Çok şey bilir tilki, tek bir büyük şey bilir kirpi
Bir Grek şiirinden alınma bir dize
Bilim, dünyanın kökenine dair geleneksel dinsel izahatları çürüterek insan deneyimini büyük ölçüde mitlerden arındırmış, bu mitlerin yerini de deneysel olarak doğrulanabilen ve kesinlik arz eden maddesel izahatlardan oluşan bir izahatlar ağıyla doldurmuştur.
Edward O. Wilson
Meslektaşlarımın yarısı ahmak değilse, bilim ile din arasında (hem en temel seviyede, hem de deneysellik bağlamında) herhangi bir çatışma söz konusu olamaz. Evrim gerçeğini benimseyen ve bu gerçeği öğreten yüzlerce bilim adamı tanıyorum. Bu insanların dinsel inançlarına bakıldığında geniş bir inanç yelpazesi gözlemlenir; aralarında her gün düzenli olarak dua edip tapınanlardantutun, ateizme sıkı sıkıya bağlı olanlara kadar çeşitli inançları benimseyenler vardır. Ya dinsel inanç ile evrim kuramına inanmak arasında bir bağlantı yoktur,ya da bu insanların yarısı budaladır.
Stephen Jay Gould
Evrim kuramına karşı sıklıkla öne sürülen itirazların tümünü bu kitapta ele almak mümkün olmayacaktır. Zaten bu işin altından başarıyla kalkan pek çok kitap yayınlanmıştır bugüne dek.1Bu kitapta evrim kuramından dinsel çıkarımlarda bulunmanın mümkün olup olmadığı meselesine odaklanacağız. Bu bağlamda üç mesele vurgulanagelmiştir: Rastlantı ve tasarım meselesi; evrim sürecinde işleyen mekanizmaların Hıristiyan teolojisinde öne sürülen kişisel sevgi Tanrısı’yla uyumlu olup olmadığı meselesi ve evrim sürecinin ahlâki boyutu meselesi.
Kör Saatçi
Richard Dawkins Kör Saatçiadlı kitabında, günümüze değin evrim kuramına getirilen en popüler yorumlamalardan birini sunmuştur.2Dolayısıyla kitabın, Türlerin Kökeni’nin yayımlanması öncesinde bile geçerliliğini yitirmeye başlamış olan ve ilerleyen yıllarda iyice gözden düşenPaley’in doğa teolojisine bir eleştiri niteliğinde tasarlanmış olması talihsizliktir. Dawkins’in tam olarak neden ana akım teolojinin yüzyılı aşkın bir süre önce vazgeçtiği bir düşünce biçimini hedef almayı seçtiği belirsizdir, ancak bu Don Kişotçu anlayışın büyük oranda nitelikli sayılabilecek bu kitaba gölge düşürdüğü şüphesizdir.
Söz konusu Don Kişotçu anlayışın mızrağını doğrulttuğu yel değirmeni, Paley’in, doğal dünyanın ve bilhassa biyolojik organizmaların pek çok tasarım örneği içerdiği ve bu örneklerden de yüce bir Tasarımcı’nın varlığına dair bir çıkarımda bulunmanın mümkün olduğu yönündeki savıdır. Paley doğal düzeni, bir yerde rastlayacak olsak bizi bir saatçinin varlığına inanmaya sevk edecek ince tasarıma sahip bir saate benzetir. Paley’in bu argümanı, iki yüz yıldır doğa teolojisinin hâkim olduğu bir ortamda etkili olmuştur. Ne var ki Tanrı’nın yaratılış sürecindeki faaliyetlerine dair Kutsal Kitap’ta sunulan öykünün böylesi bir argüman içermediğini belirtmek gerekir. Dawkins’in yorumlamasında doğal ayıklanma, Paley’in benzetmesinden hareketle “kör saatçi” olarak anılır.
Paley’in argümanında var olan üç önemli kusura işaret etmek gerekir. Birincisi, doğal düzene dair sunduğu izahatta Tanrı’yı, sanki evrende var olan diğer fiziksel varlıklarla etkileşime geçen (ve kendisi de evrende var olan) fiziksel bir varlıkmış gibi yansıtma hatasına düşen ilk kişi değildi Paley. Daha önce de belirtildiği üzere, Tanrı’nın evrenle olan ilişkisine dair teist izahat geçerli olduğu takdirde, Tanrı evrenin sınırları içerisine hapsolmuş bir varlık değil, evreni yaratan sanatçıdır. Dolayısıyla Tanrı’yı bir şeylerin “bilimsel izahatı” konumuna düşüremeyiz, çünkü bu durumda Tanrı evrene dair nedensel izahat ağımızın bir öğesi haline gelir ve geleneksel teizmde sunulan Tanrı anlayışını yitirmiş oluruz. Dawkins’in, Paley’in argümanındaki saatçinin yerine kolaylıkla “doğal ayıklanmayı” yerleştirebilmiş olması da Paley’in argümanının gerçekten böyle bir sonuç doğurduğunu gösterir; ne de olsa Dawkins haklı olarak evrimin, biyolojik organizmalarda görülen “tasarım” için “saatçi” kavramına kıyasla daha iyi ve daha bilimsel bir izahat sunduğunu öngörüyordu. Gerçekten de Dawkins’i, bir önceki bölümde eleştirilen hatalı yaklaşımı sergileyerek, sanki birbirine rakip izahatlarmış gibi bütünteolojik savların yerine bilimsel savlar getirmeye iten dePaley’in argümanındaki bu kusurdur büyük olasılıkla. Ancak bir teist, Paley’in bakış açısından farklı olarak, evrenin bütününe ve insanın bu evren içerisinde bilinçli gözlemci konumunda olmasına işaret ederek, evrenin varlığına ve insanın gözlemci konumunda olmasının önemine dair en iyi izahatı teizmin sunduğunu savunabilir. Hiç değilse bu anlayışTanrı’nın, var olan her şeyi yaratan ve yarattığı şeylerin sürekliliğini sağlayan sanatçı olduğu düşüncesiyle örtüşür.
Paley’in “tasarım” argümanının, birinci kusurla doğrudan bağlantılıolan ikinci kusuruysa, olağanüstü görünen birtakım biyolojik adaptasyonların “saatçi” kavramıyla izah edildiği boşlukların tanrısı argümanına dayanak oluşturmasıdır. Ancak doğal olarak, söz konusu “olağanüstü” olgulara dair bilimsel izahatlar sunulmaya başlayınca bu “tanrıya” gerek kalmaz artık.
Üçüncü kusur ise şudur: Böylesi bir “tasarım” argümanı geçerli olsa bile, bu argümandan yapılabilecek tek çıkarım bir tasarımcının varlığını teyit eden bir çıkarım olacaktır. Bu çıkarım, geleneksel Hıristiyan teolojisini savunan kimselerce aleyhte bir çıkarım olarak yorumlanacaktır. Kutsal Kitap’ta Tanrı’ya dair sunulan tanımlamalarda çok sayıda renklibenzetmeye rastlanır, ancak “tasarımcı” benzetmesi bunlardan biri değildir. Tabii ki Tanrı’nın yaratılmış düzen çerçevesinde içkinliği, onun sürdürücü müdahalesi olmaksızın hiçbir şeyin varlığını sürdüremeyeceği anlamına gelir. Ancak bu yargı ile X hayvan türünün Tanrı tarafından Y özelliklerine sahip olmak üzere tasarlandığı ya da Tanrı’nın, DNA kodlarıyla veya yarattığı canlıların tasarımlarıyla oynayan göksel bir mühendis olduğu yönündeki yargılar arasında büyük fark vardır. Bu husus, doğa teolojisinin Tanrı’nın dünyayla olan ilişkisine dair bir bilgi kaynağı olarak yorumlanıp yorumlanamayacağı sorusunu gündeme getirir. Tanrı’nın varlığı, evrenin var olmasına ve barındırdığı özelliklere dair en iyi izahatı sunuyor olsa bile, yaratılmış düzeni bilimsel olarak inceleyerek Tanrı’nın kişiliği ve amaçlarına dair ne denli “fikir edinebiliriz” ki? Bu konudaki şahsi görüşüm, ilerleyen sayfalarda daha anlaşılırhale geleceğini umut ettiğim sebepler dolayısıyla, “pek fazla fikir edinemeyeceğimiz” yönündedir.
Rastlantı ve zorunluluk
Darwin Otobiyografi’sinde dinsel inançlarına değinir ve dinin, çok sayıda insan tarafından doğru kabul ediliyor olmasının doğru olduğu anlamına gelmediği yönünde gayet mantıklı bir noktaya işaret eder:
Tanrı’nın varlığına dair, duygulardan ziyade mantıkla bağlantılı olan ikna edici diğer bir husus vardır ki, bana kalırsa bu husus çok daha inandırıcıdır.Söz konusu husus, geçmişe ve geleceğe dair yargılara varma yeteneğine sahip insan denen varlığı da barındıran bu uçsuz bucaksız ve harika evrenin rastlantı veya zorunluluk sonucunda ortaya çıktığına inanmanın çok zor, hatta imkânsız olması hususudur. Bu konuda kafa yorduğumda bir ölçüde insan zekâsına benzer bir zekâya sahip olan bir İlk Neden arama gereğini duyuyorum. Dolayısıyla bir Teist olarak tanımlanmayı hak ederim.3
Ayrıca otobiyografisinin ilerleyen sayfalarında şöyle bir kenar notu düşer Darwin: “Türlerin Kökeni’ni kaleme aldığım dönemde büyük ölçüde bu görüşteydim, ancak o dönemden beri, kimi zaman yeniden güçlense de bu görüşe olan bağlılığım giderek zayıflamaya başladı. Ancak sonra da kuşkuya düştüm; en aşağı seviyedeki hayvanın sahip olduğu nitelikte bir beyinden türemiş olduğuna canı gönülden inandığım insanbeyni, böylesine kallavi sonuçlara vardığında güvenilir kabul edilebilir miydi?” Darwin, agnostik anlayışı benimsemesinin temelinde de bu kuşkusunun yattığını ifade eder. Ancak ne ilginçtir ki Darwin, insan aklının böylesi meseleleri kavrayabilirliği konusunda kuşku duyarken, diğer inançları söz konusu olduğunda, örneğin, doğal ayıklanma kuramına olan inancı söz konusu olduğunda aynı ölçüde kuşku duymaz. İnanmak için olsun ya da inanmamak için olsun başvurduğumuz düşünsel yeteneklerimiz, evrim süreci aracılığıyla kuşaklar boyunca aktarılarak bugünkü düzeye geldiklerine göre, bu evrimsel süreçten haberdar olmamızın neden inançlarımızdan birine diğer inançlarımızdan daha fazla kuşkuyla yaklaşmamıza sebep olması gerektiği pek açık değildir. Ancak değerlendirdiğimiz konu bağlamında vurgulanması gereken en önemli nokta, Darwin’in, yaşamının erken dönemlerinde “bu uçsuz bucaksız ve harika evrenin rastlantı” eseri oluştuğuna inanmanın mümkünolmadığını fark etmiş olmasıdır. Dolayısıyla Darwin için “rastlantı”, belirgin teolojik sonuçları olan bir gerçekti.
Rastlantının varlığını tamamen reddeden Darwin’in buldogu T. H. Huxley ise çok farklı bir anlayış benimsemiş, 1876 yılında New York’ta evrim üzerine verdiği bir konferansta kendinden emin biçimdeşöyle demiştir:
Evrenin işleyişinde rastlantının herhangi bir payı olduğuna veya olayların, neden ve sonuç ilişkisine dayanan doğal düzenin dışında kalan başka unsurların etkisiyle gerçekleştiklerine inanmak mümkün değildir artık… Nitekim evrende rastlantının bir yeri olabileceğini reddettiğimize göre, doğanın düzenine müdahalelerin söz konusu olduğu yönündeki düşünceyi de büsbütünyok sayarız.4
Bu iki cümleye, bugün sahip olunan bilgi dağarcığı ışığında bakıldığında, içerdikleri türlü varsayımlar kolaylıkla fark edilir. Huxley’nin, 19’uncu yüzyılda doğru kabul edilen, evrenin, gerekirci “neden sonuç”silsilelerinin “doğanın yasalarına” göre işlediği sıkı sıkıya örülmüş nedensel işleyişe dayanan bir ağ olduğu yönündeki anlayışı dile getirmekte olduğu açıktır. Dolayısıyla böylesi nedensel işleyişe dayanan bir ağ çerçevesinde rastlantısal olayların “müdahalesinden” bahsedilmesi, Huxley gibi laik düşünürlerce “mucizevi müdahale” düşüncesini andırır kabul ediliyor ve şüpheyle karşılanıyordu. Görünüşe göre bu uzun neden-sonuç silsileleri, Tanrı’nın faaliyetlerine veya müdahalelerine yer bırakmıyordu.
Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, kaos kuramı ve rastlantının biyolojikolaylarda önemli rol oynadığına dair modern anlayışın geçerlilik kazanmasıyla Huxley’nin savunduğu görüş bütünüyle geçerliliğini yitirmiştir. Huxley’nin verdiği bu konferans bağlamında, Darvinci evrimin aslında rastlantıya dayanan olaylara dair çarpıcı örnekler içeriyor olması ironiktir; anlaşılan o ki Darwin bu konuda Huxley’e kıyasla çok daha kuvvetli bir önseziye sahipti. Huxley, “rastlantı” kavramının, benimsediği agnostik inancı tehdit eden teolojik anlamlar barındırdığına inanırken, laik düşünürlerin, “rastlantının” 20’nci yüzyılda bilimsel açıdan saygınlık kazanmasının ardından, doksan derece dönerek bu kavramın teizme ters düştüğünü savunmaya başlamış olması da oldukça ironiktir.
Rastlantı kavramının anlamı
“Rastlantı” esnek bir kelimedir ve “rastlantısal” olaylara dair tartışmalarsöz konusu olduğunda, peşin hükümlere varmaktan kaçınarak öncelikletartışma kapsamında “rastlantı” kelimesinin hangi anlamda kullanıldığına bakmak gerekir. “Rastlantı” kelimesi, birbirinden oldukça farklı olan başlıca üç anlamda kullanılabilmektedir. Ben bunları A, B ve C olarak adlandıracağım. Birincisi; nasıl sonuçlanacaklarını öngörmemizimümkün kılacak gerekli bilgilere sahip olamayacağımız için öngörülemez olan olayları tanımlamak üzere kullanılabilir (Rastlantı A). Bu kullanıma örnek olarak madeni para ile yazı-tura atmak gösterilebilir. Madeni parayı havaya attığımızda, paranın havada normal fiziksel davranışların dışında birtakım davranışlar sergilediğini düşünmez hiç kimse. Aslında prensipte, madeni parayı havaya atan parmakların hareketini veparanın havadaki hareketini etkileyen güçleri çok ayrıntılı olarak analiz ederek para yere düşmeden sonucun yazı mı tura mı olacağını öngörebilecek karmaşık bir makine tasarlamak mümkündür. Böylesi bir makinenin varlığı, madeni para ile atılan yazı-turanın sonucunun rastlantısal bir olay olduğu yönündeki iddiaya ters düşmez. Bu “rastlantı” anlayışı, iki nedensel silsile arasındaki etkileşimden kaynaklanan olaylardan bahsetmek için de kullanılabilir. Ormandaki bir geyik, avcının ateşlediği silahın çıkardığı sesten korkarak kaçarken, tam da bir ekspres trenin geçeceği anda tren yoluna fırlayabilir. Bu iki olayın farklı öncül nedenleri vardır ve geyiğin ölümüne neden olan, bu iki olayın “rastlantı” eseri kesişmesidir.
