Sizi zavallı ahmaklar, Tanrı istese bir ağaçtan bir inek yaratabilir, ama yaptı mıbunu hiç? Öyleyse bir şeyin neden öyle olduğuna dair bana bir neden gösterin,ya da böyle olduğunu savunmaktan vazgeçin.
Conchesli William, 12’nci yüzyıl
Bilimin dine karşı bir düşmanlığı yoktur, dinsel inançların üzerine kabuk gibi yapışan putperest inanç kalıntıları ve kötü felsefe örnekleridir bilimin düşman olduğu. Ve bana kalırsa bu düşmanlığın asla sonu gelmeyecektir; ancak hakiki bilim, en faydalı işlevlerinden biri olan, insanlıları din adına dayatılan sahte biliminpençesinden kurtarma işlevini sonsuza dek sürdürecektir.
T. H. Huxley, Evrim üzerine Dersler, 1876
“Hem Hıristiyan, hem evrimci olamaz mıyız?” diye soruyorlar. Evet, hiç kuşkusuz ki hem Hıristiyan hem evrimci olmak mümkündür. Keza, Hıristiyan hırsızlar,Hıristiyan zinacılar ya da Hıristiyan yalancılar da yok değildir! Hıristiyanlar’ın birçok konuda tutarsız veya mantıksız olmaları mümkündür. Ancak bu onları haklı kılmaz.
Henry Morris, King of Creation, 1980
Ayala’nın meyve sineklerinden, Gould’un da fosillerinden adeta âşıkmışçasına bahsettiklerini işitmek, asıl Tanrı karşıtlarının evrimi savunanlar değil, evrimi inkâr edenler olduğunu fark etmemi sağladı.
Michael Ruse, Filozofun Duruşma Günü, 1988
Darvinci evrim kuramı, günümüz biyoloji araştırmalarının içerisinde yürütüldüğü başlıca paradigmayı sağlar. Bu kuram moleküler biyoloji, biyokimya, bağışıklıkbilim, gelişimsel biyoloji, hayvanbilim, bitkibilim,anatomi, antropoloji, jeoloji, çevrebilim ve davranış psikolojisi gibi çoksayıda ve birbirinden oldukça farklı olan araştırma alanlarını bir araya getirerek tutarlı kılar. Ara sıra aksini iddia eden yazarlar olsa da, biyolojik çeşitliliğin kökenlerini açıklamaya yönelik olarak öne sürülmüş, dolayısıyla Darvinci evrimciliğe rakip niteliğinde olan herhangi bir bilimsel kuram yoktur. Bu durum Darvinci evrim kuramının kusursuz bir kuram olduğu anlamına gelmez; özellikle türleşme sürecinde etkili olan mekanizmalar ve insanın kökenleri kapsamında öne çıkan soylar başta olmak üzere, kuramın birçok öğesi halen araştırmalara konu edilmektedir. Ancak netice itibariyle, Darwin’in evrim kuramının 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında geçerlilik kazanmasından bu yana ortaya atılan başka hiçbir kuram, biyoloji bilim dalı çerçevesinde biyolojik çeşitliliğin izah edilmesine yönelik alternatif bir kuram olarak yaygın biçimde kabul görmemiştir.
Darwin’in kuramında, canlılar dünyasında gözlemlenen form ve çeşitliliğin, değişim ve ayıklanmaya dair iki ayrı kuramla izah edilebileceği öne sürülür. Değişim, kimi zaman bireylerin hayatta kalma ve üremegüçlerini etkileyebilen genetik mutasyonlar aracılığıyla gerçekleşir. Doğal ayıklanmaysa, belirli bir doğal çevrede bireylere üreme alanındaen yüksek başarıyı sağlayan genlerin bir sonraki kuşaklara aktarılma olasılıklarının yüksek olmasıyla alakalıdır. Bu bölümde Darwin’in kuramı için temel bir tanımlama sunmaktan öteye giderek daha ayrıntılı bir tanımlama veya bir savunma sunmak hedeflenmemiştir. Bununla birlikte, etik veya dinsel açıdan önemli olduğu iddia edilen bazı öğeler daha ayrıntılı biçimde tartışılacaktır. Esas öğesi olan biyolojik kuram konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyen kimseler içinse, en doğrusubu konudaki bir kursa katılmak veya evrim kuramı konusunda yazılmışders kitaplarına başvurmak olacaktır.1
“1870’li yılların başında, Büyük Britanya ve Amerika’nın önde gelen Hıristiyan düşünürleri (birkaç istisna dışında) Darvincilik ve evrimibüyük ölçüde itirazsız kabul etmişler”2ve “Harvardlı Louis Agassiz hariç, Amerikalı Protestan hayvanbilimciler ve bitkibilimcilerin neredeyse hepsi bir çeşit evrim anlayışını benimsemişlerdi”.3Ancak Darvinci evrim kuramının zamanında gördüğü bu yaygın kabule rağmen, yani 1880 ila 1890’lı yıllara gelindiğinde, ana akım Hıristiyan mezheplerinin neredeyse tümünce benimsenmiş olmasına rağmen, 1920’li yılların bir kısmı boyunca ve daha sonraları da 20’nci yüzyılın son birkaç on yılı boyunca sözde “yaratılışçıların” (çoğunlukla ABD’de) kurama karşı ateşli bir mücadele yürütmüş olmaları şaşırtıcıdır. ABD, teknolojik açıdan muhtemelen dünyanın en ileri ülkelerinden biridir ve biyolojik araştırmalar konusundaki verimliliği açısından tartışmasız dünya lideridir; ancak bu ülke nüfusunun neredeyse yarısı evrime inanmamaktadır.4Ohio State Üniversitesi’nin 1985’te yaptığı bir araştırma, bu üniversite öğrencilerinin % 62’sinin evrimi kabul ettiğini, azımsanamayacak oranda bir azınlığınsa (% 25) bilim adamlarının gizliden gizliye evrimden şüphe ettikleri kanısında olduğunu gösteriyordu. Gallup şirketinin 1991 yılında gerçekleştirdiği ankete göreyse, ankete katılan üniversite mezunlarının dörtte biri de dâhil olmak üzere, % 47’lik bir kesim “Tanrı’nın insanı, geçtiğimiz 10.000 yıllık süreç içerisinde belirli bir anda büyük ölçüde bugünkü formunda yarattığına” inanmayı sürdürüyordu. Söz konusu evrim karşıtlığı, çok daha küçük ölçekte olsa da, Hollanda,Avustralya ve Britanya gibi başka ülkelere de ihraç edilmiştir.
Bu evrim karşıtı kampanyanın, tam da Darvinci evrimin geçtiğimiz yüzyılda en çabuk kabul gördüğü ülkelerde ortaya çıkmış olması başlı başına ilgi çekici bir olgudur ve geniş çaplı analizlere tabi tutulmuştur. Evrim karşıtı kampanyanın kökenleri karmaşıktır ve bu kökenler aşağıda daha ayrıntılı olarak incelenecektir. Ancak bu kökenleri besleyenin, evrim kuramının dinsel inanca karşı tehdit oluşturan birtakım ahlâki çıkarımlara sebep olduğu yönündeki inanç olduğu açıktır. Böylesi evrim karşıtı saldırılara karşılık olarak birçok bilim adamı savunmaya geçerektepki göstermiştir. Gerçi bu süreçte, azınlıkta kalan bazı bilim adamlarıda bilimsel kuramların konumuna ve Darvinci kuramın sözde teolojik ve ahlâki sonuçlarına dair abartılı birtakım iddialar ortaya atmıştır. Karşıt görüşlerin aşırı kutuplaşmaları büyük ölçüde birbirlerini körüklemelerinden kaynaklanır ve “yaratılışçılar” ile rakipleri arasında yaşanankasvetli/bulanık tartışmalarda da bu durum açıkça gözlenebilir. Aslındaaşırı kutuplaşmalar kimi zaman ilk bakışta sanılanın aksine benzer düşünceler içerebilmektedir ve hem “yaratılışçılar” hem de bilimin dinselinanca karşı tehdit oluşturduğuna inanan kimselerin teoloji ve bilimsel araştırmaların doğası ve kapsamına dair aynı temel yanılgılara düştükleri yönündeki tespit de bu ilginç duruma bir örnektir.
Bu bölümde ve bir sonraki bölümde, 1859 yılından bu yana çeşitli ideolojik amaçlara alet edilmiş olsa da, Darvinci evrim kuramının özünde dinsel ve ahlâki çıkarımlara gebe olmadığını ve bu kuramdan böylesi çıkarımlarda bulunmaya çalışanların hatalı olduklarını savunacağım. Öncelikle yaratılışçı hareketin kökenlerine ve yansıttığı iddialara bakıp, ardından da Tanrı’yla evren arasındaki ilişkiye dair yaratılışçılarca benimsenen anlayışa kıyasla çok farklı bir anlayış yansıtan daha geleneksel sayılabilecek dinsel bir yaklaşımı ana hatlarıyla özetleyip savunacağım. Son olarak da dinsel inançlar ile evrim kuramı arasındaki sözde çatışmanın çeşitli noktalarına temas edecek, evrim kuramından etik inançların çıkarsanabileceğine inanan “evrimci doğalcıların” görüşlerini analiz edeceğim.
Yaratılışçı hareketin kökenleri
“Yaratıcı”, “yaratma” veya “yaratılış” terimleri 19’uncu yüzyılın ortalarına dek, teolojik bağlamda, Tanrı’nın fiziksel evreni yaratma faaliyetlerini tanımlamak üzere kullanılıyordu ve söz konusu tanımlamalar, başvurulmuş olan mekanizmalar hesaba katılmaksızın dünyanın barındırdığı tüm biyolojik çeşitliliği kapsar kabul ediliyordu. Örneğin, bilimselyazılarıyla ilerde Darwin’e (Cambridge’de lisans öğrencisi olduğu dönemde) ilham kaynağı olacak olan gökbilimci Sir John Herschel, 1830’lu yıllarda Ümit Burnu’nda bulunan seyir noktasından gökyüzünün güney kesimlerini (güney yarımküre) haritaya dökmüştür (gökbilimciler seyahat edebilmek için bahane yaratmakta usta olmuşlardır herzaman). Herschel 1836 yılında, bulunduğu bölgede gözlemlediği yüksek biyolojik çeşitliliği kendisine iletmek ve “o en büyük gizemden, yani nesli tükenen türlerin yerini başka türlerin almasından” bahsetmek üzere Lyell’a bir mektup yazmıştır. Mektubunda, türlerin hem kökenlerinin hem de nesillerinin tükenmesinin doğal nedenlerden kaynaklandığına inandığını belirtiyordu Herschel. Ayrıca bunun aksini düşünmenin de “Yaratıcı’ya dair yetersiz bir kavrayışa” işaret ettiğini vurguluyor, “Diğer işlerinde olduğu üzere bu işlerinde de benzetme mantığı arayarak, birtakım kademeli etkinlikler aracılığıyla işlediğine inanmak durumundayız” diyordu. Nitekim yeni türlerin ortaya çıkmalarına (kökenlerine) tanık olabilsek bu sürecin “mucizevi değil, doğal bir süreç olduğunu görürdük”5diyordu Herschel.
