İnsanların toplumsal davranışlarının genetik olarak yönlendirildiğini ispat eden dolaysız deliller var mıdır? Bugün bu soruya verebileceğimiz tek cevap, ‘Hayır, bir tane bile yoktur’ olacaktır” demiştir Stephen Jay Gould. Koşullar değişmediği takdirde, 1. Adım hiç güvenilir görünmemektedir.


2. Adım – Adaptasyon (uyum sağlama) özelliğine sahip doğal mizaçlar söz konusu olabilir mi?


Hatırlanacağı üzere Ruse’un öne sürdüğü argümanın 2. Adım’ında, karmaşık insan davranışlarının, özellikle de günümüzde evrensel olarakgeçerli ahlâki inançlar diye tanımladığımız davranışların evrimsel tarihte ve günümüzde adaptasyon özelliğine sahip oldukları savlanıyordu. Bu bağlamda ahlâki davranışlar, bireylerin üreme başarısını artıran davranışlardır. Eğer 1. Adım yukarıda vurgulandığı ölçüde zayıf ise 2. Adım’ı değerlendirmek zaman kaybı olarak görülebilir. Çünkü genetik değişimler karmaşık insan davranışlarını, özellikle de en derin ahlâki yargılarımızı etkilemiyorsa, bu durumda doğal ayıklanmanın temel alabileceği genetik değişimlerden söz etmek mümkün olmayacak, lakin davranışların Darvinci anlamda adaptasyon özelliğine sahip olduklarınıileri sürmek de yersiz olacaktır. Bazı ahlâki davranışların, bu davranışları benimseyen bireylerin üreme başarılarını artırmaları bağlamındaadaptasyon özelliği barındırdıklarını inkâr etmek anlamına gelmez bu. Ancak söz konusu ahlâki davranışların uygulanışında genetik yapının bir etkisi yoksa bireyin üreme başarısının artmış olmasının genetik silsileye (progeny) herhangi bir faydası olmaz, dolayısıyla Darvinci bir adaptasyondan bahsedilemez.

Bu tür değerlendirmeler, evrim ve sosyobiyoloji yazınları çerçevesinde sürdürülecek uzun ve şiddetli bir tartışmanın baş göstermesine neden olmuştur. Söz konusu tartışma, “adaptasyon” kelimesinin anlamıve bugün gözlemlenen insan davranışlarının, sözde evrimleştikleri dönemlerde egemen olan çevre koşullarının şimdikinden çok farklı olmasına rağmen adaptasyon özelliğine sahip olduklarını söylemenin doğru olup olmayacağı meselelerine odaklanır. Adaptasyonları, “organik adaptasyonlar” ve “kültürel adaptasyonlar” biçiminde iki grupta değerlendirmek yararlı olacaktır. “Organik adaptasyonlar” denildiğinde, bireyin üreme başarısını artıracak yönde güçlenmesini sağlayan ve gördükleri işlevler genetik ayıklanmayla belirlenmiş olan özellikler anlaşılır. Gould ayrıca “bugün gördükleri işlev için uygun olan ama doğal ayıklanmayla tasarlanmış olmayan faydalı yapıları” tanımlamak üzere “eksaptasyon” terimini önermiştir. Örneğin, insan burnu gözlük çerçevesini doğru pozisyonda tutmaya yarar, ancak bu fayda çoğu kimsece adaptasyondan ziyade eksaptasyon sayılacaktır. “Kültürel adaptasyonlar” ise organizmanın gücüne ve üreme başarısına katkı sağlamakla birlikte, sosyokültürel süreçler tarafından biçimlendirilmiş olan özelliklerdir. Bu iki farklı adaptasyon kategorisi birbirine tezat değildir, ancakadaptasyona yönelik davranışların ardında yatıyor olabilecek mekanizmalar değerlendirildiğinde ikisi arasındaki farkı ayırt etmek önemlidir. Ayrıca insanın üreme başarısı ve gücüne katkıda bulunan davranışlarınher iki adaptasyon kategorisinde de değerlendirilebileceklerini fark etmek gerekir. Belirli bir davranışın üreme başarısına katkıda bulunduğuyönündeki gözlem, bu davranışın ardında genetik bir etkenin var olduğunu ispat etmeye yetmez.


Adaptasyon örnekleri


Ruse ahlâki inançların evriminin organik bir adaptasyon olduğu konusunda oldukça ısrarcıdır. Öyleyse Ruse’un bu savını, insanlarda bugün görülen yerleşmiş ve ayrıntılı genetik verilerle doğrulanmış organik adaptasyonlarla kıyaslamak aydınlatıcı olacaktır. Sıtmanın yaygın görüldüğü bölgelerde kalıtım yoluyla aktarılan birtakım kan hastalıklarının da yaygın olması bu konuda başvurulabilecek bir örnek sağlar. Kırmızı kan hücresi proteini olan hemoglobinin çeşitli formlarını kodlayabilen genler bakımından heterozigot olan kimseler, Plasmodium falciparumgibi virulent sıtma protozoanlarına karşı daha dirençlidir. Heterozigot, bir kimsede hemoglobini kodlayan iki genden yalnızca birinin kusurlu olması durumudur. Bir kusurlu geni olan heterozigot iki kişi evlendikleri takdirde, bu çiftin yapacakları çocuklardan birinin iki kusurlu genle doğma olasılığı % 25 olur; bu çocuk orak hücreli anemi hastası olacaktır. Heterozigot olan ebeveynler bu hastalıktan muzdarip değildir, üstelik sahip oldukları tek kusurlu gen sıtmaya karşı daha dirençli olmalarını, yani organizmanın yaşamını sürdürme gücü ve üremebaşarısı bağlamında adaptasyon özelliği sağlar. Ancak söz konusu bölgelerde sıtma yaygın olduğu ve yalnızca bir “kötü” genin varlığı sıtmaya karşı direnç sağladığı için heterozigot kimselerin nüfustaki oranları oldukça yüksek seyreder. Dolayısıyla hemoglobin kodlayan genler bağlamında, akrabalar arası üremenin yaşandığı insan topluluklarında, iki kusurlu gen taşıyan homozigotların (hastalıklı) yaşamını sürdürme güçleri azalırken, tek kusurlu gen taşıyan heterozigotların güçleri arttığı için genetik bir denge (ekilibriyum) oluşur.

Bu tür organik adaptasyon örnekleri, genotipik farklılıklar ile fenotipik sonuçlar arasında bir nedenselliğin var olduğunu göstererek insan çeşitliliğine dair genetik evrimsel bir izahat sundukları için ikna edici örneklerdir. İlgili genler tespit edilmiş ve tanımlanmıştır. Bu adaptasyonlar hem organizmanın güncel üreme gücünü artırır niteliktedir, hem de tarihsel olarak genetik ayıklanmadan başarıyla geçmiştir. Ancak kusurlu geni taşıyan kimseler, sıtma enfeksiyonu riskiyle karşı karşıya kalan insan nüfuslarının çok küçük bir yüzdesini oluşturur, dolayısıyla adaptasyonun faydaları bu coğrafi bölgelerde yaşayan insanların ancakküçük bir bölümünü etkiler. Dahası, sıtma enfeksiyonlarına engel olan böylesi adaptasyona dayalı çözümler pek Panglosscu çözümler değildir.Hatırlanacağı üzere Dr. Pangloss “mümkün olan en iyi dünyada” yaşadığımızı iddia ediyordu. Gould, Pangloss hakkında şöyle der: “Dr. Pangloss insan sosyobiyolojisinde yeniden doğdu. Adaptasyon paradigmasıona aracılık eder.”39Sıtma enfeksiyonuna karşı gelişen genetik “çözüm”, Panglosscu bir çözüm olmaktan uzaktır ve Gould’un yorumlamasını doğrular, çünkü bölgede yaşayan insan nüfusunda kusurlu hemoglobin genlerinin yüksek oranlarda kalması, bir yandan sıtmaya karşıdirenci artırırken öte yandan çok sayıda çocuğun zayıflatan kan hastalıklarıyla doğmasına neden olur. Burada bir paradoks söz konusudur, çünkü sıtmaya karşı direnci artıran koşullar aynı zamanda adaptasyon sağlayamayan fenotiplerin oranını da artırır. Dolayısıyla “en güçlünün yaşaması” deyimini kullanırken özen göstermek gerekir. Bu deyim kesinlikle “organizmanın belirli çevre koşullarında erişebileceği en yüksek güç” anlamına gelmez. Toplumların bir kuşaktan diğerine geçiş süreçlerinde sürekli bir genetik bilgi akışı söz konusudur ve toplumun parçası olan her bir bireyin yaşamını sürdürme gücü, etkileşim içerisinde olan gen ürünlerinin (proteinler) yansımasıdır. Yani belirli bir genin, canlınıntoplam yaşamını sürdürebilme gücüne olan katkısı, söz konusu genin organizmadaki diğer genlerle olan ilişkisine bağlıdır. Nüfus genetikçilerinin uzun zamandır bildikleri üzere, bir canlının en güçlü iki geni barındırması her zaman faydalı olmamakta, hatta kimi durumlarda bu canlının topluluktan sürülmesine neden olabilmektedir.40

Bu tür saptamalar, doğal ayıklanmanın en iyileştirici (optimizing) etkisinin mümkün olan en iyi genotipi oluşturduğu iddiasından yola çıkarak bizleri, insan davranışlarının belirli öğelerinin adaptasyon (yani en iyi genotipi) sağlama eğiliminde olduklarına ikna etmeye çalışan sosyobiyologlar açısından sorun yaratır. Sosyobiyolojik yazınlarda pekçok farklı insan davranışı birer adaptasyon örneği olarak sunulur, ama bu davranışların (sözde) adaptasyon sağlama süreçleri çoğu zaman inanılması güç derecede pürüzsüz süreçler gibi yansıtılır. Öncelikle incelenen topluluğun gelişiminde belirleyici olacak bir dizi kısıtlayıcı etken önerilir. Ardından birtakım kısıtlayıcı etkenler altında belirli bir özelliğin, söz konusu çevre koşullarında yaşayan topluluğun yaşamını sürdürme gücüne katkıda bulunduğu kabul edilen bir unsuru etkinleştireceği ispat edilir. Son olarak da bizzat bu özelliğin (hayret verici biçimde) incelenen toplulukta mevcut olduğu tespit edilir. Uygulamadaysa evrim süreci daha çok, var olan genlerin dayanıklı bir fenotip yaratmaküzere kabaca birleştirilmelerine dayanan temkinli bir yaklaşımla ilerler,ancak yaratılan fenotip çevre koşulları bağlamında en uygun fenotip olmayabilir. Adaptasyonun güvenilir bir tarihçesini çıkarmayı çok zor kılan nedenlerden biridir bu. Genetik yapıya veya çevre koşullarına bağlı her türlü belirleyici etkenler konusunda derinlemesine bilgi sahibiolunmadığı takdirde sürecin bütünüyle yanlış tasavvur edilmesi olasıdır.Örneğin, sıtmaya karşı direncin nasıl geliştiğine dair ayrıntılı bilgiye sahip olunmasa, zayıflatıcı bir kan hastalığına neden olan kusurlu bir genin adaptasyon sağlayabildiği yönündeki düşünce tamamen akla aykırı olurdu.

Adaptasyonun tarihçesini çıkarmayı güçleştiren bir diğer meseleyse,günümüzde gözlemlenen ve yaşamı sürdürme gücünü artırdığı izlenimini veren bir davranışsal özelliğin, evrimleşme sürecinde geçerli olançok farklı çevre koşulları çerçevesinde de yaşamı sürdürme gücüne aynıbiçimde katkıda bulunup bulunmadığıdır. Eğer karmaşık davranışsal özellikler insan evriminin büyük bölümünün gerçekleştiği Pleistosen döneminde geliştiyse, günümüz sanayileşmiş Batı toplumunda adaptasyon sağlayan bir davranışsal özelliğin Pleistosen dönemi avcı-toplayıcıtoplumlarda adaptasyon sağlayıcı olmuş olmasının pek olası olmayacağı söylenebilir, çünkü böylesi bir özelliği mümkün kılacak ayıklayıcı baskılar Pleistosen dönemindekilerden çok farklı olmalıdır. Keza günümüz toplumlarında adaptasyonu engelleyici görünen davranışsal bir özellik de, insanlığın gelişim sürecinin daha erken bir evresinde adaptasyon sağlamış olabilir. Sosyobiyoloji yazınlarına göz atıldığında insandavranışlarına getirilen yorumların, nerdeyse her türlü davranışı hem adaptasyon sağlamaya yönelik süreçlerle hem de adaptasyon karşıtı süreçlerle izah edilebilir kılan fazlaca esnek yorumlar oldukları görülür. İşin aslı şu ki, insanların Pleistosen dönemdeki davranışlarına dair çok az şey biliyoruz; dolayısıyla ileri sürülen fikirlerin büyük çoğunluğu deneysel olarak doğrulanmış verilere dayanmamaktadır.