“Rastlantı” kelimesine yüklenen ikinci anlamsa (Rastlantı B), kuantum mekaniğinin geleneksel yorumlanışında görüldüğü gibi, fiziksel olarak belirsiz olan olayları tanımlamak üzere kullanıldığında geçerli olan anlamdır. Heisenberg’in belirsizlik ilkesine göre bütün atomların temel bileşenlerinden olan elektronların, konumları ve momentumlarının aynı anda kesin olarak saptanması mümkün değildir. Kuantum mekaniğinde elektronlar dalgalar biçiminde hareket eder, dolayısıyla elektronların tanımlanması için dalga denklemleri kullanılır. Bir elektronlar dalgası, metal bir yüzey gibi bir engele takıldığı takdirde elektronların bazısı engeli aşacak bazısıysa yansıtılarak yön değiştirecektir. Dalga denklemi, belirli bir elektronun engeli aşma veya yansıtılma olasılığınınöngörülmesini mümkün kılar. Ancak herhangi bir elektronun sonunun kesin olarak ne olacağını öngörmek mümkün değildir. Bu olay belirsizdir. Radyoaktif atomların bozulmalarında da, parçacıkların zaman içerisinde emisyonu gözlemlendiği takdirde, ardıl zaman aralıklarındaki rakamların frekans dağılımlarının basit bir modele uygun biçimde belirlendiğini görmek mümkündür (Poisson yasası), ancak belirli bir parçacığın emisyonunun ne zaman gerçekleşeceğini öngörmek mümkün değildir. Bu tür kuantum olayları, yalnızca uygulamada değil prensipte de belirsiz olduğu için “rastlantısal” diye anılır.
Kaos kuramının, Rastlantı A grubuna mı, yoksa Rastlantı B grubunamı ait olduğuna dair tartışmalar olmuştur. Kaos kuramı sonuçların büyük oranda başlangıçta geçerli olan koşullarda yaşanan küçük değişimlere bağımlı olduğu durumlarla ilgilenir. Dolayısıyla bu kurama verilen“Kaos” ismi bir bakıma yanlış seçilmiş bir isimdir, çünkü bu kuram, farklı başlangıç koşullarının nasıl da birbirinden farklı düzenlisistemlerin oluşumuna sebep olabildiklerini gösteren bir kuramdır. Başlangıç koşullarında yaşanan çok küçük değişimlerin ne denli önemli olduğunu,Massachusetts Institute of Technology’de Meteoroloji Profesörü olan ve atmosferde bulunan konveksiyon akımlarının zamanla nasıl değişimgösterebileceklerini hesaplamak için başvurduğu eski tip bir bilgisayarda (1961 yılında) “rastlantı” eseri kaos kuramıyla karşılaşan Edward Lorenz keşfetmiştir. Lorenz, denklemlerinde üç değişken miktar öngörüyordu ve hesaplamada belirli bir aşamaya gelindiğinde, kullandığı eski tip bilgisayar bu miktarların yeniden elle girilmesini gerektiriyordu.Günün birinde Lorenz’i şaşırtan bir olay olur, girdiği değişkenlerin tıpatıp aynı olmasına rağmen bilgisayar çok farklı meteorolojik bir sonuç çıkarır. Ancak sonucu daha yakından incelediğinde bir yerde değişken olarak 0.506127 rakamının girildiğini, bir başka yerdeyse yine aynı girilmesi gerekirken yuvarlanarak 0.506 olarak girildiğini saptıyordu. Bilgisayar hesaplamaları tamamladığında, başlangıç değişkenlerinden birinde saptanan ve ilk bakışta önemsiz gibi görünen bu farklılığın, model gereği konveksiyon akımlarında gözlenmesi gereken değişimlerde çarpıcı bir farklılığa neden olduğu ortaya çıkıyordu.
Lorenz’in bu saptamayı yapması sonrasında, başlangıç koşullarındavar olabilecek çok küçük farklılıkların nihai sonucu büyük ölçüde etkileyebiliyor olmaları üzerine çok sayıda araştırma yürütüldü. Kaos kuramının hayvan nüfuslarındaki değişimler, hastalıkların yayılması, siyasi tercihlerde yaşanan değişimler ve kimyasal tepkimeler gibi pek çok alanda uygulanabilir olduğu tespit edildi. Kaos kuramının meteorolojikaraştırmalar alanında daha kapsamlı biçimde uygulanmasıyla uzun vadeli hava tahminleri yapmanın imkânsızlığı da belirginleşmişti. Lorenz 1979 yılında, “Öngörülebilirlik; Brezilya’da bir kelebeğin kanatlarını çırpması Texas’ta bir kasırga yaşanmasına neden olabilir mi?” gibi tuhaf başlıklı bir konferans vermiş ve başlıktan yola çıkarak kaos kuramının etkilerine karşılık gelecek “kelebek etkisi” deyimini geliştirmiştir. Kaos kuramını daha sıradan bir örnekle izah etmek gerekirse, bir odada solunan havayı teşkil eden gaz parçacıkları düşünülebilir. Saniyenin on milyarda birinde her bir molekül komşusu olan diğer moleküllerle yaklaşık elli çarpışma yaşar. Bu moleküllerden herhangi birinin ilk elli çarpışma sonrasında ne şekilde hareket edeceğini öngörebilmemiz için başlangıç koşullarını ne ölçüde kesinlikle bilmeliyiz? Bu sorunun cevabı oldukça şaşırtıcıdır. Hesaplamalarımızda gözlemlenebilir evrenin öteki tarafında bulunan ve çekim kuvvetinin etkisiyle molekül ile etkileşime geçen bir elektronun etkisini yok sayarsak öngörümüzde ciddi bir hata çıkması olasıdır.
Ancak John Houghton’un vurguladığı üzere, “Klasik fiziğin penceresinden bakıldığında, Newtoncu sistemdeki bir olay ne ölçüde öngörülebilirse, kaotik sistemlerde yaşanan olaylar da teorik olarak aynı ölçüdebelirlenebilirdir. Anlatmaya çalıştığımız şey, böylesi bir hesaplamayı yapmanın aşırı zor olduğudur.”5Bir olay hakkında kesin bir öngörüde bulunabilmek için evrenin bütününde var olan temel parçacıkların hareketleri konusunda eksiksiz bilgiye sahip olmak gerekiyorsa, öngörülen olayın belirsiz olduğunu önermek mantıklı olacaktır. Neticede karmaşa yaratmamak için burada kaos kuramı, uygulama itibariyle öngörülemez olsalar da prensip olarak öngörülebilir olan olayları kapsadığı gerçeği ışığında Rastlantı A sınıfında değerlendirilecektir. Aslında aşağıdaki değerlendirme bağlamında bu kuramın hangi rastlantı sınıfında tasnif edildiği bir şey fark ettirmemektedir.
“Rastlantı kavramı için sunulan üçüncü önemli tanımlama da, benimburada “fizik ötesi rastlantı” (Rastlantı C) diye adlandıracağım tanımlamadır. “Fizik ötesi rastlantı” terimi birkaç farklı anlamı kapsamaktadır. “Fizik ötesi rastlantı”, rastlantının evrene yön veren nihai ilke veya güç olduğu yönündeki düşüncedir ve genellikle bu düşünce kapsamında söz konusu gücün rakipsiz olduğu varsayılır, çünkü “nihai olarak her şey tesadüfidir”. Fizik ötesi rastlantının bir çeşidi Grek mitolojisinde şans tanrıçası olarak anılan Tike’ye ve bu tanrıçanın Roma kültüründeki dengi olan Fortuna’ya atfedilen vasıflarda görülür. Bu “şans tanrıçası” geleneği, Britanya ulusal piyangosunu (piyango kurumunun ilk kurulduğu dönemde) tanıtmak üzere verilen televizyon reklamlarında sürdürülmüştür. Bu reklamlarda göklerden gelen derin bir ses, “Şanslı kişi siz olabilirsiniz!” derken, etrafı yıldızlarla çevrili bir el de kazanacak şanslı kişiye işaret eder. Rastlantının bu şekilde kişileştirilmesi, rastlantı kavramına Rastlantı A ve B sınıflarında atfedilen teknik anlamlarla hiç örtüşmez. Çünkü tasvir ettiğimiz üzere bu tanımlamalarda “rastlantı”, bir şeylerin gerçekleşmesini sağlayan nedensel bir unsur değil, bizlerin gözlemciler olarak içerisinde yaşadığımız dünyadagerçekleşen olaylar konusunda vardığımız anlayışlara dair bir izahattır. Rastlantı kavramının kendisi hiçbir şey gerçekleştirmez. Bu gerçek gayet belirgin olsa da, ne ilginçtir ki Rastlantı A veya Rastlantı B’den yola çıkarak Rastlantı C’ye dair öngörülerde bulunmaya yönelik çokça girişim olmaktadır.
Rastlantı ve DNA
DNA içerisinde gerçekleşen genetik değişim (mutasyon), A veya B rastlantı sınıflarının her ikisi çerçevesinde de tanımlanabilir. “Noktasal değişimlerde” tek bir “bazın” (“genetik alfabedeki” bir harf) değişimi söz konusudur, hâlbuki bir bazlar dizisinin yitirilmesi veya aynı hücre içerisindeki bir başka kromozomdan uygun olmayan biçimde bir DNA dizisinin eklenmesi durumunda başka türlü mutasyonlar da gerçekleşebilir. DNA’nın dişi hücreye (daughter cell) yönelik olarak kendisininkopyalarını oluşturduğu hücre bölünmesi işleminde bu tür olaylara sıklıkla rastlanır. Kopyalama süreci yüksek derecede kesinlikle gerçekleşir,ancak hücre bölünmesinin çok hızlı ve sık gerçekleştiği bazı dokulardakopyalanma sırasında hatalar yaşanabilmektedir. Sürekli olarak sapmaları tespit etmek üzere tetikte olan DNA’nın tamir enzimleri bu hataların birçoğunu düzeltir. Ancak bu enzimlerin düzeltici faaliyetlerine rağmen bazı mutasyonlar dişi hücrelere aktarılabilir. Çevrede var olan ve mutasyona neden olan kimyasal bileşikler (mutajenler) ve radyasyona maruz kalma da başka birtakım mutasyonlara neden olabilmektedir.Yukarıda ifade edildiği üzere, belirli radyoaktif bir parçacığın emisyonu esas itibariyle belirsizdir, çünkü bu parçacığın emisyonu kuantum kuramı ile tanımlanır. Ancak DNA’da mutasyona neden olan da tek bir radyoaktif parçacık olmaktadır. Dolayısıyla DNA’da yaşanan mutasyonlar ya Rastlantı A (DNA kopyalanmasında hatalar, kimyasal mutajenlere maruz kalma) ya da Rastlantı B (radyasyona maruz kalma)olarak tanımlanabilecek süreçlerden kaynaklanır. Her iki durumda da yalnızca yumurta veya spermde yaşanan mutasyonlar bir sonraki kuşaklara aktarılır. Bedenin diğer hücrelerinde yaşanan mutasyonlar söz konusu kişinin sağlığını etkileyebilir, ancak kalıtım yoluyla aktarılmaz.
Genetik kodun kendini “yedeklemesi” olarak adlandırılan durum nedeniyle bazı mutasyonların hiç etkisi olmaz. Proteinler amino asitlerden oluşur ve amino asitlerin her biri, DNA dizilimini teşkil eden baz üçlülerinin birkaçınca kodlanır. Dolayısıyla mutasyonlar bu baz üçlülerinde değişikliklere neden olabilir, ancak yedeklenmiş olan genetik kod bu amino asidin eskisi gibi kodlanmasını sağlar. Böylece genin kodladığı protein, mutasyondan önceki proteinin tıpatıp aynısı olacaktır.Ancak yaşanan mutasyon kimi zaman bambaşka bir amino asidin kodlanmasına neden olacak baz üçlüleri oluşturur. Bu durum genin kodladığı proteinin özelliklerinde küçük değişiklikler yaşanmasına neden olabilir. Mutasyonlar genellikle proteinin işlevini gerçekleştirmekte eskisine kıyasla başarısız olmasına neden olur, ancak bazen daha başarılı olmasını da sağlayabilir. Yaşanan mutasyon sonucunda oluşan baz üçlüsünün bir “stop kodonu” kodlaması durumundaysa çok daha vahim sonuçlar yaşanabilir. Bu durum protein sentezi için bir dur işareti (kırmızı ışık) mahiyetinde tezahür eder ve hücre içerisinde, orijinal proteinden çok daha kısa olması muhtemel, tepesi kesilmiş bir protein sentezlenir. Böylesi kesilmeler normalde proteini, işlevini gerçekleştiremez hale getirir. Ancak kimi zaman kesilme neticesinde, çok farklı bir işlevgörebilecek ya da orijinal işlevini başka biçimde gerçekleştirebilecek bir protein de oluşabilmektedir.