Yedinci bölümde işaret ettiğimiz üzere, Darwin de Türlerin Kökeni’nin girişinde Whewell’in, yaratılış sürecindeki olayların “İlahi kudretin, birbirinden bağımsız tecrit edilmiş müdahaleleriyle değil, genel geçer yasaların varlığı sayesinde gerçekleştikleri” yönündeki benzer bir görüş yansıtan sözlerine yer vermişti. Darwin’in de gayet farkında olduğu üzere Whewell’in teolojik yaklaşımları yeterince özenli değildi, ancak yine de bu örnek o dönemin önde gelen düşünürlerinden birinin Tanrı’nın yaratma faaliyetlerine bakışı konusunda fikir verici niteliktedir. Evrimin Darwin’le beraber ortak kâşifi sayılan Wallace’ın yazılarında da aynı “yaratılış” kavramının etkileri görülür. Wallace, 1855’te yayımlanan makalesinde açıkça şöyle demiştir: “Her bir tür, uzay ve zaman içerisinde, kendilerinden önce gelen ve benzer özellikleri olan türlerden var olmuştur.” Young’ın işaret ettiği üzere: “Wallace yaratılışinancına dayanan bir dil kullanıyor, ama türlerin kökeni için öngördüğümekanizmanın doğal bir mekanizma olduğu hususunda şüpheye mahal bırakmıyordu.” Bugünkü canlılar dünyası için şöyle demiştir Wallace: “En son jeolojik dönemlerde yaşamış türlerin nesillerinin kademeli biçimde tükenmesiyle ve yeni türlerin ortaya çıkmasıyla gelişen doğal birsüreç sonucunda bugünkü halini almıştır.” Ayrıca daha sonraki yazılarında da “doğal süreç” kavramıyla evrim sürecini kast ettiğini açıkça vurgulamıştır Wallace.6
Aynı dönemde yaşayan Peder Henry Baker Tristram, hem Durham’ın kabul ettiği bir otoriteydi, hem de Filistin ve Kuzey Afrika yörelerinde yaşayan havyan türleri konusunda uzman bir doğalcıydı. Yani Viktoryen dönemi din adamlarının karakteristik özelliklerinden olan doğa tarihine yönelik o geleneksel ilgiyi sergiliyordu o da. Evrim kuramı ilk defa 1858 yılında Darwin ve Wallace tarafından Linnean Cemiyeti Tutanakları’nda yayımlandığında Tristram kuramı yalnızca kayda değer kabul etmekle kalmamış, Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasından evvel kuramı kabul ettiğini açıkça dile getiren ilk kişi olmuştu. Tristram 1859 yılında yayımlanan bir makalesinde şöyle diyordu: “Sahra’dan gelme 100 ayrı tarlakuşu türü örneğinin huzurunda bu satırları kaleme alırken, saygıdeğer beyefendiler Darwin ve Wallace’ın Linnean Cemiyeti’ne sundukları kuramlarında ileri sürdükleri görüşlere katılmamanınmümkün olmadığını fark ediyorum.” Makalenin devamında da, “eski türlerden yeni türlerin yaratılmasını (türemesini) mümkün kılan tamamen doğal etkenlerin” var olduğunu vurguluyor ve bu “etkenler mutlaka işlemiş olmalılar ve muhtemelen halen de işlemektedir”7diyordu Tristram. Ancak yine yedinci bölümde belirtildiği üzere Tristram, Huxley ile Wilberforce arasındaki münazaranın etkisiyle evrime inanmaktanvazgeçecekti.
Ancak 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Türlerin Kökeni’nin yayımlanmasından sonra “yaratılış” terimi Darwin’in kuramına şüpheyle yaklaşan bazı yazarlar tarafından, evrim kuramınca izah edilemeyeceğiya da salt fiziksel terimlerle tanımlanamayacağı iddia edilen türde birtakım olayların izahatıymış gibi kullanılmaya başlandı. Yedinci bölümde belirtildiği üzere, Darwin’in eski öğretmeni olan Jeolog Sedgwick ve İsviçreli doğalcı Agassiz, her bir türün kendine has ortamı içerisindeayrı ayrı yaratıldığına inanmayı sürdürüyorlardı. Ancak ilk başlarda evrim kuramına şüpheyle yaklaşan bilim adamları bile, 20’li yıllarda ABD’de seslerini yükseltmeye başlayan 20’nci yüzyıl “yaratılışçıları” kadar abartılı inançlar benimsemiş değildi. İşte bu 20’li yıllarda yaratılışçılar Dünya’nın genç olduğu, yani yaklaşık 10.000 yıl önce yaratılmışolduğu, yaratılış sürecinin yirmi dört saatlik altı günde (literal anlamıyla) tamamlandığı, her bir türün yoktan var edildiği (ex nihilo) ve jeolojikkayıtların oluşumunda etkili olan küresel bir tufanın gerçekleştiği yönündeki inançlarını dile getirmeye başlamıştı. Günümüzün önde gelen yaratılışçılarından biri olan Duane Gish’in ifade ettiği üzere:
Yaratılış dediğimizde, doğaüstü bir Yaradan’ın, temel bitki ve hayvan türlerini aniden ya da salt buyruğuyla var etmesini kast ediyoruz. Yaradan’ın yaratma işlemini tam olarak nasıl gerçekleştirdiğini, ne tür süreçlerden yararlandığını bilmiyoruz, çünkü bugün artık doğal evrenin hiçbir yerinde işlemeyen birtakım süreçlerden yararlandı [Gish’in vurgusuyla]. İşte yaratılışı“özel yaratılış” diye nitelendirmemiz bundandır. Bilimsel araştırmalar aracılığıyla Yaratıcı’nın kullandığı süreçlere dair hiçbir fikir edinmemiz mümkün değildir.8
Genç Dünya, Tufan jeolojisi ve yaratılış sürecinin altı günde (literal) tamamlandığı yönündeki “yaratılışçı” inançlar 17’nci yüzyıldan beri böylesine yaygın biçimde savunulmamıştı. Ancak unutmamak gerekir ki, 17’nci yüzyılda bunun aksi bir inancı doğrular pek fazla bulgu yoktu. 20’nci yüzyıl yaratılışçılarınca benimsenen tufan jeolojisi anlayışınısavunan en son ana akım doğa felsefecisinin John Woodward (1965) olduğu savunulur. 19’uncu yüzyılda Darwin’e karşı en sert çıkışları yapan bilimsel eleştirmenler bile, “yaratılışçı” kelimesine 20’nci yüzyıldayüklenen anlam bağlamında “yaratılışçı” olarak tanımlanamazdı kesinlikle. Örneğin, Sedgwick, 1860 yılında The Spectator’da yayınlanan veTürlerin Kökeni’ni değerlendirdiği eleştirel yazısında, çeşitli jeolojik katmanların oturması için gerekli olan “milyonlarca yıldan” bahsetmiş ve tabii ki Murchison’la birlikte jeolojik sütunları saptayan da Sedgwick olmuştu. Dolayısıyla 20’nci yüzyıl yaratılışçılarıyla 1860’lı yıllarda Darwin’e karşı en katı yaklaşımları sergileyenler arasında bir devamlılık olduğunu ileri sürmek yanıltıcı olacaktır ve üstelik böylesi bir varsayım yaratılışçılar ve karşıtlarının iddialarına da ters düşer. Sedgwick gibi kurama şüpheyle yaklaşan kimseler, jeolojik kayıtlardan ya da dünyanın çok yaşlı olduğu yönündeki saptamalardan şüphe etmiyor, yaratılış sürecinin altı günde (literal) tamamlandığına da inanmıyordu. Onları şüpheye sevk eden şey, jeolojik sütunda aniden belirmiş gibi görünen bazı türlere rastlanılmasıydı. Bu türlerin, doğal ayıklanmada öngörülen yavaş süreçlerle açıklanabileceklerine inanmakta güçlük çekiyorlardı. Tanrı’nın yeni türlerin oluşumunu sağlamak üzere belirli zamanlarda “müdahale ettiğine” inansalar da, Gish’in, Tanrı’nın yaratma faaliyetlerinin “bugün artık doğal evrenin hiçbir yerinde işlemeyen birtakım süreçlere” dayandığı yönündeki yorumunu işitecek olsalardı hayrete düşerlerdi. Çünkü yüzyıllar boyunca doğa felsefecilerinin çalışmalarına yön veren başlıca etken Tanrı’nın yaratma sürecinde kullandığı mekanizmaları keşfetme arzusu olmuştu. 20’nci yüzyılda ortaya çıkan yaratılışçı inançların yenilik sayılabilecek yanları ve bu inançların bir önceki yüzyılın Darwin karşıtlarınca benimsenen inançların devamı olmadıkları gerçeği, küçümsenmemesi gereken hususlardır.
Yaratılışçılık ve köktencilik
20’nci yüzyıl yaratılışçıları ile bir önceki yüzyılda yaygın olarak kabul gören yaratılış anlayışı arasındaki tarihsel kopukluk ışığında, 20’nci yüzyılda filizlenip 21’inci yüzyılda varlığını sürdürmekte olan bu 18’inci yüzyıldan kalma anlayışın bir anda ortaya çıkışı nasıl izah edilebilir? Basında ve bilimsel yazınlarda böylesi inançları tanımlamak üzere kullanılan “köktenci” teriminin de bu olgunun kökenlerine ışık tuttuğunu söylemek mümkün değildir. “Köktenci” teriminin İngilizce karşılığı olan “Fundamentalist” kelimesi, 1910-15 yıllarında çok sayıdabasılan ve toplamda on iki kitapçıktan oluşan “The Fundamentals” (Temel/Köklü Bilgiler) isimli kitap dizisinden türetilmiştir. Bu kitapçıkların, Hıristiyanlık’ın temel inançlarının dünya çapında reformdan geçerek güçlenmesini sağlamaları hedefleniyordu. Ancak kitapçıklarda evrime karşı kararsız bir tavır sergileniyor ve 20’li yılların yaratılışçı hareketinde gözlemlenen keskin evrim karşıtı anlayışa rastlanmıyordu. Üstelik The Fundamentals’a katkıda bulunmaya davet edilen yazarlardan bazısı, evrim kuramını kabul ettikleri herkesçe bilinen yazarlardı. Örneğin, Hıristiyan Darvinci George Wright, The Fundamentals’ın yedinci cildinde yayınlanan yazısında, evrim kelimesi için, “Hatalı ve zararlı teolojik ve felsefi anlamların yüklenmesi sonucunda haklı olarak itibarını yitirdi” demişti. Wright eleştirisinde evrim kuramının kendisinden ziyade, bu kuramdan maddeci çıkarımlarda bulunmak amacını güden çeşitli girişimlere odaklanıyordu. Kitap dizisinin son iki cildininredaksiyonunu yapan R. A. Torrey, Darwin için “19’uncu yüzyılın en büyük bilimsel düşünürü” tanımlamasını kullanmış ve Yaratılış Kitabı’nda geçen öykünün yorumlanması konusunda da şöyle demişti: “Kutsal Kitap’a ve Kutsal Kitap’ta kelimelerin kullanılışına biraz olsunaşina olan herkes, “gün” kelimesinin yalnızca yirmi dört saatlik zaman dilimlerinden bahsederken kullanılmadığını iyi bilir. Birçok yerde tanımlanmamış bir zaman dilimine karşılık gelecek biçimde kullanılır.” The Fundamentals’ın birkaç cildine birden yazılarıyla katkıda bulunan James Orr da benzer bir yaklaşımla, okuyucularına şöyle bir hatırlatmada bulunmuştur: “Kutsal Kitap bizlere, 20’nci yüzyıl bilimi çerçevesinde gerçekleştirilecek keşifleri önceden tahmin edebilmemiz veya engelleyebilmemiz için verilmedi.”9Daha sonraları ortaya çıkan ve Kutsal Kitap’ın, dünyanın altı günde yaratıldığını aktaran bilimsel bir ders kitabı niteliğinde olduğunu iddia etmeye başlayan “köktencilerin” bu düşünceleri paylaştıklarını söylemek güçtür. Pek tabii ki “köktenci” kelimesi de 20’nci yüzyıl boyunca hızlı bir anlamsal evrim geçirdi.