Şahinler” ve “kumrular”


Bu değerlendirmeler özellikle Ruse’un ahlâkın evrimi konusundaki iddiaları ele alındığında daha da önemli hale gelir. Ruse’un, kuramında enköklü ahlâki inançlarımızın Pleistosen dönemde doğal ayıklanma aracılığıyla evrimleşerek bugün insan ırkının tümünce paylaşılan ve evrenseldoğrular kabul edilen sezgilere dönüştüklerini savunduğu hatırlanacaktır. Bu ahlâki inançlar, “karşılıklı özgecilik” ve “akraba tercihi” süreçlerinden kaynaklanan adaptasyon sağlayıcı özellikleri dolayısıyla tercih edilmiştir. E. O. Wilson biyolojik özgeciliği şöyle tanımlamıştır: “Bir insan veya hayvanın kendi gücünden feragat ederek başka bir insan veya hayvanın gücünü artırması.” Evrim bağlamında “güç”, bir bireyinüreme faaliyetleri sayesinde daha sonraki kuşaklarda var olabilen yetişkin evlat sayısına tekabül eder. Ruse’un argümanı, Biyolog W. D. Hamilton’ın (1964) ortaya attığı “toplam güç” kavramına dayanır. Toplam güç, genetik açıdan olumsuz sonuçları olan eylemleri, hem bu eylemleri gerçekleştiren bireylerin gücüne olan etkileri hem de bu bireylerin genetik açıdan akrabaları olan toplumsal ortaklarına olan etkileri bağlamında izah eder. Akraba tercihi çerçevesinde, özgeci davranan birey ile bu davranışın fayda sağladığı toplumsal ortak arasındaki genetik akrabalık ne denli yakın ise özgeci davranışın, bu davranışı sergileyen bireyin genotipinin korunmasına o ölçüde katkısı olur. “Karşılıklı özgecilikte” ise genetik akrabalık söz konusu değildir, bu davranış çerçevesinde birey başkalarına yardım etmek pahasına kısa vadede kendi gücünden feragat eder, ancak kendisiyle aynı türden olan canlıların bu davranışına verecekleri olumlu karşılıklar sayesinde uzun vadede gücü artar.41

Toplam güç kavramı, hayvan topluluklarının sosyal yapılarının incelenmesinde, özellikle de karınca gibi topluluklar halinde yaşayan böceklerin incelenmesinde rastlanan özgeci davranışların Darvinci doğal ayıklanmaya uygun biçimde izah edilmesini mümkün kılmıştır. Ayrıca bu kurama, bir memeli türü olan çıplak kör fareler arasında görülen kısır “işçi” sınıfının evriminin ve başka hayvan türlerin davranışlarının izah edilmesinde de başvurulmuştur. Ancak “Hamilton kuralına” dayanarak yürütülen tahminlerin bazısı yakın zamanda elde edilen birtakım bulgularla çelişir.41Acaba bu kavram Ruse’un, insanlarda gözlemlenen evrensel olarak kabul görmüş ahlâki sezgilerin Pleistosen dönemde yaşanan uzun evrim süreciyle gelişen biyolojik adaptasyonlara dayandığı yönündeki savını doğrulayabilir mi? İlk defa Richard Lewontin tarafından (1961) evrimsel yazınlara taşınan oyun kuramı, toplam güç kuramının hayvan toplulukları bağlamında nasıl yorumlanması gerektiğine dair fikir verici olmakla beraber, Ruse’un bazı iddialarına gölge düşürmüştür. Oyun kuramı bağlamında, bir topluluğa mensup olan canlılar, katıldıkları oyunda galip gelmek için çeşitli stratejilere başvuran oyuncular olarak kabul edilir. Buna dayanarak her bir stratejinin, genlerin sonraki kuşaklara aktarılması bağlamında ne ölçüde faydasağlayabileceklerini öngörmeye çalışırız. Oyun kuramı kavramı John Maynard Smith tarafından geliştirilmiştir. Smith bu kuramı, farklı karmaşıklık dereceleri gösteren birtakım örneklerden yola çıkarak tasvir eder. Bu örneklerden belki de en meşhur olanı, “şahinler” ve “kumrular” arasındaki kıyaslamaya dayanan örneklemedir. Karşılaşan iki “şahin” kavgaya tutuşur. Galip gelen şahin diğerine üstünlük sağlar, yenilen ise zarar görür ve üreme gücü zayıflamış olur. Oyunun kuralları gereği bütün “şahinler” eşit güçtedir, dolayısıyla diğer “şahinlerle” giriştikleri mücadelelerin yarısında galip gelecektir. Bir “kumru” diğer bir “kumruyla” karşılaştığındaysa çatışma yaşanmaz. “Şahin” bir “kumruyla” karşılaştığında “şahin” her şeyi gasp eder (örneğin, önemli bir besin kaynağını), “kumruysa” her şeyini kaybeder. Bu verilere dayanarak her bir “şahinin” ve her bir “kumrunun” karşılaşacağı ortalama sonuçlar hesaplanabilir. Uyguladıkları stratejiler oyuncuların karakteristikdavranış biçimlerini yansıtır. Tabii ki yukarıda sunulan keskin ayrımlara dayanan örnekte görülenin aksine daha incelikli stratejiler de geliştirilebilir. Örneğin, “kararsızlar” zamanlarının yarısını “şahin” rolünde, diğer yarısınıysa “kumru” rolünde geçirebilir. “Aldatıcılarsa” ilk bakışta “kumru” gibi görünüp bir anda “şahinimsi” bir strateji uygulamaya başlayabilir.

Maynard Smith, bireylerce uygulanan farklı stratejilerin yansıttıkları rakip çıkarların dengede tutulduğu mücadeleler çerçevesinde evrimsel istikrarlı stratejilerin (evolutionary stable strategies – ESS) gelişebildiğini göstermiştir. ESS’ler, bir grubun tüm üyelerince uygulandıkları takdirde, bu gruba alternatif stratejilerin sızmasını imkânsız kılan stratejilerdir. Teorik olarak bir toplulukta bir ESS’yi hâkim kılmanın birkaç farklı yolu vardır. Örneğin, her birey uyguladığı strateji çerçevesinde genetik temelli bireysel farklılıklar yansıtabilir, böylece yukarıdaki şahin-kumru örneğinde olduğu üzere bireyler her koşulda aynı stratejiyi uygular. Alternatif olarak topluluk içerisindeki bireyler genetik olarak belirlenmiş en ideal stratejileri barındıran bir stratejiler karışımını benimsemiş olabilir, böylece her birey aynı istatistiksel stratejiler karışımını uygular. Ancak tam olarak hangi stratejiyi uygulayacağı koşullaragöre değişkenlik gösterir ve önceden kestirilemez. Diğer bir ESS örneğindeyse, her birey mümkün olan her türlü stratejiyi uygulama potansiyeline sahiptir, ancak gelişim süreçleri boyunca belirli çevresel olaylara maruz kalmaları onları olası stratejilerden yalnızca bir kısmını kullanmaya yönlendirir. Başka senaryoların gelişimi de mümkündür,42ancak önemli olan ESS’lerin, ayıklanma baskılarının çeşitli stratejiler yansıtan davranışsal eğilimlere nüfuz etmesi ve böylece söz konusu stratejilerin belirli çevre koşulları içerisinde barınan bir topluluk çerçevesinde istikrarlı hale gelmelerini sağlamaları sonucunda gelişiyor olmasıdır.

Karşılıklı özgeciliğin ESS’nin oluşumuna olan katkısı “kısasa kısas”kuralıyla açıklanır. Bu kural uyarınca, bireyin başkalarına yardım ederken daha evvelden kendisine yardım etmemiş olan bireylere yardım etmekten kaçınmasını emreden genetik olarak geliştirilmiş bir tepki kuralının varlığı tasavvur edilir.43Bu işleyişin mümkün olması için yardım edilecek bireyle daha önce temasın olmadığı durumlarda cömertlik eğiliminin baskın olması gerekir. Sistemin tasarlanışı gereği başkasına yardım etmek çok ciddi bir risk teşkil etmez. Örneğin, boğulmakta olduğunuzu gördüğümde bir halat attığım takdirde ben önemli bir risk almış olmam, ama sizin hayatınızı kurtarmış olurum. Bir topluluğun üyesi olup birbiriyle etkileşim içerisinde olan bireylerinhepsi tepki kuralına uydukları takdirde ve her bir birey kendisinden talep edilen yardımın aynen karşılığını beklediği takdirde, bu toplulukta bir ESS gelişecektir. Başkalarına yardım etmeyi reddederek stratejiye katılmayan kimseler, bu tutumları dolayısıyla daha sonraları kendileri mağdur olduklarında yardım bulamayabilir. Tamahkâr kimseler uzun vadede kaybedecek, böylece tamahkâr tutumları kodlayan genler zamanla toplumdan ayıklanacaktır.

Keşke hayat bu kadar basit olsa! Bilgisayarda oynanan genetik evrim oyunlarıyla, insanların gerçek dünyada sergiledikleri davranışlar arasında çok büyük fark vardır. Oyun kuramı, belirli hayvan topluluklarına mensup canlıların benimsedikleri stratejilere dair oldukça faydalı izahatlar sağlamıştır, ancak eğer “toplam gücün” insan topluluklarıiçin evrensel olarak geçerli olacak bir ahlâk oluşturması bekleniyorsa, bu beklenti sorun yaratabilir. Çünkü böylesi kuramsal bir tasarının evrensel olarak kabul görecek ortak ahlâki değerler yaratacağı kesin değildir. Yukarıda belirtildiği üzere, ESS’ler topluluklarda gözlemlenen davranışlarda yaşanan değişimlersonucunda oluşur ve verilen örnekte egemen olan “kısasa kısas” anlayışı mümkün olan çok farklı senaryolardan yalnızca biridir. ESS kavramının insan davranışlarına dair makulbir izahat sunduğuna inanan bir kimse, dünyanın dört bir yanında yaşayan çeşitli bireylerin ahlâki yargıları ve inançları arasında büyük farklılıklar gözlemleniyor olmasını, ayıklanma sürecinin “kısasa kısas” örneğindeki gibi müşterek stratejilerden ziyade, bir çeşitlilik ilkesi geliştirdiği biçiminde yorumlayacaktır muhtemelen.

Aslında Ruse’un aksine sosyobiyologlar ESS kavramını toplumlara uyguladıklarında genellikle söz konusu incelikleri hesaba katar. Nitekim Linda Mealey “sosyopatinin sosyobiyolojisi” üzerine yazdığında bu konudaki yaklaşımını açıkça ifade eder: “Sosyopatlar tasarımları gereği toplumda hile yoluyla varlıklarını sürdüren bireylerdir ve çevresel ve genetik etkenlerin karmaşık etkileşimi aracılığıyla bazı bireyleri çıkarcı (manipülatif) ve yağmacı (avcı) yaşam stratejileri benimsemeye iten evrimsel baskıların ürünüdür.”44Sosyopatların, psikopat veya antisosyal kişilik diye anıldıkları da olur. Mealey sosyopatinin ardında, topluluklarda var olan genetik bir eğilimin yattığını ve sosyopatların oyun kuramı çerçevesinde davranışsal stratejileri dolayısıyla “hileci-kusurlu” diye tanımlanan kimseler olduklarını savunur. Mealey’in bu iddiasının çok sayıda varsayım barındırdığı (ki Mealey makalesinin sonunda bu varsayımları eleştirel bir gözle değerlendirir) ortadadır, ancakMealey’i ESS modelini insan topluluklarına uyguladığı için suçlamak doğru olmaz. ESS modeli, Ruse’un iddia ettiği gibi, aklı başında olan herkesin paylaşacağı evrensel olarak kabul gören ahlâki sezgilerden ziyade, insanın yaşamını sürdürme gücüne katkıda bulunan kaynaklar bağlamında, daha doğrusu insanların evrimini mümkün kılan çevre koşullarını teşkil eden doğal kaynaklar bağlamında çatışan çeşitli ahlâk anlayışlarının ortaya çıkmasına neden olur.


Ruse şu önermede bulunur:


Darvincinin iddiası, belirli eylemlerin olumlu olduğunu, diğer eylemlerinseyanlış olduğunu hissetmemizi sağlayan genetik mizaçlara sahip olduğumuzyönündedir. Ancak bunlar basit hoşlanma ve hoşlanmama duygularından ibaret değildir. Burada söz konusu olan daha gerçekçi bir ahlâka doğru bir gidişat, yani ahlâkın evrimidir; biyolojik “özgecilikten” (biyolojik açıdan uyumlu biçimde bir arada yaşamak suretiyle üreme hedeflerinin gerçekleştirilmesi), literal “özgeciliğe” (yani sözlük anlamıyla, doğru ve yanlışa dair tanımlamalar talep eden bir özgecilik) doğru gelişen bir evrimdir bu.45


Ne var ki toplam güç, Ruse’un yukarıda sözünü ettiği “uyumlu biçimdebir arada yaşama” biçimindeki uysallaştırılmış anlayıştan ziyade, çeşitli bireylerin sınırlı kaynaklara sahip olmak amacıyla farklı davranışsal stratejiler uygulayarak sürdürdükleri bir mücadeleyi yansıtır. Kimi zaman bu stratejiler hile veya Mealey’in deyişiyle sosyopati üzerine kurulu olabilir ve amaca ulaştırdıkları takdirde uygulayanın gözünde makbul stratejiler olur bunlar. Öyle anlaşılıyor ki Ruse da benimser bu görüşü, çünkü şöyle der: “Sizin gibi benim de kırk altı kromozomum var.Sizin gibi ben de ortak ahlâki değerleri paylaşıyorum. Kırk altı kromozoma sahip olmayan kimseler anormal ve (muhtemelen) hasta kabul edilir. Bizlerle aynı ahlâki değerleri paylaşmayan kimseler de anormal ve (muhtemelen) hasta kabul edilir.”46