Doğal ayıklanma, mutasyonların “fenotip” üzerindeki etkilerinin sınanmasını sağlayan süreçtir. “Fenotip”, bir canlının bütün gen diziliminin (“genotip”) o canlının bedeninde yarattığı gözle görülür etkileri tanımlamak üzere kullanılan bir terimdir. Fenotipin sınanmasında, bir organizmanın yaşamını sürdürebilme ve yaşamını sürdürebilecek yavrulardoğurabilme yeteneğine sahip olması olarak tanımlanan üreme başarısından yola çıkılır. Şunu da belirtmek gerekir ki, bir organizmanın çok sayıda yavru vermesi, tek başına “üreme başarısını” tanımlamaya yetmez, çünkü yavrular sayıca çok olsalar da üreme konusunda başarısız, hatta kısır olabilirler. Dolayısıyla “üreme başarısı” kavramı için sunulacak tanımlamada genlerin kuşaktan kuşağa aktarılmaları da hesaba katılmalıdır, gerçi birçok tür için (bizimki de dâhil olmak üzere) böylesine kapsamlı bir tanımlamanın pratik ölçümlere uygulanması zordur. Doğal ayıklanmadan kaynaklanan eleme sürecinde, mutasyonlar barındıran ve üreme başarısını destekleyen proteinler kodlayan genler diğer genlerden ayırt edilir. Uygulamada proteinlerin çoğu için net sonuç büyük ölçüde muhafazakârdır, yani proteinin dizilimi evrim sürecinde büyük oranda muhafaza edilir. Örneğin, üzerinde araştırma yaptığım bir enzimin (protein) amino asit dizilimi insan ve tavşanlarda tıpatıp aynıdır; içerdiği yaklaşık 370 amino asitte tek bir farklılık bile söz konusu değildir. Böylesine yüksek muhafaza oranları olağan dışı değildir. Bu durum, insanın evrim sürecinde mayadan ayrı yollara sapmasının üzerinden bir milyarı aşkın yıl geçmiş olmasına rağmen neden kanser araştırmaları için toplanan fonlardan her yıl milyonlarca sterlinin sırf maya üzerinde yürütülecek araştırmalara ayrıldığını izah eder. Bu araştırma stratejisinin ardında yatan mantığın temelinde, maya içerisinde hücre bölünmesini düzenleyen proteinlerin birçoğunun milyonlarca yıllık evrim sürecinde muhafaza edilmiş olup, insan hücrelerinin düzenlenmesinde de maya içerisinde yürüttükleri görevlerin aynısını yahut dabenzerini yürütmeyi sürdürüyor olmaları yatar. İşlevini başarıyla gerçekleştiren bir proteini değiştirmenin ne anlamı vardır? Bir proteinin milyonlarca yıl boyunca muhafaza ediliyor olması, genellikle bu proteinin hücre içerisinde çok temel bir görevi gerçekleştirdiği, dolayısıyladiziliminde yaşanacak küçük bir değişimin bile ölümcül sonuçları olabileceği anlamına gelir. Doğal ayıklanma bireyin, üreme başarısına göre ölçülen sağlıklı olma durumuna katkı sağlayan “en iyi” proteinlerin muhafaza edilmesini sağlar.
Dolayısıyla bir bütün olarak bakıldığında evrim süreci “rastlantıya” dayalı bir süreç olmaktan çok uzaktır. DNA’da yaşanan değişimler gerçekten de rastlantısaldır, ancak değişimlerin sonuçları evrim süreci çerçevesinde milyonlarca yıl boyunca sınanır ve neticede yalnızca üreme başarısı bağlamında avantaj sağlayan mutasyonlar sonraki kuşaklara aktarılır. Bu durum Dawkins’in Kör Saatçi’de hedeflediği hususlardan birinin “Darvinciliğin, bir ‘rastlantı’ kuramı olduğu yönündeki birçoklarınca benimsenen miti yıkmak” olduğu yönündeki açıklamasını anlaşılırkılar. Şöyle der Dawkins: “Darvinci evrimin ‘rastlantısal’ olduğu yönündeki bu inanç yalnızca hatalı olmakla kalmaz, gerçeğin tam tersidir. Rastlantı, Darvinci kuramın yalnızca küçük bir öğesidir. Kuramın en önemli öğesiyse özü itibariyle gayri rastlantısal olan birikimsel ayıklanmadır.”6Dawkins’in bu saptamasında onaylamadığım tek nokta, “küçük” kelimesini kullanışıdır. Rastlantılar önemli rol oynar, çünkü bunlar olmaksızın DNA’da hiçbir değişim yaşanmaz, doğal ayıklanma sürecinin başlaması bile mümkün olmazdı.
DNA’da mutasyonların yaşanması sürecinin, evrim çerçevesinde etkin olan tek rastlantısal süreç olmadığını da belirtmek gerekir. Fenotipler düzeyinde de rastlantısal olaylar yaşanabilir. Örneğin, yukarıda belirtildiği üzere, meteorolojik koşullar kararsızdır, dolayısıyla en uygunu Rastlantı A’nın özel bir durumu olan kaos kuramı çerçevesinde tanımlanmaları olacaktır. Ancak bu koşullarda yaşanan değişiklikler, dünyada yaşayan milyonlarca canlı türünün neslinin tükenmesine nedenolmuştur. Bu gezegende yaşamış türlerin % 99’undan bile fazlasının neslinin tükendiği hesaplanmıştır (fosil kayıtlarına bakılarak). Üstelik bu türlerin birçoğunun soyu, insan türünün ortaya çıkmasından çok önce tükenmiştir. Günümüzde belki 30 milyon tür yaşamaktadır, ancak bunlar yaşamın başlangıcından beri var olmuş milyarlarca türün yalnızca çok küçük bir parçasıdır. Onca canlı türünün soylarının neden ve nasıl tükendiğine dair çok sınırlı bilgiye sahip olsak da, birçok durumda aşırı hava koşullarının “dengeleri altüst etmiş olabileceği” ve zaten güçlükle yaşamını sürdüren türlerin sonunda kuraklığa veya yeni bir buz devrine yenik düşmüş olabilecekleri açıktır. Kaos kuramı evrimsel değişim süreçleri bağlamında önemsiz değildir.
Hava koşullarında yaşanan değişikliklerin yanı sıra, başka rastlantısal olaylar da biyolojik nüfusları ciddi biçimde etkileyebilmektedir. Örneğin, kıtaların birbirlerinden uzaklaşmasıyla canlı nüfusları da birbirlerinden ayrılmış ve ayrılma sonrasında bu nüfuslar çok farklı yönlerde evrim geçirmeye başlamıştır. Jeolojik tarih çerçevesinde volkanikdağların büyük patlamalarının bölgede yaşayan nüfusların soyunu tüketmiş olması olasıdır. Eğer, öne sürüldüğü üzere, dinozor neslinin tükenmesi bir meteor taşının yeryüzüne çarpmasından kaynaklanıyor ise,bu meteor çarpması eşi benzeri olmayan ve biyolojik çeşitliliği çarpıcı (literal olarak) biçimde etkileyen bir “rastlantısal olaydır”. Gould, Permiyen dönemin sonunda, yani günümüzden yaklaşık 225 milyon yılevvel meydana gelen büyük çaplı bir felaketin, o dönemde yaşayan bütün türlerin % 96’sının neslinin tükenmesine neden olmuş olabileceğini öne sürmüştür.
Fizik ötesi rastlantı
Rastlantısal olayların biyolojik çeşitliliğin oluşumunda, dolayısıyla da türümüzün oluşumunda oynadıkları bu önemli rol göz önünde bulundurulacak olursa, böylesi gözlemlerden Rastlantı C’ye dair çıkarımlarda bulunmamız doğru mudur? Hatırlanacağı üzere, Rastlantı C, rastlantı kavramının somutlaştırıldığı, evrene egemen olan ve her şeyin değerlendirilmesinde kıstas alınması gereken mutlak güç veya ilke olarak yansıtıldığı anlayıştır. Moleküler biyolog Jacques Monod Rastlantı ve Zorunluluk (Chance and Necessity) adlı kitabında Rastlantı C’ye dair etkileyici bir tanımlama sunar. Mutasyonlar konusunda şöyle diyordu Monod:
Bu olayların tesadüf olduklarını, rastlantı eseri yaşandıklarını söyleriz. Bu olaylar, organizmaların kalıtsal bilgilerinin depolandığı yer olan genetik metinlerde (kodlarda) yaşanan değişimlerin tekolası kaynağı olduklarına göre, her türlü yeniliğin ve biyosfer içerisindeki bütün yaratılışın yegâne kaynağı da rastlantıdır. Saf rastlantı, tümüyle özgür ama kör, evrim denen inanılmaz yapının kökeninde yer alan bu olgudur. Modern biyolojinin merkezi bir kavramı olan “rastlantı”, artık bir dizi olası veya akla gelebilecek varsayımdan biri değildir. Bugün artık makul kabul edilebilecek yegâne varsayımdır. Gözlemlenmiş ve sınanmış olgularla örtüşen tek varsayımdır. Bu tespitin günün birinde düzeltilmesi gerekebileceği yönündeki bir önermeyi (veya umudu) haklı kılabilecek hiçbir şey söz konusu değildir7[Vurgu Monod tarafından eklenmiştir].
Monod, moleküler biyoloji çerçevesinde işleyen mekanizmalara dair bugözlemlere dayanarak, başka yazarlarca sıklıkla alıntılanan şu tespitte bulunur: “İnsan, içerisinde yaşamaya mahkûm olduğu bu evrenin bir kenarında kamp kurmuş çingene gibi olduğunu biliyor artık. Evren işitmez onu, umutlarına, yaşadığı ıstıraplara veya işlediği suçlara karşı kayıtsızdır.” Monod ayrıca artık “büyük bir tasarının olmadığına dair biyolojik ispata” sahip olduğumuzu ve “evrenin insanın mutlaka ortayaçıkacağı biçimde tasarlanmış olduğu yönündeki inancın modern biyolojiye ters düştüğünü” bildiğimizi iddia etmiştir.8
Monod’un iddiaları konusunda söylenebilecek birkaç şey vardır. Birincisi, yukarıda vurgulandığı üzere, evrim bağlamında “her türlü yeniliğin yegâne kaynağının rastlantı olduğu” doğru değildir. Doğal ayıklanmanın fenotip düzeyindeki ayırt edici etkisi olmasa Monod’un bahsini ettiği yenilikler asla (yahut da uzunca bir vakit) gün yüzü görmezdi. İkincisi, eğer evrim gerçekten bir “mesaj” barındırıyorsa, bu mesaj insanın “evrene yabancılaşmış olduğu” yönündeki önermenin tam tersine işaret ediyor olmalı. Evrimsel “mesaja” göre göçebe çingenelerden ziyade, evrende bulunduğumuz bu belirli noktaya mükemmel biçimde uyum sağlayacak biçimde adaptasyon geçirmiş ve bu gezegende barınan diğer yaşam formlarıyla biyolojik olarak bağlantılı canlılarız. Üçüncüsü ve en önemlisi, moleküler biyolojiden yola çıkarak evrenin anlamdan yoksun olduğu yönünde fizik ötesi sayılacak türde çıkarımlarda bulunmak mümkün değildir. Moleküler biyoloji çerçevesinde tanımlanan mekanizmaların anlama dair nihai sorulara cevap sunabileceklerini düşünmek doğru mudur gerçekten? Monod’un, doğal dünyayadair gözlemlerinden abartılı fizik ötesi çıkarımlarda bulunmaya çalışan Paley gibi doğa bilimcilerin bir türevi olduğunu düşünmemek elde değildir. Nasıl ki canlılar dünyasında mühendislik gerektiren bir tasarımın var olduğuna dair deliller, göksel bir Mühendis-Tasarımcı’nın varlığınadair bir çıkarım için yeterli temeli sağlamıyorsa, bu tasarımın oluşumunda rastlantısal mekanizmaların etkili olması da evrende nihai amaçve anlamın var olup olmadığına dair sorulara cevap sunmaz. Her iki durumda da biyoloji, aslında asla dayanağı olamayacağı birtakım fizik ötesi varsayımlara dayanak gösterilmeye çalışılmaktadır.
Rastlantı ve Tanrı’nın Yaradanlığı olgusu (Yaratan Tanrı olgusu)
Biyolojik çeşitliliğin oluşumunda rastlantısal mekanizmaların rol oynuyor olması, geleneksel Hıristiyan teizminde dile getirilen yaratılış anlayışının teolojik yorumlanışı bağlamında ne ifade eder? Rastlantısal mekanizmaların teolojik yorumlamalar üzerinde olumlu veya olumsuz herhangi bir etkisi olabileceği yönündeki düşünceyi anlamak mümkün değildir. Söz konusu teist yorumlamada iddia edilen, yaratılmış düzenin, barındırdığı bütün biyolojik çeşitlilikle birlikte Tanrı tarafından varedildiği ve Tanrı’nın iradesi uyarınca varlığını sürdürdüğüdür. Bu iddiayaratılış sürecinin gerçekleşmesinde ya da günümüzde halen sürmesinde etkili olan mekanizmalara dair hiçbir izahat barındırmaz. Bu mekanizmalara dair izahatlar sunmak biyologların (ve başkalarının) görevidir. Nitekim “rastlantısal süreçler” olarak tanımlanması uygun düşen busüreçler, biyolojik çeşitliliğin (insan da bu çeşitliliğin bir ürünüdür) ortaya çıkmasında merkezi ve önemli roller oynamıştır. Peki bu ne anlama gelir?
Bu aşamada, ateistlerce (kısmen haklı olarak) dile getirilmesi muhtemel bir şikâyete cevap sunmak iyi olabilir. Ateistlere göre, fizikçiler veya biyologlar evrenin yapısının ya da biyolojik çeşitliliğin kökenine dair ne keşfederse keşfetsin, teistler bu keşifleri Tanrı’nın gözlemlenebilir evreni yaratmak üzere kullandığı yöntemler olarak yorumlayacaktır ve dolayısıyla da teistlerin Tanrı inançları boş bir inançtır. Bu bağlamdabilim adamlarının, uzmanlaştıkları bilim dallarının sınırlarını aşmadan yapabilecekleri hiçbir tanımlamanın, teist inancın geçerliliğini onaylar veya reddeder nitelikte olması mümkün değildir. Hiç kuşkusuz ki doğru bir tespittir bu. Geleneksel Hıristiyan teizmini benimseyen kimse, Tanrı’nın “özgür iradeye” sahip olduğu yönündeki öğretiyi doğru kabul eder, yani bu kimseye göre Tanrı, Platon’un yarıtanrısından farklıdır, çünkü kısıtlanmamıştır ve kendi uygun gördüğü biçimde hareket etme özgürlüğüne sahiptir. Bilim tarihini gözden geçirirken işaret ettiğimiz üzere bu öğreti ilk doğa felsefecilerini, ilk ilkelerden yola çıkarak Tanrı’nın ne yapmış olması gerekeceğini çıkarsayabileceklerini düşünen skolastik felsefecilerden farklı olarak, Tanrı’nın yaratılmış düzen çerçevesinde tam olarak ne yaptığını araştırmaya sevk etmesi bakımından bilimsel ilerlemeye ivme kazandırmıştır. Dolayısıyla bilimsel izahatlar ve şeylerin işleyişlerine dair modeller söz konusu olduğunda, teistlerin modeller arasında yapacakları tercihe yön verecek gizli teolojik kıstaslarıolmayacaktır. Teist Tanrı inancı, yalnızca “boşlukların Tanrısı” diye tanımlanan ve tatmin edici bilimsel izahatlar sunulana dek bilimsel cehaletimizi örtmek üzere ileri sürülen türdeki bir Tanrı’ya inananlar için boş bir inançtır. Ancak Hıristiyan teistler ne böylesi bir varlığa ne de böylesi düşünsel tembelliğe inanır. Ayrıca 8. bölümde işaret edildiği üzere bilimsel bilginin, çok sayıdaki önemli insani mesele ve inançlar (teizm de bunlardan biridir) bağlamında bilgilendirici olduğuna da inanmaz. Evrimsel işleyişlerin incelenmesi, olabildiğince kaynak ayrılması gereken büyüleyici bir araştırma alanıdır, ancak Tanrı’nın var olupolmadığı sorusuna cevap sunmaz.