20’li yıllarda ABD’de başlatılan evrim karşıtı mücadele, önemli toplumsal değişimlerin yaşandığı ve “Amerika’nın büyük ulus niteliğini zedelediği” düşünülen inancın ve ahlâkın yitirilmesi olumsuzluğunun yüklenebileceği günah keçilerinin arandığı bir ortamda ortaya çıkıyordu. Dahası, Almanya savaşta mağlup edilmiş olsa da, Alman militarizminin ardında yatan “güçlü olan haklıdır” felsefesinin Amerikan yaşamına ve kültürüne tesir edebileceği yönünde ciddi korkular söz konusuydu. Darvinci evrimin de böylesi bir öğretinin ulus çapında etkili olmasına sebep olabileceği düşünülüyordu. Bu düşünceyi savunan ve kabul görmesi için büyük çaba sarf eden William Jennings Bryan olmuştu;20’li yıllarda gelişen evrim karşıtı kampanya, Bryan’ın önderliği olmasaydı büyük olasılıkla eriştiği seviyeye erişemezdi.
William Bryan ve 20’li yılların yaratılışçılığı (akımı)
Demokrat partiden üç defa ABD başkanlığına aday olan ama üç adaylığında da seçim yarışından mağlup ayrılan William Bryan sıradan bir Presbiteryendi, ancak aynı zamanda da dönemin Amerikası’nda başlıcareform savunucularından biriydi. Kadınların oy kullanma hakkına sahipolmaları ve senatörlerin doğrudan seçilmeleri için verilen mücadelelerde ön saflarda yer alıyor, Amerikan emperyalizmine ve ülkesinin Birinci Dünya Savaşı’na katılmasına karşı çıkıyordu. Nitekim savaş sırasında ABD dışişleri bakanlığı görevini yürüten Bryan, savaş karşıtı görüşleri nedeniyle Amerika’nın tarafsızlığını korumasını istiyordu. Dolayısıyla dönemin ABD başkanı Woodrow Wilson’la görüş ayrılığına düştü ve böylece görevinden ayrıldı. Bilindiği kadarıyla Bryan savaş öncesinde evrim konusunda belirgin bir görüşe sahip değildi. Evrimi, siyasi kampanyası kapsamında saldıracağı bir hedef olarak görmüyordu. Ancak 1904 yılında yayımlanan Prince of Peace adlı kitabında şöyle demişti Bryan:
Darvinci kuram, insanlığın bugünkü seviyesine nefret yasasının işlemesi sonucunda eriştiğini savunur; güçlülerin bir araya gelerek zayıfları ezmelerine dayanan acımasız bir yasadır bu. Eğer gelişimimizi sağlayan bu yasaysa, insan aklı mantık yürütmeler doğrultusunda işliyorsa, sevgi yasası yerine bu yasayı benimsediğimiz oranda hayvansı bir doğaya bürünmeye başlayacağımızı söylemek mümkündür. Ben kendi adıma, gelişimin nefretdeğil sevgi yasasına dayandığına inanmayı yeğliyorum.10
Bu paragrafta, Darvinci evrimin kapsamı konusunda ciddi birtakım yanlış anlamalar mevcuttur. Bu yanlış anlamalara aşağıda değineceğiz. Bu yanlış anlamalar bağlamında, “acımasız yasa” ve “hayvansı doğaya bürünme” örnekleriyle dolu olan Büyük Savaş’a tanık olan Bryan’ın, kampanyasında evrim karşıtı bir söylem benimsememiş olmasına şaşmamalı belki de.
Bryan, evrime karşı yürüteceği kampanyayı tetikleyecek başlıca iki kitap olduğunu belirtmiştir. Günümüze değin etkili olmayı sürdüren evrim karşıtı yaklaşımların ardında yatan nedenleri açıkça sergileyişleri nedeniyle bu kitapların her ikisi de incelenmeye değerdir. Söz konusu iki kitap, Vernon Kellogg tarafından yazılan Headquarters Nights (Bölüm başlığı - 1917) ve Benjamin Kidd tarafından yazılan The Science of Power’dır (1918).11Stanford Üniversitesi’nde profesör olan Vernon Kellogg bir böcek bilimciydi ve dönemin önde giden evrimci biyologlarındandı. Kellogg Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerika’nın resmen tarafsız kaldığı dönemde, Belçika’ya insani yardım götürmeye yönelik uluslararası çabalar kapsamında görevlendirilmiş yüksek dereceli bir devlet temsilcisi olarak Alman Genelkurmay Başkanlığı karargâhına gönderilmişti. Kellogg, Headquarters Nights’ta Kaiser’in subaylarıyla arasında geçen sohbetleri anlatır. Subaylar her akşam yemeğindeAlman militarizminin özelliklerini, “Güçlü olan haklıdır” felsefesine dayanarak savunuyordu. Subayların birçoğu savaş öncesinde üniversiteprofesörüydü ve dolayısıyla Kellogg’la benzer geçmişleri vardı. Kellogg kitabında şöyle demişti:
Alman biyologları ve doğa felsefecilerinin çoğu gibi Profesör von Flussen de bir Yeni Darvinci’dir. Allmacht[“her şeye kadir olma” veya “her şeye gücü yeterlik”] ilkesi, yani şiddetli ve rekabete dayalı bir mücadele öngören doğal ayıklanma anlayışı Alman düşünürlerin kutsal yasası olmuştur; onlariçin geri kalan her şey aldatmacadır ve lanetlenmelidir… Bu mücadele sürmelidir, çünkü doğa yasası bunu gerektirir. Sürmelidir ki, bu doğa yasası, zalimce ve kaçınılmaz işleyişi aracılığıyla insan türünün kurtuluşunu sağlasın… Evrim sürecinin en ileri düzeyine erişmiş olan insan topluluğu… var olma mücadelesinde galip gelmelidir ve hangi topluluğun daha üstün olduğunun saptanması, en iyi olanın sivrilmesi ve sivrilen topluluğun, kendi toplumsal düzenini (Kültür’ünü) diğer topluluklara kabul ettirecek konumagelmesi veya (alternatif bir çözüm olarak) diğer toplulukları ortadan kaldırarak başka toplumlar yaratabilmesi için bu mücadele yaşanmalıdır. İşte Karargâh’ta böylesi can sıkıcı fikirleri dinlemek durumunda kaldım…
Kellogg biyolojik kuramlardan yapılan çıkarsamaların felsefe alanına uyarlanmasının ne denli uydurma bir yaklaşım olduğunun gayet farkındaydı. Ancak bu tür fikirlerin savunulduğuna defalarca tanık oluşu dolayısıyla savaş karşıtı ideallerini yitirmeye başlıyor, Amerika’ya döndüğünde Alman militarizminin güç kullanılarak yok edilmesi gerektiğini savunuyordu. Headquarters Nights’ı okumanın, Bryan’ın evrim karşıtıbir kampanyaya girişmesine neden olmasına şaşmamak gerekir belki de. Ancak Kellogg’un serzenişlerine kulak asmayan Bryan, evrim kuramını en az Kaiser’in subayları kadar yanlış yorumluyordu. Bryan, “…bu doğa yasası sürmelidir ki, zalimce ve kaçınılmaz işleyişi aracılığıyla insan türünün kurtuluşunu sağlasın…” gibi söylemler karşısında dehşete düşmüştü.
Benjamin Kidd’in The Science of Poweradlı kitabıysa farklı tarzda bir kitaptı. Kidd felsefi bağlamda, yaşamın gerçek amacına ancak mücadelenin ve bireysel çıkar arayışlarının reddedilmesiyle ulaşılabileceğine, yani “güçlü olan haklıdır” yaklaşımının tam zıttı olan bir yaklaşıma inanan bir idealistti. Kidd, toplumun ancak bütünleşme aracılığıyla gelişebileceğine inanıyordu. Darvincilik ise bireyin mücadelesine dayanıyordu. Savaşa neden olan anlayıştı bu; şöyle yazmıştı Kidd: “Darwin’in kuramları, siyasi ve askeri ders kitaplarında açıkça savaşı meşru kılar biçimde yansıtılıyor ve güç ilkesinin haklılık ilkesine dönüştürüldüğü (eşdeğer sayıldığı) son derece düzenli ulusal politikalarda belirleyici rol oynuyordu.”
