olsaydı, nötrinolar diğer maddelerle adeta iç içe geçer, yıldızın merkezinde hapsolurdu, dolayısıyla karbon gibi ağır elementler de galaksiye dağılmazdı.

Nitekim bugün gözlemlediğimiz yaşam formlarının vazgeçilmez yapı taşları olan karbon ve oksijen gibi elementlerin gezegenimizde var olması, maddenin özelliklerini belirleyen temel güçlere yön veren çok sayıda rastlantıdan kaynaklanır. Bu gibi elementlerin oluşabilmesi ve yaşamın ortaya çıkmasını sağlayabileceği gezegene ulaşabilmesi için söz konusu güçlerin tam olarakdoğru değerlerde olmaları gereklidir.

Üzerinde fazlasıyla kafa yorulan ama henüz cevabı verilememiş bir diğer evrenbilimsel soru da, “Evren, ‘sonsuza dek’ veya yakıtları tükenen yıldızların sönmesiyle gerçekleşecek ‘ısıl ölüme’ dek genişleyecekmidir, yoksa çekim kuvvetinin er ya da geç evrendeki maddenin genişlemesini durdurup ardından da bir ‘büyük çöküşe’ neden olmasıyla sonlanacak mıdır?” sorusudur. Buradaki temel mesele gayet bilindik bir olgudur: Bir ciridi göğe doğru fırlattığımızda, çekim kuvveti yeryüzüne doğru çekene dek cirit göğe doğru yükselecektir. Ancak yeterli bir “kaçış hızıyla” fırlatabildiğimiz takdirde cirit yerin çekim kuvvetinden kurtularak uzaya çıkabilecektir. Büyük patlama öylesine şiddetli bir “kaçışhızı” yaratmıştır ki, evrende bulunan tüm maddeler patlamadan beri birbirinden uzaklaşmaktadır. Peki ama evrende uygulanan çekim kuvveti maddeleri tekrar bir araya getirebilecek kadar şiddetli midir?

Bugün henüz, maddenin genişlemeyi sürdüreceği bir “açık evrende”mi, yoksa “büyük çöküşle” sonlanması kaçınılmaz olan “kapalı bir evrende” mi yaşadığımızı bilmiyoruz. Sonucu belirleyen sabit, görece yoğunluk katsayısı olarak anılır ve Ω simgesiyle (Grekçe Omegaharfi) gösterilir. Ω’nın değeri, evrenin madde yoğunluğunun, “kaçış hızının” kritik madde yoğunluğuna bölünmesiyle bulunur. Omeganın değerinin 1’den az olması durumunda, evren sonsuza dek genişlemeye devam edecektir; omeganın değerinin 1’den fazla olması durumundaysa evrener ya da geç çökecektir. Hesaplamalar gösteriyor ki, evrenin yoğunluğumetre kareye beşten fazla atomun düşeceği orandaysa, bu yoğunluk evrenin genişlemesinin eninde sonunda durmasına neden olacaktır. Ancakbu çok düşük bir yoğunluktur; yeryüzünde üretilebilecek bir vakumda (boşluk) asla erişilemeyecek ölçüde düşük bir orandır bu. Yıldızlarda var olan maddelerin tamamı ayrıştırılıp uzay boşluğuna eşit biçimde dağıtılacak olsa bile, dağıtılan bu madde metre kare başına ancak 1/10 atomluk bir yoğunluk sağlayacaktır; yani beş atomluk kritik yoğunluk değerinden elli kat düşük bir yoğunluk sağlayacaktır. Bu öylesine düşükbir yoğunluktur ki, ölçülmesi bile zordur. Bir tek kar tanesinde bulunanatomların alınıp dünya kadar geniş bir yoğunluk içerisine dağıtılmasınadenk gelir bu.

Dolayısıyla evrende, evrenin genişlemesini durdurmaya yetecek ölçüde madde yok gibi görünmektedir ilk bakışta. Ancak Ω değerinin, evrende var olduğu bilinen maddenin yoğunluğundan yola çıkarak hesapladığımız değerden, yani 1/50 değerinden daha büyük olabileceğine işaret eden bulgular söz konusudur. Var olan galaksilerin yalnızca % 10’unun (yaklaşık) görünür olduğu düşünülmektedir. Geri kalan % 90’ıysa “karanlık madde” diye anılan maddeden oluşur. Galaksilerin, hatta galaksi kümelerinin hareketleri üzerindeki çekimsel etkilerinden yola çıkılarak karanlık maddenin varlığına dair çıkarımda bulunmak mümkündür. Söz konusu karanlık madde var olmasa galaksi kümeleri birbirinden kopardı. Karanlık madde, barındırdığı nükleer yakıtı ateşlemek için yeterli yoğunluğa sahip olmayan küçük ve soluk yıldızlardan(“kahverengi cüceler”) oluşuyor olabilir; devasa yıldızların kara deliklere sıkışmış kalıntıları olabilir veya nötrinolar gibi egzotik parçacıklardan meydana geliyor olabilir.