Bu aşamada Ruse’un yaklaşımını tutarlı bir bütün olarak değerlendirmek zor görünür. Çünkü eğer biyolojik özgecilik ve toplam güç anlayışları insanın ahlâki davranışlarına da uyarlanabiliyorsa, hayvan topluluklarını gözlemleyerek bu tür süreçlerin genetik işleyişlerine dair öğrendiklerimize dayanarak, bu evrimleşme sürecinde gelişecek genetik olarak belirlenmiş davranışların, sınırlı kaynakların kazanılmasına yönelik mücadele aracılığıyla bireysel gücü artırmaya yönelik davranışlarolacaklarını söylemek mümkündür. Nitekim bazısı “şahin”, bazısı “kumru”, bazısı “yalancı”, bazısı “hileci” vs. olacaktır. E. O. Wilson daşu sözleriyle bu anlayışı benimser görünür: “Belirli bir toplum içerisinde yer alan bireylerin davranışsal genleri önemli ölçüde farklılık gösterse de, toplumlar arası düzeyde farklılıklar göze batmaz.”47Ancak Ruse Darvinci kuramdan yola çıkarak, “her ulustan gelen iyi ahlâklı kimselerce benimsenen değerler ve ölçütleri” barındıran evrensel olarakkabul gören bir ahlâk anlayışı inşa etmek istemektedir. Ne var ki “bizlerin ahlâki duyarlılığımızı” (“bizler” kelimesiyle tanımlanan bu gizemli kimseler de kimdir?) paylaşmayan kimseleri “hasta” ilan edişiyle de evrim sonucunda gelişen anlayışın tam anlamıyla evrensel olmadığını itiraf eder gibidir Ruse. Yani burada aslında birbirinden oldukça farklı iki kuram sunulmakta ve bu farklı kuramlardan erişilen sonuçlar kafa karıştıracak biçimde harmanlanmaktadır. Ruse sunduğu ilk kuram bağlamında, tüm insanlıkça benimsenen, dolayısıyla evrensel olarak geçerliolan ve biyolojik özgecilik kavramına dayanan bir ahlâk anlayışının geliştiğine ikna etmeye çalışır bizleri. Ancak bu kuramı sorunlu kılan, biyolojik özgecilik kuramlarından yola çıkıldığında ortak değerlerden ziyade, sınırlı kaynakların kontrolüne yönelik olarak yürütülen mücadelelerde çok çeşitli davranışların baş gösterebileceği ve bu davranışlardan bazısının ahlâken tasvip edemeyeceğimiz türden olabileceğinin ortaya çıkıyor olmasıdır. Ruse, sunduğu ikinci kuramdaysa, evrensel olarak geçerli olduğunu savunduğu ve idealize ettiği ahlâk anlayışını benimsemeyen kimselerin “hasta” olduklarını iddia eder; ne var ki ilk kuramda sunulan biyolojik özgecilik anlayışı ciddiye alınacak olsa, söz konusu kimseler topluluk içerisinde başarılı olması beklenen türde kimseler olarak görünecektir. Hilecilerden oluşan bir azınlığın mutlaka başarısız olacağını söylemek mümkün müdür? Sorun şu ki, Ruse öne sürdüğü kuramları mutlak doğru kabul etmek istese de, biyolojik temelli varsayımlar (ya da genel biyolojik veriler) evrensel olarak kabul gören ideal bir ahlâk anlayışı sağlamaktan uzaktır.


Aldatıcı genler


Ruse’un öne sürdüğü, ahlâki duyarlılıkların ortak olmasına dayanan anlayıştan yola çıkıldığında evrensel ahlâkın Darvinci bir adaptasyon olarak gelişmiş olabileceği düşüncesi geçersiz görünür. Ancak Ruse bununla kalmayıp daha da çelişkili bir diğer “adaptasyon” önerir. Bu önermesinde, ahlâkın nesnel bir olgu olduğu yönündeki inancımızın adaptasyon sonucunda evrimleşerek geliştiğini ve vicdanımızın bastırdığı ahlâki kurallara ancak bu inanç sayesinde riayet ettiğimizi savunanRuse şöyle der:


Ahlâk özü itibariyle… temel istekler, arzular ve korkuların ötesine geçerekinsanlarla sosyalleşmemizi sağlamaya yönelik bir adaptasyondur… Yani ahlâk bir bakıma genlerimizin bizlere dayattığı kitlesel bir yanılsamadır. Ancak söz konusu yanılsamanın ahlâkın kendisinden değil, ahlâkın nesnel olduğu inancından kaynaklandığını da belirtmek gerekir.48


Ruse bu önermesiyle adeta insanın düşünce dünyasına bir Truva Atı sızdırır. Ne de olsa genlerimiz bizleri aldatarak en derin ahlâki inançlarımızın nesnel olduklarını düşünmemizi sağlayabiliyordur; ama biz bu inançların aslındaöznel olduklarını biliyorsak eğer, bu inançların ahlâkiyaptırım gücü kaçınılmaz olarak zayıflar. Çünkü insan aldatıldığını bildiği takdirde, genellikle aldanmayı ortadan kaldıracak adımlar atar. Örneğin, ağır bir grip geçiren kimsenin, hastalığı atlattıktan sonra bir süreliğine bunalıma girmesi ve hayata karamsar gözle bakması sıklıkla rastlanan bir durumdur, ama aslında hayatın kendisi zerre kadar değişmemiştir. Ancak insan fizyolojisinden kaynaklanan bu tür durumlar konusunda bilinçli olunca, aldatıcı unsurları hesaba katabilir ve bedeninizin biyokimyasal aşırı tepkilerini fazla ciddiye almamayı öğrenebilirsiniz.

Eğer Ruse bu konuda haklıysa, genlerimizin bizi bilimsel inançlarımızın nesnelliği konusunda da aldatmadıklarından, yani bu inançlarımızın da birer aldanmadan ibaret olmadıklarından nasıl emin olabiliriz? Belki de bilimin ortaya çıkması için gereken mantık anlayışı Pleistosen dönemde yaşayan insansı atalarımız için adaptasyon sağlayıcı bir özellik barındırmıştı; ancak nesnel bilginin bu şekilde gelişebileceğidüşüncesi çok hatalıdır. Bu durumda evrimin, biyolojik çeşitliliğin kökenini tatmin edici biçimde izah eden bir kuram olduğu yönündeki kanaatimiz de, üreme başarımıza katkıda bulunduğu için genlerimizin bize dayattığı bir aldatmaca olabilir. Bu saptama doğruysa, Ruse’un birçok kitapta akılcı argümanlarla sunulan, gerçek Darvincilerin ahlâkınancak öznel bir olgu olduğuna inanabilecekleri yönündeki nesnel görüşü de kendisinin genetik mirasından kaynaklanan bir yanılsamadır; dolayısıyla onun iddialarına kulak asmamak en doğrusu olacaktır.

Aldatıcı genler”, bilgisayar ekranında görünen harflerin dağılıp ekranın alt kısmına yığılmalarına neden olan bilgisayar virüsleri gibi felsefecilerin olayların gelişimini izah ederken başvurdukları argümanlarasızdıkları takdirde, bu tür argümanlardan yola çıkarak akılcı söylemler geliştirmek imkânsız hale gelir. Ruse’un savunduğu bu anlayış, istenmeyen her türlü inancın insan beynini “istila eden” memler olarak tanımlanmaya çalışıldığı diğer bir yaklaşımı andırır. “Beynin istilası” argümanı tek bir inancı bile geçersiz kılmak için kullanıldığı takdirde, daha önce de işaret ettiğimiz üzere o andan itibaren bu argüman her türlü inancı geçersiz kılmak için kullanılabilir; bu anlayışın sonu düşünsel kısırlıktır.


Büyük beyinler ve süratli kültürel değişimler


İleri sürülen argümanların sonu düşünsel kısırlık oluyorsa, başka bir yaklaşım benimsemenin vakti geldi demektir. Karmaşık insan davranışlarının kalıtım yoluyla aktarımı ve ahlâki inançlarımızın kökenlerine dair sosyobiyolojik argümanların çoğunda rastlanan sorun, meseleleri aydınlatmak için yanlış araçlara başvuruyor olmalarıdır. Bilim alanındaki belirli bir soruna izahat getirmeye çalışırken, başvurulabilecek anlaşılır ve sınanabilir bir kuram hâlihazırda varken, sıfırdan başlayarak sınanması ve çürütülmesi zor olacak karmaşık bir kuram geliştirmenin pek bir anlamı yoktur. Biz insanların, öğrenme konusunda çok yetenekli, farklı çevre koşullarına uyum sağlamak konusunda çok esnek, dilin sağladığı faydalarla donatılmış, sosyalleşerek kültürel ve dinsel inançlarımızı sonraki kuşaklara aktarma konusunda gayretli olmamızı sağlayan büyük beyinlere sahip olarak evrimleştiğimiz konusunda bütün biyologlar hemfikirdir. Bu bağlamda karmaşık bir bilgisayar gibi olan beyinlerimizin, daha hızlı koşan, mesafeleri daha çabuk hesaplayabilen, daha etkili iletişim kurabilen ve öğrenme yeteneği daha gelişmiş olan canlıların genlerini sonraki kuşaklara aktarmalarının daha olası olduğu çevre koşulları içerisinde yaşamımızı sürdürmeye ve üreme gücümüzü artırmaya yönelik ayıklayıcı baskılar altında evrimleştikleri öne sürülür. Hiçbir biyolog, insan türünü diğer türlerden farklı kılan temel özelliklerin genlerimizde (özellikle de bilinç ve dil özelliklerine sahip fenotipler geliştirebilen beyinleri kodlayan genlerimizde) var olan bilgi birikiminden kaynaklandığından şüphe etmez. Ayrıca yaşamın sürdürülmesi ve üreme başarısıyla ilişkili insanın temel içgüdülerinin, yani beslenme, cinsellik ve evlatların yetiştirilmesi güdülerinin genetik mirasımızla doğrudan bağlantılı olduğu düşüncesini reddetmekiçin geçerli bir neden yok gibi görünür. Gerçi sırf bu kısıtlı davranışsal öğeler için bile kusursuz genetik mekanizmalar önermek kolay bir iş değildir. Ancak artan karmaşıklıkta ve çeşitlilikte insan davranışları sözkonusu olduğunda, genetik çeşitlilikten kaynaklanacak değişimler genelolarak öğrenme ve yeni düşüncelerin kültürel aktarımında gözlemlenensüratli değişimlere kıyasla çok yavaş ve hantal görüneceklerdir. Fenotip düzeyinde kayda değer sayılabilecek bir değişimin yaşanması için yüzlerce kuşak geçmesi gerekebilir, üstelik bu süreç sonunda oluşan faydalı adaptasyonun (sıtmaya karşı dirençlilik gibi) nüfusun sadece küçük bir kısmında geçerli olması da olasıdır. Ancak bir kere sıtmanın sivrisineklerin insanları ısırması sonucunda yayıldığını öğrendiğiniz takdirde, ısırılmanın önüne geçmek için önlemler alabilir veya bölgedeki bütün sivrisinekleri öldürebilirsiniz; ayrıca önemli bir adaptasyon sağlayan bubilgiyi aynı kuşak zarfında çevredeki bütün insan topluluklarına aktarabilirsiniz.

Hayvanlarda gözlemlenen genetik olarak kodlanmış davranış biçimiaktarımından, öğrenmeye dayanan insan davranış biçimi aktarımına geçiş süreci, iletişim alanında İnternet sisteminin yaygınlaşmasıyla yaşanan değişime benzetilebilir. İlk başlarda bir avuç akademisyenin bilimsel araştırma sonuçlarını birbirleriyle paylaşmalarına olanak sağlayan bir sistemden ibaret olan İnternet veya diğer adıyla Dünyayı Saran Ağ (WWW – World Wide Web), bugün dünyanın dört bir yanına uzanan, milyonlarca insanı bir araya getiren ve bütün yeni iletişim sistemleri gibi hem iyi yönde hem de kötü yönde kullanılabilme potansiyelini barındıran bir teknolojidir. Bugün İnternet, muhtemelen ilk geliştirildiği dönemde öngörülmüş olmayan, elektronik alışveriş, uçak bileti fiyatlarınıkıyaslama hizmetleri, kulüp ve cemiyetlerin üyelerini buluşturma, pornografi yayma, yemek tarifleri sunma, bomba yapımı tarifleri sunma ve kimi zaman evlilikle sonuçlanabilen çöpçatanlık hizmetleri sunma gibi birtakım imkânlar barındırmaktadır. E-posta kavramı geliştirildiğinde zaman içerisinde evrimleşerek böylesi “adaptasyonlar” geçireceğiöngörülmüyordu, ama bir kere tedavüle çıktığında bu tür adaptasyonlarsağlayabileceği tahmin ediliyordu. Kafatasımızın içindeki beynimiz için de benzer bir durum söz konusudur. Beynimizin, esas itibariyle avlanma ve toplayıcılık yeteneklerini geliştirmek üzere evrim geçirmiş olması, koro müzikleri dinleme, futbol oynama veya hızlı araba kullanmaktan aldığımız keyifleri anlamsız kılmaz. Darvinci anlayışı benimsemeyisürdürüp aynı zamanda bu davranışların Pleistosen döneminde üreme başarısını artırmaya yönelik adaptasyonlar olarak geliştikleri varsayımına inanmamak gayet mümkündür. İnsanların, yeni beceriler edinme konusunda yüksek yeteneğe sahip büyük beyinleri vardır. Bu biyolojik gerçeği olduğu gibi kabul etmekte ne sakınca olabilir ki?