James Rachels da Created from Animals: The Moral Implications of Darwinism(Hayvandan Yaratılan İnsan: Darvinciliğin Ahlâki Sonuçları) adlı kitabında yukarıda bahsi geçen itirazı (şikâyeti) dile getirir. Evrime getirilen teist yorumlamayı değerlendirirken şöyle der Rachels:
Teist yorumlamaya, karşıt delillerle çürütülebilirliğini imkânsız kılacak anlamlar yüklemek mümkündür. Örneğin, hiçbir ayrıntı sunmayarak, Tanrı’nın evrim süreci aracılığıyla nasıl işlediğine dair hiçbir önerme sunmayarak yapılabilir bu. Ayrıntılı bir içerikten yoksun olacak böylesi bir teist yorumlama doğanın yapısına dair hiçbir öngörü içermez. Dolayısıyla ne kadarbilimsel keşif yapılırsa yapılsın, teist her zaman şöyle diyebilecektir: “Evet,işleyiş budur ve Tanrı da böyle tasarlamıştır.” Bu yaklaşım benimsendiği takdirde teist yorumlamayı çürütecek delil sunmak asla mümkün olmayacaktır.9[vurgu Rachels tarafından eklenmiştir].
Rachels bu tespiti yaptıktan sonra, söz konusu anlayış için şöyle der: “Teist yorumlama için tatmin edici bir savunma değildir.” Ancak bana kalırsa Rachels burada konunun esasını gözden kaçırmaktadır. Söz konusu anlayış, teist yorumlama için sunulmuş bir savunma değil, teist yorumlama çerçevesinde yaratılış öğretisinin ne anlama geldiğini açıklamaya yönelik bir beyanatniteliğindedir; yaratılmış düzene dair ödün vermez teist bir bakış açısının korunması bu sonucu doğurur. Teist anlayış çerçevesinde savunulan görüş, “teist” veya “ateist” bir biyolojik mekanizmanın nasıl olacağını önceden kestirmenin mümkün olmadığı,dolayısıyla da mekanizmaları anlamaya yönelik incelemelerin, teizm ileateizm arasında kıyaslama yapmak için kullanılamayacakları yönündedir. Teist yorumlama çerçevesinde, yaratılmış düzen ile Tanrı arasındaki ilişki, televizyonda yayınlanan bir doğa tarihi programı ile programı yayınlayan televizyon kanalı arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Ekrana yansıyan doğa tarihi öyküsünün bir yönüyle yayını yapan kanalın varlığına dair bir argüman sunduğunu, başka bir yönüyleyse kanalın varlığını yalanladığını iddia etmek mantıklı olmaz. Ekrana yansıyan doğa tarihi programı ya her yönüyle yayını yapan kanalın var olmasına bağımlıdır ya da kanalla alakası yoktur. Bu bağlamda programın birtakım öğelerini incelemenin de bir anlamı yoktur. Bu gerçek, hem yaratılışçılar için hem de yaratılışçıların “aynadaki yansıması” gibi olan ateist eleştirmenler için hayal kırıklığı yaratır.
Bu benzetmeyi bir adım ileri götürmek gerekirse; fizik veya televizyonlar konusunda hiçbir şeyin bilinmediği bir kültürde yaşayan birtakım insanları alıp onlara televizyonda bir doğa tarihi programı izlettiğimiz takdirde karşılaşacağımız tepkiyi hayal edebiliriz herhalde. Bu insanlar programın nereden geldiği sorusuna ne cevap vereceklerdir? Nasıl bir açıklama sunarlarsa sunsunlar, açıklamalarını programın içerdiğibelirli bir öğeye dayandırmaları olası değildir. Daha ziyade programın bir bütünolarak var olmasına dair en iyi açıklamayı sunmaya çalışacaklardır. İnsanlar doğaları itibariyle meraklıdır ve programı keyifle izlerken böylesi sorulara kafasını takması olası değildir.
Rachels tuhaf biçimde, yukarıda özetlenen teist evrim anlayışının birçeşit deizme “dönüşe” işaret ettiğini öne sürer. Bense bunun tam tersinisavunacağım. Deist anlayışlarda Tanrı, farklı derecelerde olmakla birlikte genel olarak yaratılmış dünyayla yalnızca kısmen alakadarmış gibi yansıtılır. En fazla alakadar kabul edildiği deist anlayışlarda bile, evreni “başlangıçta” başlatan, sonrasındaysa bu dünyaya yalnızca ara sıra (belki) müdahale eden bir Tanrı olarak yansıtılır. Yaratılışçı yaklaşımdaysa,Tanrı’nın başlangıçta yaşama yön vermek (örn. genetik kodu oluşturarak), daha sonra da farklı türler yaratarak biyolojik çeşitliliği oluşturmaküzere çokça “müdahalede” bulunduğu savunulur ve böylece daha ölçülü bir deizm anlayışı sunulur. Ancak Aubrey Moore’un yüz yılı aşkın bir zaman önce, 9. bölümde alıntılanmış olan bir tespitinde özetlediği üzere: “Nadir müdahalelere dayanan bir kuram, mütekabili olarak düzenli bir yokluk kuramını gerektirir.” Belirli bir biyolojik olayın (bütün biyolojik olaylar yerine) Tanrı’nın doğada faal olduğu (veya kendini doğadan soyutladığı) yönündeki inanışı savunmak üzere kullanılabilecek birargüman sunduğu, gerçekten deist anlayışı andırır niteliktedir. Ancak klasik teist anlayış böylesi argümanları dikkate almaz ve yaratılmış düzeni kusursuz bir bütün olarak görür.
Rastlantı ve düzen
Eğer Tanrı’nın, Kutsal Kitap kayıtlarında vurgulandığı üzere yarattığı evren için birtakım planları ve insan için birtakım tasarıları varsa, böylesi amaçlar ve tasarılar çok sayıda biyolojik türün soyunun tükendiği ve rastlantısal süreçlerin anahtar rol oynadığı uzun ve dağınık evrim süreciyle nasıl örtüşür? Ne de olsa, bir kolumuzu kaldırıp yana doğru uzatsak ve dünyanın yaşını başımızdan işaret parmağımıza kadar olan mesafe olarak alacak olsak, tek bir törpü sürtmesiyle işaret parmağımızın tırnağından eksilecek olan kısım Homo sapienslerin bu gezegen üzerinde var oldukları süreye denk gelecektir. Öyleyse var oluşumuz beklenmedik evrimsel bir tesadüften ibaret değil midir? Eğer rulet oyunu gibi olan bu evrimsel süreç çerçevesinde şans eseri top bizim rakamımızda durduysa, buna bir anlam yüklemek doğru mudur?
Bu soruya cevaben, Kutsal Kitap’ta aktarılana göre Tanrı’nın tohu bohu’dan (düzensizlik) kusursuz bir mühendislik örneği değil, “düzen” yarattığını vurgulamak uygun olacaktır. Tesadüfi olaylar yaratılma sürecinde anahtar rol oynayabilir, ancak ortaya çıkan sonuçlar tesadüfi değildir. Eğer evren, bilinçli olarak karışık biçimde derlenen bir dizi rakam gibi tesadüfi olsa, evrende ancak sinyal bozulduğunda televizyon ekranında beliren “parazit” gibi bir düzen olurdu ve dolayısıyla da evrenin bir anlamı olup olmadığını sorgulayan bizler de asla var olmazdık.
Bu düzen nasıl ortaya çıktı? Kuşkusuz zaman ve rastlantı bu düzenin oluşumunda anahtar unsurlar oldular, ancak bu unsurları biraz dahaeleştirel bir gözle değerlendirebilmeliyiz. Zamana bağımlı olarak gelişen bakış açılarımız çerçevesinde, Rastlantı A ve Rastlantı B fazlasıylagerçek unsurlardır. Ancak teist modelde Tanrı aşkınlığı bağlamında zamandan bağımsız (zamanın dışında) olmakla beraber içkinliği dolayısıyla da evrenle etkileşim halindedir. Modern fizik çerçevesinde sunulan, zamanın bir uzay boyutunda gözlemlenen özelliklere benzer özellikler yansıtan bir boyut olarak ele alınabileceği önermesi böylesi bir modeli anlamayı kolaylaştırmıştır. Bu model uyarınca Tanrı bizim uzay zaman boyutumuzun dışında var olmakla beraber, yaratma faaliyetleri aracılığıyla da bizim uzay zamanımızın bütününde etkin olmaktadır. Şimdi düşünsel bir deney yapalım. Rastlantı A’ya Tanrı’nın bakışaçısından bakacak olsak nasıl bir görüntüyle karşılaşırız? Yaratılmış düzenin diğer öğelerinde rastladığımızdan çok da farklı bir görüntü olmasa gerek. Rastlantı A, karmaşık fiziksel olayların sonuçlarını öngöremiyor olmamıza dayanır, ancak bu olayların nedenleri olduğunu ve bunedenlere dair yeterli bilgiye sahip olsak prensip olarak sonucu öngörmemizin mümkün olacağını biliriz. Bu düşünsel sınırın, uzay-zamanın dışında yer alan, temel parçacıkların her birini tümüyle tanıyan ve her bir parçacığın eksiksiz ve kesin biçimde anbean (bizim uzay-zaman boyutumuz bağlamında) varlığını sürdürmesini sağlayan bütün evrenin Tanrısı için geçerli olmadığı açıktır.
Koas kuramının Rastlantı A sınıfında yer alan özel bir rastlantı türü olduğunu kabul edecek olsak, insanın bakış açısından en uygun olarak kaos kuramıyla tanımlanabilen türdeki olaylar Tanrı’nın bakış açısındannasıl görünürler? Tabii ki neden başka olaylardan farklı bir görüntü verebileceklerini anlamak zordur. Başlangıç koşullarında yaşanabilecek çok küçük değişikliklerin hesaplanması bizim için bir sorun teşkil eder elbette ki. Ancak bu durumun var olan her şeyin kaynağı ve sürdürücüsü olan her şeye gücü yeten bir Tanrı için sorun olacağını düşünmek pek mümkün değildir.
Peki ya kuantum kuramı ve Rastlantı B’ye ne demeli? Einstein sıklıkla alıntılanan, “Tanrı zar atmaz” deyişinin de geçtiği yazısında atom içerisindeki enerji durumlarının öngörülemezliğinin kuantum fizikçilerinin cehaletini yansıtan bir anlayıştan ibaret olduğunu ve günün birinde maddenin daha derin yapılarına dair keşifler yapıldığında her şeyin yeniden kestirilebilir olacağını ifade eder. Aslında Einstein’ın zamanından beri madde üzerinde yapılan araştırmalar Einstein’ın bu beklentisinidoğrulayacak herhangi bir sonuç vermemiştir. Ancak biyolojik çeşitlilikbağlamında kuantum kuramının çok önemli bir etken olması pek olası değildir. Anlaşılabilmesi için kuantum kuramına muhtaç olan radyasyon mutasyonlara neden olabilir, ancak doğal ayıklanmanın eleyici etkileri DNA’da değişimlerin yaşanmasına neden olan süreçlerden bağımsız olarak işler. Mutasyonlar da Rastlantı A veya Rastlantı B olaraktanımlanan süreçlerden hangisi tarafından geliştirilmiş olursa olsun rastlantısaldır. Kuantum kuramı, atomları oluşturan temel parçacıkların davranışları gibi çok daha küçük ölçekli olayları anlamak konusunda faydalı olabilmektedir. Ancak biyolojik sistem moleküller, çoklu moleküler kompleksler, hücre organelleri, hücreler, dokular, organlar, bedenler ve çevre koşulları gibi daha yüksek örgütlenme düzeyleri içerenyapılar çerçevesinde işler. Kimya yasaları moleküllerin davranışlarını kusursuz biçimde tanımlar. Dolayısıyla Tanrı’nın bakış açısında bir yaklaşım benimsendiği takdirde, biyolojik çeşitliliğin oluşması bağlamında Rastlantı B’nin belirli bir etkisi olabileceğini doğrulayan herhangi bir sebep görünmez.
Düzensizlikten düzenin doğması süreci, genellikle ölçek değiştirildiğinde veya süreç hızlandırıldığında daha belirgin hale gelir. Herhangi bir organizmanın moleküler düzeyde gelişimini yavaş bir zaman ölçeğinde incelediğinizde kargaşa halinde ve rasgele dağılmış gibi görünen bir dizi molekülle karşılaşırsınız. Filmi hızlandırıp organizmaya bir bütün olarak baktığımızdaysa çeşitli gelişim aşamaları özenle tasarlanmışbir olaylar dizisinin düzenli biçimde gerçekleşmesi olarak görünür. İnsanın zaman algısıyla değerlendirildiğinde evrim süreci anlaşılmaz derecede yavaş, oyalanmalarla dolu ve verimsiz gibi görünebilir. Ama evrim sürecini, aralıklı çekilmiş fotoğraf karelerinden oluşturulmuş bir film şeridinden hızlandırılmış biçimde izleyen bir süper gözlemcinin negöreceğini hayal edin. Bu gezegenin tarihini yirmi dört saatlik tek bir güne sıkıştırabilseydik biyolojik açıdan ilgi çekici herhangi bir şey görebilir miydik? Eğer böylesi bir düşünsel deneyi fazla abartılı buluyorsak, şunu hatırlamalıyız ki, Güneş’ten gelen ışığın bize ulaşması 8.5 dakika alırken, en güçlü teleskoplarımızı kullanarak uzaktaki galaksilere baktığımızda galaksilerin on milyar yıl önceki hallerini görürüz. Çünküışıklarının bize ulaşması böylesine uzun bir zaman alır. Bu sürenin kendi gezegenimizin yaşının iki katından fazla olduğunu da unutmamakgerekir. Dolayısıyla on milyar yıl önce gerçekleşen olayların gözlemlenebileceği düşüncesi çok da tuhaf bir düşünce değildir; keza güçlü bir teleskoptan bakıldığında yapılan gözlem tam da budur.