Ancak çıkarım yoluyla varlığına işaret edilen bütün bu karanlık maddeyi hesaba katsak bile, Ω’nın yine de ancak 0,2 değerine, yani evrenin genişlemesini durduracak kritik yoğunluğun ancak 1/5’ine denk geleceği hesaplanmıştır. Uzayda 0.2 ile 1.0 arasındaki farkı kapatacak ölçüde maddenin var olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Ancak biliyoruz ki, Ω’nın yansıttığı değer evrenin ortaya çıkabilmesi bağlamında kritik bir rol oynamaktadır. Ω’nın, büyük patlamanın 10-2saniye sonrasında yansıtacağı değeri hesaplamak mümkündür. Söz konusu anda 1 eksi Ω, 10-15’e eşitti veya bu değerden küçüktü. Şaşırtıcı derecede ince ayarlanmış bir değerdir bu. Büyük patlamanın ardından saniyenin % 1’ikadar bir süre geçtiğinde Ω değeri 2.0 olsaydı, evren 0.02 saniye daha genişlemeyi sürdürür, ardındansa büyük patlamanın yalnızca 0.06 saniye sonrasında çökerek sıcak bir ateş topuna dönüşürdü.8Böylesine kısaömürlü bir evrende ısı on milyar derecenin altına düşemezdi. Büyük patlamanın 1/100 saniye sonrasında, Ω’nın değeri 2.0 değil de 0.1 olsaydı, bugünkü evren öylesine düşük yoğunluklu olurdu ki, her bir milyon kilometre kareye yaklaşık bir proton düşerdi, yıldızlar ve gezegenlerden var olmazdı. Her iki senaryoda da evren ölü ve hayattan yoksun olurdu.

Yaratıcının, böylesine geniş ve yaşlı bir evren yarattığı için ziyankârolduğu önerilmiştir. Ancak gerçek şu ki, karbon ve oksijen gibi elementlerin sentezlenebilmesi ve bu elementlerin varlığına dayanan yaşamın ortaya çıkabilmesi için evrenin tam da böylesine geniş ve yaşlı olması gerekmektedir. Evrenin bugünkü boyutu, bugünkü yaşının ışık hızıyla çarpımına eşittir. Evrenin boyutu bizim güneş sistemimiz kadarolsa ömrü yaklaşık bir saat olurdu. Bugün 1012galaksi barındırdığını bildiğimiz evren, güneş sistemimizi barındıran Samanyolu gibi sadece 1011yıldız barındıran bir galaksi boyutunda olsa, bu sefer de yaklaşık bir ay süresince genişlemeyi sürdürecektir. “Böylesine küçük bir evreniçerisinde, bu evreni görebilecek gözlemciler evrimleşemezdi.”9Evrenimizin, var olmamıza imkân tanıyan koşulları sağlayabilmesi için, barındırdığı 1012yıldıza ihtiyacı vardır. Gece karanlığında göğe baktığımızda gördüğümüz sayısız yıldız ve galaksi ne kadar küçük olduğumuzu hatırlatmalı bize. Ancak şu da bir gerçek ki, o yıldızlar olmasaydı bizde var olamazdık. İnsanın var olmasına imkân tanıyacak bir evrenin “büyük ve yaşlı, karanlık ve soğuk” olması gerekmektedir.

Evrenimizin özelliklerini belirleyen sabitler arasında belki de en ince biçimde ayarlanmış olanı kozmolojik sabittir. Grekçe’deki lamda harfinin majüskül formuyla (Λ) temsil edilen kozmolojik sabite yüklenen anlam, Einstein’ın bu kavramı, evrenin durağan olduğunu söyleyebilmek için “hesaplamaları dengeleyici” uzun menzilli bir itme kuvveti olarak denklemlerine dâhil ettiği dönemden beri oldukça değişmiştir. On yıl sonra Einstein bu hamlesiyle, genişleyen bir evrende yaşıyor olduğumuz gerçeğini tamamen gözden kaçırmış olduğunu fark edecek ve(sabitin kurama dâhil edilmesi bu gerçeği maskeliyordu) daha sonraki yıllarda Λ’yı kuramına ekleyişini “hayatımın en büyük hatası” şeklindetanımlayacaktır. Λ kozmolojik sabiti bugün artık, evrende var olan bir sabit artalan vakum enerjisinin yoğunluğu kabul edilir. Bu anlayışa göreevrende var olan maddelerin daha geniş alanlara yayılması, bu maddelerarasındaki çekim etkileşimlerinin azalmasına neden olur. Bunun sonucunda da evrenin genişleme hızı azalır, ters yönde etki eden “vakum enerjisiyse” genişlemeyi yeniden ivmelendirir. Beklentilerin aksine, öyle görünüyor ki evren, kaçış hızından yaklaşık iki kat daha hızlı biçimde genişlemektedir, ki evrende var olan maddenin toplam çekim gücüne karşı koyup genişleyebilmesi için gereken hız da budur.10Bu duruma baktığımızda oldukça özel bir zamanda yaşamakta olduğumuz söylenebilir. Evren geçmişte daha yoğundu ve genişleme hızı yavaşlamaktaydı.Gelecekteyse genişleme hızının, “öz” diye nitelenen ve yeni öne sürülenbir madde çeşidinin etkisine girerek daha da hızlanabileceği düşünülmektedir. Öz maddesi, Λ kozmolojik sabitiyle ilişkilidir ve negatif kütle çekimlidir. Yani bu maddenin “çekim kuvveti” şeyleri bir araya çekmektense, iterek birbirinden uzaklaştırır.

Işığın kullandığımız radyo teleskoplarına ulaşmasının çok uzun zaman alması dolayısıyla evrenbilimcilerin uzaktaki galaksileri gözlemlediklerinde bu galaksilerin uzak geçmişteki hallerini görüyor olmaları Λ’nın ölçülmesine imkân tanımaktadır. Böylece güneş sistemimizin ortaya çıkmasından çok önce oluşan yıldızlar ve galaksilerin oluşum süreçleri gözlemlenebilmektedir. Öyle görünüyor ki, evren bugünkü boyutunun % 60’ı kadarken evrenin genişleme hızı artmaya başladı. Ne ilginçtir ki evrenin genişleme hızının artışını engelleyen frenleme mekanizmalarının bu şekilde boşalması tam da yeryüzünde yaşamın ortayaçıktığı döneme denk gelir. Ancak değerlendirmemiz bağlamında en çarpıcı şey, Λ değerinin ince ayarıdır. Hawkins Λ değerini, kuantum çekim kuramına dayanarak öngörülebilecek boyuttan 10121kat küçük olduğunun gözlemlenmesi dolayısıyla doğada var olan en kararlı sabit olarak tanımlamıştır. Λ değerinin bu kadar küçük olması insancı ilke bağlamında da gereklidir, çünkü bu değerin çok küçük bir miktar daha büyük olması dahi galaksilerin oluşumunu imkânsız kılardı. Ω gibi, kozmolojik sabit de evrenin bugünkü boyutu ve yaşı bağlamında belirleyici bir etkendir.