Ne ilginçtir ki sosyobiyologlar kimi zaman, yeni düşüncelerin veya yeni eğilimlerin topluluklarda baş göstererek bir kuşak içerisinde önemli değişimlere yol açmalarına dair örnekler sunarak kendi kuramlarına ihanet eder görünür. E. O. Wilson, On Human Nature (İnsan Doğası Üzerine) adlı kitabında bu tür bir örnek sunar. Wilson, “Saldırganlık” başlıklı bir bölümde şöyle der: “Saldırganlık unsurunun sosyokültürel bir araç olarak, akıl ile genlerin kodladığı temel biyolojik süreçleri birbirinden ayıracak biçimde gelişmesini sağlayan doğal bir eğilim söz konusudur. Kültür, saldırganlığı biçimlendirir ve tüm kabile üyelerinceaynı biçimde uygulanmasını onaylar (kutsal sayar).”49Wilson, yüzyıllarboyunca sürüp giden kabile savaşlarında birbirlerini katleden Yeni Zelanda’nın Maori kabilelerinden de bahseder. Bu örnek ilk bakışta insanların saldırganlığı konusundaki iddiaları doğrular görünür, ancak Wilson şöyle devam eder: “1830’lu yılların sonlarında başlayan ve 1840’lıyılların başlarında devam eden bir süreçte Maori kabileleri kitlesel olarak Hıristiyanlık’ı kabul etti ve kabileler arası savaşlar tamamen sona erdi.”50Eğer insan türünde, Wilson’ın da önerdiği üzere (gerçi doğruluğu fazlasıyla tartışılmaktadır) doğal bir saldırganlık eğilimi varsa bile, söz konusu kimselerin değer yargılarında ve amaçlarında yaşanan değişimler sayesinde bertaraf edilemeyecek kadar köklü değildir bu eğilim.

Hutterite’ler gibi topluluklar da epigenetik kurallardan ziyade dinselinançlar ve toplumsal yapıların ne denli belirleyici olabildiklerini yansıtan örneklerdendir. Hutterite’ler 16’ncı yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan ve zorunlu askerlik hizmetinden kaçmak için Kuzey Amerika’ya göç eden bir mezheptir. Hutterite’lerde özel mülkiyet yoktur, her şey ortaktır. Ayrıca bencillikten arınmayı erdem sayarlar ve sosyobiyologların insan davranışlarını izah etmek üzere sıklıkla başvurdukları iki ilke olan akraba kayırma ve karşılıklı özgeciliği tasvip etmezler. Paylaşımda akrabalık gözetilmemeli ve karşılık beklenmemelidir.51Ancak böylesi Darvinciliğe tezat davranışlar sergilemelerine rağmen Hutterite’lerin, varlığı bilinen insan toplulukları arasında en yüksek doğum oranlarına sahip topluluk oldukları bildirilmiştir. “Hutterite’ler günümüz Kanadası’nda modern teknolojilerin sağladığı kolaylıklar olmaksızın çiftçilikle uğraştıkları sınırlı arazilerde başarılı olmuşlardır ve yayılmalarını engelleyen yasalar olmasa Hutterite olmayan insan topluluklarını yerlerinden etmeleri işten bile değildir.”52Hutterite topluluğu yalnızca dört yüzyıldır var olan bir topluluktur, ki genetik değişim bağlamında çok kısa bir süredir bu. Dolayısıyla Hutterite’lerin dinsel inanç ve toplumsalyapılarının, bu topluluğa mensup kimselerin genleriyle hiçbir ilgisinin olmadığı açıktır. Diğer insan topluluklarında olduğu gibi Hutterite’lerin de inanç ve toplumsal uygulamaları genetik değişimlerin etkisinden soyutlanmıştır. Öğrenme ve toplumsal değişimin “hızlı şeridinden” ilerlemektedirler.

Philip Hallie, İkinci Dünya Savaşı sırasında sergiledikleri özgeci davranışlarla sosyobiyolojik varsayımların kalıplarını aşan diğer bir topluluğa işaret eder. Fransa’nın Le Chambon yöresinde bulunan Huguenot köyü sakinleri, çoğu çocuk olan 6000 Yahudi’yi Nazi soykırımından kurtarmak için kendi hayatlarını tehlikeye atmıştır. Hallie’e göre53köy sakinlerinin bu davranışlarının temelinde, Tanrı’nın özünün özgeci sevgi (başkaları için kendini kurban edebilme) olduğu, kardeşlerimizi kollamamız, öksüzün hakkını vermemiz, birbirimizi katletmememiz ve birbirimize ihanet etmememiz gerektiği yönündeki inançları yatıyordu. Le Chambon sakinleri tanımadıkları kimseleri kurtarmak uğruna kendi çocuklarını, ailelerini ve mülklerini tehlikeye atmıştı. Tanrı’ya olan inançlarından kaynaklanan bu davranışları sosyobiyolojik açıdan nasıl izah edilebilir? Ruse, köy halkının gerekli bir yanılsamanınetkisinde olduklarını savunacaktır. Ancak inançlarının yanılsama olduğu kendilerine söylenmiş olsaydı ve bu telkini doğru kabul etmiş olsalardı, yine de aynı özgeci davranışları sergilerler miydi? Büyük olasılıkla sergilemezlerdi. Richard Busse de şu soruyu sormuştur: “İnançları ‘asil bir yalan’ üzerine kurulu olsaydı Yahudiler’e yardım eder miydiler?” Yahudi sığınmacıları kabul edip İsviçre’ye kaçmalarına yardımcı olmak gibi bencil olmamak, kahramanlık, sınırsız insan sevgisi ve Tanrı sevgisi ile tüm insanlığın Tanrı’nın çocukları olduğu yönündeki inancadayanan bir adanmışlığı yansıtan özgeci eylemler, yaşamı sürdürme ve adaptasyon hedefleriyle izah edilebilir mi? Le Chambon sakinlerinin sergilediği iyilik, sosyobiyoloji temelli bir etik anlayışıyla izah edilemez.54


3. Adım – Doğalcı yanılgı


Ruse, biyolojik temelli bir ahlâk öngören argümanının üçüncü adımındaepigenetik kuralların gerçekçi bir ahlâk, yani “olması gerekene” işaret eden bir ahlâk ürettiklerini ve bu ahlâk anlayışının kendisinin “doğalcı yanılgı” diye tanımladığı belirleyici etkenleri reddetmemizi gerektirmediğini savunur. Bu “yanılgı” ruhu Ruse’un yazılarında öylesine etkilidirki, dikkatle gözden geçirilmesi gerekir. Bu tür tartışmalarda gelenekselolarak Hume’un görüşlerine başvurulur ve dolayısıyla burada Hume’un ahlâk üzerine söylediklerine göz atmak uygun olacaktır:


Bugüne dek karşıma çıkan tüm ahlâk sistemlerinde, ahlâk sistemini aktaranyazarın öncelikle sıradan mantık yordamlarına sadık kalarak bir Tanrı’nın varlığını tespit ettiğini ya da insan eylemlerine dair gözlemlerde bulunduğunu gördüm. Ancak şaşırtıcı biçimde, böylesi girişlerin ardından, olanveolmayan biçimindeki genel önerme ikiliklerinden ziyade, ideal olanve ideal olmayansıfatlarıyla tanımlanan önermelerle karşılaştım. Fark edilmesi güç bir değişimdir bu; ancak belirleyicidir. Çünkü ideal olanile ideal olmayan sıfatlarıyla olgular arasındaki ilişkilere dair tanımlamalar sunulacaksa veya birtakım yargılara varılacaksa, “daha önceki tespitlerden yola çıkılarak tümdengelimle büsbütün farklı nitelikte olan böylesi tanımlamalara varıldığı fark edilmeli ve bu anlaşılmaz durum izah edilmelidir.55


Hume’un bu saptamaları genel olarak “var olana” dair söylemlerden yola çıkılarak “ideal olana” dair söylemlere varmanın mantıksal olarak mümkün olmadığı; çünkü var olan durumlar ne denli tarif edilirse edilsin bu tür tariflerin ideal olanadair tanımlamaları asla doğrulayamayacakları biçiminde anlaşılmıştır. Cambridge’te bir profesör olan felsefeciG. E. Moore da, Principia Ethica(1903) adlı eserinde ahlâki iddiaları fiziksel dünyaya dair tanımlamalarla doğrulamaya yönelik bütün girişimlerin hüsranla sonuçlanmaya mahkûm olduklarını savunarak Hume’un argümanını bir adım ileri götürmüştür.56Moore bu anlayışı vurgulamak için Herbert Spencer’ın yazılarından alıntılar yapmıştır. Spencer, 1879 yılında yayımlanan Data of Ethics (Etiğe Dair Veriler) başlıklı kitabında, “müspet davranış” kavramının aslında “daha fazla evrimleşmiş davranış biçimleri” anlamına geldiğini ileri sürüyor ve “bilimseltemellere dayanan davranış kurallarının belirlenmesi” gerektiğini savunuyordu. Moore, kanımca haklı olarak, “iyi” ile “görece daha fazla evrimleşmiş olan” kavramlarının oldukça farklı kavramlar olduklarını ve bu kavramlardan birinden yola çıkarak bir diğerine ulaşmanın mantıkenimkânsız olduğunu belirtmişti.

O halde sosyobiyologların doğal dünyaya dair tanımlamalardan yolaçıkarak belirgin bir ahlâk anlayışı geliştirmeleri mümkün müdür? Ruse,“ideal olan” kavramını yeniden tanımlayarak, nesnel ahlâk ölçütlerine dayanan bir olgu olduğu yönündeki anlayıştan arındırarak yanılgıyı bertaraf etmeye çalışır, ancak tek yapabildiği evrimsel geçmişimizden kaynaklanan doğal mizacımıza işaret etmek olur. Dolayısıyla hissettiğimiz yoğun yükümlülük duygusu “insan doğasının bir uzantısıdır”; biyolojik varlığımızdan kaynaklanır. “İdeal olana” dair söylemlerin var olan durumlara dair söylemlerden yapılan mantıksal çıkarımlara değil de insanların yükümlülüklerini algılayışlarına dair deneye dayalı tanımlamalara dayandıkları yönündeki iddiayla doğalcı yanılgının bertaraf edildiği düşünülür. Yani bu görüş doğrultusunda nesnel bir ahlâk yokturve son tahlilde ahlâk, genlerimizin bize dayattığı kitlesel bir yanılsamadır; ahlâkın kendisi aldatıcı değildir, aldatıcı olan ahlâki yükümlülük duygusudur. “Üreme başarısı için ödenen bedeldir yükümlülük duygusu.”

Bu tür iddiaları değerlendirirken doğal mizacımızın, ilgi ve alakamızın yakın akrabalarımıza yoğunlaşmasını sağlayacak biçimde genetik olarak belirlenmiş olmasının gayet mümkün olduğu da vurgulanmalıdır.Şimdiye kadar incelediğimiz verilerin hiçbiri bu olasılığa ters düşmez. Gerçi bu durumu kesin olarak doğrulayan bir veri de görmedik. Tabii kiinsanların genellikle akrabaları olmayan kimselerden ziyade, akrabalarıolan kimselere daha fazla ilgi ve alaka gösteriyor olmalarının baskın kültürel ve toplumsal etkenlerden kaynaklanıyor olması da aynı ölçüdeolasıdır. Bu mesele nasıl neticelenecek olursa olsun, ahlâki yükümlülüklerimizin yalnızca akrabalarımızla sınırlı olmadığı, başka ülkelerde yaşayan ve akrabamız olmayan ama açlıktan ölmekte olan kimselere, büyük kentlerde yaşayan ve asla tanışmadığımız evsiz kimselere karşı da yükümlü olduğumuz ve akrabamız olmayan vatandaşlarımızın da bizim başarılarımıza paydaş olabilmeleri için dürüstçe vergimizi vermeyeyükümlü olduğumuz gayet açıktır. Ruse etik yükümlülüklerin, ilgili bireyler ile aramızdaki akrabalık derecesine göre değişkenlik gösterebilen“ahlâki bir gradyana” bağlı olduğunu tasavvur eder. Ancak yakın akrabalarımıza karşı yükümlü olduğumuzu kabul ettiğimiz gibi, günümüzdeküresel bir köy haline gelen dünyada her gün, genetik ve coğrafi yakınlığımız olmayan kimseleri de yakından ilgilendiren etik konularda kararlar vermek durumunda kalıyoruz. İnternet’te yayılan metinler veya görsel öğelerin paylaşımında olsun, binlerce kilometre uzaktaki ülkelerde doğal kaynakları hor kullanan çok uluslu şirketlerdeki yatırımlarımızbağlamında olsun, akrabamız olmayan kimselere yönelik insani yükümlülüğümüzü inkâr etmemiz mümkün değildir.