Bryan’ın evrim karşıtı kampanyasının kökenleri de evrim kuramından yapılan böylesi hatalı çıkarımlara dayanır. Ancak Bryan’ın öncülükettiği bu kampanyanın, ömrünün büyük bölümünü liberal hedeflere destek vermeye adamış bir adamın yaşamının sonlarına doğru yaşadığı birsapmadan ibaret olduğunu düşünmek yanlış olur. Bryan’ın, yürüttüğü bu evrim karşıtı kampanyayı, kadın haklarının sağlanması ve vergi sisteminde daha adaletli davranılmasına yönelik olarak yürüttüğü diğer kampanyaların bir devamı olarak gördüğü açıktı. Evrimi hedef almasının sebebi, bu kuramın, toplumda güçlü olanların zayıf ve savunmasızolanları ezmesini mazur gören ve saldırgan devletlerin komşularına savaş açmalarını meşru kılan bir ahlâk anlayışını desteklediğine inanıyor olmasıydı. Dahası, günümüzde olduğu gibi o dönemde de, evrim karşıtı çevrelerin öfkesini körükleyen, biyolojik evrimi Kaiser’in subayları gibi ateşli biçimde savunun kimseler vardı. Evrim kuramı, Darwin’in hedeflediği gibi biyolojik çeşitliliğin kökenlerini izah eden bir biyoloji kuramı olarak değil, sanki yaşamın tümünü, tarihi ve insanın gelişimini izah eden Spencercı bir felsefeymiş gibi aktarılmaktaydı halen. Üstelikazımsanmayacak derecede sıklıkla da, ikinci bölümde işaret ettiğimiz üzere 19’uncu yüzyıl bilimsel düşünce ve araştırmalarına büyük ölçüde yön veren görüşler gibi aşırı ırkçı görüşleri desteklemek üzere de kullanılıyordu. Örneğin, John Scopes Dayton, Tennessee’de okul çağındaki çocuklara evrimi anlattığında, George Hunter’ın yazdığı A Civic Biology(1914) adlı kitaptan yararlanıyordu. Hunter bu kitabının, “Parasitism and Its Cost to Society – the Remedy” (Asalaklık ve Asalaklığın Topluma Maliyeti – Çözüm) başlıklı bölümünde şöyle demişti:
Yukarıda tanımlanan türde yüzlerce aile halen varlığını sürdürmekte, bu ülkenin dört bir yanına hastalık, ahlâksızlık ve suç yaymaktadır. Bu tür ailelerin topluma maliyeti çok ciddi boyutlara varmaktadır. Nasıl ki bazı hayvanlar ve bitkiler diğer hayvan veya bitkilere asalak oluyorlarsa, bu aileler de topluma asalak olmaktadır. Ahlâksızlıklarıyla, hırsızlıklarıyla ve hastalıkları yaymalarıyla başkalarına zarar veriyor olmaları yetmezmiş gibi halktan toplanan vergilerle devlet tarafından korunuyor ve kayırılıyorlar. Fakirhaneler ve sığınakların varlığı genel olarak bu kimselerden kaynaklanır. Toplumdan yardım alır, karşılığında hiçbir şey vermezler. Tam anlamıyla asalaktır böyleleri.
Bu tür insanlar, aşağı tür sayılan hayvanlardan olsalardı muhtemelen yayılmalarını engellemek üzere öldürürdük onları. İnsaniyet buna müsaade etmez, ancak sığınaklarda veya başka yerlerde karşıt cinsleri birbirinden ayırmak gibi, akraba evliliklerini ve böylesine aşağı ve yozlaşmış bir ırkın varlığını sürdürmesini önlemeye yönelik birtakım çözümler yok değildir.
Bryan’ın döneminde yaşayan biyologlar, ırk ıslahını kendi bilimsel çalışmalarının doğal ve mantıksal bir uzantısı olarak görüyor, Yahudi soykırımı gerçeğinden haberdar günümüz okuyucusunun kanını donduracak ölçüde küstah bir dille savunuyordu. 20’li ve 30’lu yıllarda, genetik bilimcilerin neredeyse tümü “zihinsel özürlülerin” üremelerininönüne geçilmesi gerektiği kanısındaydı.12Genetik bilimci Charles Davenport, Amerikan toplumunun şöyle yapması gerektiğini savunuyordu:
İradesizlerin, ayyaşların, fakirlerin, seks suçluları ve suça meyilli olan kimselerin kendileri gibi kimselerle, kuzenleriyle veya nevropatik bir soydan gelen kimselerle evlenmeleri engellenmeli. Aslında böylesi kimseleri bir kuşak boyunca toplumdan tecrit etmek iyi olabilir. Böyle bir uygulamayla kusurlular soyu büyük ölçüde kurutulacaktır.13
California Üniversitesi’nde Hayvanbilim Profesörü olan S. J. Holmes, evrim üzerine yazdığı ders kitabında şöyle bir endişesini dile getirmişti:“Eğer insan toplulukları büyük oranda sıradan ve normal sınıf diye anılan insanlardan teşkil olur hale gelirse ve birinci sınıf moron sayılabilecek tiplerin sayısı da artacak olursa uygarlığın geleceği tehlikeye düşmüş olur.” Ardından da şöyle bir öneride bulunmuştu: “İradesizlerin, suçluların ve akıl hastalarının çoğalmalarına engel olmak topluma çok şey kazandırabilir; ancak yaygınlaşma eğilimindeki vasatlığın etkilerinin önüne geçmekse çok daha zor olacaktır.”14Doğal ayıklanma kuramının siyah nüfusa yönelik anlayışı ne yönde etkileyeceği de Amerikan bilimsel dergilerinde yoğun biçimde tartışılır olmuştu. R. Pearl, American Journal of Hygiene’de yayımlanan bir makalesinde şöyle demişti:
Zenci adam, fiziksel, sosyal ve genel olarak tüm Amerikan koşullarına biyolojik bakımdan beyaz adamdan daha az uygundur… Doğa, koşullar gereği, Birleşik Devletler’deki Zenci sorununu yavaş, ama ürkütücü derecedeemin adımlarla çözümlemektedir. Bu çözümleme tamamlandığında, doğanın getirdiği diğer çözümlemeler gibi nihai, eksiksiz ve kesin bir sonuç niteliğinde olacaktır.15
Amerikalı biyologların, ırk ıslahı kuramları bağlamında “güçlü olan haklıdır” anlayışını benimseyişleriyle aşırı bir yaklaşım sergiledikleri zannedilebilir, ancak unutmamak gerekir ki:
Almanya’da, iki savaş arası dönemde yükselişe geçen ırk ıslahı hareketlerini eleştiren tek bir genetik bilimci çıkmamıştı. Naziler’in iktidara gelişleri sonrasındaysa, genetik bilimleri gitgide aşırılaşan ırk ıslahı uygulamalarına alet edilir hale gelmişti. Neticede 1933 öncesinde Yahudi karşıtlığınıeleştirenler de dâhil olmak üzere, Almanya’nın önde gelen genetik bilimcilerinin büyük çoğunluğu ırka dayalı bir ulusun yaratılmasında aktif rolleroynadı. Önemli komisyonlarda görev yaptılar, ırkların atalarına dair görüşlerini sundular ve ırk yasalarının taslaklarının hazırlanmasında rol oynadılar. Üniversitelerde görevli biyologların yarıdan fazlası Nazi Partisi’ne katılıyordu. Bütün meslek grupları arasında en yüksek katılım oranıydı bu.16
Dolayısıyla, Bryan gibi kimseler evrim karşıtı söylemleriyle ortaya çıktıklarında, sundukları argümanların temelleri çok sağlam olmasa da, söylemlerinde haksız olduklarını söylemek doğru olmaz. Evrim, geleneksel ahlâk anlayışlarını tehdit eden ve saldırgan, ırkçı ve ırk ıslahını meşru kılan görüşler için temel oluşturan “zararlı bir kuram” olarak görüldüğü sürece, bu kurama karşı yaygın bir muhalefet de artarak sürecekti.
20’li yılların sonlarına gelindiğinde yirmiyi aşkın eyalet yasama meclisi toplantısında evrim karşıtı yasaların hazırlanması gündeme getirilmiş ve dört eyalet evrimin devlet okullarında öğretilmesini yasaklamıştı. Bu eyaletlerden birisi Tennessee’di. 1925 yılında, yukarıda bahsigeçen John Scopes adlı öğretmen, eyaletinde insanın evriminin öğretilmesini yasaklayan ve yürürlüğe yeni girmiş olan yasayı ihlal ettiğini itiraf etti. Bu ihlal dolayısıyla açılan dava evrim karşıtı kampanyanın uluslararası boyutta ilgi odağı olmasını sağladı ve Bryan da iddia makamına destek olmak üzere davaya müdahil oldu. İddia makamını destekleyen bir tek bilim adamı bile olmadı ve duruşmadan kısa süre önce Dr. Kelly isimli bir zata “insandan önce evrim” düşüncesine karşı çıkmadığını söyleyen Bryan’ın da çoğunlukça zannedildiği gibi katı bir yaratılışçı olmadığı ortaya çıktı. Neticede dava gülünç sayılabilecek bir hal aldı ve mahkeme Scopes’ı itham edildiği üzere suçlu buldu, ama dava süreci yaratılışçıların halkın gözünde küçük düşmelerine neden oldu ve Bryan duruşmadan birkaç gün sonra öldü (şüphesiz ki davanın yarattı gerilimin de ölümünde payı vardı). Yaratılışçılık yanlısı kampanya, büyük önderi olmaksızın bir süre daha ateşli biçimde yürütüldü.Ancak 20’li yılların sonlarına doğru, özellikle de büyük buhranın etkisiyle gücünü yitirdi. Tüm bunlara rağmen, bu kampanyanın ülkede yayınlanan biyoloji ders kitaplarının içeriği bağlamında uzun vadeli etkileri olduğunu gösteren deliller söz konusudur. 1942 yılında ülke çapında yürütülen ve lise öğretmenlerinin konu edildiği bir araştırma, fen bilimleri derslerinde organik evrime dair herhangi bir bilgi veren lise öğretmenlerinin oranının % 50’den de az olduğunu ortaya çıkarmış17, ayrıca ABD’de lise düzeyinde biyoloji dersi veren öğretmenlerin % 25-30’unun “özel yaratılışa” inandıkları da bildirilmiştir.18Evrim karşıtı yasaların, yürürlükte oldukları eyaletlerde uygulanmaları bile gerekmemişti, çünkü satışları düşünen yayıncılar, ders kitaplarında evrime dair en küçük bir ayrıntıya bile yer vermiyorlardı.