Ne olmuş yani?


Yaşamın ortaya çıkmasını mümkün kılan fiziksel ve kozmolojik sabitlerin ince biçimde ayarlanmış olmalarına getirilen bir izahat, bu sabitleri gözlemleyebiliyor olmamamızın şaşırtıcı olmadığı, çünkü bugün gözlemlediğimiz biçimde olmasalar yaşamın zaten evrimleşmiş olamayacağı, dolayısıyla bizim de asla var olmuş olamayacağımız yönündeki izahattır. Bu, “Ne olmuş yani?” izahatı, çok sayıda evrenin var olabileceği ve bizim de tesadüfen yaşamın mümkün olduğu bir evrende yaşıyor olmamızdır. Barrow, Tipler11ve Martin Rees12gibi yazarların insancı ilkeye getirdikleri yorumlamaların ardında da çok sayıda evrenin var olabileceği varsayımı yatar.

Evrenin bugün artık keşfedilmiş olan özelliklere sahip olabilmesi için gerekli olan ince ayarlı fiziksel sabitlerin ayrıntılı olarak tanımlanmalarından çok evvel, 1951 yılında, Charles Pantin adlı Britanyalı bir zoolog çok sayıda evrenin var olabileceği düşüncesini ortaya atmıştır:


Fiziksel evrenin özellikleri canlı varlıkların evrimsel gelişimine imkân tanımaktadır. Bir izahatın bilimsel değere sahip olabilmesi için sonuçlarının öngörülebilir olması gerekir. Bu öngörülebilirlik şüpheli görünmektedir. Kendi evrenimizin, birbirinden farklı özelliklere sahip olan sayısız evrenden biri olduğunu bilsek, belki Doğal Ayıklanma ilkesine benzer şöyle bir izahat önerebilirdik: Yalnızca bazı evrenlerin (örneğin, bizimkinin) özellikleri yaşamın ortaya çıkmasına uygundur ve özellikleri uygun olmadığı takdirde söz konusu evrende bu evrenin varlığını gözlemleyebilecek gözlemciler olmayacaktır. Ancak böylesi bir hipotezin doğruluğunu sınamak mümkün olsa bile, bunca evren arasında nasıl olur da bizimkinin yaşamın ortayaçıkması için gerekli özellikleri barındırabildiği sorusunu cevaplamış olmayız!13


Pantin’in önermesi ilk başta ilginç görünse de netice itibariyle pek iknaedici değildir. Ancak yine de sunduğu argümanın ilk kısmını değerlendirmekte yarar vardır, çünkü buradaki iddiası son elli yıl içerisinde çokça kimsenin ilgisini çekmiştir.

Çok sayıda evrenin ortaya çıkma olasılığını mümkün kılabilecek birdizi farklı mekanizma (işleyiş) önerilmiştir. Örneğin, Hawking, bir “ana evren” içerisinde yaşanan kuantum dalgalanmalarının, “ana evrende” bulunan bir kara deliğe bir solucan deliği aracılığıyla bağlı olan bebek evrenlerin oluşumunu tetikleyebileceğini önermiştir. Kara delik yok olduğunda solucan deliğinin “ana evren” ile olan bağlantısı kopar ve bebek evren, bağımsız bir evrene dönüşür.1470’li yıllarda revaçta olan diğer bir fikirse, bizim evrenimizin pek çok genişleme ve büzülme sürecinden geçebileceği ve bu süreçlerin çok sayıda evrenin oluşumuna neden olabileceği yönündeki fikirdi. Fakat evrendeki kütlenin bir tek “büyük çöküşün” yaşanmasına bile yetmeyecek ölçüde olmasının keşfedilmesiyle bu fikir cazibesini yitirmiştir.

Önerilen bu ve benzeri mekanizmaların (ki bunlardan çokça vardır) ancak matematiksel doğrulukları bağlamında sınanabileceklerini vurgulamak gerekir. Başka evrenlerin varlığı veya yokluğu tanım gereği tespit edilemez, çünkü böylesi evrenlerin varlığını ispat eden deneysel veriler elde edilebilecek olsa bu tür verilere ulaşabiliyor olmamız önerilenalternatif evrenin aslında bizimkinden farklı olmadığı, dolayısıyla da alternatif sayılamayacağı anlamına gelir. Örneğin, ışık hızının dayattığı bir sınır vardır ki, bu sınır doğal bir ufuk çizgisine tekabül eder ve bu çizginin ötesinden gelen sinyallerin bize henüz ulaşmış olması mümkündeğildir. Çok sayıda evrene dair tahminler, fizik ötesi tahminler sınıflamasına dâhildir. Bu tür tahminler ilgi çekici olsa da, böylesi evrenlerin varlığını doğrulayan bilimsel verilere sahip olmadığımızı ve yukarıda ifade edilen nedenlerden dolayı büyük ihtimalle asla sahip olamayacağımızı unutmamalıyız.