Ahlâki tercihlerimizin küresel çapta etkili olması ve farklı kültürlerde değişik ahlâk anlayışlarının hâkim olabiliyor olması bağlamında Ruse’un, ortak evrimsel mirasımızın etkisiyle geliştiğini ve doğal mizacımızın parçası olduğunu iddia ettiği sözde “temel ahlâki inançların” tam olarak ne olduklarını asla açıkça ifade etmeye çalışmamış olmasınada şaşmamak gerek. “Öldürmek yanlıştır” yönündeki ahlâki yargının evrensel olarak kabul gördüğü şüphesizdir, ancak insanların (veya hayvanların) makul biçimde bir arada yaşayabilmeleri için vazgeçilmez olan böylesi temel bir kıstasın izahatında karmaşık epigenetik kuramlara başvurmanın gerekliliğiyse şüphelidir. Ancak ilk başta gayet basit görünen bu ahlâki ilke bile savaşlar, idam cezası, ötenazi uygulamaları, kürtaj vb. konulara dair etik değerlendirmeler çerçevesinde sonu gelmeyen tartışmalara konu olur. Nitekim uygulamada, ahlâki tercihlerin büyük çoğunluğu tartışma ve münazara konusu edilir ve nihayetinde, İdeal olan tercih hangisidir?” sorusuyla karşı karşıya kalırız. Maalesefdoğal biyolojik mizacımız bu sorunun cevabını “aşikâr” kılmaz ve çoğuzaman, özellikle de söz konusu tartışma dünyanın dört bir yanındaki farklı toplumları ve kültürleri ilgilendirdiği takdirde çözüme ulaşmak kolay olmaz. Ruse’un önerdiği model doğru olsa, aynı insan genlerini paylaştığımıza göre böylesi bir ahlâki çeşitliliğin varlığı şaşırtıcı olurdu.Aslında Ruse da bu çelişkinin varlığını inkâr etmiyor görünür. Çünkü şöyle der: “Düşüncelerimiz ve davranışlarımızın kimi zaman ahlâki duyarlılıklarımıza tezat yönde geliştikleri açıktır. Üstelik birçok zaman bencillik üstün gelir. Darvinci kimsenin ahlâk olgusunun, karşılıklı özgecilikten kaynaklanan dürtülerden yalnızca biri olduğunu savunması da mümkündür. Aynı mekanizma, ahlâki nitelikte olmayan, ama kısıtlayıcı etkileri olan başka türlü hisler de türetir.”57Ruse’un bu saptaması doğruysa eğer, bazı duyguların “ahlâki” (“özgeci”), diğer birtakım duygularınsa “ahlâki olmayan” (“kısıtlayıcı”) olarak tanımlanmaları neye dayanır? Biyolojik yaklaşıma göre, insanları farklı davranmaya iten farklı dürtüler söz konusudur ve bu yaklaşım çerçevesinde neden bazı dürtülerin diğerlerine kıyasla daha “ahlâki” sayıldıkları pek açık değildir. Belirli bir davranışı sergilemeye iten mizaçların varlığına dayanan ahlâki yükümlülükler aslında gerçek anlamda yükümlülük değildir.


İdeal olaraknasıl davranmalıyız?


Öyleyse netice itibariyle halen ideal olan davranışların ne olduğu konusunda kesin bir yargıya varabilmiş değiliz. “İdeal olan” kavramı ne tür davranışlara sevk eder? Kanımca pek olası olmasa da, ideal olankavramının kullanımıyla bağlantılı olabilecek ahlâki ve toplumsal yükümlülük hissiyatlarının, evrimsel bir tarihçesi olan biyolojik mizaçlardan kaynaklanıyor olması kâğıt üzerinde mümkündür. Bu konuda kesin bir yargıya varılabilmesi için çok daha fazla veriye ihtiyaç vardır.Ancak bu varsayım doğrulanacak olsa bile, idealolankavramının hangi davranışlarla ilişkilendirileceği insanların tercihine kalacaktır. Bu durumda insanı, bir çarkı döndüren bir makineye benzetmek mümkündür.Dönen çarkın sağladığı güç, elektrik üretecek bir dinamoyu harekete geçirmekten, çorak toprakları sulayacak su pompalarını çalıştırmaya kadar pek çok farklı amaca hizmet edebilir. Eğer dönen çark, ideal olankavramının karşılık geldiği biyolojik kökenli doğal duyguları temsil ediyorsa, çarkın ürettiği gücün gördüğü işlevler de ahlâki tercihleri temsil eder kabul edilebilir. “İdeal olan” kavramı gerçekten de “bir şeyler konusunda belirgin bir kanaatten” ibaret olsaydı, dönen çarkın ürettiği gücün çoğu kimse tarafından “kötü” sayılacak uygulamalara alet edilmesi de gayet mümkün olurdu. Nazi rejimi, Yahudi soykırımını organize etmek için, göreve bağlılık ve emre itaati zorunlu kılan yoğunbir yükümlülük duygusunu tüyler ürpertici derecede başarıyla aşılıyordu Alman halkına. Sıradan insanlar bile ideal olanındevleti hoşnut etmek için organizasyona olabildiğinde katkıda bulunmak olduğuna inanıyordu; itiraz etmek doğru olmazdı. Nazi rejimine karşı çıkanların sayısı daaz değildi; özellikle de akademisyenler arasında.58

Eğer ahlâk kavramı, Ruse’un kuramından da anlaşılacağı üzere çoğunluğun doğal biyolojik mizacını tanımlayan bir kavramsa, bu kavramhangi temellere dayanarak eleştirilebilir? Ruse’un öne sürdüğü gibi nesnel ahlâk diye bir şey yoksa, gözlemcinin tek yapabileceği, gözlemlediği davranışlara dair ampirik bir rapor sunmak olur. Ruse şöyle diyordu: “Kanımca felsefeciler tatbiki bilimcilerdir bir bakıma.”59Bu durumda bilimci-felsefecinin Ruse’un önvarsayımlarından yola çıktığı takdirde tek yapabileceği şey, Nazi rejiminde gözlemlenen insani içgüdüler ve mizaçları tanımlayarak, “Demek ki bu tür koşullarda biyolojikdürtüler bu yönde işliyorlarmış” gibi bir yargıya varmak olur. Gerçekten bu anlayış çerçevesinde söylenebilecek başka bir şey yoktur. Eleştirmeye kalkıştığınız takdirde, epigenetik kurallara dayanan insan mizacı kavramı bağlamında doğrulanamayan birtakım değer yargılarına başvurmak durumunda kalırsınız. Ruse’un, “ideal olan” kavramının psikolojik hissiyatları tanımladığını varsayma yönündeki stratejisi “doğalcı yanılgıyı” bertaraf etmekten ziyade, böylesi hissiyatları doğrulayabilecek sağlam temelli bir metaetik anlayışının mümkün olup olmadığı sorusunu daha da önemli kılar. Yani bu anlayış doğrultusunda kesin ahlâki yargılara henüz varılamamıştır.

Ruse’un metaetik konusundaki çelişkili tavrı, özgecilik kavramını ele alışında da göze çarpar. Şöyle der Ruse: “Biyoloji bizleri sözlük anlamıyla ‘özgeci’ hale getirerek amacına ulaşır.” Peki ama tam olarak neanlama gelir bu? Biyolojik özgeciliğin tanımı yukarıda da sunulduğu üzere, anlam itibariyle gayet açık olmakla beraber, bu kavramın uygulamadaki yansımalarını ölçmek pek kolay değildir. Mesele şu ki aslındagayet açık bir tanımı olan bu biyolojik temelli kavram, “davranış ilkesiolarak başkalarını da gözetme” gibi bir anlamla özdeşleştirildiğinde sorunlar baş gösterir. Bu anlam karmaşasının nasıl sonuçlar doğurabileceği, Ruse’un, ilerleyen yaşına rağmen Kalküta’nın varoşlarında ölüm döşeğinde olan kimselere bakmak için bir hayır kurumu kuran Rahibe Teresa gibi kimselere dair ifadelerinde açıkça görülür. Şöyle der Ruse: “Azizlere gelince, insan topluluklarındaki çeşitlilik göz önünde tutulacak olursa… bazı kimselerin diğerlerine göre ahlâki güdülerine daha sadık kalıyor olmalarına şaşmamak gerekir. Azizlik mertebesi kişiyi biyolojik olarak adaptasyon sağlayamaz (uyumsuz) konuma düşürse de, Darvincinin gözünde bu durum birinci sınıf bir toplumsal gözetim mekanizması olan ahlâkın işlerliği için istisnai olarak ödenmesi gereken birbedelden ibaret olacaktır.”60Ruse, gerçek özgecilerin bir bakıma genetik ucubeler oldukları yönündeki varsayımı vurgulamak istercesine şöyle der: “Doğal ayıklanmanın, kendisine sunulan yardımın karşılığını verme ve bugünkü haliyle benim toplumumun bir üyesi olma ihtimali olmayan kimselere karşı güçlü bir yükümlülük duygusunun gelişimini sağlayacağını zannetmiyorum.”61Ancak gerçekte dünyanın dört bir yanında görev yapan binlerce insan, akrabaları olmayan ve genellikle kendilerinkinden farklı kültürlerde yaşayan kimselere, karşılık beklemeksizin pek çok farklı biçimde yardım eli uzatmaktadır. Başka kimselere yardım etmek üzere üstlendikleri bu görevler çoğu zaman ya gönüllü hizmet ya da çok düşük ücretli bir hizmet olur ve şüphesiz ki “güçlü bir yükümlülük duygusu” barındırır. Bu kimselerin birçoğu söz konusugörevleri yürütmek uğruna aile kurma fırsatını teper, dolayısıyla üremebaşarıları olumsuz yönde etkilenir. Sözlük anlamı itibariyle “özgeci” kelimesi tam olarak bu tür hizmetleri tanımlar. Nitekim böylesi davranışların, bireyin genlerinin aktarımı bağlamında (ki Darvinci anlayışta önemli olan budur) “biyolojik olarak adaptasyon sağlayamaz” olduklarını söyleyen Ruse bu konuda haklıdır. Ama bu durumda “özgeci” kelimesinin “ahlâki güdülerine, başka kimselere kıyasla daha sadık kalan kişileri” tanımlamak üzere kullanılması yanlıştır. Ne de olsa Ruse’un argümanı ahlâkın adaptasyon sağlayıcı olmasına dayanır, öyle olmasa ahlâkın oluşumunu sağladığını öne sürdüğü sözde epigenetik kurallar daasla evrimleşmiş olamazdı. Dolayısıyla bu anlayış doğrultusunda gerçekten özgeci olan davranışlar ahlâk dışı sayılmalıdır, çünkü adaptasyon sağlamaz. Hâlbuki Ruse bu tür davranışların yüksek ahlâki duyarlılıktan kaynaklandığını savunur. Öyle anlaşılıyor ki Ruse, bu hususta yine ne yardan ne serden vazgeçmeme örneği sergilemektedir. Bu bağlamda Ruse’un başvurabileceği alternatif Darvinci bir stratejiyse gerçeközgecilerin, davranışları toplum içerisinde bir ESS olarak kabul gören nadir rastlanan türde insanlar olduklarını, halkın çoğunluğununsa biyolojik özgeciliği üreme başarısını artıracak yönde çıkarlarını gözeterekuyguladığını savunmak olabilirdi. Bu stratejiyi sorunlu kılan ve önvarsayımlarıyla büyük ölçüde örtüşmesine rağmen Ruse tarafından benimsenmemesinin nedeni, gerçek özgecileri psikopatlar ve uyumsuz kimselerle aynı kategoriye yerleştiriyor olmasıdır. Sağlam temelli bir metaetik anlayışı sağlama hedefiyle yola çıkıp azizleri psikopat kategorisine sokan bir argümana şüpheyle yaklaşmak gerekir.

Ruse’un özgecilik değerlendirmesi, sosyobiyoloji yazınlarında sıklıkla karşılaşılan ve sunulan modeli çürütebilecek nitelikte herhangi birdelilin var olmadığı yönündeki haklı eleştiriyi doğuran bir sorunu gündeme getirir. Örneğin, bu bağlamda başvurulan stratejiyi ele alalım. Ahlâkın evrimsel gelişimi biyolojik özgecilikle ilişkilendirilir. Ahlâki davranışların, doğal mizaçlarımız dolayısıyla “ideal olan” davranış biçimi olduklarına inanarak benimseme eğiliminde olduğumuz toplumsal yaşamı mümkün kılan mekanizmalar oldukları savunulur. Ancak sıklıkla aksi yönde davranışlar sergileriz. Neyse, uzun lafın kısası bu durum “ahlâki olamayan kısıtlayıcı hissiyatların da aynı mekanizmanın ürünü olduklarını gösterir”. Öyleyse doğal mizaçlardan hangilerinin “ahlâki”,hangilerinin “ahlâki olamayan” olarak tanımlanabileceğini nasıl bilebiliriz? İşin aslı şu ki, “ahlâki” diye tanımladığımız davranışlar, Ruse gibi Kuzey Amerikalı hümanistlerce de benimsenen Yahudi-Hıristiyan ahlâkgeleneğiyle büyük ölçüde örtüşür. Peki ya Darvinci yaklaşıma göre genellikle adaptasyon sağlayamaz kabul edilen gerçek özgeciliğe ne demeli? “Yapacak bir şey yok, toplumda gözlemlenen değişkenler böyle işte; bunların yanı sıra şu değişkenlere de rastlanır…” İşte söz konusu argüman böyle sürüp gider ve koşullara bağlı olarak kimi zaman genetik gerekircilik kimi zamansa insanın özgür iradesi gibi kavramlara dayanan izahatlara başvurulur. Ruse “bilimci-felsefeci” anlayışını savunduysa da, tanımlaması bu denli yetersiz kalan kavramların yeni veriler ışığında geçerliliklerini koruyabilecekleri şüphelidir.