Öyleyse yirmi dört saate bölünmüş saatimizi, bundan 4.6 milyar yıl (gezenimiz için öngörülen yaş) öncesini 0 noktası, bugün bulunduğumuz zamanı da gece yarısı kabul ederek başlatacak olsak ne olur? Ne gözlemleriz? Sabahın 02:40’ında basit yaşam formları belirmeye başlamış olur, 05:20’ye gelindiğinde tek hücreli organizmalar (prokaryotes) ciddi biçimde artış göstermiş olur. Siyanobakteriler (mavi-yeşil algler) gezegene yayıldıkça dünyanın büyük okyanusları renk değiştirmeyebaşlar. Aynı saatlerde günün geri kalanı boyunca genetik çeşitliliğin gelişimine yön verecek olan genetik kod oluşur. Sabahın erken saatlerindeki bu başlangıç sürecinin ardından öğle saatlerinde çekirdekli (ökaryot) tek hücreli canlıların ortaya çıkmalarına dek uzunca bir süreçgeçecektir. Çok hücreli canlıların denizlerde ortaya çıkışlarıysa ancak yedi saat sonra, akşam 20:15 gibi gerçekleşir. Yaklaşık yarım saat sonraysa siyanobakteri ve yeşil alglerin karaya da yayılmasıyla gezegen renk değiştirir. Bu gelişmenin ardından biyolojik süreç hızlanır ve gözlemlenebilecek çok sayıda olayın gerçekleşeceği bir akşamüstüne adım atılır. Saat 21:10’da Kambriyen patlaması yaşanır ve inanılmaz biçimdeüç dakika içerisinde, her birinin kendine has beden tasarımı olan çok sayıda farklı filum belirir. Üstelik bu filumlarda gözlemlenebilen anatomik özellikler gece yarısına gelindiğinde rastlanan filumların birçoğunda halen sürdürülecektir. Yirmi dakika sonra karalarda ilk bitkiler belirmeye başlar, çok geçmeden de ilk kara canlıları ortaya çıkar. Saatler akşam 21:58’i gösterdiğinde Devon dönemi kitlesel nesil tükenmesiyaşanır. 22:11’de karalarda sürüngenlerin egemenliği başlar, yarım saat sonraysa Paleozoik dönemin sonunu ilan eden kitlesel nesil tükenmesi yaşanır. 22:50’ye gelindiğinde ilk memeliler ve dinozorlar belirmeye başlar, ancak beş dakika içerisinde Jura çağının başlangıcında yine kitlesel bir nesil tükenmesi gerçekleşir. 23:15’e gelindiğinde sürüngen kuş olarak bilinen Arkeopteriksler uçuşmaya başlar ve birkaç dakika içerisinde gökyüzü kuşlarla dolar. 23:39’da bir kitlesel nesil tükenmesi daha yaşanır ve dinozor nesli yok olur. Gece yarısına iki dakika kala hominidler (insanlar) belirmeye başlar ve gece yarısına yalnızca üç saniye kala modern insanlar sahne alır; insanlık tarihinin günümüze dek kayda geçirilmiş dönemiyse gece yarısından önceki son saniyenin beşte birlikkısmından, yani göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir kısımdan ibarettir.
Gezegenin tarihinin böylesine canlı bir tasvirle aktarılması, rastlantısal olayların (yani bizim gözümüzde rastlantı olan olayların) gözlemlediğimiz biyolojik dünyada var olan düzenin oluşumunda ne denli verimli bir işlev görmüş olduklarını çarpıcı biçimde hatırlatır. Tesadüfi olaylar söz konusu süreçlerde anahtar roller oynamış olabilir, ancak bu süreçlerin sonuçları tesadüfi nitelikte değildir. Bugün geriye dönüp baktığımızda bunun neden böyle olduğunu anlamak zor değildir. Çekim kuvvetinin, ışık ve karanlığın, sıcak ve soğuğun geçerli olduğu, atmosferin belirli oranlarda oksijen, nitrojen, karbondioksit vs. içerdiği bir dünyada yaşamanın getirdiği keskin morfolojik sınırlamalar söz konusudur. Fosil kayıtlarına bakıldığında oldukça iri birtakım kanatlı organizmalar gözlemlenmiştir, ancak filler bunlar arasında yer almaz. Eğer avcı hayvanlardan kaçmak istiyorsanız uçmak oldukça önemli bir avantaj sağlayabilir, ancak fil kadar büyük olduğunuz takdirde böylesi endişeleri göz ardı edilebilirsiniz; o boyutta bir cüssenin havalanabilmesi için gerekli olacak enerjiyi de unutmamak gerek.
Belirli fiziksel sınırlamaların geçerli olduğu bir dünyada yaşamanındoğurduğu sonuçlar, yakınsak evrim çerçevesinde çarpıcı biçimde görülür. Yakınsak evrimde, belirli birtakım sorunlara benzer tasarımsal çözümler getirildiği sıklıkla görülmüştür; gerçi sonuçlar her zaman tam olarak aynı olmaz. Örneğin, gözün evrim tarihi boyunca düzinelerce defa evrim geçirmiş olması olasıdır, çünkü ışık unsurunun etkili olduğu bir dünyada böylesi bir organın, organizmanın üreme gücüne büyük katkısı olacaktır. Göz kadar çarpıcı olmayan bir diğer örnekse, molar (azı) dişte yaşanan modifikasyon sonucunda oluşan ve memelilerin daha farklı bitkilerle de beslenebilmelerini mümkün kılan hipokondur. Hipokonun sadece Senozoyik dönemde memeliler arasında yakınsak biçimde yirmiyi aşkın evrim geçirdiği tahmin edilmektedir.10Göz gibi önemli bir icat olsun, hipokon gibi önemsiz sayılabilecek bir modifikasyon olsun böylesi “tasarım numaraları” organizmalara büyük avantajlar sağlayabilir. Mutasyonlar “tasarım alanının” taranması işlevini görür, yani belirli bir ortamda başarılı biçimde üremelerini mümkün kılacak doğru “tasarım numaralarına” sahip olan türlerin söz konusu ekolojik çevrede gelişmelerini mümkün kılacak olan eleme sürecinin işlemesini sağlar. Dünyada yaşamanın getirdiği sınırlamalar dolayısıyla tekrar tekrar aynı tasarımlar belirmiştir.
Evrenbilim, biyoloji ve yaşamın kökeni
Gelişen biyolojik çeşitlilik çerçevesinde etkili olan bir diğer sınırlama da evrim sürecinde bütün canlı organizmaların temel taşları olan kimyasal yapılardan kaynaklanan sınırlamalardır. Evrenin yaklaşık on beş milyar yıl önce ortaya çıktığını öngören “büyük patlama” modelini doğru kabul ettiğimiz takdirde, büyük patlamanın saniyenin % 1’i kadar sonrasında henüz hiçbir atom olmadığını, çünkü evrenin atomların var olamayacağı kadar sıcak (100 milyar Kelvin’den yüksek) olduğunu hatırlamamız gerekir. Evrenin, hidrojen ve helyum çekirdeklerinin gelişmesine izin verecek derecede soğuması (bir milyar derecenin altına düşmesi) üç dakika alır; neticede evren % 76 hidrojen, % 24 helyumdanoluşur hale gelmiştir. Bu aşamada biraz lityum ve ağır hidrojen dışındabaşka herhangi bir element yoktur. Evrenin bu çekirdeklere elektronların eklenerek atomların oluşmasına izin verecek ölçüde soğuması içinse bir milyon yıl daha geçmesi gerekecektir. Sonraki bir milyar yıllık dönemde hidrojen bulutlarından yıldızlar ve galaksiler oluşur, bu yıldızlarölmeye başladıklarındaysa günün birinde gezegenimizde yaşamın ortaya çıkmasını mümkün kılacak olan elementler oluşur.
Yıldızların ömrü çekirdeklerinde yaşanan termonükleer tepkimelerin(hidrojen bombasının patlamasında gözlemlenen tepkimelere benzer) ne kadar uzun sürdüğüne bağlıdır. Hidrojen atomlarının çekirdekleri birleşerek helyum oluşturur ve bu sırada büyük miktarda enerji açığa çıkarır. Bu tepkime ilerledikçe bu sefer helyum çekirdekleri birleşerek daha ağır çekirdekler oluşturur, ardından bu ağır çekirdekler de birleşerek daha da ağır çekirdekler oluşturur ve bu süreç böyle devam eder; taki demir oluşana dek. Demirden daha ağır olan elementler ise çok nadiren oluşur, çünkü bunların oluşumu büyük enerji gerektirir. Bu nükleosentez süreci hidrojen yakıtı bitene dek devam eder. Bizim güneşimiz de sıradan bir yıldızdır ve yaklaşık beş milyar yıl içerisinde hidrojen yakıtının biteceği öngörülmektedir. Dolayısıyla dünyamızın tarihini incelemek üzere uyguladığımız “düşünsel deneyde” kabul ettiğimiz zaman ölçeği bağlamında gezegenimizin bir yirmi dört saatlik ömrü daha vardır (tabii ki biz daha önce yok etmediğimiz takdirde). Güneş öldüğünde önce genişleyerek bir kırmızı deve dönüşecek, daha sonraysa çökerek bugünkü boyutunun % 1’inden bile daha küçük hale gelecek ve bir beyaz cüceye dönüşecektir.
Gezegenimizde yaşamın ortaya çıkması, bizim güneşimiz gibi öldüklerinde beyaz cücelere dönüşen yıldızlara değil, kütlesi güneşin 1.4 katı kadar olan daha büyük yıldızlara dayanır. Bu yıldızların barındırdıkları çekim kuvveti öylesine büyüktür ki, öldüklerinde çökerek çok yüksek yoğunlukta olan, ama çapı yalnızca (yaklaşık) 16 kilometre olan “nötron yıldızlarına” dönüşür. Büzülmenin ardından çok büyük bir patlama yaşanır ve yıldızın dış çeperi uzaya fırlatılır. Süpernova diye anılan bu olay yaşandığında birkaç haftalık kısa bir süre boyunca yıldızın parlaklığı yaklaşık bir milyar kat artar. Patlama sırasında öyle çok enerji salınır ki, demirden bile daha ağır elementler meydana gelir ve bu elementler patlamanın etkisiyle uzaya fırlar ve hâlihazırda uzayda bulunanhidrojen ve helyum ile birleşir. Zenginleşen hidrojen ve helyum çekim kuvvetinin etkisiyle çökerek, ikinci nesil yıldız olarak tanımlanan bir yıldız oluşturur. Oluşan ikinci nesil yıldız ile ilişkilenen gezegenler var ise (güneş sistemimizde olduğu gibi), bu gezegenler de aynı atomları barındırır. Bizim gezegenimiz söz konusu olduğunda hidrojen ve helyumun büyük çoğunluğu dağılmıştır, çünkü bunlar çekim kuvvetinin tutamayacağı ölçüde hafif elementlerdir (gerçi helyumun bir kısmı dünyanın kabuğuna hapsolur). Daha ağır olan elementlerse gezegende kalırve biz insanlar ile diğer biyolojik organizmaların bedenini oluşturan da bu elementler olur. Bu bağlamda gerçekten de kökenleri süpernovalarınateşli korlarına dayanan “canlandırılmış yıldız tozuyuz”.
Yaşam, gezegenimizin oluşumu sonrasında şaşırtıcı derecede çabukortaya çıkmıştır; düşünsel deneyimizde baz aldığımız zaman ölçeğine göre muhtemelen sabahın 2:40’ında ortaya çıkmıştı yaşam (yani yeryüzünün başlangıcından yarım milyar yıl sonra). Yaşamın ortaya çıkmasında etkili olan kimyasal olaylar halen araştırma konusudur ve bu olaylar dizisinin birçok öğesi halen spekülatif niteliktedir. Ancak bu sürecinherhangi bir kısmını “izah etmek” için Tanrı’yı öne sürmek teolojik açıdan hatalı bir yaklaşım, düşünsel açıdan da tembelliktir. Elimizden geldiğince ısrarla belirttiğimiz üzere, teizme göre Tanrı ya “her şeyi” yaratan sanatçıdır, yahut da yoktur. Biyokimyacının görevi, jeofizikçi ve gökbilimcilerden yardım alarak elde edilmiş çeşitli ipuçları ve deneysel verilerden yararlanarak yaşamın nasıl ortaya çıkmış olabileceğine dair olası senaryolar sunmaktır. Bugün biliyoruz ki, yaşamın ortaya çıkması sürecinde çok ciddi kimyasal ve çevresel sınırlamalar söz konusuydu.
Ölen yıldızların patlaması sırasında uzaya fırlatılan elementlerden biri olan karbonun çok yönlü birleştirici gücü yaşamın ortaya çıkmasında merkezi bir rol oynamıştır. Karbon temelli bileşikler yıldızlararası uzayda bolca bulunur ve iki ya da üç atomlu olanlardan (örn. CO ve HCN) on üç atomlu olanlara kadar (örn. siyano-penta-asetilen [H(C2) 5CN]) çok farklı karmaşıklık düzeyi gösterir. Organik bileşenlere bizim güneş sistemimizde de rastlanır. Örneğin, Satürn’ün uydularından biri olan Titan metan içerir ve organik madde içerdiği için rengi kızılımsı kahverengidir. Nitekim karbon temelli bileşenlere evrende yaygın olarak rastlanır ve bu karbon temelli maddelerin dünyanın ilk evrelerinde yeryüzünün oluşumuna, milimetrenin binde onu kadar boyutlara sahip küçücük parçacıklar biçiminde katkıda bulunduklarına dair inandırıcı bulgular söz konudur. Zamanında Mars gibi yakın gezegenlerde birtakım gerçek yaşam formlarının bulunmuş olabileceği ve bu yaşam formlarının meteortaşlarıyla Dünya’ya taşınmış olabilecekleri halen ciddi biçimde tartışılan bir olasılıktır.
Dünya atmosferinin ilk dönemlerdeki yapısı da henüz tam olarak bilinmemektedir. Dünya atmosferi ilk dönemlerde kısmen indirgeyici, oksijenden yoksun, büyük oranda karbondioksit ve nitrojenden oluşuyor olabilir. İndirgeyicilik şiddeti günümüz volkanik gazlarınınkinden birazdaha yüksek olabilir, ayrıca daha fazla hidrojen, amonyak ve metan içerebilir. Okyanuslar da muhtemelen atmosfer gibi anoksikti (oksijenden yoksun) ve havanın etkisiyle püskürük kayalardan kopan demir de indirgenmiş (ferruz) formdaydı. Ferruz formdaki demir, bugün çok daha yaygın olan oksitlenmiş ferrik demire kıyasla suda çok daha kolay eridiği için, erken dönemde okyanuslar muhtemelen bugünküne kıyasla çok daha fazla erimiş demir içeriyordu (belki de bugün bulunan demir miktarının 1000 katı kadar). Ne ilginçtir ki karbondioksit, ferruz demir içeren bir eriyik içerisinde bulunduğu takdirde morötesi ışık aracılığıyla irradyasyona maruz bırakılarak formaldehite (HCHO) indirgenebilmektedir; dolayısıyla demir pre-biyotik dünyada organik bileşiklerin oluşumunda kritik bir rol oynamış olabilir. Koruyucu ozon katmanının yokluğu nedeniyle dünyanın ilk döneminde çok etkili olan morötesi radyasyon, metanol (CH3OH) oluşumuna ve su içerisinde asılı kil parçacıkların ve eriyik karbondioksitin oluşumuna da neden olmuş olabilir.