Çok sayıda evren olabileceği düşüncesi, bilimsel açıdan genellikle pek fayda sağlamayan “her yöne çekilebilir” bir izahat sunar. Rodney Holder şöyle demiştir: “Çok sayıda dünyanın var olabileceği yönündeki kuramlar bana 19’uncu yüzyılda köktenci Hıristiyan Philip Henry Gosse’nin, Yaratılış Kitabı’na getirilen literal yorumlamayı jeolojiyle uyumlu göstermek umuduyla ileri sürdüğü argümanı hatırlatır. Gosse doğanın aslında döngüsel olduğunu ve Tanrı’nın yaratma işlemini bu döngü sürmekteyken bir çırpıda gerçekleştirdiğini iddia ediyordu; yani Adem’i göbek deliğiyle, Aden bahçesindeki ağaçları 50 yaşında görünmek üzere ve ağızlarında yarı çiğnenmiş yemlerle keşfedilecek kuş fosillerini bir çırpıda yarattığını iddia ediyordu! Böylesi bir yaklaşımla her türlü sav izah edilebilir ve bu kuramı çürütebilecek bir gözlemin yapılması da mümkün değildir. Çok sayıda dünya olabileceği yönündeki kuramlar da aynı ölçüde kısırdır.”15

Ancak çok sayıda evrenin gerçekten de var olduğunu farz edelim. Çok sayıda evren var olduğu takdirde, er ya da geç bu evrenlerden birinde kozmolojik sabitlerin yaşamın evrimine imkân tanıyacak biçimdeince ayarlı olacağı savunulmuştur. Doğal olarak bu sava göre, bir sonraki aşamada evrim sayesinde bu evreni gözlemleyebilecek biz gözlemciler ortaya çıkarız. Ne var ki bu tür bir argüman evrenlerin, kozmolojiksabitlerin rastlantısal olarak, yani zar atarcasına seçilmesi sonucunda geliştikleri varsayımına dayanır. Pantin’in, bir çeşit “doğal ayıklanma” yoluyla yaşamın gelişebileceği türde evrenlerin seçildiği yönündeki argümanı da bu anlayışın bir tezahürüdür. Bu argüman Daniel Dennett tarafından daha da detaylandırılarak ele alınmıştır.16Böylesine farazi evrenlerin ortaya çıkışının rastlantısal olduğundan emin olmak mümkündeğildir. Belki de söz konusu çok sayıda evrenin ancak birtakım parametrelerle belirlenmiş sınırlar çerçevesinde özelliklere sahip olmalarınaizin veren ve henüz keşfetmiş olmadığımız derin birtakım fiziksel ilkeler vardır. Öyleyse bu koşullar altında sonsuz sayıda evren var olsa bileyaşamın belirlemesine neden olacak özelliklerin ortaya çıkacağından emin olmak mümkün değildir. İki zar attığımız takdirde zarlar durduğunda görünen iki rakamın toplamı 2’yle 12 arası olacaktır. Bu benzetmeyi kozmolojik sabitlere uyarlayacak olursak; eğer yaşamın ortaya çıkmasına elverişli bir evrende kozmolojik sabitlerin % 50’sinin 2-12 aralığında olması, geri kalan % 50’sininse 13-17 aralığında olması gerekiyorsa, zarları kaç defa atarsanız atın bu değerlere ulaşmanız mümkün değildir.

Çok sayıda evrenin var olduğu yönündeki bu fazlasıyla tahminî önermeyi ve bu tür evrenlerin özelliklerinin rastlantılarla belirlendiği verastlantılar sonucunda yaşamın gelişmesine elverişli bir evrenin gelişebildiği yönündeki daha da uçuk önermeyi kabul edecek olsak bile bu önermelerin bilinçli yaşam formlarının var olmasına dair anlamlı izahatlara karşı argüman olabileceklerini söylemek pek mümkün değildir. Busaptama başlıca iki hususa dayanır. Birincisi, bilinç sahibi yaşam formlarının ortaya çıkması için gereken koşulları barındıran, bir tek evren değil de birden fazla evren olsa bile bu evrenlerin var olmalarının ardında yatan sebep veya sebeplerin izahatı sunulmuş değildir. Bilinç sahibi yaşam formlarının ortaya çıkmasına elverişli bir veya birden fazla evren neden var olsun ki? Bilim adamları fizik ötesi kapsamına giren konularda da sorular sormaktan hoşlanır. Hawking’in bugünkü evren konusunda sorduğu sorular, çok sayıda evren konusunda da sorulabilir: “Denklemleri canlandıran ve denklemlerle tasvir edilebilecek bir evreni var eden nedir? Bilimin matematiksel bir model yaratmak için başvurduğu geleneksel yaklaşım, modellerle tanımlanacak bir evrenin neden var olduğunu izah edemez. Evren var olma zahmetine neden girer ki?”17Hawking’in bu sorularında geçen “evren” kelimesinin yerine çoğul haliyle “evrenler” kelimesini koyduğumuz takdirde sorular geçerliliklerinikorur. Elbette evrenin Tanrı tarafından yaratıldığına inanan kimse için Tanrı’nın birden fazla evren yaratmış olabileceği düşüncesi de sorun yaratmaz. Gerçi bilimsel açıdan bakılacak olursa inanlı kimsenin temkinli davranarak, var olmayan bir şey için Tanrı’ya şükretmekten kaçınması gerektiği de söylenebilir. İçerisinde barındığımız bu evrenin avantajlı yanıysa, var olduğunu biliyor olmamızdır. Bazı kimseler çok sayıda evrenin var olabileceği düşüncesini öylesine benimsemektedir ki,bu kimselerin yazılarına baktığınızda diğer evrenlerin bugün içerisindebarındığımız evrenden daha gerçek olduğu izlenimine kapılmanız iştenbile değildir. Hayalci yaklaşımlara zemin hazırlar bu anlayışlar.