20’nci yüzyıl sonlarında yaratılışçılık
Yaratılışçı kampanyanın, 20’li yıllardaki evrim karşıtı hareketi andırır biçimde yeniden ortaya çıkmasıysa ancak 60’lı yıllarda gerçekleşti, fakat bu sefer çok daha büyük ölçekli bir kampanya olarak belirdi. Marsden şöyle dedi: “Günümüzde ‘yaratılış bilim’ diye anılan akım, 1960 öncesinde ABD’deki muhafazakâr müjdeci veya köktenci topluluklar arasında bile çok az destek görüyordu.”1960’lı yıllarda başlayan bu kampanyayı tetikleyen, bu sefer popülist bir siyasetçi değil, Rice Enstitüsü’nün inşaat mühendisliği bölümünde görevli olan Henry Morris isimli bir okutman oldu.20Morris 1961 yılında, John Whitcomb ismindeki genç bir teologla birlikteThe Genesis Floodadlı bir kitap yayımladı. Bu kitap büyük ölçüde, kendini jeolog ilan eden George McReady isimli Yedinci Gün Adventisti’nin 1923 yılında yayınlanan New Geology adlı kitabında yansıtılan yaklaşımın bir tekrarı niteliğindeydi. Numbers’ın ifade ettiği üzere, Price 20’li yıllarda “kendi küçük Adventist hizbi dışında tufan jeolojisine çok az taraftar bulabilmişti”.21Ancak Whitcomb ve Morris yeniden, tüm evrenin kısa süre önce yaratıldığını, termodinamiğin ikinci yasasını geçerli kılan bir “düşüş” anlayışını ve mevcut jeolojik tabakaların çoğunluğunun bir yıl içerisinde oluşmasına neden olan küresel bir tufanın yaşanmış olduğunu savunmaya başlıyorlardı. Ancak halkın büyük çoğunluğunu şaşırttığı gibi yazarlarıdaşaşırtan biçimde, Price’ın bir zamanlar kenara itilen inançlarıyaygın biçimde okunmaya ve şöhret kazanmaya başladı. The Genesis Flood’un,çeyrek yüzyıllık bir süreçte yirmi dokuz baskısı yapılmış, 200.000’den fazla satılmıştı. Bu kitabın gördüğü ilgi sonucunda 1963 yılında Creation Research Society (CRS - Yaratılış Araştırma Cemiyeti)kuruldu. Bu cemiyet, üyelerinin Kutsal Kitap’ın yanılmazlığına, “bütüntemel yaşayan varlıkların” özel olarak yaratıldıklarına ve küresel bir tufanın yaşandığına inandıklarını gösteren bir inanç ikrarı belgesi imzalamalarını talep ediyordu. Bilim adamlarından nerdeyse hiçbir destekgörmeyen 20’li yılların yaratılışçı hareketinden farklı olarak CRS, kurulunda görev alabilecek veya sade üyeler olabilecek bilim adamlarını bünyesinde toplamak için ayrı bir çaba sarf ediyordu. CRS’nin kurucuları kendilerini “bilimsel yaratılışçılar” olarak tanımlıyordu. Yaratılışçıanlayışın halkın geneline de tanıtılması için “Bible Science Association” adında ikinci bir organizasyon daha kuruldu. Yaratılışçı hareket büyüdükçe, Creation Science Research Center ve Institute for Creation Research gibi daha birçok kurumun oluşuma ön ayak oldu. Böylesi organizasyonlara verilen isimlerde “araştırma” kelimesine yer vermek suretiyle, 20’li yıllarda ortaya çıkan ve daha aşırı yaklaşımlar benimseyenakımdan farklı olarak, yeni yaratılışçı hareketin ciddi bilimsel araştırmalarla alakalı olduğu izlenimi yaratılmıştı. Hâlbuki gerçekte, yaratılışçılarca kaleme alınmış olup, bilimsel yazınlarda yer bulan yayın sayısı yok denecek kadar azdı.
Yaratılışçıların birçoğu uygulamalı bilimler ve mühendislik alanlarından gelmeydi ve beklenebileceği üzere biyoloji bilimleri alanından gelme üyelerin sayısı oldukça azdı. Yaratılışçılar, biyologların evrim kuramıyla “beyinlerinin yıkandığını”, hâlbuki uygulamalı bilimlerden gelen kimselerinse “ayakları yere basan ve kuramları sınama konusundaısrarcı olan” kimseler olduklarını iddia eder. Ayrıca yaratılışçılar, “teknik beceri gerektiren mesleklerden gelen kimselerin, son derece planlı ve düzenli yapılar çerçevesinde çalışmaya alıştıkları için düzen ve tasarım bazında düşünmeye meyillidir”.22
Yaratılışçıların çeşitli faaliyetleri arasında bilimsel çevrelerin en fazla tepkisini çekense, biyoloji ders kitaplarında ve okullarda verilen eğitimlerde evrim kuramının yanı sıra “bilimsel yaratılışçılık” modelinin de verilmesine yönelik olarak yürüttükleri kampanyadır. Dorothy Nelkin şöyle demiştir: “Amerikan eğitim reformunun tarihine bakıldığında, okulların toplumsal sorunların çözümüne aracı olarak, toplumsalreforma ön ayak olabildikleri yönünde bir inancın hâkim olduğu gözlenir.Eğitim birçok zaman ideolojik bir araç olarak, ırkçılık veya cinsel ayrımcılık gibi toplumsal anlayışları değiştirebilecek bir araç olarak görülmüştür.”23Yaratılışçılar da bu geleneğe uygun biçimde hareket ediyor, evrimin öğretilmesinin, toplum ahlâkını çökertecek ve ateizmi yüceltecek, ideolojik açıdan maddeci bir dünya görüşünün öğretilmesi anlamına geldiğine inanıyordu. Ancak kampanya yürütme konusunda kurnazdılar, dolayısıyla davalarda ahlâktan ziyade “haklar” ve “eşit zamandan” bahsediyorlardı. “Bilimsel yaratılışçılığın”, Darvinci evrimciliğe karşı tercih edilebilecek geçerli alternatif bir kuram olduğunu iddiaediyorlar, böylece derslerde her iki kurama da eşit zaman ayrılması gerektiğini savunabiliyorlardı. Siyasi mücadelelerde başarı, yüksek ahlâklı olan taraf olduğunu savunmaya ve mücadele çerçevesinde geçerli olan terminolojiye hâkim olarak kendi yararına kullanabilmeye dayanır.Yaratılışçı lobiler bu stratejileri uygulama konusunda büyük ustalık göstermiştir. Henry Morris şöyle demiştir: “Mümkün olduğunca çok kuram sunalım ve çocuklara, kendilerine en mantıklı geleni seçme hakkını tanıyalım. Öğrencilerin eşit şartlara sahip olmaları için mücadele veriyoruz.”24Yaratılışçılar, bir süre sonra en az otuz beş ayrı eyalette, okullarda evrimin yanı sıra yaratılışçılığın da öğretilmesini yasallaştırmaya yönelik yasa tasarıları sunmayı başardı. Gerçi bu yasa tasarılarınınbüyük çoğunlu yürürlüğe girmedi. Arkansas ve Louisiana’da yürürlüğegirdi, ancak Yargıç Overton 1982 yılında Arkansas’ta yürürlüğe giren yasanın anayasaya aykırı olduğunu ilan etti; Louisiana’da yürürlüğe giren yasaysa 1987 yılında verilen ve dönüm noktası niteliğinde olan yüksek mahkeme kararıyla feshedildi. Yüksek mahkeme kararında heyet, ikiye karşı yedi oyla söz konusu yasanın anayasanın birinci maddesine aykırı olduğuna ve belirli birtakım inançların dinsel inançları yüceltmeye yönelik olduğuna karar vermişti. Yaratılışçılar vazgeçmedi: Yaratılışçı lobi birkaç eyalette birden, özellikle de Texas ve California’da (ki bunların ikisi de ders kitaplarının basıldığı başlıca merkezlerdendir), eyalet eğitim komiteleri aracılığıyla ders kitaplarının içeriğine önemli ölçüde müdahale etmeyi başardı.25Hatta Kansas Eğitim Kurulu, yalnızca birkaç sene için olsa da, evrimsel biyolojinin devlet okullarında okutulmasını engelledi.26Sonuç itibariyle yaratılışçı kampanya, ne bilim ne de din konusundaki anlayışların iyileştirilmesine birkatkısı olduğu iddia edilemeyecek gereksiz bir gerilim ve karmaşa yaratmıştı.
Yaratılışçı hareketin 20’nci yüzyılın ikinci yarısında böylesine olağanüstü bir etkinlik kazanabilmiş olmasının ardında yatan sebepler neler olabilir? Hareketin “gayrı bilim karşıtı” veya “mantıksız” gibi aşağılayıcı tanımlamalarla anılması da ardında yatan itici gücü anlaşılır kılmak konusunda faydalı olmamıştır. Yaratılışçı görüşün yazılı ürünlerinebakıldığında, bu görüşe dair daha fazla fikir verebilecek başlıca üç temagörülür.