Kısmen indirgeyici koşullarda, HCN eriyiğinden geçen elektrik akımları, proteinlerin temel taşları olan amino asitlerin oluşumuna (düşük miktarlarda) neden olmuş olabilir. Amino asit karışımlarının ısıtılması çoğuzlaşımla sonuçlanır. Soğumanın ardından polipeptitlerin birçok özelliğine sahip olan ve proteinoid diye anılan protein benzeri polimerler oluşabilmektedir. Amino asit karışımları bir arada ısıtıldıklarında, birbirleriyle rasgele biçimde birleşmez, birtakım (her çeşit değil) amino asit kombinasyonları içeren peptitler oluşturur (rasgele değil, tercihen). Kimyasalların soğurma aracılığıyla kil yüzeylere bağlanmasıylakimyasal tepkimelerde daha fazla özgüllük söz konusu olmuştur.
Genetik kodun, önce RNA, ardından da DNA aracılığıyla oluşumu sürecinin diğer çarpıcı detayları ve ilk hücrelerin nasıl meydana gelmişolabileceği, evrimi konu alan çoğu ders kitabından öğrenilebilir.11Bizim burada yaptığımız değerlendirme bağlamında önemli olan nokta, rastlantının oynadığı rolün kimya yasaları tarafından sınırlandırıldığı veyönlendirildiğidir. Belirli bir çevrede barınacak karbon temelli yaşam formları bu çevrenin belirlediği sınırlar içerisinde kalacak özelliklere sahip olabilir ve gezegenimizin evrimsel tarihine bakıldığında, sınırlarınizin vereceği olası özelliklerin enine boyuna denenmiş olduğu görülür. Yaşamı bir film şeridiymişçesine başa sarıp aynı çevresel koşullar içerisinde yeniden oynatacak olsak aynı özellikler denenir miydi acaba? Tabii ki bu soruya kesin bir cevap veremiyoruz, ancak kimya, çekim kuvveti, atmosferin yapısı ve mekanik imkânlardan kaynaklanan sınırlamalar göz önünde bulundurulduğunda, ortaya çıkacak yaşam formlarının bugünkülerden çok da farklı olabileceklerini düşünmek pek mümkün değildir. Film şeridini baştan oynattığımızda bizlere benzer canlılar yeniden ortaya çıkacak mıdır? Bu da kesin bir cevap sunamayacağımız bir sorudur. Ancak yakın dönem memeli evriminin tarihsel gelişimine baktığımızda, oldukça kısa sayılabilecek jeolojik bir dönem içerisinde beyin gücünün beden ağırlığına kıyasla daha fazla arttığı yönünde çarpıcıbir gerçekle karşılaşırız. Sınırlı kaynakların kullanımına yönelik rekabet kızıştıkça rakip organizmaların örgütlenme ve öngörü yetenekleri degiderek karmaşıklaşır. Evrimci biyologlar “kaçınılmaz” kelimesine şüpheyle yaklaşsa da, yaşam filminin şeridini baştan oynatabilecek olsak karşılaşacağımız sonuçların biyolojik çeşitlilik bağlamında bugün gözlemlediğimiz sonuçlardan çok da farklı olmayacaklarını varsaymakmümkündür. Tabii ki zaman ölçeği bağlamında evrimsel gelişim hızı çok farklı olabilir. Şerit baştan oynatıldığında bugün erişilmiş olan örgütsel karmaşıklık düzeyine aynı sürede ulaşılamayabilir; örneğin, insan beyni bugünkü karmaşıklık düzeyine 4.6 milyar yıl yerine belki de ancak on milyar yılda ulaşabilecektir (güneşimizin geleceği bağlamında talihsizlik olurdu bu). Ancak zaman, rastlantı, doğal ayıklanma, ara sırayaşanan felaketler ve yukarıda özetlenen biyolojik ve morfolojik sınırlamalar ışığında değerlendirildiğinde, şerit baştan oynatıldığında sonucun çok da farklı olmayacağını düşünmek mümkündür.
Bu şekilde tahminlere dayanarak konuşmuş oluyoruz. Ancak netice itibariyle böylesi tahminler öne sürebiliyor olmamız bile, ne denli yüksek derecede düzenli bir dünyada yaşadığımızı hatırlatmalı bize. Fiziksel özellikleri dolayısıyla öylesine sınırlandırılmış bir dünyadır ki bu, yaşam formlarının eninde sonunda ortaya çıkacağını varsaymak gayet kabul edilir bir varsayımdır. Eğer böylesi bir varsayımda bulunamayacaksak, evrende yaşam barındırma olasılığı olan kaç gezegen olabileceğine dair hesaplamalara girişmek pek mantıklı olmaz. Bu olasılık hesaplamalarında çok farklı sonuçlara varılmaktadır, ancak bizim gezegenimizde geçerli olanlara benzer koşullar barındıran bir tek gezegen bileolsa, bu gezegende bir süre sonra yaşam formlarının ortaya çıkması olasıdır. Ölen yıldızların aynı elementleri evrenin her yanına yaydıkları gerçeğini ve yıldızlararası uzayda karbon bileşiklerinin yaygın oluşunuda hesaba katacak olursak evrenin başka köşelerinde evrimleşen yaşamformlarının da karbon temelli olabileceklerini varsaymak mümkündür. Kendi gezegenimize bakacak olursak, protein dizilimlerinin 3.5 milyar yıllık evrim tarihi boyunca muhafaza edilmiş olmalarının fizik ötesi rastlantı (Rastlantı C) mantığına pek de dayanak oluşturmadığını görürüz. Evrenin geneli ve bizim dünyamız, bozuk bir televizyonun ekranında görülecek anlamsız kirlilikten alabildiğince farklı, düzenli oluşumlardır.
Rastlantıya ve rastlantının evrenin düzenlenmesinde oynadığı sınırlandırıcı etkiye dair bu tanımlamanın teizmi tartışmasız biçimde doğrulayan bir argüman sunduğunu zannetmek yanlış olur. Ben şahsen, doğa teolojisi taraftarları ve onların “aynadaki yansıması” gibi olan ateist eleştirmenlerden farklı olarak, evrenimizde gözlemlenebilen fiziksel özelliklerin incelenmesiyle geliştirilecek bir argümana dayanarak teizm veya ateizmin savunulabileceğine inanmıyorum. Evrende gözlemlediğimiz bu yüksek dereceli düzenliliğin, teizmin temel varsayımlarıyla büyük ölçüde örtüştüğünü ve evrenin nihai olarak Tanrı’nın takdirinebağlı olan genel bir anlamı ve tasarısı olduğu yönündeki Hıristiyan düşüncesiyle de çelişmediğini söylemek mümkündür. Rastlantıyı, evrene yön veren fizik ötesi bir ilkeymişçesine (Rastlantı C) yansıtan Monod’un bu yaklaşımına dayanak oluşturacak kayda değer herhangi bir bulgu mevcut değildir. Gerçek şu ki, gözlemlediğimiz evren, Monod’un varsayımının gerektireceği tarzda özellikleri barındırmamaktadır.
Evrim, maddecilik ve teizm
Şu ana kadar savunulan Darvinci görüşün empatiler, sempatiler, temel ruhlar, makinedeki hayaletler, özel biyolojik dürtüler, örtülü dinsel numaralar, mucizeler veya özel etkilerin varlığını gerektirmeyen tamamen maddeci bir görüş olduğunu vurgulamak gerekir. Günümüzde hâkim olan Hıristiyan görüşü ise, 17’nci yüzyılda da olduğu üzere, var olan herşeyin Tanrı’nın süregelen yaratma faaliyetlerine bağımlı olduğunun fark edilmiş olmasıyla doğanın sözü edilen bu varlıklara dair gizemci inanışlardan arındırıldığı yönündedir. Bilimin kesin olarak tanımlamaya çalıştığı evren, Tanrı’nın Yaratılış 1’de görülen teolojik dil bağlamında“iyi” olduğunu ilan ettiği maddeden oluşur. Yani maddeden oluşan bu evren iyi bir evrendir. Bu görüşe göre, çok uzaktaki yıldızların doğumu ve ölümü kadar, bu gezegende evrim aracılığıyla gerçekleşen biyolojikçeşitlenme de Tanrı’nın yaratma faaliyetlerinin bir parçasıdır. Daha önce de vurguladığımız üzere, bu olaylar çözülmez biçimde birbiriyle bağlantılıdır. Bedenimizi meydana getiren maddelerin kökeni, çok uzun zaman önce ölen yıldızlara dayanır. Çok küçük yıldız parçacıklarına benzemeyip, insan var oluşunun gerektirdiği özellikle sahip oluşumuzun nedeni bedenimizde var olan atomlar ve moleküllerin belirli biçimde düzenlenmiş olmalarıdır. Sevme, nefret etme, şiir yazma, savaşma, barışma ve Tanrı’ya tapınma (veya tapınmama) yeteneklerine sahip, düşünen ve hisseden insanın var olabilmiş olması maddenin böylesine belirli bir biçimde düzenlemiş olmasından kaynaklanır. Darvinci evrim, bedenimizi oluşturan maddelerin nasıl olur da böylesine belirli bir biçimde (başka biçimde değil de) düzenlenebilmiş olduğuna dair çok iyi bir biyolojik açıklama (eksik olsa da) sunar. Ancak Darvinci evrim, evrenin kendisinin ve bu evren içerisinde bizlerin yaşamlarımızın herhangi nihai bir anlamı olup olmadığına karar verme konusunda pek fayda sağlamaz.
Ne ilginçtir ki yaratılmış düzene dair bu maddeci görüş felsefeci Daniel Dennett’ın (ve başkalarının) savunduğu anlayışa oldukça yakındır. Ancak Dennett, Darwin’s Dangerous Idea(Darwin’in Tehlikeli Düşüncesi) adlı kitabında Darvinciliğin, “Tasarımın, önceden var olan bir Akıl’a gerek duymaksızın işleyen işlemsel bir süreç aracılığıyla saltDüzen’den türeyebileceğini” ispat ettiği için “tehlikeli” olduğunu savunarak, bu dünya görüşünü, sanki ateizmi doğrulayan bir argümanmış gibi sunar.12Doğal ayıklanmayı “işlemsel bir süreç” olarak tanımlamanın, ayıklanma sürecinin işleyişini daha anlaşılır kılıp kılmadığı şüphelidir. Ancak, asıl işaret edilmesi gereken nokta Dennett’ın, mekanizmanın işleyişinin izah edilmesi için evrim süreci haricinde başka bilgilerinde gerekli olabileceği düşüncesini dışlamaya çalışıyor olduğudur. Dennett tam da bu noktayı vurgulamak için “gökten uzanan el” (skyhook) düşüncesini, yani insanların biyoloji alanındaki mühendislik tasarımlarının anlaşılması güç yönlerini izah etmek için öne sürebildikleri “saltasyon”, “özel savunma”, “müdahale” ve “mucize” düşüncelerini eleştirir. Yaratılışçı yazınlarda göze çarpan açıkça deist eğilimli düşüncelere yönelik bir eleştiri olarak etkili olabilir Dennett’in bu eleştirisi. Dennett’ın “önceden var olan Akıl” kavramıyla Hıristiyanlarca benimsenen Tanrı anlayışının yaklaşık aynı oldukları kanısında olduğu açıktır.Ancak yukarıda özetlendiği üzere, Tanrı’nın belirli bir biyolojik mekanizmanın “bilimsel izahatı” olarak sunulmasının mantıklı olmadığı açıktır, çünkü bu tür izahatlar teizmin en az iki temel ilkesiyle ters düşer; birincisi, Tanrı’nın yaratılmış düzenin tümünün sürekliliğini mütemadiyen müdahil olarak sağladığı, ikincisi, Tanrı’nın yaratığı evrenininbir parçası olmadığı, dolayısıyla şeylerin nasıl işlediğini izah etmek üzere öne sürülebilecek (yaratılmış düzenin içerisindeki yer alan) alelade bir mekanizma olarak sunulamayacağı. Aslında Darwin’s Dangerous Idea’da geçen her bir “gökten uzanan el” ibaresinin yerine “boşlukların tanrısı” ibaresini koyacak olsak, Dennett’ın kitabı daha çok geleneksel teizmi savunan bir eser havasına bürünecektir.
Dennett ve Dawkins gibi yazarların çok sevdikleri retorik bir anlatımbiçimi, evrim çerçevesinde işleyen süreçleri “akıldan yoksun”, “kör”, hatta “anlamsız” olarak tanımlamaktır. Örneğin, Dawkins şöyle der: “Doğal ayıklanma sürecinin mecazi karşılığı olan saatçi, geleceği göremez ve uzun vadeli bir hedefi yoktur.”13Dennett da şöyle der: “Yalnızca tasarlanmış değiliz, bizler de tasarımcılarız. Tasarım yeteneğimiz ve tasarladığımız ürünler, mucizelere dayanmaksızın, kör ve mekanik Darvinci mekanizmalardan türemelidir.”14Dikkat ederseniz burada, yazarın kendi kişisel ideolojisini tanımlayan kelimeleri olabildiğince sık saygın bir bilimsel kuramla (bu örnekte evrim kuramı) bir arada kullanma oyunu görülür. Bu oyunu oynayan yazar için artık sunduğu argümanın ileri safhalarında, adeta şapkadan tavşan çıkarır gibi, dünyayadair fizik ötesi görüşünü de aynı kelimelerle tanımlamak mümkün olur. Ancak doğal ayıklanmayı tanımlamak üzere böylesi kelimelerin kullanılması aslında sürece dair biyolojik anlayışa hiçbir katkıda bulunmaz.Doğal ayıklanmanın “görebildiğine” veya “akıl sahibi” olduğuna inanan var mıdır ki? İnanan yoksa evrimin “kör” ya da “akıldan yoksun” olaraktanımlanması niyedir? Bu terimler fazlasıyla ağdalıdır. İnsan, görebilir ve akıl sahibi olabilir, mekanizmalarsa yapıları itibariyle bu özellikleresahip olamaz. Ancak mekanizmaların yapıları itibariyle “akıldan yoksun” olarak tanımlanabiliyor olmaları, daha büyük çaplı tasarılar kapsamında gördükleri işlevler dolayısıyla anlam ve amaçlarının olması olasılığını ortadan kaldırmaz. Bir arabanın motorunda yer alan pistonlar,bujiler ve karbüratörlerin “akıldan yoksun” olmaları, arabayı kullanan sürücünün belirli bir varış noktası seçmiş olmadığı anlamına gelmez. Jet motorlarının işleyen parçalarını teşkil eden çeşitli mekanizmaların “akıldan yoksun” olmaları, jet motorunun ilk tasarımcısı olan Frank Whittle’ın var oluşu bağlamında bir şey ifade etmez. Tanrı’nın var olması mühendislikle alakalı bir mesele değildir; öyle görünüyor ki bu husus Dawkins ve Dennett’ın gözünden kaçmıştır.