İkinci argümansa, çok sayıda evren var olabileceği yönündeki varsayımın insancı ilkeleri eleştirirken başvurulabilecek bir argüman olarakgeçerliliğini şüpheli kılmıştır. İnsancı ilkenin ana fikri ilk bakışta döngüsel mantığa dayanıyor gibi görünebilir (“var olmamıza imkân tanıyacak biçimde ince ayarlanmış olan bir evrende var olmamız çok çarpıcı değil midir?”), ancak daha yakından incelendiğinde var oluşumuzun temelinde izah edilmesi gereken gerçek bir gizemin yattığı görülür. William Craig de bu hususu ele alır18ve şöyle der: “Evrende, tek başlarına veya bir arada ortaya çıkma ihtimalleri fazlasıyla düşük olan, ama bizim ortaya çıkabilmemiz için var olmaları zaruri olan birtakım özellikler gözlemliyor olmamız şaşırtmalı bizi.” Evrenin özelliklerini belirleyen kozmolojik ve fiziksel sabitlerin bugün gözlemlediğimiz değerlerde olmalarının ne tür ihtimallerin sonucu olduklarını bilemiyoruz. Ancak yansıttıkları sayısal değerlerin (teorik olarak) bugünkünden çok farklı olmuş olabileceğini biliyoruz.

Craig’in argümanını örneklendirelim; uzaydan dünyayı ziyarete gelen, zeki ama kötü niyetli bir araştırmacı bilim adamları ekibi hayal edelim. Araştırmalarında denek olarak kullanmak üzere bir muhasebeciyi kaçırırlar. Muhasebeciye, her hafta bir bilet alarak on hafta boyunca ulusal piyango çekilişine katılması gerektiğini ve bu çekilişlerin her birinde ikramiye kazanmadığı takdirde esrarengiz bir hastalığa yakalanıpbir gün içerisinde öleceğini söylerler. Deneği bilgilendirip uyardıktan sonra uzaydan gelen bu ziyaretçiler, deney sonuçlandığında geri döneceklerini söyleyerek dünyadan ayrılır. Kaybetme olasılığının yüksek olduğunu, dolayısıyla da yaşamının pamuk ipliğine bağlı olduğunu fark eden muhasebeci çok sıkıntılıdır. Argüman gereği bir kestirimde bulunmak gerekirse, ulusal piyangoyu her seferinde kazanabilme olasılığının yüz milyonda bir olduğunu söylemek mümkündür. Ancak muhasebeci şaşırtıcı biçimde ilk hafta ikramiyeyi kazanır, böylece ikinci hafta da yeniden bilet alabilecektir. Adamın şansı inanılmaz biçimde yavergider ve on hafta boyunca art arda her çekilişte ikramiye kazanır. Böylebir şeyin yaşanma olasılığı yüz milyonda birin on defa kendisiyle çarpımına eşittir (yani 1060’ta 1), dolayısıyla çok düşük bir olasılıktır. Ancak bu düşük olasılık gerçekleşir; dolayısıyla hayret ve şaşkınlık içerisindeki muhasebeci hayatta kalarak başından geçeni başkalarıyla paylaşır. Uzaydan gelen ziyaretçiler muhasebeciyi sorgulamak üzere tekrar dünyaya dönerler ve ihtimal dışı gibi görünenin gerçekleşmiş olmasınaçok da şaşırmaması gerektiğini, çünkü gerçekleşmiş olmasa zaten bu olayı gözlemlemek üzere hayatta kalmış olamayacağını anlatırlar muhasebeciye. Ancak muhasebeci hayret ve şaşkınlık içerisinde olmakta haklı olduğunu, çünkü bir kişinin bırakın ardı ardına on defayı, ardı ardına iki defa bile ikramiye kazanmasının görülmemiş bir şey olduğunu savunur. Muhasebeci bu savunmasında haklıdır da! Beklenmedik ve olağanüstü bir olaydır bu, dolayısıyla izah edilmesi gerekir.

Burada işaret edilmeye çalışılan hususa açıklık getirmek için bir örnek daha verilebilir. Örneğin, Londra’da yaşayan bir kumarbazın bir milyon sterlin kazanmak üzere madeni parayla yazı tura atıp arka arkaya on kere tura getirmesi gerekmektedir ve kumarbaz bunu gerçekleştirir. Kumarbaz, arka arkaya on tura getirebilmiş olmasına ilk başta çok şaşırır (ve sevinir), ancak biraz düşününce Londra’da yazı tura atan belki yüzlerce kumarbazın var olduğunu hatırlar ve bu kumarbazlardan birinin arka arkaya on tura getirmesinin kaçınılmaz olduğu sonucuna varır. Bu kumarbaz Londra’daki yüzlerce kumarbazdan birinin arka arkaya on tura getirmesinin olası olduğu konusunda haklı olsa da, on turayıgetirenin kendisi olması karşısında şaşkınlık duymaması gerektiği yönündeki anlayışı hatalıdır, çünkü Londra’da yazı tura atan başka kumarbazların olması onun arka arkaya on tura getirme olasılığını hiç mi hiç etkilemez. Söz konusu kumarbazın arka arkaya on tura getirme olasılığı her halükarda 1024’te 1’dir. Ian Hacking bu hatalı algılamayı “tersine kumarbaz yanılgısı” şeklinde tanımlamıştır. Aynı zamanda veya başka zamanlarda yahut da aynı yerde ama başka zamanlarda çok sayıda kumarbazın yazı tura atıyor olması, bir kişin arka arkaya on turagetirme olasılığını hiç etkilemez; bu olasılık her halükarda 1024’te 1’dir. Kumarbazın on tura getiremediği takdirde öldürülecek olup şansının yaver gitmesi neticesinde yakayı kurtarmış olması da ardı ardına on tura getirmiş olabileceğini izah etmez; olasılık bu durumda da 1024’te 1’dir.19Burada izah edilmesi gereken, kumarbazın hayatta olup halen gözlem yapabiliyor olması değil, nasıl ölmemiş olduğudur (yani nasıl ardı ardına on tura getirebilmiş olduğu).