1. Evrimin, dine ve ahlâka yönelik bir saldırı olarak
yorumlanması
Yaratılışçıların kaleminden çıkan eserlerde rastlanan başlıca temalardan biri, evrime inanmanın ahlâki çöküntüye yol açtığı ve biyolojik kökenlere dair sunulan dinsel açıklamalara yönelik bir saldırı niteliğinde olduğudur. Bryan, oldukça abartılı bir yaklaşımla şöyle demiştir:“Evrim hipotezi, Mesih’in doğumundan beri dini ciddi biçimde tehdit etmiş olan tek unsurdur; üstelik yalnızca dini değil, uygarlığın bütününütehdit eder.”27Veya Henry Morris’in bundan neredeyse altmış yıl öncegüçlü bir dille ifade ettiği üzere:
“Hem Hıristiyan, hem evrimci olamaz mıyız?” diye soruyorlar. Evet, hiç kuşkusuz ki hem Hıristiyan hem de evrimci olmak mümkündür. Keza, Hıristiyan hırsızlar, Hıristiyan zinacılar ya da Hıristiyan yalancılar da yok değildir! Hıristiyanlar’ın birçok konuda tutarsız veya mantıksız olmaları mümkündür, ancak bu onları haklı kılmaz.28
Netice itibariyle, yaratılışçıların eserlerinde yer verdikleri iddiaları anlaşılır bir dille aktaramadıklarını iddia etmek doğru olmaz. Üstelik böylesi iddialara sıklıkla rastlanır yaratılışçı edebiyatta. Diğer bir yaratılışçı yazar da, manidar biçimde The Evolution Conspiracydiye adlandırdığıkitabında şöyle demiştir: “Bu şaşırtıcı gelebilir, ama günümüz toplumunda yaşanan karmaşa ve ahlâk çöküntüsünün başlıca nedeni, yaşamın evrimle geliştiği yönündeki inançtır. Evrimci anlayış her türlü uzantısıyla topluma öylesine yerleşmiştir ki, yavaş yavaş ahlâki yapımızın temellerini zayıflatmaktadır.”29
Biyolojik bir kurama nasıl olur da böylesine ahlâki ve fizik ötesi anlamlar yüklenebilmiştir? Acaba söz konusu durum, aşağıda savunacağım üzere, aslında ne ahlâki ne de dinsel anlamlar içeren salt biyolojik bir kuramın ciddi biçimde yanlış anlaşılmış olmasından mı kaynaklanır?Yaratılışçı hareketin, yedinci bölümde belirtildiği üzere 19’uncu yüzyılda Spencer’ın eserlerinin yüz binlerce sattığı Amerika’da gelişmiş olması rastlantı değildir belki de. Asa Gray gibi bilim adamları Darvinci evrimi biyolojik bir kuram olarak sunarken, hatırlanacağı üzere Spencer, insanlığın gitgide daha yüksek düzeylere erişecek biçimde ilerlediği “evrensel bir evrim” anlayışı tasarlamakta ısrar ediyordu:
Evrenin daha önce geçirdiği değişimlere baktığımızda müteakip farklılaşma süreçleri aracılığıyla basitten karmaşığa doğru bir ilerleme görürüz… bu işleyiş her bir organizmanın gelişiminde de görülür… uygar bireyin gelişimiolsun, tüm ırkların topyekun gelişimlerinde olsun, insanlığın evriminde de görülür bu işleyiş; toplumun siyasi, dinsel ve ekonomik teşkilatlanması bağlamında geçirdiği evrimde de geçerlidir söz konusu işleyiş.30
Yukarıdaki paragrafta “evrim” kelimesine Darvinci anlayıştaki kullanımından çok farklı bir anlam yüklendiği, ciddi dinsel anlamlar çıkarılabilecek “büyük fizik ötesi bir kuram” gibi sunulduğu ortadadır. Spencer’ın ciltler dolusu çalışmalarının en popüler olduğu dönemin, daha sonraları Bryan’ın yaratılışçı kampanyasını tetikleyecek olan kitapları yazan Kellogg’un, Kaiser’in subaylarınca ortaya atılan ve en az Spencer’ınki kadar abartılı olan iddiaları işittiği döneme denk gelmesi tesadüf olmasa gerek. “Evrim” kelimesini, Spencercı anlayışta yüklenen anlamıyla kullanmayı sürdüren bilim adamları, yaratılışçılığın yaygınlaşmasına olan katkılarından dolayı hesap vermek zorunda kalacaktır. Eğer böylesi bir tespitin haksızlık olduğunu düşünüyorsanız, saygın genetik bilimci H. J. Muller’in 30’lu yıllarda ileri sürdüğü ve biyolojik evrimin insanın tanrılaştırılmasına giden yolda atılmış ilk adım olduğu anlayışını içeren sıra dışı iddiaları okuyunuz:
İnsanlık tarihinin başlıca üç döneme ayrılacağını öngörebiliriz. İnsan, uzun süren hazırlık döneminde çevre koşullarına uyum sağlamaya çalışan aciz bir canlıydı ve doğal ayıklanma sayesinde zamanla insan biçimine büründü.İkinci dönemdeyse (şu anda yaşanan kısa geçiş döneminde) doğal çevresine müdahale ederek ihtiyaçlarına, taleplerine, arzularına, hatta kaprislerine uygun gelecek hale getirmek üzere elden geçirerek biçimlendirmektedir. Daha uzun sürecek olan üçüncü dönemdeyse, kendi doğasının gizemli yönlerini keşfedecek, sürekli artan zekâsı ve işbirliği anlayışı sayesinde kendini gitgide daha üstün bir yaratığa dönüştürecektir; öyle bir yaratık olacaktır ki, geçmişin mitolojik ilahları onun yanında iyice gülünç görünmeye başlayacak ve harikulade içsel güçlerini kullanarak Güneş’e ve gezegenlere meydan okuyacak, onlarla yarışacaktır.31
Muller’in kullandığı dil genetik bilimlerinden ziyade Grek mitolojisinedaha yakın gibidir. Marksist fizikçi J. D. Bernal da aynı dönemde, büyük “E” ile yazılarak yüceltilecek bir evrim anlayışının, bir süre sonra “bilimsel düşüncenin aristokrat sınıfınca” idare edilecek bir dünyayı mümkün kılacağını öne sürmüştü. Bilimsel kurumlar çok geçmeden hükümet görevi de görmeye başlayacak, böylece “Marksist egemenlik hiyerarşisinin daha ileri bir düzeyine” ulaşılmış olunacaktı. Neticede bilim adamları “yeni bir türe dönüşecek ve insanlığı geride bırakacaktır”.32Bernal’ın Marksist ütopyasını tanımlamasının yalnızca on yıl sonrasında, Hitler’in, kendinden önce Kaiser’in de yaptığı gibi “güçlü olanhaklıdır” felsefesini doğrulamak için evrim kuramını öne sürüyor olmasında korkunç bir ironi gizlidir. Hitler verdiği bir yemeğe katılan konuklara şöyle demiştir:
Doğa yasasına riayet ederek, güçlü olanın haklı olması ilkesi uyarınca iradeli davranmadığımız takdirde, günün birinde vahşi hayvanlara yem oluruzyine; bu durumda böcekler de vahşi hayvanları yiyecek, sonunda da mikroplardan başka bir şey kalmayacaktır… Mücadele aracılığıyla üstün sınıf sürekli yenilenmektedir. Ayıklanma yasası da en güçlünün yaşamını sürdürmesi aracılığıyla bu sürekli mücadele durumunu haklı kılar. Hıristiyanlık doğa yasasına karşı bir başkaldırı, bir protesto niteliğindedir.33
Muller’in “güneşe meydan okuyan” tanrıvari insanlarından, Bernal’ın yönetici “bilimsel aristokrasisine” ve Hitler’in Nazi imha kamplarına yansıyan “en güçlünün yaşamını sürdürmesi” anlayışına kadar, evrim kuramının çeşitli çarpıtılmaları düşünülecek olursa, Darvinci evrimin kapsamını yanlış anlayan yaratılışçılara bir ölçüde anlayış göstermek mümkün olsa gerek. Azınlıkta kalan bir bilim adamları grubunun benzeri abartılı iddiaları sürdürüyor olması bu işi güçleştirmektedir. “Evrimin önemini anladıkça, agnostik anlayıştan uzaklaşarak ateizme yönelmeye başlarsınız”34diyen Dawkins de bu gelenekten gelmektedir. Bilim adamları biyolojik kuramlardan yola çıkarak fizik ötesi dünya görüşleri inşa etmeye çalıştıkça, yaratılışçı akım da varlığını sürdürecektir.
Evrimin, Amerikan toplumunun Ahlâkçı Çoğunluğunun (Moral Majority) karşı olması gerektiği varsayılan çok sayıdaki düşünce akımından biri olarak addedilmesinin ardında da evrimin “ahlâka yönelik bir tehdit” olduğu ve “ateizmi desteklediği” yönündeki şüpheler yatar. Ocak 1961’de Tennessee’nin, Scope davasından otuz yıl sonra hâlâ yürürlükte olan “maymun yasalarını” feshetmeye yönelik bir önerge, evrimin “Tanrı’yı evrenden kovduğunu” ve “komünizmin yükselmesine neden olduğunu” iddia eden kimselerce şiddetle reddedildi.3560’ların yaratılışçı hareketinin hızlı yükselişi, Amerika’nın Vietnam Savaşı’nda oynadığı rolün de etkisiyle gelişen hızlı toplumsal değişim ve çözülmenin yaşandığı bir dönemde ortaya çıkmış olmasıyla bağlantılıydı. The Creation-Science Research Center (Yaratılış-Bilim Araştırma Merkezi),yürüttüğü araştırmaların evrimin “akıl sağlığının yitirilmesine katkıda bulunarak ruhani değerlerin ahlâki çürümesine… ve boşanmaların, kürtajların ve zührevi hastalıkların yaygınlaşmasına” yol açtığını ispat ettiğini ilan etti.36Aynı dönemde ABD’de yaratılışçı akımın en güçlü olduğu, Texas ve Güney Kaliforniya gibi bazı bölgelerde de büyük ölçüde bilim endüstrisiyle bağlantılı olarak önemli nüfus artışları ve ekonomikdalgalanmalar yaşandı. Bu örtülü toplumsal değişimler, geleneksel değerlerin tehdit altında oldukları düşüncesinin yaygınlaşmasına neden olmuş, söz konusu bilim endüstrisinde faal olan bilim adamları ve mühendisleri yaratılışçı kampanyaya destek olmaya itmişti. Yaratılışçı hareketin yükselişi Yüksek Mahkeme’nin 1963’de verdiği ve Amerikan okullarında toplu duayı yasaklayan kararla da aynı döneme denk geldi. Mahkemenin bu kararı, laikleştirici güçlerin ülkenin okulları üzerindekietkileri konusunda endişelerin yükselmesine neden oldu. Bir kampanyanın etkili olabilmesi için hedeflerinin kesin olarak belirlenmiş olmasıgerekir. Evrimcilik, ateizm ve komünizm, tuhaf sayılabilecek biçimde ülkenin yüksek teknolojiye dayalı endüstrilerinden gelen kaynaklar sayesinde milyonlarca Amerikalı’nın örgütlenerek karşısında durmaya itilebilecekleri bir “düşünce akımları” topluluğuna dönüştürülmekteydi.
2. Evrimin, bir komploolarak yorumlanması
Yaratılışçı edebiyatta yoğun olarak rastlanan bir diğer tema da, evriminbilimsel çevrelerce, hükümet, okul kurulları veya şer güçlerinde, ülkenin gençlerini yozlaştırmak ve ateizmi yaymak üzere tasarlanmış bir komplo olduğuydu. Bu tür yaklaşımlar, merkezî siyasi otoritenin baskınolduğu yönündeki anlayışa karşı gelişen yaygın öfkeyle de birleşmiş veBryan’ın 20’li yıllarda yükselen kampanyası gibi hareketlerde ön planaçıkmıştı. Bryan, birkaç bin bilim adamının “kırk milyon Amerikalı Hıristiyan üzerinde bir azınlık yönetimi kurarak” okullarda neyin öğretilmesi gerektiğini tayin etmeye yönelik girişimlerine kızıyordu. Şöyle diyordu Bryan: “Gerekirse, siyaset ve akademi dünyasındaki kibirli aydınları boş verin ve bu hedefleri halka özümsetin. Çünkü nihai ve ıslah edici güç halktır.”37Bu tür söylemler, özellikle okullarda neyin öğretilmesi gerektiği konusunda son sözü söylemeye yönelik mücadelede etkili oluyordu. Nelkin’in ifade ettiği üzere, “Milli eğitim kurumu Amerika’nın son halk tabanlı kurumudur. Okul sistemleri geleneksel ve merkezî yapıdan bağımsız olarak, seçilmiş vatandaşlardan (eğitimci olmayan) oluşan yerel kurullarca idare edilmiştir.”38Dolayısıyla bu yerelidari özerkliği çalmaya yönelik devlet destekli girişimler şüpheyle karşılanıyordu. Kongrenin yayınladığı bir kınama bildirisinde şöyle denilmişti:
Yerel eğitim müdürlükleri aracılığıyla, Federal hükümetin mali kaynaklarından yararlanılarak bir eğitimciler lobisi ağı teşkil etmek suretiyle Amerika’nın dört bir yanında eğitim kurumlarını kontrol etmeye ve okul müfredatlarına belirli derslerin eklenmesini zorlamaya yönelik sinsice girişimi kınıyoruz… Biz Amerikalılar yerel özerkliğe büyük önem veririz. Temsil ettikleri toplulukların baskın sosyal normlarını yansıtan yerel okul kurulları,müfredatın hazırlanmasında tek söz sahibi kurumlar olmalıdır.39
Böylesi kınamalar, evrim içerikli dersler aracılığıyla ülkenin gençleriniyozlaştıracak bir eğitim sistemini desteklemek üzere federal hükümet düzeyinde geniş çaplı bir komplonun tasarlandığından şüphelenen ebeveynlerin, evlatlarının eğitimi için okullarda kullanılacak kitapların içeriği üzerinde kontrol sahibi olmaya yönelik kampanyalarını körüklüyordu.