Doğanın dişleri ve pençeleri kan kırmızı mıdır gerçekten de? (yani doğa “vahşi” midir gerçekten de?)
Evrime dair tartışmalar çerçevesinde dile getirilen ve farklı olmakla beraber aslında birbiriyle bağlantılı olan iki ahlâki soru vardır. Bunlardan birincisi, evrim sürecinde belirgin bir zalimliğin mi hâkim olduğu ve eğer hâkimse bu durumun Kutsal Kitap’a dayanan teist anlayışla örtüşüp örtüşmediği sorusudur. İkincisiyse, ahlâk olgusunun ne ölçüde evrimsel sürecin bir ürünü olduğu ve eğer ürünüyse, bu saptamanın daha geleneksel ahlâk anlayışlarını ne yönde etkileyeceği sorusudur.
Birinci soru, Tennyson’un şiirinde geçen ve çokça alıntılanan “dişleri ve pençeleri kan kırmızısına boyanmış doğa” dizesinde ifade edilen meseleyi irdeler. Bu meselenin Darwin’i de oldukça rahatsız ettiğini anlıyoruz. Örneğin Darwin, “hayırsever ve her şeye gücü yeten bir Tanrı’nın sondajcı yaban arısını (ichneumonidae), canlı tırtılların bedenleriiçerisinde beslenecek biçimde tasarlayarak yaratmış olabileceğine” inanmakta güçlük çekiyordu.15Darwin’in döneminden bu yana doğanındaha başka mide bulandırıcı eğilimleri (yemek öncesinde işitmek istemeyeceğiniz türden şeyler) de ortaya çıkarılmıştır. Evrim sürecinde hayret uyandırıcı ölçüde çok hayvan ve bitkinin telef olduğu şüphesizdir. Kediler halen farelerle, katil balinalar da fok balıklarını yemeden önce havaya savurarak oynarlar. Önemsiz midir bunlar?
Karbon temelli yaşam formlarının özellikleri
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, çok hücreli karbon temelli yaşam formları var olmaya başladıklarında, ölüm ve yaşamın vazgeçilmezöğeler oldukları dinamik bir doğal düzenin geçerlik kazanması kaçınılmaz olmuştur. Eski yaşam formları ölmediği sürece yeni yaşam formlarına doğru bir değişim ve gelişim söz konusu olamaz. Karbon temelli organizmalar (dünya yüzünde var olan tek organizma çeşidi) ancak başka bitkiler ve canlılardan alabilecekleri karbon temelli moleküllerle beslenerek hayatta kalabilir. Hiçbir çok hücreli canlı bütün enerji ihtiyaçlarını kimyasal elementlerden alarak yaşayamaz; çok hücreli canlılar, başka organizmalar içerisinde sentezlenen organik molekülleri almalarını mümkün kılan besin zincirine bağımlıdır. Bizim dünyamızda geçerli olan sınırlamalara tabi olup da hiçbir biyolojik ölümün olmayacağı bir dünya büyülü bir dünya olurdu; yani maddenin temel özellikleribağlamında mantıksız bir dünya olurdu. Bakteri gibi basit bir canlı bileölmeksizin sınırsız biçimde bölünmeyi sürdür, kısa süre sonra dünyanınbütününü kaplayacak bir kütleye ulaştır ve neticede bağımlı olduğu besinler tükenir, ölümü kaçınılmaz olur. Karbon temelli yaşam ve ölüm biyolojik açıdan öylesine iç içe geçmiştir ki, ölüm var olmadığı takdirde yaşam da mümkün olmaz.
Evrim sürecinde yaşam formlarının karmaşıklığı arttıkça söz konusu yaşam formlarının çevreleri konusunda bilgi sahibi olmaları için yararlanmaları gereken duyu organları da karmaşıklaşacaktır. Örneğin, bir kangurunun maya hücresine kıyasla daha karmaşık bir organizma olduğunu kimse inkâr edemez. Dolayısıyla kangurunun çevresine dair bilgi sahibi olabilmesi için yararlanması gereken duyu organları da daha karmaşık olacaktır. Genel karmaşıklık düzeyi arttıkça, beynin boyutu vekarmaşıklığı da artmıştır, ayrıca (tahminen) çevreye ve özellikle de acıya karşı duyarlılık da artmıştır. Britanya İçişleri Bakanlığı’nın, denek hayvanı kullanmak isteyen kurum veya kimselere ruhsat verirken uyguladığı çok sıkı mevzuatların temelinde de bu tür varsayımlar yatar. Böylesi mevzuatlarla korunan hayvanlar, acı hissedebildiğini veya karmaşık bir sinir sistemine sahip olduğunu teyit eder biçimde karmaşık davranışlar sergileyebildiğini bildiğimiz hayvanlardır. Ahtapot da, karmaşık davranış biçimleri sergilediği için denek hayvanı olarak kullanılabilmesi için ruhsat alınması gereken hayvanlar listesine alınmıştır.
Varlığı bilinen hayvanlar arasında en karmaşık beyne sahip olan insanlar, bildiğimiz kadarıyla bilinç sahibi olan ve acıya karşı keskin bir duyarlılığa sahip yegâne organizmadır. Yani öyle anlaşılıyor ki beyin karmaşıklaştıkça, çevreye ve acıya karşı olan duyarlılık düzeyi de eş derecede artmaktadır. Bilinç sahibi olan canlılar cinselliğin, güzel yemeklerin, güneşin batışının ve tiyatroda güzel bir akşam geçirmenin verdiğikeyfin farkındadır. Ancak elbetteki acı hissinin de fazlasıyla farkında olurlar. Ne var ki, diğer canlı organizmalar için olduğu gibi bizler için de acı, hayatta kalabilmemiz için vazgeçilmez bir unsurdur. Peki ama hayatta kalabilmemiz için gerçekten bu kadar çok acıya gerek var mıdır? Biyolojik açıdan bu sorunun cevabı neredeyse kaçınılmaz olarak “evettir”. Sinir sistemimiz milyonlarca yıllık evrim süreci aracılığıyla, hayatta kalmamızı mümkün kılması en olası olan acı türlerini yaşatacakbiçimde biçimlenmiştir. Sinir sistemleri yetersiz kalan ve beyinlerine acil “harekete geçme” mesajları gönderemeyen memeliler, büyük ihtimalle nesli tükenen ve genlerini bize aktaramayan türler arasında yer almıştır. Hoşumuza gitmese de deneyim ettiğimiz acıların şiddeti evrimsel geçmişimizde önemli rol oynamıştır ve bugün halen hayatta kalabilmemizde önemli rol oynamaktadır. Acı olmasaydı kırık bacaklarlayürümeye devam eder, menenjit olsak da okula gider, ölümcül tümörleri göz ardı eder ve çürüyen dişlerle kırık cam parçaları çiğniyor olurduk. Kısacası, acı olmasa insan yaşamı bugünküne kıyasla çok daha kısa olurdu.
Besin zincirleri, yaşam ve ölüm; bütün bunlar karbon temelli yaşamformları olmanın getirdiği kaçınılmaz şeylerdir. Farklı olmasını arzu ediyor olabiliriz, ancak bu arzunun, içerisinde yaşamakta olduğumuz evrenden tasavvur edilemez ölçüde farklı bir evren hayal etmek anlamına geldiğini de vurgulamamız gerekir. Tanrı bambaşka özelliklere sahip, karbon temelli yaşam formları barındırmayan, dolayısıyla da acı ya da ölüm içermeyen bir evren yaratamaz mıydı? Eğer Tanrı’nın gücü her şeye yetiyorsa bu sorunun cevabı “evet” olmalıdır ve aslına bakılacak olursa belki de yaratmıştır böylesi bir evren. Bunu bilemiyoruz, ancak gerçek şu ki, bizler karbon temelli bedenlere sahibiz ve bu acımasız gerçeği yansıtan karbon temelli bir biyolojik çeşitlilik içerisinde yaşıyoruz. Gerçek dünyanın özelliklerini araştırmaya odaklanan bilimsel düşünce biçimini benimseyen kimseler, hakkında hiçbir şey bilmediğimizhayali dünyalar yaratmaktansa, tanıdığımız bir dünyada bilinç sahibi varlıklar olarak rolümüzün ne olduğu üzerine kafa yormayı tercih edecektir.
Duygusallık, rekabet ve işbirliği
“Dişleri ve pençeleri kan kırmızısına boyanmış doğa” ifadesi, Britanyalılar’a has olmasa da Britanya topraklarında yaygın kabul görmüş olan belirli bir doğa anlayışını özetler niteliktedir. Birtakım karmaşık dinsel,toplumsal ve ekonomik nedenler dolayısıyla, Tennyson’un 19’uncu yüzyılda bu ölümsüz dizeleri kaleme alışından önceki yüzyılda Britanya’da doğal dünya konusunda benimsenen yaklaşımlarda çarpıcı değişimler yaşanmıştır. Toplum tarihçisi Keith Thomas şöyle demiştir: “Modern dönemin başlarındaki İngiltere’de, hayvan kavramına olumsuzbir anlam yükleniyor, böylece bu olumsuzlukla kıyaslama yapılarak insan türünün sözde ayırt edici ve takdire değer olan yönleri yüceltiliyordu.”16Hayvanlara yönelik devletçe onaylanan bu tutumun yansıması olarak, toplum içerisinde hayvanlara yönelik ciddi oranda zulüm söz konusuydu. Ancak Tennyson’un dönemine gelindiğinde büyük ölçüde kiliselerin muhalefeti sayesinde, hayvanlara yönelik zulme çok daha nadir rastlanır olmuştu.17Gerçekten de 18’inci yüzyılda evcilleştirilen ve evde beslenen hayvan sayısında ciddi bir artış yaşanmıştı ve evcil hayvanlara insan ismi takılmaya, onlara insanmışçasına davranılmaya (antropomorfizm) başlanmıştı. Evcil hayvanların asla yenmeyeceği yönünde örtülü bir kural benimseniyor, tarla kuşları, keten kuşları ve kızılgerdanlar gibi İngiltere’nin bağlık ve ağaçlık bölgelerinde sıklıkla rastlanan ve bir zamanlar İngiliz sofralarının sevilen öğelerinden (vazgeçilmezlerinden) olan kuşlar mönülerden çıkarılıyordu. Eski Bombay Valisi Mountstuart Elphinstone 1840’lı yıllarda İtalya seyahati sırasında“yerel halkın bülbülleri, saka kuşlarını ve en kötüsü, kızıl gerdanları pişirme alışkanlıkları karşısında dehşete düşüyor, ‘Ne! Kızıl gerdanlar mı? Evcil kuşlarımız! Bir çocuğu yemek gibi bir şeydir bu’” diyordu.18Hayvanlara yönelik insanbiçimci (antropomorfik) anlayış, kahramanların hayvan olduğu çocuk kitaplarının artışıyla daha da yaygınlaşıyor, ayrıca bu kitaplar çocukların uyku vaktinde sarılacak yumuşak oyuncaktaleplerini karşılayacak bir oyuncak endüstrisinin gelişmesine neden oluyordu. Britanyalılar’ın hayvanlara yönelik duyarlılıkları, aynı dinsel ve toplumsal tarihi paylaşmayan başka uluslardan gelen kimselerce garipsenebilmektedir. Orta Doğu ülkelerindeki üniversitelerde biyoloji konularında dersler verdiğim on beş yıllık dönemde, bu duyarlılığa anlam veremeyen öğrencilerin konuya dair sorularına muhatap oldum pek çok kere. Britanyalılar genellikle dünyanın geri kalanında da hayvanlarayönelik olarak aynı duyarlılığın beslendiğini varsayar, hâlbuki bu doğru değildir.
Peki ama Tanrı nasıl olmuştur da oyuncağı yapılan bu hayvancıkların beslenmek için birbirlerini öldürecek kadar şiddetli mücadelelere girişebildikleri zalim bir dünya yaratabilmiştir? Soruda geçen insanbiçimci önvarsayım, cevaba dair fikir verir. Zalimlik kavramı, önceden düşünerek bilinçli biçimde zalimce davranmak yönünde karar vermiş olmayı gerektirir ve bunlar genel olarak yalnızca insanlarda rastlanan düşünsel özelliklerdir. Çocuk kitaplarında zalim sıçanlar ve kötü niyetlisansarlar hain tasarılar gerçekleştirse de, bildiğimiz kadarıyla gerçek hayvanlar dünyası ahlâki ve etik değerlerden yoksundur. Hayvanların bilinçli tercihler mi yaptıkları, yoksa “yalnızca” hayvan olmalarının gerektirdiği gibi mi davrandıkları halen hararetli biçimde tartışılan bir konudur. Ancak bu tartışmanın nasıl neticeleneceği bir yana, hayvanların (insanlardan farklı olarak) hareketlerinden sorumlu olmadıkları yönünde genel bir fikir birliği söz konusudur. Bir aslan, kafesine giren bir insana pençe attığı için vurulabilir, ancak bu eylemin ardındaki amaç aslanı cezalandırmak değil, ileride başkasına da pençe atmasını engellemektir. Veya kısa süre önce yayınlanan bir haberde aktarıldığı üzere, Lucy adlı bulteriyer cinsi köpek on dört yaşındaki Fluffy adlı kediyi öldürdüğü için suçlu bulunamaz. Gerçi köpeğin sahibi 1871 Köpekler Kanunu’nun ikinci paragrafına dayandırılarak mahkemeye verilmiştir; ancak mahkeme mantıklı bir yargıya varmıştır: “Köpeklerin kedileri kovaladıkları herkesçe bilinen bir gerçektir. Bir köpek, köpeklerin doğaları gereği yaptıkları bir şeyi yaptığı için tehlikeli addedilemez.”19Dolayısıyla zalimlik suçlaması hatalıdır; hayvanlar hayatta kalmak ve üremek için içgüdülerine uyar. Tabii ki çoğumuz hayvan kanı ve hayvan leşine bakmayı sevmeyiz ve bunun gayet mantıklı sebepleri vardır.Ancak hayvanların öldürüldüğünü (veya birbirlerini öldürdüklerini) görmenin verdiği rahatsızlık çocuklukta böylesi olaylara ne denli tanık olunduğuna bağlı olarak kültürden kültüre değişmektedir. Türkiye’de yaşadığım senelerde “Kurban Bayramı’nda” evimizin çevresindeki sokaklarda koyunların boğazlarının kesilmesine sıkça tanık oldum; ölen koyunun fışkıran kanının mazgaldan aşağı akışını izleyen kalabalık arasında henüz yürümekte güçlük çeken küçük çocuklara da rastlanırdı. Ancak Britanya halkının büyük çoğunluğunun tiksindirici bulacakları bu olaya tanık olan çocukların olumsuz tepki verdiklerini hiç görmedim. Eğer genç yaştan itibaren hayvanların öldürülmelerine tanık olmuşsanız bu konuda duyarlı olmanız olası değildir; Batı’da da milyonlarca hayvan, artık kan görmeye alışık olmayan toplumdan soyutlanarakuzaktaki mezbahalarda öldürülür ve bu kurumlarda da duyarlılık olduğu söylenemez.