İnsancı ilkeye dayanan argümanlar ne denli

geçerlidir?


Şimdiye kadar, evrenin bilinçli yaşam formlarının gelişimini mümkün kılan birtakım çok ilginç özellikler sergilediğini ve bu özellikleri ilginçkılanın gözlemlenebiliyor olmalarından ziyade, ortaya çıkmalarını mümkün kılan fiziksel sabitlerin (muhtemelen) farklı yönde gelişme olasılığı olduğunu savunduk. Birden fazla evrenin var olabileceğini varsaymak bir olasılık olarak kabul edilebilecek olsa bile, bu varsayım bunca evren arasında anlaşılabilir ve matematiksel zarafet yansıtan bir evrende bilinçli gözlemciler olarak bizlerin ortaya çıkabilmiş olmamızın ardında yatan muammayı izah etmez. Fizikçi Eugene Wigner şöyle der: “Doğa bilimleri alanında matematiğin bu denli fayda sağlıyor olması aslında başlı başına bir muamma sayılabilir ve bu durumun akılcı bir izahatı da yoktur. ‘Doğa yasalarının’ varlığı hiç de doğal değildir. Keza insanın bu yasaları keşfedebiliyor olması için de aynı şey söylenebilir. Matematik dilinin fizik yasalarının formülasyonunu mucizevi biçimde mümkün kılıyor olması, anlayamadığımız, üstelik de hak etmediğimiz harika bir armağandır aslında.”20

İnsancı argümanlar ateizm için en hafif deyişle bir utanç kaynağıdır.Ateizm, Hawking’in deyişiyle evrenin neden “var olma zahmetine” girdiğine dair herhangi bir cevap sunmaz. Sartre’ın da zevkle ifade ettiği üzere, felsefenin en temel sorusu neden hiçbir şey değil de bir şeylerin var olduğu sorusudur. İnce ayarlanmış evrenimiz öyle alelade “bir şey”de değildir; evrenbilime ve evrenin anlamına dair kuramlar öne süren, şiirler yazan, âşık olan, sosyal açıdan karmaşık sayılabilecek toplumlarteşkil eden, ayrıca adalet, özgürlük, etik ve iyi ile kötünün varlığına inanan insanlarla dolu bir gezegen barındırır bu evren. Ateizm ne böylesi bir gezegenin neden var olduğuna dair ne de evrenin fiziksel parametrelerinin nasıl olur da böyle bir gezegenin gelişimine izin verecek biçimde ayarlanmış olduğunda dair hiçbir izahat sunmaz. Eğer ateizm doğruysa, tam olarak değilse de büyük ölçüde kişilikten yoksun olan buuçsuz bucaksız evrende bilinçli yaşamın ortaya çıkmış olması halen tambir muammadır. Şeylere dair izahat arayan bilim adamları için bu pek de tatmin edici bir yaklaşım değildir. Steven Weinberg’in, evrenbilim üzerine yazdığı The First Three Minutesadlı kitabında geçen ve çokça alıntılanan şu sözlerini hatırlatır bu durum:


İnsan yaşamının, ilk üç dakikası (Evrenin var oluşunun) sonrasında yaşanantuhaf sayılabilecek bir dizi tesadüf sonucunda değil de, başlangıç itibariyletasarlanmış olduğuna ve evren ile insan arasında özel bir ilişki olduğuna inanma eğilimi insanlar için bastırılması güç bir eğilimdir… Dünyanın, genel itibariyle oldukça elverişsiz koşullar yansıtan bir evrenin küçücük bir öğesi olduğunu idrak etmek çok zordur. Evrenin evrim geçirerek bugünkü haline gelmeden evvel geçmişte çok farklı koşullar barındırdığını ve gelecekte sonsuz bir soğuğa veya dayanılmaz bir ısıya teslim olacağını idrak etmek daha da zordur. Evren idrak edilebilir hale geldikçe amaçsızlaşır da.21


Bu yorumun sorunlu tarafı, tartışmanın odak noktasında yer alan meseleye dair kesin bir yargı barındırıyor olmasıdır; yani evrenin bütünsel bir amacı olup olmadığına dair kesin bir yargı barındırıyor olması. İnceayarlı yapısı böylesi bir amacın varlığına işaret eder. İlk cümlenin hatalıolduğu gayet açıktır; inanmak, bastırılması güç bir eğilim olsaydı daha az ateist var olurdu. Dahası, bir inancın çekici olması bu inancın hatalı olduğu anlamına gelmez. Ancak Weinberg’den yapılan bu alıntıdaki asıl sorun, paragrafın son cümlesinde karşımıza çıkar. Bilim alanında, derlenen birtakım faydalı veriler dönemin geçerli sayılan kuramıyla uyuşmadıkları takdirde bu kuramdan vazgeçerek yeni bir kuram denemenin vakti gelmiştir. Eğer ateist önvarsayımlar, başka anlayışlar çerçevesinde anlaşılabilir görünen birtakım verileri anlaşılır kılamıyorsa, bu durum söz konusu önvarsayımların hatalı olduğuna işaret ediyor olabilir.