Yaratılışçıların evrimin bir komplo olduğu yönündeki endişelerinin ne denli büyük olduğunu anlamak için Matrisciana ve Oakland gibi yaratılışçı yazarların The Evolution Conspiracy(1991) adlı kitaplarının bölüm başlıkları ve alt başlıklarına göz atmak bile yeterli olacaktır. “Kitlelerin Ayartılması”, “Örtülü Beyin Yıkama” gibi alt başlıklar barındıran birinci bölümün ana başlığı “Gizli Gündem/Emeller”dir. Burada evrim, biyolojik çeşitliliği izah etmeye yönelik bilimsel bir kuram olarak değil, saf bir halka yutturulmaya çalışılan büyük çaplı fizik ötesibir dünya görüşü olarak sunulmaktadır.
3. “Evrim yalnızca bir kuramdır”
Yaratılışçı edebiyatta sıklıkla gündeme getirilen bir diğer düşünce de bilimin “kuramlar” değil “gerçekleri” konu alması gerektiğidir. Yaratılışçı akım yanlısı eserlerin birçoğunda Baconcı bir anlayış hâkimdir. Bilimsel işleyişin, itinalı gözlemler ve deneyler aracılığıyla olgulara dair delillerin derlenmesi, ardından da olguların tasnif edilip genellemelerinyapılmasını içeren bir tümevarım sürecine dayandığı kabul edilir. Gözlemlerle doğrulanması mümkün olmayan tahmine dayalı varsayımlar gerçek bilimin kapsamı dışında kalır. Henry Morris şöyle yazmıştır:
Bilim bilgidir ve bilimsel yöntemin özünde deney ve gözlem yatar. Evrenin kökenlerine dair deneyler veya gözlemler yapmak mümkün olmadığınagöre… öyleyse bilim sözcüğü tanım gereği, evrimden bahsedilirken kullanılmamalıdır.40
Duane Gish de, aynı meseleye şöyle değinir: “Bir kuramın bilimsel bir kuram kabul edilebilmesi için gözlemlenebilen olaylar, işleyişler ya da özelliklerle destekleniyor olması ve gelecekte gözlemlenebilecek doğalolgulara veya laboratuar deneylerine dair öngörüde bulunmayı mümkünkılması gerekir.”41Böylesi söylemler, pragmatik düşünce geleneğinin etkisinde kalmış olup bilimi, “şeylerin işlemesini sağlayan” bir araç gibi gören (dolayısıyla akademik kuram oluşturma çalışmalarına şüpheyle yaklaşan) halk kitlelerince tutulabilecek türdendir.
Aslına bakılacak olursa, Darvinci kuram temel alınarak geniş çaplı araştırmalar yürütülmektedir. Bu araştırmalar kapsamında evrim kuramı, özenle kontrol edilen laboratuar şartları altında hayvan, bitki ve mikrobik canlılar üzerinde sınanmaktadır. Çalışmalar, replikasyon/yenilenme hızı yüksek olan yaşayan organizmalara odaklandığında, çevrekoşullarındaki değişimler, kalabalık ekosistemler ve üreme stratejilerinin genotip ve fenotipler üzerindeki etkilerini araştırmak çok daha kolayolur. Darwin evrimin “sessizce ve umarsızca” işlediğine, dolayısıyla normal bilimsel araştırma yöntemleriyle incelenemeyeceğine inanıyordu. Bugün artık Darwin’in kuramını, kendisinin asla hayal edemeyeceğiyöntemlerle, örneğin, içerdiği varsayımların binlerce kuşaklık modellerüzerinden sınanabildiği bilgisayar modellemeleri aracılığıyla test etmekmümkündür.42
Ancak Morris ve Gish’in yukarıda alıntılanan savlarını çürütür nitelikte olan son zamanlarda yaşanan gelişmeler bir yana, yaratılışçıların Baconcı iddialarında daha temel bir sorun söz konusudur. Bir önceki bölümde tartışıldığı üzere, bu iddialar, bilimsel çevrelerin çalışmalarınıyürütürken izledikleri yöntemleri gerçekçi biçimde yansıtmaz. Tüm bilimsel araştırmalar kuram yüklüdür ve bilimsel gözlemlerin de yorumlanmaları gerekir, üstelik bu yorumlamalar birçok zaman gözlemlendiğiiddia edilen olayın gerçekleştiği zamandan çok sonra yapılmak zorundadır. Bilim alanında, kuramlardan arındırılmış “çıplak gerçekler” yoktur. Dolayısıyla “evrim kuramına”yürekten bağlı olmaktan bahsetmekçelişkili bir durum teşkil etmez. Bilimsel bir izahat modelini “kuram” olarak tanımlamak bu modeli aşağılamak değildir ve modelin geçerliliğine inanmamak anlamına da gelmez. Bu sadece bilimin amacının, “olgular” ve “gözlemler” arasında bağlantıların kurulmasını ve anlamlı biçimde yorumlanmalarını mümkün kılacak, olabildiğince tutarlı çerçeveler sunmak olduğunu hatırlatmaktır.
Ne yazık ki bazı bilim adamlarının yaratılışçı Baconcılığa verdiklericevaplar her zaman net olmamıştır. Örneğin, bu tür konularda genelliklemakul yorumlamalar yapan Stephen Jay Gould’un, yaratılışçı akımı eleştirdiği Evolution as Fact and Theorybaşlıklı makalesi pek de faydalıolmuyordu. Gould şöyle diyordu: “Evrim bir kuram, ayrıca da bir olgudur. Evrimciler en başından beri olgular ile kuramlar arasındaki farkıaçıkça ifade etmişlerdir, çünkü evrimin (olgu) gerçekleşmesini sağlayanmekanizmaları (kuram) henüz bütünüyle anlayabilmiş olmadığımızın farkındadırlar.”43Ancak bu yorum meseleyi daha da karmaşıklaştırır. “Olgu” terimi, normalde bilim adamlarının araştırmaları çerçevesinde derledikleri verileri tanımlamak üzere kullanılır. Söz konusu veriler mutasyon hızları, fosiller, kuş gagası uzunlukları, hayvanların kur yapma alışkanlıkları ve nüfus genetiği gibi çok farklı türde veriler olabilir. Evrim kuramı gibi kuramlar, bütün bu veriler arasında bağlantı kurulmasını ve tutarlılık sağlanmasını mümkün kılan kuramlardır. Belirli bir hayvan türünün kur yaparken sergilediği davranışlara (ritüellere) dair gözlemler yalanlanamaz. Gözlemi yapan doğa bilimci sanrıya kapılmadığı takdirde, söz konusu hayvan türünün çiftleşme öncesinde sergilediği davranışlar gerçekten de belirtildiği gibi olmalıdır. Benzer biçimde, belirli bir DNA parçasında yaşanan mutasyon da, aynı DNA parçası üzerinde çalıştığı ve gerekli olan teçhizata sahip olduğu takdirde dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir bilim adamınca saptanabilecek bir olgudur. Ancak bu bağlamda evrim bir olgu değil, yukarıda sözü edilen türde olguları anlaşılır kılan bir kuramdır. Yukarıda örnek olarak sunulan olgular çürütülemeyecek olsa da, evrim kuramınınkendisi, bir önceki bölümde özetlenen nedenlerden dolayı prensip olarak çürütülebilir. İşte Darvinci evrimin bilimsel kuram statüsünü destekleyen de bu çürütülebilirlik olasılığıdır.
Yaratılışçı hareket çerçevesinde sıklıkla kullanılan “bilimsel yaratılışçılık” terimi de tam da bu nedenle kaçınılmaz olarakçelişkili bir ifade olmaktadır. “Bilim”, fiziksel dünyadaki işleyişlere dair sınanabilir kuramlar sunabilme girişimlerini tanımlamak üzere kullanılan bir terimdir. “Yaratılış” ise, Yaradan olduğu kabul edilen Tanrı ile yarattığı evren arasında var olduğu iddia edilen ilişkiyi tanımlamak üzere kullanılan teolojik bir terimdir. “Bilim” bir araştırma programı, fiziksel dünya konusunda güvenilir bir bilgi birikimi oluşturmaya yönelik bir girişimdir; “yaratılış” fiziksel dünyanın kaynağı ve nihai anlamına dair bir iddia, neden hiçbir şey değil de bir şeylerin var olduğuna dair bir iddiadır. Yaratılış var olmasaydı bilim de var olmazdı; ne araştırılacak fiziksel bir dünya, ne de araştırmaları yürütecek bilim adamları olurdu.Dolayısıyla “bilim” ile “yaratılış” terimlerini bir arada kullanmak bir kategori hatası, birbirinden çok farklı kavramlara karşılık olarak kullanılan, dolayısıyla karıştırılmaması gereken iki terimin karıştırılmasıdır.Bu iki kategorinin birbirine karıştırılması, bir romanda yer alan karakterlerin, kitabın bölümlerinden birinde doğal dünyaya dair sunulan birkaç ayrıntılı tanımlamadan çıkarsayabildikleri ipuçlarından yola çıkarakyazarın varlığını ispat etmeye çalışmalarına benzer. Romanın bir yazarın elinden çıkmış olması durumu, romanın bütünü için geçerli olması gereken bir durumdur; romanın belirli küçük bir kısmından çıkarsanacak bir durum değildir.