İnsanın amaçlılığı


Ruse’un özgecilik için sunduğu biyolojik tanımlamada çok önemli bir unsurun, yani gerçek özgeciliğin temel unsurlarından olan insanın amaçlılığının göz ardı edildiği fark edilecektir. Biyolojik özgecilik çerçevesinde amaçlılık meselesi konuyla alakasız addedilir, çünkü önemli sayılan yegâne kıstas üreme başarısıdır. Gerçek özgecilikteyse, özgeci eylemleri sergileyen kişinin, kendisine zarar getirebileceğini bildiği halde bir başka kişinin iyiliği için çalıştığı kabul edilir. Üstelik bir eylemin özgeci sayılıp sayılamayacağı, söz konusu eylemin sonucuna değil, eylemi gerçekleştiren kişinin amacına bakılarak belirlenir. Örneğin,bir grup yetimi yaz tatiline gönderebilmek için kendi yaz tatillerinden feragat eden bir aileyi düşünelim. Bu davranış çoğunluğun gözünde özgeci bir davranış olacaktır. Ancak yetim çocukları deniz kenarına götüren otobüsün talihsizlik eseri yolda korkunç bir kaza yaptığını ve çocukların çoğunun öldüğünü, bir kısmınınsa ağır yaralandığını farz edelim. Ailenin sergilediği özgeci davranış korkunç bir sonuç doğurmuş olur, ancak buna rağmen ailenin cömertliğini bir özgecilik örneği olarak tanımlamaktan çekinmeyiz.

Öte yandan bencilce ve kesinlikle özgeci olmayan birtakım davranışların beklenmedik biçimde başka kimselerin hayrına sonuç verdiği de görülür kimi zaman. Örneğin, sabahleyin kırsalda güvercin avına çıktıktan sonra arabasıyla Cambridge’e dönen birini düşünelim. Kırmızı ışığa yakalanıp aniden durmak zorunda kalır ve ardından gelen araba duramayıp arabasına çarpar. Şoförler tartışmaya başlar ve güvercin avından dönen adam sinirine hâkim olamayıp silahını çeker ve diğer arabanın şoförünü vurarak öldürür. Polis adamı tutuklamak, cesedi ve çarpışan araçları incelemek üzere olay yerine geldiğinde, vurulan adamın bir terörist olduğu ve patlayıcılarla dolu olan aracını Cambridge’in merkezinde, sokakların alışverişe çıkan insanlarla dolu olduğu saatlerdeuzaktan kumandayla patlatmayı planladığı ortaya çıkar. Adamın tesadüfi ölümü yüzlerce insanın ölümü veya yaralanmasını engellemiştir. Yani cinayet eylemi beklenmedik bir fayda sağlamıştır.

Bu tür tartışmalar Thomas Hobbes’u akla getirir. Hobbes, insanlar iyi davranışlar sergileseler de, davranışlarının ardında yatan nedenler irdelendiğinde kişisel çıkar hesaplarının etkili olduğunun görüleceğini iddia ediyordu. Dolayısıyla Hobbes’un bu görüşünü benimseyenler, birkimsenin amaçları özgeci görünse bile, aslında bunun kişinin kendi çıkarlarını gözetiyor olduğu gerçeğinigizlemek için kullandığı bir maskeolduğunu söyleyecektir. Bir sosyobiyoloğun özetle dile getirdiği üzere:“Evrimci biyoloji çerçevesinde, ‘bu işte benim çıkarım nedir?’ sorusunun, Homo sapienslerdedâhil olmak üzere bütün yaşam formlarınca sorulan bir soru olduğu vurgulanır.”62Ancak insan güdülerinin kimi zaman karmaşık eğilimler barındırabildikleri ve genellikle saydamlıktanuzak oldukları kabul edilecek olsa bile, özgeci gibi görünen davranışların istisnasız tümünün aslında çıkar amaçlı oldukları yönündeki bu kötümser yaklaşımı benimsemek gerekmez. Daha önce de belirtildiği üzere, kendi çıkarlarını tehlikeye sokmak pahasına başka kimselerin yardımına koşan insanların sayısı azımsanmayacak ölçüde çoktur. Bu saptamaya inanmayan kimseler pek az seyahat etmiş, kendi sosyal çevreleridışında pek az insanla tanışmış olsalar gerek; ancak seyahat etmeyi sevmeseler bile yerel kütüphanelerinden birkaç biyografik kitap ödünç alıpokuyarak bu konuda fikir edinebilirler.

Sosyobiyolojiye eğilimli gerçek bir Hobbescu, kendi çıkarlarından feragat ederek başkasına yardım etmeyi tercih eden kişilerin bu tercihlerinin özgeci bir davranış gibi görünebileceği, ama bu kimselerin aslındabu eylemleri toplam güçlerine yapacağı katkıyı bilinçli veya bilinçsiz olarak (Ruse’un argümanı) hesap ederek gerçekleştirdiklerini savunacaktır. Bilinçaltında saklı çıkarların varlığını fark ettiğimizde bu özgecidavranışlara hayranlık duymanın gereksiz olduğunu anlarız. Bu anlayışı kusurlu kılan başlıca husus, insanların, davranışlarının kapsayıcı güçlerine ne yönde etki edeceğini kafalarında bulunan küçük bilgisayarlardanyararlanarak bilinçli veya bilinçsizce hesaplayabildiklerini gösteren herhangi bir delilin olmamasıdır. Bilinçli veya bilinçsiz bir çıkar hesaplamasının yapıldığı varsayımı, gerçek özgeciliği reddeden argümanı desteklemek üzere öne sürülen sosyobiyolojik bir kurgudur. İnsan beyninde böylesi hesapların yapıldığını doğrulayan verilere sahip değiliz. Evrimsel mekanizmaların bizleri, kimi zaman toplam gücümüzü olumsuz yönde etkileyebilecek kararlar vermemize imkân tanıyan düşünsel yeteneklerle donattığını söylemek daha doğru olacaktır. Bu tespit Darvinci anlayışa tezat değildir. İnsan beyninin, yetenekleri bağlamında karıncalar ve arıların sinir sistemlerine kıyasla çok farklı olduğunun, günümüz biyologları kadar Darwin de farkındaydı. Öyleyse bu iki farklı biyolojik yapı çerçevesinde özgecilik kavramının çok farklı anlamlar taşımasına şaşmamalı.

Ayrıca, ebeveynlerin çocuklarına yönelik şefkatli yaklaşımlarının gelişiminde, akraba tercihinin evrimsel bir mekanizma olarak etkili olmuş olmasından yola çıkılarak, ebeveynlerin şefkat dolu davranışlarınıngerçek özgecilik örneği olamayacağı sonucuna varılmamalıdır. Tanıdığım bir çiftten örnek verebilirim. Her ikisi de akademik açıdan yüksek vasıflara sahip olan bu karı kocanın ilk evlatları bebeklik döneminde menenjit geçirir ve işitme duyusunu tümüyle yitirir. Anne sağır çocuğunu yetiştirmek, ona konuşmayı öğretmek ve eğitim sürecine evde başlamak üzere akademik kariyerinden vazgeçer. Bu sağır kız bugün doktor olma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Yani annesinin harcadığı emek ve ayırdığı zaman asla hayal etmedikleri ölçüde verimli olmuştur. Kendisine gösterilen şefkat dolayısıyla bu kızın gelecekte evlenme ve çocuk sahibi olma olasılığının daha yüksek olmasının ebeveynlerin sergiledikleri özgecilik örneğine gölge düşürdüğünü söylemek mümkün müdür? Hayır, mümkün değildir. Aklı başında olan hiç kimse ebeveynlerin, genlerinin gelecek kuşaklara aktarımı konusunda bilinçli tercihlerde bulunduklarını düşünmez. Başkalarınca da sıklıkla vurgulandığı üzere, ebeveynlerce sergilenen davranışların temelinde böylesi bilinçli tercihler yatıyor olsa, bu durum bencillikten ziyade delilik olarak yorumlanacaktır.

Annenin hasta evladına bakmasında bizi etkileyen, evrimsel gelişime dayanan ebeveynlik davranışlarından kaynaklanan bir durum değil,söz konusu durumda annenin özgeci davranmayı tercih etmiş olmasıdır.Günlük gazetelerde ebeveynlerin hasta evlatlara karşı sergiledikleri tutumlara dair haberlere bakıldığında, yukarıda bahsi geçen türde özgeci davranışlar sergilemeye yönelik biyolojik eğilimlerin (varsa bile) oldukça zayıf olduğu anlaşılır. Büyük bir beyne sahip olmanın evrimsel getirisi, olası neticelerini tartarak bilinçli ve dikkatli kararlar vermemizisağlayan düşünsel bir yeteneğe sahip olmamızdır. İşte bu karar verme süreçleri çerçevesinde özgeci amaçlar benimsenebilmektedir. Gerçi bu amaçların istisnasız olarak her zaman başkalarının iyiliğine yaradığını söylemek tabii ki mümkün değildir. Bazen sergilediğimiz özgeci davranışlar tesadüfen akrabalarımızın veya akrabamız olmayan kimselerin sağlığını ve üreme başarısını artırır. Bazense böyle bir etkileri olmaz. Ancak netice itibariyle evrimsel mekanizmalar ile trombon çalmak arasında ne kadar bağlantı varsa, evrimsel mekanizmalarla özgeci davranışlar arasında da ancak o derece bağlantı olabilir. Gerçek özgecilik, biyolojik özgeciliğin aksine trombon çalmak gibi insana has bir yetenektir ve ancak ilgili toplumsal bağlamda anlaşılabilir. Söz konusu toplumsal yapı da, büyük beyinlere ve etkileyici düşünsel yeteneklere sahip olmamızı sağlayan milyonlarca yıllık evrim süreci sonucunda meydana gelmiştir.


4. Adım – Makul değer yargılarının evrimsel

kökenleri


Hatırlanacağı üzere Ruse’un argümanının dördüncü adımında, biyolojikdürtülerimizin “her ulustan gelen iyi ahlâklı kimselerce benimsenen değerler ve ölçütleri” doğrulamaları bakımından geleneksel ahlâkla büyükölçüde örtüşen etik duyarlılıklar inşa ettikleri savunuluyordu. Bu argümanı kusurlu kılan, deneysel açıdan yalanlanabiliyor olmasıdır. İşin aslışu ki, dünya çapında gözlemlenen çeşitli kültürlerde çok sayıda farklı “geleneksel ahlâk” anlayışı görülür ve uygulamada çoğu insan genellikle gerçek özgeciliğin gerektirdiği ilkeler bir yana dursun, “biyolojik özgeciliğin” asgari gerekliliklerine bile riayet etmez. Savunduğu liberal hümanizm, Ruse’un düşünsel açıdan kendini rahat ifade edebildiği Batı’nın akademik çevrelerinde kabul görüyor olsa da (gerçi buralarda bileaykırı sesler yükselebilmektedir), başka geleneksel ahlâk anlayışlarıylahiç örtüşmez. Bugün hâlâ dünya çapında milyonlarca kadın ergenlik çağına geldiğinde “kadın sünneti” diye anılan cerrahi müdahalelere tabitutulmaktadır. Bu müdahaleler yerel kültürün vazgeçilmez bir unsuru olarak görülmektedir. AIDS virüsünün salgın hastalık gibi yayıldığı Zimbabve’de, kabile büyücüleri HIV virüsü taşıyan erkeklere, bakire bir kızla birlikte oldukları takdirde HIV enfeksiyonundan kurtulacaklarını söylemektedir. Hindistan’da “suttee” uygulaması (ölen kocasıyla birlikte dul kalan kadının da diri diri yakılması) 19’uncu yüzyılda yasaklanana dek sürdürmüştür. Bu satırları yazışımın birkaç hafta öncesinde Orta Asya ülkelerinden Özbekistan’daydım. Ziyaretim kapsamında Khiva Kenti’nde bulunan ve 19’uncu yüzyılda bölgeye hâkim olan Kaanlarca uygulanan bazı cezalandırma yöntemlerine dair tasvirlerin yer aldığı küçük bir müzeyi görmek üzere düzenlenen bir geziye katıldım. Ahlâksızlık yaparken yakalanan kadınlar (erkekler bu uygulamadan muaf tutuluyorlardı) boyunlarına kadar gömülüyor, ardından da taşlanarak öldürülüyorlardı. Sıkça uygulanan diğer bir cezaysa, talihsiz kurbanın aç yaban kedileriyle birlikte bir çuvala hapsedilmesini öngörüyordu. Müzede sergilenen o dönemlerden kalma resimlere ve fotoğraflara bakıldığında, bu tür cezai uygulamaları izlemeye gelen meraklı ve kalabalık kitleler göze çarpar. Yakın dönemlerde yaşanan bu tarihselolgular, etnik topluluklarda yaşayan ve herhangi başka bir toplulukta yaşayan bireylere kıyasla daha fazla genetik değişim geçirmemiş insanlarca uygulanan geleneksel ahlâk kurallarıdır. “Hangi geleneksel ahlâkıtercih edeceğiz?” sorusu halen cevapsızdır. İnsan topluluklarında Ruse’un kuramında bahsi edilen türde ahlâki bir mutabakatı sağlamaya yönelik biyolojik güdülenmelerin etkili olduğunu söylemek mümkün değildir.

İnsan doğasının gerçekleriyle yüzleşmek konusunda ilk adımı atanlar genellikle biyologlar olmaktadır. Richard Dawkins sözünü sakınmazve şöyle der: “Doğuştan bencil olduğumuza göre, cömertlik ve özgecilik meziyetlerini aşılamaya çalışmalıyız.”63George Williams da şöyle der: “Başkalarına yönelik duyarlılığın artırılması için yılmaksızın çaba harcanması gerekecektir. Bu çabalar insan doğasına büyük ölçüde aykırıdır.”64Ancak dünya çapında geçerli olan uygulamalara bakıldığında, biyolojik dürtülerin ortak etik duyarlılıklar yaratacağı yönündeki önermenin (Ruse’un önermesi) aksine, insanların müşterek geleneksel ahlâkanlayışları sergilemedikleri görülür. Eğer günümüz toplumlarında vaziyet buysa, pek çok farklı geleneksel ahlâk anlayışının gözlemlendiği, fakat önemli genetik değişimlerin yaşanamayacağı kadar kısa olan kayıtlı binlerce yıllık tarihsel süreç ışığında biyolojik dürtülerin ortak etikduyarlılıklar yaratacağı yönündeki önerme daha da gerçek dışı görünür.