Ne var ki insancı argümanlar ateizmi zor durumda bırakıyor olsa da,evrenin fiziksel özelliklerinden yola çıkılarak varılabilecek dinsel inançları doğrulayıcı çıkarımların çok sınırlı olduğu da kabul edilmiştir.Weinberg’e haksızlık etmemek gerekir, çünkü öyle görünüyor ki insancı argümanlara yönelik saldırgan tavrını tetikleyen, kimi zaman bu argümanlara dayanarak ortaya atılan abartılı iddialardır. Weinberg şöyle der: “Fizikçiler ‘Tanrı’ kelimesini genellikle mecazi anlamda kullanır.”Fizik alanında Tanrı’ya atıfta bulunulduğunda genellikle kast edilen “doğa yasaları, yani her şeyi düzenleyen ilkelerdir”. “Fizikçiler bu kelimeyi kullandıklarında üzülüyorum doğrusu, çünkü kanımca kelimelere tarihsel olarak yüklenen anlamları dikkate almak gerekir ve gerçek şuki, insanlar tarihsel olarak ‘Tanrı’ kelimesini bu anlamda kullanmış değildir.” Şöyle devam eder Weinberg: “Tarihsel kullanımı bağlamında bu kelime, ‘ilgili bir kişiliği’ tanımlamak üzerek kullanılmıştır. Ancak bilimsel araştırmalar bu anlayışı doğrulamaz.”22

Weinberg’in ileri sürdüğü gibi, gerçekten de bazı fizikçiler çoksatarkitaplarında “Tanrı” kelimesini kullandıklarında sadece doğa yasalarının temelindeki matematiksel ilkeleri kast ediyor olabilir. Ancak kelimeyi halen tarihsel anlamıyla kullanan fizikçiler de vardır mutlaka (en azından içerisinde yaşadıkları kültürün, Hıristiyanlık’ın kişisel Tanrı anlayışının etkisinde gelişmiş olması bağlamında). Kelimenin anlamınadair bu tartışmalar bir yana, Weinberg’in argümanındaki asıl sorun, bilime dayandırarak saygınlık kazandırmaya çalıştığı bu argümanında bilimsel kanıtlama usullerine uymuyor olmasıdır. Sekizinci bölümde işaret ettiğimiz üzere, bilimin “büyük kuramlarını”, örneğin biyoloji alanında evrim kuramını veya evrenbilim alanında büyük patlama kuramını cazip kılan, çok sayıda farklı türdeki veriler bütününe getirilebilen entatmin edici izahatlar olmalarıdır. Evrim kuramı, bugün de gözlemlediğimiz biyolojik çeşitliliğe dair tatmin edici bir izahat sunduğu için öne sürülmüştür. Darwin’in not defterlerinden de anlaşıldığı üzere, evrim kuramı son halini ancak yıllarca süren çalışmalar ve düşünsel mücadelelerin ardından almıştır. Doğal dünyaya çıplak gözle bakarak, sanki tarafsız bir gözlemcinin hemen fark edeceği en iyi izahatmış gibi, evrim kuramını doğrulayan “çıkarımlarda” bulunmak mümkün değildir.

Bilinçli yaşam formlarının var olabilmesine imkân tanıyacak belirli özelliklere sahip bir evreni yaratmayı seçen her şeye gücü yeten bir Tanrı’nın var olduğu yönündeki düşünce tabii ki bilimsel kuramların geliştirilmesinde takip edilen yöntemle ortaya atılmış bir kuram değildir. Öte yandan evrenin özelliklerinin bu düşünceyle uyumlu olduğunusavunmada başvurulan akılcı muhakeme yöntemiyse, bilim adamlarınınaşina olduğu muhakeme yöntemine oldukça benzerdir. Bilinçli yaşam formlarının ortaya çıkmasına imkân tanıyan (hatta önayak olan) olağanüstü derecede ince ayarlanmış bir dizi sabitin varlığına işaret eden veriler, “Oldu işte…” şeklindeki ateist önvarsayımdan ziyade, evrene dair tasarıları ve amaçları olan bir Tanrı’nın var olduğu düşüncesiyle daha uyumludur. Bu bağlamda Paul Davies’in yazıları dikkate değerdir.Sekizinci bölümde belirtildiği üzere, Davies genel olarak evrenbilim üzerine yazan ve insancı ilkeye özel ilgisi olan bir fizikçidir. Şöyle demiştir Davies: “Evrendeki varlığımızın kaderin bir cilvesinden ibaret olduğuna veya büyük evrensel dramda beliren tesadüfi emare olduğunainanmakta güçlük çekiyorum. Evrenle olan ilişkimiz tesadüfi olamayacak kadar derindir.” Maddenin, yaşamın ortaya çıkmasını mümkün kılan özelliklerinde gözlemlenen tutarlılığı değerlendiren Davies şöyle der:


Evrenin içten içe üretken (yaratıcı) olması ve evreni düzenleyen yasaların, karmaşık yapıların ve bunlara bağlı olarak bilinçli varlıkların ortaya çıkmasını mümkün kılacak yönde olması (bir başka deyişle evrenin kendi özfarkındalığını teşkil etmiş olması), kanımca arka planda “bir şeylerin olup bittiğine” işaret eder. Tasarım izlenimi inkâr edilemez bir olgudur.23


Davies’in bu yorumları, salt insancı ilkeye dayanarak gerçekleştirilen akıl yürütmelerle varılabilecek belki de en son noktayı yansıtıyor olması, yani evrende gözlemlenen tuhaf fiziksel özelliklerin en azından arkaplanda “bir şeylerin olup bittiğine” işaret ediyor olabilecekleri düşüncesini yansıtıyor olması bakımından önemlidir. Gökbilimci Fred Hoyle’ninateizmden vazgeçme hikâyesinde de insancı ilkeye dayanan muhakemelerin sınırlı olmalarının etkisi göze çarpar. Hoyle’nin ilah anlayışı kişisel olmayan bir zekâdır; şöyle der Hoyle: “Temel olarak başka bir zekânın, muhtemelen kendisini yansıtmak üzere tasarladığı yazılımlarınürünü olduğumuza inanıyorum. Bu yazılım bir bakıma ruhtur.”24Davies ve Hoyle gibi bilim adamları için evrende insancı bir tasarımın gözlemlenebiliyor olması, düşünmeyi ve tatmin edici izahatlar aramayısürdürmemiz gerektiğine işaret eder.