Bu değerlendirmelerin, insanların hayvanlara yönelik zulümlerini haklı kılabilecekleri kesinlikle düşünülmemelidir. Hayvanlara yönelik etik birtakım yükümlülüklerimizin olduğu açıktır. Hayvanlara hayvanların birbirlerine davrandıkları biçimde davranacak olsak zalimlikle suçlanmamız doğru olacaktır, çünkü bizler bilinçli tercihlerde bulunmayetisine ve başka türlü davranma olasılığına sahibiz.
İnsanın duyarlılığının doğaya karşı hayvan davranışlarının ahlâktan yoksun yapısıyla örtüşmeyen insanbiçimci yaklaşımların gelişmesine neden oluyor olması, hayvanların “en güçlü olanın yaşamını sürdürmesi” ilkesi bağlamında giriştikleri şiddetli mücadelelerin tatsız görüntüleryarattığı düşüncesini haksız kılar mı? Bu tür soruların ardında genelliklebiyolojik dünyanın işleyişine dair bir yanlış anlama yatar. Darvinci evrim, az ya da kısıtlı kaynakların teminine yönelik bir rekabete dayandığıkadar, yalnızca bazı organizmaların üreme gücünü artıran genetik değişimler geçirmeleri şartıyla, bireyler arasında işbirliğine de dayanır. “Engüçlü olanın yaşamını sürdürmesi” ilkesi nadiren iki hayvan arasında ölümüne çarpışmaları gerektirir; hayvanlar genel olarak çatışmadan kaçınmaya yönelik davranış biçimleri geliştirmiştir. “Var olma mücadelesi” denildiğinde genellikle kast edilen, rakip türlerin mücadelesinden ziyade bir türün zor çevre koşulları içerisinde verdiği yaşam mücadelesidir. Nitekim hayvanların aslında büyük ölçüde işbirliğine eğilimli oldukları, dökülen kanınsa talihsiz kazalardan kaynaklandığı yönündeki düşünce ne kadar yanlışsa, doğanın bir dizi kanlı mücadeleden ibaret olduğu düşüncesi de bir o kadar yanlıştır. Kendi değer yargılarımızı “doğaya yükleme” eğiliminin mantıklı bir dayanağı yoktur; hayvan davranışlarında gözlemlenen çeşitlilik de bu tür bir uygulama için temelsağlamaz. Stephen Jay Gould’un ifade ettiği üzere:
Topluma dair çıkarımlara gebe olacak doğa konusundaki argümanları değerlendirirken eleştirel sayılabilecek pratik bir yorumlama kuralını uygulamaya gayret ederim: Söz konusu argümanlar doğaya bizi hoşnut edecek veya önyargılarımızı körükleyecek anlamlar yüklüyorsa, bu argümanlardaniki kat şüphe etmek gerekir. Özellikle de doğanın özünde iyilik, ortaklık, sinerji ve uyum (bizlerin kendi yaşamlarımızda etkin kılmaya çabalayıp genellikle etkin kılamadığımız özellikler) tespit ettiğini iddia eden argümanlara ihtiyatla yaklaşırım. Teilhard’ın nousfer (akıl katmanı) anlayışını, Capra’nın California tarzındaki holizm anlayışını ya da Sheldrake’in morfik rezonans anlayışını doğrulayan herhangi bir delil göremiyorum.20
Doğal dünya harika ve hayret verici olaylara sahne olur sürekli, ancak bu dünya ahlâki değerlerden yoksundur; zalim veya işbirliğine dayalı olarak tanımlanmasını mümkün kılabilecek ihtiyat, bilinçli müzakere ve etik tercihler gibi vasıflardan yoksundur. Doğa, ne ise odur.
Yaratılışın işlevsel bütünlüğü
Henüz üzerinde durmadığımız Darwin’in bir merakı, teist kimsenin gözünde Tanrı’nın, doğal dünyanın belirli bir öğesiyle özellikle ilgilenen bir Tanrı olup olmadığı meselesidir. Bir başka deyişle, Tanrı’nın yaratılmış düzenin sürekliliğini sağlıyor olması, bu düzenin her bir ayrıntısına dair belirli bir amacı olduğu anlamına mı, yoksa düzenin genelözelliklerini belirleyen genel bir amacı olduğu anlamına mı gelir? Darwin, yazdığı bir mektupta teist Asa Gray’e şu soruyu yöneltmiştir: “Bir kırlangıç bir tatarcığı yuttuğunda, söz konusu kırlangıcın yuttuğu o belirli tatarcığı tam da o anda yutmasının Tanrı’nın bir tasarısı olduğuna inanıyor musunuz?”21Bu sorunun cevabı “hayır” olmak zorundadır. Tanrı’nın sürdürücü gücünün yarattığı düzenden kopuk olması dolayısıyla değil, Van Till’in “yaratılışın işlevsel bütünlüğü” diye tanımladığıdurum sebebiyle “hayır” olmalıdır cevap. Van Till bu ifadesiyle Kutsal Kitap’ta sunulan tarihsel yaratılış anlatısında, ilk yaratıldığı haliyle kusurlu olan bir doğal dünyaya sürekli (veya ara sıra) müdahale eden bir Tanrı değil, doğal düzeni süreklilik ve bütünlülük arz eden, yani daha fazla müdahale gerektirmeyen bağımsız bir yapı olarak yaratan bir Tanrı’nın yansıtıldığını hatırlatmak istemektedir. Büyük oranda Basil ve Augustinus’un dördüncü ve beşinci yüzyıllardaki çalışmalarından esinlenen Van Till, şöyle demiştir:
Tanrı’nın etkin iradesi tarafından var edilen (ve sürekliliği sağlanan) bir dünyayı doğrulayan bir ilkeyi, yani “Yaratılış’ın işlevsel bütünlüğü ilkesini” savunmamı haklı kılacak kayda değer dayanaklar olduğunu inanıyorum.Söz konusu dünya, var oluşsal eylemleri mümkün kılan her bir öğesiyle Tanrı’ya kökten bağımlıdır ve en baştan itibaren, yaratılışın gelişimsel tarihi boyunca beliren sayısız yaşam formları ve fiziksel yapıların meydana gelişlerini mümkün kılacak yeteneklerle donatılmış olarak yaratılmıştır.22
Van Till, “yoktan var edilen ve Yaradan’ın aklında saklı olan potansiyeller barındıran bir evrenden” bahseder ve şöyle devam eder: “Kâh belirli modeller çerçevesinde, kâh yeniliklerle işleyen, hem süreklilik gösteren hem de beklenmedik olaylara sahne olabilen, hem tutarlılığı hem özgürlüğü mümkün kılan renkli bir düzen çerçevesinde, zaman içerisinde bu gizli potansiyellerin bazısı gerçek olacaktır; galaksiler ve galagolar, yıldızlar ve denizyıldızları, devasa kuasarlar ve sorgulayan insan.”
İnsanlarca türetilen benzetmeler, Tanrı ile yaratılmış düzen arasındaki ilişkiye ışık tutma konusunda çok yetersiz kalsa da ve bizler “her şeyi aynadaki silik görüntü gibi görüyor” (1.Korintliler 13:12) olsak da,Güneş’in doğal dünyanın sürekliliğini sağlama konusundaki gücü ve içkinliğine dair yukarıda aktarılan benzetme, “Yaratılışın işlevsel bütünlüğüne” bir ölçüde ışık tutar belki de. Biyolojik yaşam ve çeşitlilik, Güneş’in yaydığı ısı ve ışığa bağımlıdır. Güneş yok olacak olsa her şey çabucak ölecektir. Ancak Güneş’e karşı mutlak bir bağımlılığın var olması, biyolojik çeşitliliğin ayrıntılarına ve gelişim sürecine güneşin yön verdiği anlamına gelmez. Kökten bağımlılık, kısmi bir özerklikle el ele yürür.
Yine daha evvel bahsi geçen ve sanatçı ile eseri arasındaki ilişkiye dayanan benzetmeyse oldukça farklı bir bakış açısına kaynak olarak gösterilir. Örneğin, çok uzun bir romanda, karakterlerin ve konunun gelişimi açısından gerekli sayılmayan, fakat yaşanacak olaylar için bir altyapı ve zemin oluşturan sayfalar dolusu ayrıntı yer alabilir. Ayrıntılar değiştirilecek olsalar bile karakterlerin hikâyedeki eylemlerini etkilemeyebilir. Yani ayrıntılar bir bakıma özerktir; yazarın yaratıcılığının ürünü olmadıkları anlamına değil, başka türlü de gelişmiş olabilecekleri ve bunun hiçbir fark yaratmayacağı anlamına gelir. Belirli bir kırlangıcın belirli bir tatarcığı yemesinin romanın ana konusu bağlamındabir etkisi yoktur. Romanlarda olduğu gibi gerçek yaşamda da bazı şeyler bağımlı olmakla beraber önemsiz de olabilmektedir; bence tatarcıklar sınıflandırmaya girebilecek bir örnektir.
Evrende ahlâki ölçüler
Gayrı-teist bir evrim anlayışını savunan kimselerin bu aşamada, biyolojik çeşitliliğin çokluğuna ve bu çeşitliliğin milyonlarcayıllık evrim süreciyle oluştuğuna işaret ederek itiraz etmeleri olasıdır. Öyleyse türümüzün bu gezegendeki geçmişi bizden önce var olmuş türlere kıyasla çok kısayken nasıl olur da özel olduğumuza inanabiliriz? Dünyamızın tarihini yirmi dört saatlik bir gün çerçevesinde incelediğimiz düşünsel deney, önemsiz olduğumuz düşüncesini doğrular görünebilir; ne de olsa bu deney çerçevesinde insan, gece yarısından hemen evvel kaşla göz arasında beliren bir türdür. Küçücük cüssemizi evrenin engin boşluklarıve içerisindeki tasavvur edilemez büyüklükteki yıldızlar ve galaksilerlekıyasladığımızda bu argüman daha da inandırıcı görünür.
Eğer değer ve önemin tespit edilmesinde ana kıstas olarak cüsse ve zaman alınmalıysa bu itirazda haklılık payı olduğu açıktır. Gelin bir başka düşünsel deney gerçekleştirelim. Gezegenimizin tarihini yenidenyirmi dört saatlik bir gün çerçevesinde inceleyelim. Ancak bu sefer doğrusal bir zaman ölçeği yerine, gezegende ahlâk ve etik değerlerin ortaya çıkışına dayanan bir ölçeğe göre düzenlendiğini düşünelim. Bir önceki tarihsel gelişimin tam zıddıyla karşılaşacağımız gayet açıktır. Bu sefer evrim süreci bütün çeşitliliğiyle ilk birkaç saniyeye sıkışacak, yirmi dört saatlik günün geri kalanındaysa insanlar odak noktası olacaktır, çünkü bildiğimiz kadarıyla bu gezegende ahlâki tercih yeteneğine sahip başka hiçbir hayvan yaşamamıştır. Eğer gezegenimiz fiziksel bakımdan, evrenin enginliğine kıyasla gülünç derecede küçük görünüyorsa da, bildiğimiz kadarıyla ahlâki değerlere dayanan ölçeği evrene uygulayacak olsak gezegenimiz şaşırtıcı derecede büyük görünebilir. Tabii ki evrende başka ahlâk sahibi varlıkların olup olmadığı konusunda kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ancak evrende bizimkinin yanı sıra ahlâk sahibi varlıklar barındıran dokuz gezegen daha olsa bile (bizimki haricinde böylesi tek bir gezegenin varlığı bile birçok insanı şaşırtacaktır), evren “haritası” cüsseden ziyade ahlâk kıstas alınarak çizilecek olsa, bizim gezegenimiz bu alışılmadık haritanın yaklaşık % 10’luk bölümünükaplayacaktır.
Ülkelerin resmedildiği coğrafi haritalarda da olduğu üzere, çizeceğiniz harita vurgulamayı seçtiğiniz öğelere göre şekillenecektir ve arazi şartları, konuşulan diller, ekonomi, biyolojik çeşitlilik, dinsel inançlar ya da insanların ne sıklıkla piyango bileti aldıkları gibi verilerden hangisini vurgulamayı seçtiğinize bağlı olarak çok farklı perspektifler belirecektir. Doğal düzene dair teist bir anlayışın elbette ki ateist bir bakış açısına kıyasla harita üzerinde farklı bir izdüşümü olacaktır.
Isaiah Berlin, Leo Tolstoy üzerine yazdığı Kirpi ve Tilki (The Hedgehog and the Fox) başlıklı meşhur makalesinde bir Grek şiirindenaldığı bir dizeyi kullanarak insan düşüncesi için bir tipoloji önermiştir: “Çok şey bilir tilki, tek bir büyük şey bilir kirpi.”23Berlin’e göre bazı kimseler pek çok düşünceyi araştırırken, bazılarıysa her şeyi bir büyük kapsayıcı ilke çerçevesinde değerlendirir; ikinci gruba dâhil olanlar kirpiler, ilk gruptakilerse tilkilerdir. Buradaki değerlendirme bağlamında teist kişi kirpiyi savunmayı tercih edecekse de, tilkilerin de önemli bir rol oynadıklarını vurgulamak isteyecektir. Evrimsel sürecin bilimsel ayrıntıları gerçekten de çok önemlidir, ancak doğayı bir makine gibi yansıtan böylesi (mekanik) tanımlamaların, sistemin bütününe nihai bir anlam yükleyen kapsayıcı bir anlatıyla örtüşemez olduklarını iddia etmek de yanlış olur.