5. Adım – Evrimsel gelişimi desteklemek ahlâki bir yükümlülük müdür?


Ruse, argümanının son adımında evrim sürecini olabildiğince desteklemek gibi ahlâki bir yükümlülüğümüz olduğunu vurgular. Ancak Ruse,“evrimin devamlılığını sağlamak ahlâki bir görevdir” yönündeki ifadesinin neye dayandığını açıkça izah etmez. Ruse’un da itiraf ettiği üzere,akılcı düşünce temelinde değerlendirildiğinde, doğal biyolojik dürtülerimizin (var iseler) bizi sevk ettiği istikametin aksi yönde davranışlar sergilemeyi seçmemizin de gayet mümkün olduğu görülür. Bu bağlamda karıncalar gibi olmadığımıza göre, sözde doğal olan bu evrimsel dürtülere neden riayet edelim? İşin doğrusu şu ki, bu argüman kadercilik kokar. Çoğu kimse dünyanın acınacak durumda olduğu ve bunun büyükoranda insanın ahmaklığından kaynaklandığı yönündeki görüşü benimser. Ancak eğer Ruse’un kuramı doğruysa insanın ahmaklığının epigenetik kurallardan kaynaklanıyor olması gerekir. Nitekim bu bağlamda ahlâki yükümlülüğümüz evrimsel sürece her fırsatta muhalefet etmek olacaktır. Ruse’un iddia ettiği gibi, özgür iradeye sahip isek, bu irademizi ahlâki yozlaşmanın önüne geçmek üzere kullanalım. Ayrıca eğer ahlâki inançlar konusundaki yükümlülük hissiyatı genlerimizin bize dayattığı kitlesel bir yanılsamadan ibaretse, vakit kaybetmeden sıyrılalım bu yanılsamadan. Kim bir yanılsamaya inanmak ister ki?

Bu argümanın bir diğer kusurlu tarafıysa, Ruse’un kuramının geri kalan kısmında ahlâki değerlerin öznel olduğunu, dolayısıyla bu değerlerin bedenlerimizdeki kromozom sayısı veya iki bacaklı oluşumuz gibidoğal unsurlar olduklarını savunurken evrim sürecini desteklemenin neden ahlâki bir görev olduğuna dair net bir izahat sunmuyor olmasıdır.Eğer Ruse’un savunduğu bu görüş doğru olsaydı insanlar, telkine gerekkalmaksızın epigenetik kurallardan kaynaklanan normal davranışlarıylaevrim süreçlerini destekliyor olurdu. Hâlbuki ABD nüfusunun (en az) % 50’si evrime inanmadığını söylemektedir; o halde bu insanlarda söz konusu epigenetik kurallar işlemiyor olsa gerek…

Evrim sürecinin doğal ahlâki inançlar oluşturduğunu ispat etmeye yönelik bir kuramın evrime inanmanın “ahlâki bir görev” olduğu savı üzerine kurulu olması ciddi bir çelişkidir.


Doğalcılık ve metaetik


Eğer biyolojiden yola çıkılarak ahlâk için bir temel teşkil edilemiyorsa,ahlâkın kökeni neye dayanır? Bu soruya ayrıntılı bir cevap sunmak bu kitabın kapsamını aşacaktır. Metaetik alanında bu konuda başlıca iki ana yaklaşımın söz konusu olduğunu vurgulamak uygun olur. Bu yaklaşımların ilkinde ahlâkın nesnelliğinin, dinsel inanca veya Platoncu “nihai iyi” kavramını benzer bir kavrama dayandığı savunulur. Bu yaklaşıma göre ahlâk gerçekten de nesneldir, çünkü kökeni bizim dışımızda bir kaynağa, yani Tanrı veya tanrılara dayanır. Dolayısıyla ahlâkın nesnelliğine olan inancımız da gerçekten var olan bir durumun yansımasıdır. İkinci yaklaşıma göreyse ahlâk insan tarafından üretilmiş bir olgudur ve bu olgunun nesnel bir tarafı varsa bu nesnellik doğal düzenden kaynaklanıyor olmalıdır. Elbette Ruse ikinci yaklaşımı benimser ve bu anlayış çerçevesinde ahlâkın nesnelliğinin evrimsel gelişimin tarihine dayandığını savunur. Ancak ikinci yaklaşıma getirilen pek çok alternatif yorum vardır ve bu yorumların bazısında evrimin ahlâki değerlerin kökeni olabileceği düşüncesi reddedilir. Aslında Ruse’un savunduğu görüşün ahlâkın uygulamadaki etkileri bağlamında en önemli öğesi, evrime dair sunduğu iddialardan ziyade yansıttığı doğalcı varsayımlardır. Evrim ile ahlâk arasında herhangi bir bağ olduğuna ister inanın ister inanmayın, eninde sonunda birtakım ahlâki tercihler yapmanız gerekir.


Ahlâki bireycilik


Aslında doğalcı gelenek çerçevesinde yazan ve Ruse’un ele aldığı meseleleri ele alıp oldukça farklı sonuçlara varan başka birtakım yazarlar bana çok daha cazip gelir. Örneğin, James Rachels, Created from Animals the Moral Implications of Darwinism(Hayvandan Yaratılanlar – Darvinciliğin Ahlâki Sonuçları - 1990) adlı eserinde Darvinci evrimin, geleneksel değerlere yönelik yıkıcı bir etkisi olduğunu ve “insanyaşamının, kendine has ve özel bir değeri olduğu yönündeki gelenekseldüşünceye zarar”65verdiğini savunur. Rachels Batı dünyasında bireye atfedilen değerin, “Tanrı’nın sureti kuramı” diye adlandırdığı, yani insan türünün, kökeni Yaratılış 1:27’de geçen tanımlamaya dayanan mutlak bir değeri olduğu yönündeki kuramdan kaynakladığını savunur. Yaratılış 1:27’de şöyle denilir: “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarakyarattı.” Bu anlayış Kutsal Kitap anlatısının geri kalanında da hâkimdirve İsa’nın öğretisinde yeniden altı çizilerek vurgulanır. Rachels, insanın değerli olduğu inancının mutlak bir temele dayandığı yönündeki öğretinin Batı dünyasına yüzyıllar boyunca nüfuz ettiğini, dolayısıyla daha sonraları Kant gibi felsefecilerce geliştirilen insanın mutlak değerine dair laik anlatılarda da bu öğretinin etkilerinin sürdüğünü savunur. Rachels’ın ifade ettiği üzere: “Dinsel bir gelenek yaygın olduğu kültürün bütününe etki edebilir, hatta o kültür çerçevesinde laik düşüncenin nasıl gelişeceğini bile belirleyebilir. Yüzeysel bir inceleme bile Batı geleneğinde gelişen laik ahlâk felsefesinin, bu geleneğe nüfuz etmiş olan dinsel öğretilerin öngördüğü anlayışı sürdürdüğünü anlamaya yeter.”66Singapur Devlet Başkanı Lee Khan Yew’in, ülkesinde vandalizmle suçlanan Michael Fay adlı kişinin kırbaç cezasına çarptırılmasına Batı dünyasının gösterdiği tepkiye cevaben ifade ettiği üzere: “Biz Asyalılariçin birey bir karınca gibidir; sizler içinse Tanrı’nın bir evladıdır. Gerçekten inanılmaz bir kavram.”67

Rachels’ın kendi görüşü (gerçi bu görüşünü desteklemek üzere pek az gerekçe sunar), insanın mutlak bir değeri olduğu yönündeki düşünceyi doğrulayan dinsel inançlara dayanan anlayışın kabul edilirliğini yitirmiş olduğu yönündedir. Ancak Rachels, “Tanrı’nın sureti kuramının”kabul edilmemesinin önemli sonuçları olacağının da gayet farkındadır:


Burada en önemli mesele insan yaşamının değeridir. Darwin’in yazılarını yazıldıkları dönemde okuyan kimseler (arkadaşları olsun, karşıtları/muhalifleri olsun) insanların yüceltilmiş varlıklar oldukları yönündeki geleneksel anlayıştan vazgeçildiği takdirde, insan yaşamının değerli olduğu yönündeki geleneksel inancın savunulmasının artık mümkün olamayacağından endişe ediyorlardı. Bu konuda endişelenmekte haklıydılar. Sorun şuki, Darvincilik yaşamın değerli olduğunu savunmak üzere başvurabilecek çok daha az kaynak sunar. Geleneksel kuramcılar, insanın ilahi kökenleri veTanrı’nın tasarısındaki özel rolüne ve insan doğasının hayvan doğasından keskin biçimde farklı olduğu düşüncesine atıfta bulunabiliyordu. Bu düşüncelerden yola çıkarak, insan yaşamının kutsal olduğunu ve kutsallığı dolayısıyla da dokunulmaz olduğunu savunabiliyorlardı. Darvinciyse çok dahavasat kaynaklara sahiptir. Eski kaynakların yokluğunda, uygulanabilir bir kuram tasarlayabilecek ölçüde kaynağa sahip olup olmadığımız konusundaşüphelerin var olması normaldir.68


Yukarıdaki paragrafta geçen “Darvincilik” teriminin yerine “evrimci doğalcılık” terimi konulacak olsa, Rachels’ın esas itibariyle haklı olduğunu söylemek mümkün olur kanımca. Daha önce vurgulandığı üzere Darvincilik, ateist bir dünya görüşü çerçevesinde olduğu kadar teist dünya görüşü çerçevesinde de izah edilebilir, dolayısıyla Rachels’ın “Darvinci” görüşün ancak doğalcı anlayış çerçevesinde izah edilebileceği yönündeki düşüncesi yanlıştır. Ancak sürdürdüğümüz değerlendirme bağlamında asıl önemli olan, doğalcı önvarsayımların doğru olmaları ve yegânegeçerli bilginin bilimsel bilgi olması durumunda insanın değerli olduğu yönündeki inancı sürdürülebilir kılacak sağlam bir temel tespit etmenin hiç kolay olmayacağıdır.

Rachels, “insanlık onuru öğretisinin” yerine “ahlâki bireycilik” anlayışını önerir. “Ahlâki bireycilik” anlayışıyla Rachels’in kast ettiği şey,insan olsun hayvan olsun her bir bireye atfedilecek değerin, söz konusubireyin bir topluluğun üyesi olmasına bağlı olarak değil, karakteristik özelliklerine göre belirlenmesi gerektiği düşüncesidir. Bu bağlamda tüm insanlar için geçerli bir “insan türünün değerliliği” genellemesinden bahsetmek mümkün değildir, ancak “belirli insanların değerinden” bahsetmek mümkündür ve bu değer de söz konusu insanların içerisinde yaşadıkları koşullara bağlı olacaktır. “Eğer A bireyine B bireyinden farklıbir değer atfedilecekse, bu karar A ile B kişilerinin bireysel özelliklerine dayanmalıdır.”69Rachels bu kıyaslamada kullanılan birey kavramının insanların yanı sıra hayvanları da kapsadığını açıkça vurgular. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse, ahlâki bireycilik çerçevesinde, beyni ciddi ölçüde hasarlı bir bebeğin (insan) sağlıklı bir maymundan daha değerli görülmediğine işaret edilebilir. Ayrıca yaşamın dayanılmaz halegeldiği durumlarda intihar veya ötenazi mazur kabul edilebilir. Ahlâki bireycilik, kaçınılmaz olarak birkaç ay içerisinde ölecek olan Tay-Sachs hastası bir bebeğin değerinin, önünde uzun bir ömrü olan sağlıklı bir bebeğin değerine kıyasla daha az olduğu görüşünü savunur.70Rachels’ın ifade ettiği üzere: “İnsan doğasına dair ulvi anlayışların ve insanların evrende oynadıkları role dair görkemli anlatıların reddedilmesi,kaçınılmaz olarak ahlâki değerimizin azalması anlamına gelir. Tanrı vedoğa güçlü müttefiklerdir; bu ittifakın reddedilmesi bazı şeylerinyitirilmesi anlamına gelir.”71Ancak Rachels bu ifadesinin ardından bu durumun “her şeyinyitirilmesi” anlamınagelmediğinide ayrıca vurgular;netice itibariyle Rachels’ın tespiti yerindedir. Eninde sonunda ahlâki inançlar ve uygulamaların akılcı temelleri, insanların evrime inanıp inanmıyor olmasına göre değil, ahlâki sistemlerini teist veya doğalcı dünya görüşlerinden hangisine dayandırdığına göre belirlenir. Evrim kuramı bu dünya görüşlerinin her ikisiyle de örtüşür. Bu iki dünya görüşünü birbirinden ayıran, insanın değerinin doğalcılıkta olduğu gibi dünyaya dair bir tanımlamadan mı belirleneceği, yoksa teizmde savunulduğu üzere bu tür tanımlamaların ötesindeki bir gerçeğe mi dayandığı sorularına verdikleri cevaplardır.