Ancak ifade edilmesi gereken bir husus daha vardır. Bilimsel verilerarenasından ayrılarak, kişisel bir Tanrı’nın (Weinberg’in deyişiyle “ilgili bir kişilik”) var olmasının, kişilik sahibi insanların evrimleşerek gelişebildiği ve karşılıklı ilişkiler geliştirerek topluluklar kurdukları bir evrenin varlığıyla örtüşüp örtüşmediği yönündeki daha geniş kapsamlı soruyu sorduğumuz takdirde, bu sorunun cevabı gayet tabii ki olumlu yönde olacaktır. İnsancı ilkeyle sınırlı kalan akıl yürütmeler bizi Davies’in savunur göründüğü anlayışın (“bir şeyler olup bitmekte”) ötesine götüremeyebilir. Ne var ki standart bir bilimsel muhakeme yöntemi benimseyip, bir Büyük Kuram öne sürdükten sonra, bu kuramı sınamak üzere, öncelikle bilime başvurmakla beraber bilimle sınırlı kalmayarak insan bilgi ve deneyimlerinin tümüne başvurmayı kabul edecek olsak, Hıristiyanlık’ta sunulan kişisel Tanrı anlayışının gözlemlerimizle büyükölçüde örtüştüğünü kabul etmemiz mümkün olur. Söz konusu kişisel Tanrı’nın, yarattığı evren için birtakım tasarıları ve amaçları vardır ve bu Tanrı, kendisiyle kişisel bir ilişki kurarak amaçlarına hizmet edebilecek bilinçli gözlemcilerin gelişimine imkân tanıyacak özelliklere sahip olan bir evren yaratmıştır.

Veriler hangi büyük kuramlarla örtüşür?” biçimindeki geniş kapsamlı sorudan yola çıkarak, insancı ilkeye dayalı argümanların işaret ettiği “büyük kuramların” bir kısmına göz atabiliriz. Söz gelimi insancı ilke temelinde evrende, “Oldu işte” yaklaşımıyla izah edilemeyen “bir şeylerin olup bittiği” kanısına vardığımızı düşünelim. Bu anlayıştan yola çıkarak evrende, maddenin fiziksel özelliklerini tutarlı kılan bir “Gücün”, yani güçlü ama soyut (kişilikten yoksun) bir zekânın var olduğunu öne sürebiliriz. Ancak bu “büyük kuramdan” yola çıkarak, “tutarlılığa”dair sorular sormaya başlarsak, çok geçmeden bir sorunla karşılaşırız. Eğer söz konusu “Güç” gerçekten de kişilikten yoksunsa evrende nedenkişilikli insanlarla karşılaşıyoruz? Soyut ve kişilikten yoksun bir zekânın kendisi gibi soyut ve kişiliksiz bir evren yaratması daha tutarlı olurdu.

Dolayısıyla burada savunulan bir çeşit WAP değildir, olsa olsa V-WAP (very weak anthopic principle – çok zayıf insancı ilke) şeklinde tanımlanabilecek bir ilkedir. V-WAP da ateizmi köşeye sıkıştırır. Bu bağlamda aslında pek de zayıf değildir; ancak eski doğa teolojisine kıyasla zayıf olduğu kesindir. V-WAP maddenin özelliklerinden yola çıkarak Hıristiyanlık’ın kişisel Tanrı öğretisini doğrulamaya çalışmasa da,evrende bir şeylerin olup bitmekte olduğuna işaret eder. Koşullar bilinçli yaşamın ortaya çıkmasına izin verecek biçimde öylesine ince ayarlanmıştır ki, bu koşulların şans eseri oluştuğuna inanmak çok zordur. Çok sayıda evrenin var olduğu yönündeki iddialarsa sorulara cevap sunmaktan ziyade soruların sorulmasını erteler.

Ancak bir V-WAP’ın tek yapabildiği, ateizmi yalanlayıp evren konusunda merak uyandırarak, evrenin mutlak kökenlerine dair varsayımlar için bir başlangıç noktası oluşturmaksa, bu varsayımlardan hangisinin mevcut verilerle en tutarlı biçimde örtüştüğünü tespit etmek için daha geleneksel bir bilimsel muhakeme yöntemi kullanılabilir. Elbette varsayımların doğrulanması için ileri sürülebilecek delillerin bilimsel verilere dayanan delillerle sınırlı tutulmaması gerekir. Mutlak kökenleredair varsayımlar veya “büyük kuramlar”, “tutarlı olma” ilkesinden yolaçıkarak sınanabilir. Netice itibariyle, Weinberg’in işaret ettiği üzere Tanrı kavramına tarih boyunca getirilen “ilgili bir kişilik” tanımlaması,bu akıl yürütmeden (muhakemeden) alnının akıyla çıkar. Evrenin ince ayarlanmış fiziksel ve kozmolojik sabitler üzerine kurulu olması ve evrende bilinçli canlıların var olması, yarattığı ve sürerliğini sağladığı evren için birtakım amaçları olan kişisel bir Tanrı’nın var olduğu yönündeki düşünceyle örtüşür.