Rachels’ın getirdiği yorumlar, Ruse’un ahlâkın farazi biyolojik dayanakları ve “ideal olan” kavramının temeline dair değerlendirmesi bağlamında da anlayış sağlar. Son tahlilde evrim kuramının ahlâka dairtartışmalara herhangi bir katkısı olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Ruse’un yaptığı gibi doğalcı varsayımlardan yola çıkılacak olsa,kaçınılmaz olarak doğalcı sonuçlara varılacaktır ve “ideal olan” kavramının da sağlam bir dayanaktan yoksun kalacağı için bir çeşit psikolojikizahata indirgenmesi gerekecektir. “İdeal olana” dair duyarlılıkları izahetmek için evrime başvurulabilir, ancak evrime dayanarak yapılan izahatların başlangıç itibariyle temel alınan önvarsayımlarda zaten var olanörtülü tespitlere hiçbir katkısı olmaz. Öte yandan teist anlayış da, neyin doğru neyin yanlış (yahut da iyi veya kötü) olduğu konusunda son kararmercii olan bir Tanrı’nın var olduğu yönünde bir inanç barındırışıyla, bu tür bir inançtan bekleneceği üzere oldukça etkili bir “ideal olan” kavramı için temel oluşturur. Evrim kuramının doğru olup olmaması bu çerçevede önemli değildir. Burada söz konusu olan tercih, evrime inanma veya inanmama tercihi değil, var olan her şeyin mutlak kaynağının Tanrı olduğu yönündeki inanç ile Tanrı’nın var olmadığı yönündeki inanç arasında bir tercihtir. Rachels’ın yorumlamaları bu tür tercihlerin zihinsel egzersizden ibaret olmadıklarını gösterir. Eğer Tanrı öldüyse, insanın değerine ve ahlâki yükümlülüklerine dair inançlara dayanak olacak akılcı bir temel teşkil etmek kolay olmayacaktır. Öyleyselaikleşen ve doğalcı bir dünya görüşünü benimseyen toplumlarda, tam da Rachels’ın işaret ettiği tarzda ahlâki tercihlerin yapılacağı öngörülebilir. Örneğin, böyle bir toplumda intihar ve ötenazinin yasallaştırılması olasıdır. Ayrıca bu toplumun fertleri büyük olasılıkla “kuşaklar arası bağ” geleneğinden yoksun olacak, dolayısıyla da bu toplumda sakat doğan bebeklere ve zayıf düşen yaşlılara pek fazla şefkat gösterilmeyecektir.


Ahlâkın yeniden yapılandırılması


Doğalcı dünya görüşü Ruse ve Dennett gibi geleneksel laik hümanistlerin savundukları anlayıştan saptırılarak farklı yönlerde ilerlediğinde, Yahudi-Hıristiyan geleneğinde bireye atfedilen değerin ahlâki tartışmaların odağında yer almayı sürdürmesi beklenmemelidir. Örneğin, günümüz düşüncesinde halen Friedrich Nietzsche’nin etkisi sezilir. Nietzsche ısrarla Tanrı’nın öldüğünü ve onunla birlikte her türlü evrensel insan doğası veya mutlak ahlâki yasa inancının da öldüğünü savunmuştur. “Ahlâki gerçek diye bir şey yoktur” demiştir Nietzsche. Nietzsche, insan doğası ve insanın değer yargılarının dinsel veya biyolojik dayanakları olan “mutlak” olgular olmadığını, insan tarafından kurgulanmışolgular olduğunu savunmuştur. Şöyle demiştir Nietzsche: “Kendimize has yeni değer yargıları yaratmalıyız… kendi yasasını yazanlar, kendiniyaratanlar olmayı istiyoruz!”72Bu yaratma işlemi, kişinin içinde barındırdığı ve Nietzsche’nin daimondiye adlandırdığı yabani, ehlileştirilmemiş, hayvansal enerjiyi özgür bırakmasıyla gerçekleşir. “İnsan, içindeki iyinin sürdürülebilirliği için içindeki kötüye muhtaçtır.” Kişi ancakkendisindeki “güç istemini” yönlendirdiği sürece aşkınlığı keşfedebilecektir/aşkınlığa erişebilecektir.

Aslında Nietzsche bir bakıma postmodernizmin büyükbabasıdır. Postmodernist düşünür Michel Foucault’un (1926-84) yaşamı için “Nietzscheci bir keşif yolculuğu” tanımlaması kullanılmıştır.73Foucault, yaratıcı bir Tanrı’ya inanılmadığı takdirde, Aydınlanma düşünürlerinin insanlara atfettikleri “doğal hakların” geçerliliğinin şüpheli olduğuna işaret ediyordu. Foucault, sabit bir insan doğasının var olmadığıve her şeyin keşfedilmeyi beklediği yönündeki iddiasıyla Nietzsche’yi andırır. Yani James Miller’ın The Passion of Michel Foucault (Michel Foucault’un Tutkusu - 1993) adlı biyografik kitabında vurgulandığı üzere, dizginleri eline alarak kendi yaşamını kişisel bir sanat eseri gibi tasarlayabileceğine inanıyordu Foucault. Sartre gibi varoluşçu düşünürlerin önerdiği tarzda, keşfedilmeyi bekleyen gerçek bir benlik yoktu; tam aksine, her şey yaratılmayı bekliyordu henüz. Nietzsche gibi, Foucault da benlik yaratmak için gerekli araçların, kişinin ömrü boyunca başından geçen ve ateşli yaratma arzuları doğuran, “uç deneyimler” diye andığı aşırı deneyimlerde saklı olduğuna inanıyordu. Delilik, şiddet, sapkınlık ve intihar konusundaki dizginlenemez merakı da bu felsefesinden kaynaklanıyordu. Miller’ın aktardığı üzere, Foucault öğrencilik yıllarında odasını Goya’nın savaşın korkunç vahşetini yansıtan resimleriyle süslemiş, Antonin Artaud’un “zulüm tiyatrosu” diye anılan ve müstehcenlik, saçmalamalar (glosolali), hiddet ve anlamsız söz yumaklarıyla dolu tiyatro anlayışına büyük saygı duymuştu. Foucault ayrıca, cinsel işkence aracılığıyla başkalaşımın mümkün olduğunu iddia eden Marquis de Sade’ın pornografik yazılarını hatmedercesine okuyordu.74Kendisi de nihayetinde AIDS’ten ölen Foucault, “Oğlancılık aşkına ölmek; var mıdır bundan yüce bir ölüm?” demişti.

Foucault’un yaşamı ve yazıları, makul insanların riayet ettikleri ahlâk kodunun biyolojiye dayandığını savunan Ruse’un ölçülü ahlâk felsefesinden çok uzaktır. Ruse “çocuk istismarı düpedüz yanlıştır” der ve biyolojimize ters olduğunu söyler. Foucault da aynı doğalcı varsayımlardan yola çıkar, ama oldukça farklı sonuçlara varır. Eğer benliğinyaratılması için deneyim edilmesi gereken “uç deneyimlerden” biriyse pedofili, bunun bedelini ödemeye hazır olduğunu söylüyordu Foucault. Dolayısıyla biyoloji, ahlâki bütünlük veya devamlılık için sağlam bir dayanak sağlamamaktadır. Bu bağlamda ahlâk, genlerin zapt ettiği bir olgu değil, insanın değerini veya “ideal olan” kavramının “idealliğini” doğrulayan nesnel bir dayanaktan yoksun olan doğalcı anlayış çerçevesinde çok farklı yönlerde biçimlendirilebilecek ve yapılandırılabilecek bir olgudur. Netice itibariyle Ruse’un ahlâk sisteminin temelinde “epigenetik kurallardan” ziyade, “dinin çok önemli bir etken olduğu”75Quaker mezhebine mensup bir ailede vicdani retçi bir babanın evladı olarak yetiştirilmiş olmasından kaynaklanan “kişisel tercihleri” yatıyordu. Ancak öyle anlaşılıyor ki doğalcı anlayış, Ruse’un başka kimselerinkendisininkinden çok farklı ahlâki tercihlerde bulunamayacaklarını öngörmesini mümkün kılacak sağlam temeller sağlayamamaktadır; çünkübiliyoruz ki insanlar “biyolojilerine rağmen” farklı ahlâki tercihlerde bulunmaktadır.

Belki de 20’li yılların yaratılışçıları pek da haksız değildi. Gerçi endişeleri yanlış yöndeydi. Amerikan okullarında evrimin müfredata dâhiledilmesinin, Birinci Dünya Savaşı Alman militarizminin ardında yatan “güçlü olan haklıdır” felsefesinin benimsenmesine yol açacağı yönündeki endişeleri boş çıkıyordu. Ancak evrim kuramına dayanan bazı düşüncelerin siyasi veya ırka dayalı birtakım hedeflere ulaşmak için kötüye kullanılabilecekleri yönündeki kanaatleri, 30’lu yıllarda Hitler’in yükselişiyle ürkütücü biçimde doğrulanmıştı. Hitler’in Mein Kampf(Kavgam) başlıklı otobiyografik yazısının başlığının bile Darvinci yaşam mücadelesi kavramını akla getiriyor olması rastlantı olmasa gerek.Mein Kampf’ta Aryan ırkının üstünlüğünü savunan açıkça ırkçı bir söylem kullanmıştı. Hitler şöyle yazmıştı: “Fiziksel ve ruhsal olarak sağlıklı ve yaşatılmaya değer olmayan kimseler kendi ıstırabını çocuklarına aktarma hakkına sahip olmayacaktır.” Hitler’in Hamburg’da yürütülen öjenik programı sonucunda genlerini aktarmaya layık görülmeyen 400.000 kişi kısırlaştırıldı. Alman psikiyatrik genetikçi Ernst Rudin, 1928 yılında Münih’te bulunan Kaiser Wilhelm Psikiyatri Enstitüsü’ne yönetici olarak atandı. Rudin, Nazilerce yürütülen zoraki kısırlaştırma programının baş savunucularından biriydi. Rudin’in yöneticiliğini yürüttüğü enstitünün kısırlaştırma gerekçeleri arasında vicdani retçi olmak da yer alıyordu. Vicdani retçilik, bir çeşit şizofreni türü sayılıyor ve kalıtımsal bir rahatsızlık olarak sınıflandırılıyordu.

Yahudi sorununa getirilecek nihai çözümün belirlendiği Wannsee Konferansı’na yarısına yakını doktora sahibi olan (çoğunluğu antropoloji dalında) pek çok bilim adamı katılmıştı. Alman tıp doktorlarının yaklaşık % 45’i, kariyerlerinin normal gidişatı için hiç de gerekli olmayan bir adım atarak Nazi Partisi’ne katılıyordu. Yahudi imhasının büyük kısmını yürütenler de tıp eğitimi almış doktorlar oldu. Nazi ırk politikasının başlatılması, idare edilmesi ve uygulanmasında bilim adamlarıöncülük etmişti.76“Ötenazi” programının, hastaların imha edilmesi sayesinde akıl hastalıklarını tümüyle ortadan kaldırması hedefleniyordu. Auschwitz kampında görev yapan bir doktor olan Munch, kamptaki doktorların, böylesine çok sayıda insanın öldürülmesinin yarattığı teknik zorluklar üzerinde, özellikle de öldürme işleminden ziyade asıl güçlüğü yaratan cesetlerin imhası işlemi üzerinde nasıl tartıştıklarını anlatmıştır. Robert Lifton’un gerçekleştirdiği araştırma da tipik Nazi doktorunun ailesi ve arkadaşlarıyla bir aradayken normal ve cana yakın olduğunu, buna mukabil Auschwitz’deki Yahudiler’e karşıysa büsbütün duyarsızlaşmış olduğunu ve ölüm kamplarında yaşananlara karşı değeryargılarından soyutlanmış, bilime ve teknolojiye odaklı bir bakış açısına sahip olduğunu göstermiştir.77Tam da yaratılışçıların korktuğu gibi, “güçlü olan haklıdır” öğretisi arı ve üstün ırk yaratma arzularıyla harmanlanarak binlerce iyi eğitimli insanın aklını uyuşturmuş ve bu insanların, farklı bir ırktan olmaları dolayısıyla dışlanan insanların (Yahudiler’in) ıstırabına karşı aklen ve vicdanen duyarsızlaşmalarına neden olmuştur.

Nasıl ki dinin kötüye kullanımı dini bütünüyle geçersiz kılmıyorsa, bilimsel kuramların kötüye kullanımı da bu kuramları geçersiz kılmaz. Bilimin “büyük kuramlarından” biri olan evrim kuramı, eski tip Viktoryen doğa felsefecilerinin, beyefendilikte kusur etmeyen örneklerinden olan Darwin’in zamanından beri ciddi ölçüde kötüye kullanılmış, birbirine tümüyle tezat felsefelere dayanak gösterilmiştir. Kanımca evrim kuramı, biyolojik çeşitliliğin kökenlerini izah etmeye yönelik bir kuram olarak felsefi, teolojik, ırkçı, ekonomik veya siyasi bir anlam barındırmaz. Aksi yöndeki anlayışsa, ne evrim kuramını ateist inançlarının mutlak dayanağı olarak gören bazı ateistlerin, ne de bu ateistlerin evrim konusundaki anlayışlarını doğru zannederek kurama karşı düşmanca tavırlar takınan yaratılışçıların işine yarayacaktır.

Evrim kuramı, uzun zamandır denizde seyretmekte olup gövdesine oldukça tuhaf kabuklu deniz canlıları yapışmış olan bir gemi gibidir adeta. Ancak bu kabuklu canlıların geminin gövdesinde olmaması gerekir, dolayısıyla sökülerek atılmalıdırlar. Evrim gemisinin hızlanarak yoluna devam edebilmesi için bu temizlik işlemi yapılmalı, yani evrim kuramı gereksiz felsefi ve dinsel parazitlerden arındırılmalıdır.