Kategorilerin karıştırılması gibi temel bir hatanın yanı sıra, bilim ileyaratılışçılık arasında pratik düzeyde var olan belirgin farklılık, özellikle Creation Research Society’e üye olunduğunda imzalanması gereken manifestoda açıkça görülür. Bu manifestoda şu ifade yer alır: “İnsan dâhil olmak üzere, bütün temel yaşam formları, Yaratılış Kitabı’nda tanımlandığı üzere Yaratılış Haftası boyunca, Tanrı’nın dolaysız yaratmaeylemleriyle yaratılmıştır.”44Manifestoda küresel çapta bir tufanın yaşandığına dair inanç da savunulur. Eğer bir teşkilatın hedefi bir bilimselaraştırma programı yürütmekse, en baştan, henüz programa başlamadanprogramın nasıl sonuçlanacağına dair bir beyanname imzalamanın, teşkilat için öngörülen hedefle uyuşmayacağı ortadadır. Bilimsel düşüncenin (bilimin) başlıca özelliklerinden biri, kişinin yeni veriler ışığında doğal dünyaya dair inançlarını değiştirmeye hazır olmasıdır. Ancak koşullar ne olursa olsun asla fikrinizi değiştirmeyeceğinize dair bir beyanname imzalamanın, “Araştırmacı Toplum” düşüncesiyle örtüşebileceğini düşünmek zordur. Bu durum bağlamında, “bilimsel yaratılışçılığın” bilimsel yazınlara yok denecek kadar az katkıda bulunmuş olmasına ve bazı yaratılışçıların manifestolarını destekleyecek delil bulmak umuduyla doğal dünyada giriştikleri birkaç araştırma dışında, ciddi bir araştırma programı ortaya çıkarmakta zorlanmasına da şaşmamak gerekir.45
İşin aslı şu ki, yaratılışçıların doğal dünyaya dair benimsedikleri inançlar, CRS’nin yukarıda aktarılan manifestosuna göz gezdirilerek de anlaşılabileceği üzere sınanabilecek türde inançlardır. “Yaratılış bilim” çerçevesinde benimsenen inançların bir özetinin sunulduğu, 1981 Arkansas yasasına bakıldığında da aynı şey görülür:
“Yaratılış bilim” aşağıdaki saptamaları doğrulayan bilimsel deliller ve çıkarsamaları içerir: 1. Evrenin, enerjinin ve yaşamın ansızın yoktan var edilmesi (yaratılması); 2. Mutasyon ve doğal ayıklanmanın, tek bir organizmadan başlayarak her türlü canlı türünün oluşumunu sağlayamayacağı; 3. İlk başta yaratılan bitki ve hayvan türlerinde yalnızca sınırlı ölçüde değişimlerin yaşandığı; 4. İnsanlar ve maymunların farklı soylardan geldikleri; 5. Dünyanın jeolojik yapısının,küresel çapta etkili olan bir tufanı da içeren bir dizi afet sonucunda belirlendiği; 6. Dünyanın ve canlı varlıkların görece kısa süre önce yaratılmış oldukları.46
Örneğin, üçüncü saptama doğruysa ve her “çeşit” (veya türde) bitki ve hayvan Tanrı’nın ani “yaratıcı müdahalelerine” bağımlıysa, fosil kayıtlarında böylesi “ani” türleşmelere dair izlere rastlanılabilmelidir. Yaratılışçıların birçoğunca benimsenen inanca, yani dünyanın yaklaşık 10.000 yıl önce yaratıldığı yönündeki inanca işaret eden altıncı saptamanın da gayet çürütülebilir bir saptama olduğu açıktır. Ancak dünyanın çok yaşlı olduğuna dair çok sayıdaki delile rağmen, dünyanın yalnızca 10.000 yaşında olduğuna inanan yaratılışçılar, bu yöndeki inançlarından vazgeçmeye yanaşmaz. Dolayısıyla “bilimsel” terimini, teolojik bir terim olan “yaratılışçılığa” eklemlemek düpedüz çelişkili bir ifade yaratır. Üstelik sadece prensipte değil uygulamada da çelişki yaratır bu anlayış, çünkü bilimsel düşüncede (bilimde) ideal olan (bir önceki bölümdebelirtildiği gibi her zaman uygulamaya yansımaz), çelişen verilerin izah edilemeyecek ölçüde çoğalması durumunda inançların değiştirilmesidir.
Yaratılışçılarca benimsenen inançların prensip olarak çürütülmeleri mümkünse (Popper – çürütülebilirlik), bu inançlar bütününe “bilimsel”teriminin atfedilmesinde ne sakınca olabilir? Çürütülebilme olasılığı, bir önceki bölümde bilimsel bilginin diğer bilgi türlerinden ayırt edilmesini mümkün kılan birkaç kıstastan biri olarak sunulmuştu. Eğer yaratılışçılık, evrim kuramına karşı öne sürülebilecek geçerli bir “alternatif” kuram ise, derslerde bu modellere eşit zaman tanınmasında ne gibi bir sakınca olabilir? Bu yaklaşımı sorunlu kılan, bir bilginin bilimsel bilgi kabul edilebilmesi için uyması gereken tekkıstasın çürütülebilirlik olmamasıdır. Belirleyici olan bir diğer kıstas ise, bir kuramın, bilimsel çevrelerce gerektiği biçimde sınandığı ve ispat edilemez olduğu tespit edildiği takdirde, zaman kaybı ve kaynak israfı sayılmasıdır. Ayrıca, bilimsel çevrelerce ispat edilemez kabul edilerek ıskartaya çıkarılan birkuramın okullarda, sanki kabul görmüş kuramın alternatifi olabilirmişçesine öğretilmesi de kötü bir bilimsel eğitim politikası kabul edilir. Okullarda doğru olmayan kuramların öğretilmesi için eşit zaman tanınmasının kabul edilir tarafı yoktur.
Yaratılışçı hareket içerisinde son zamanlarda beliren bir diğer girişimse, yaratılışçılığın sadece evrim paradigmasına karşı sunulan “alternatif bir paradigma” olduğu yönündeki düşünceyi savunmak için bilim çerçevesinde Kuhncu paradigma kavramlarını kullanmaya yönelik girişimdir. Ancak bu girişimde de aynı kusur söz konusudur. Yaratılışçıların, doğal dünyada gözlemlenen biyolojik çeşitliliğe dair inançları, bilimsel çevrelerce evrim kuramına karşı sunulabilecek kayda değer alternatif bir paradigma kabul edilmez, çünkü bu paradigma, Dünya’nın genç olduğu ve türlere ayrılmanın bir anda gerçekleştiği gibi bilimsel verilerce desteklenememiş varsayımlara dayanır. Bilim alanında yaşanan paradigma değişimleri, bir grup insanın kendi kuramlarını savunulan diğer kuramlara kıyasla daha yüksek sesle dile getirmeleri neticesinde değil, hâlihazırda geçerli olan paradigmaya rakip olarak öne sürülen paradigmanın mevcut verilere dair daha tutarlı bir izahat sunmasısonucunda yaşanır. Doğal dünyaya dair yaratılışçı inançlar, mevcut veriler için daha tutarlı bir izahat sunmaz.
Yaratılışçı harekete haksızlık etmemek için, bazı önde gelen yaratılışçıların bilimsel verileri dikkatle değerlendirdikten sonra hareketten ayrıldıklarını ve Dünya’nın genç olduğu yönündeki inancın bütün yaratılışçılarca benimsenmediğini belirtmek gerekir. Örneğin, Larry Butler Purdue Üniversitesi’nin biyokimya bölümünde öğretim görevlisi olduğu dönemde Creation Research Society’nin başkanlığına getirilmiş, ancak kurumun evrime yönelik olumsuz tutumundan rahatsız olunca CRS’deki görevinden istifa etmiştir. Butler, enzimler üzerinde yürüttüğü araştırmalardan edindiği bulguların “şaşırtıcı benzerlikler… bakteriler, yılanlar ve daha yüksek hayvan türleri kadar birbirinden farklı organizmalararasında kalıtımsal bağların varlığına işaret eden şaşırtıcı benzerlikler” ortaya çıkardığını ifade ediyordu.47Daha çarpıcı bir örnekse, 1957 yılında kurulan ve yaratılışçı anlayışın savunulması amacıyla Yedinci Gün Adventistleri’nce desteklenen bir organizasyon olan JeobilimAraştırma Enstitüsü’nün (Geoscience Research Institute) kurucu üyelerinden biri seçilen P. Edgar Hare örneğidir. California TeknolojiEnstitüsü’nde (Institute of Technology) eğitim gören Hare, Jeobilim Araştırma Enstitüsü’ne katılması öncesinde, deniz canlılarının amino asit yapıları üzerine yürüttüğü araştırmalardan yola çıkarak “farklıkatmanlarda keşfedilen fosillerin aslında aynı olduklarını göstermek” umuduyla bir çalışmaya girişmişti. Ancak araştırmaları bu varsayımı desteklememiş, dünyada yaşamın çok uzun zamandır var olduğunaişaret etmişti. Neticede Hare bir süre sonra Araştırma Enstitüsü’ndeki üyeliğinden istifa etti.48Hare’in bu deneyimi, yaratılışçılarca benimsenen inançların, özellikle de doğal dünyanın işleyişine dair inançlarının bilimsel verilerle çürütülebileceklerini göstermesinin yanı sıra bilimsel çevrelerde dürüstlüğün ne denli önemli olduğunu hatırlatır.
Ne tuhaftır ki yaratılışçıları, en azılı düşmanlarıyla benzer kılan da bilim ile teoloji kavramlarını birlikte kullanmalarıdır. Örneğin, Richard Dawkins, bilim felsefecilerince yürütülen en son çalışmalardan farklı olarak, teolojik ifadelerle bilimsel ifadelerin benzer türde ifadeler olduklarını savunur:
Yakın zamana kadar dinin ana işlevlerinden biri bilimseldi; varlığın, evrenin, yaşamın izahatını sunardı… Dolayısıyla en temel dinsel iddialar, bilimsel niteliktedir. Din, bilimsel bir kuramdır.49
Dawkins, yaratılışçı anlayışı onaylarcasına, “Tanrı hipotezini” doğal ayıklanmaya dayanan evrim kuramına rakip nitelikte bir izahat olarak yorumlar. “Ne de olsa, neden var olduğumuza dair izahat sunabilen işlerliği olan yalnızca iki kurama sahibiz: Tanrı ve doğal ayıklanma.”50Dawkins’in bu ifadesi, yaratılışçı edebiyatta rastlanabilecek en ciddi kategori karmaşası örneklerine bile rakip olabilecek düzeydedir ve bilim-din tartışmasındaki aşırı kutuplaşmaların neden birbirlerini sürekli körüklediklerini hatırlatır. Var oluşun nedenlerinin birkaç farklı düzeyde birden ele alınabileceği olasılığı ne yaratılışçılarca ne de Profesör Dawkins’ce hesaba katılmamaktadır.
Yaratılışçı edebiyatta en sık rastlanan üç temaya değindiğimize göre (evrimin din ve ahlâka yönelik bir saldırı ve bir komplo olduğu ve evrimin “yalnızca bir kuram” olduğu) şimdi de, evrim kuramına yönelikdaha ana akım bir Hıristiyan yaklaşımına bakacağız. Bu yaklaşımın hem yaratılışçılarca gündeme getirilen hususlara hem de evrim kuramını ateizmi savunmak için kullanmak isteyenlerin ideolojik kampanyalarına karşı sunduğu karşıt tezlere bakacağız.
Yaratılışa dair ana akım teist bir yaklaşım
Yaratılışçılar kendi görüşlerini savunmak için Kutsal Kitap’ın yetkesiniöne sürdüklerine göre, bu konuya Kutsal Kitap’ın yaratılış öğretisinde öne çıkan ana temalara kısaca göz atarak başlamak uygun olacaktır. Ne de olsa bütün Hıristiyan akımları Kutsal Kitap’ı inançlarının temeli kabul eder. Bu değerlendirme kapsamında Kutsal Kitap öğretisinin, birkaçönemli noktada “yaratılışçı” yaklaşımdan ayrıldığını ve bilimsel kuramlara dinsel öğelerin aşılanmasına yönelik girişimleri de reddettiğini göreceğiz. Aşağıda özetlenen temaların birçoğuna dört ila yedinci bölümlerde, modern bilimin tarihsel gelişiminde Kutsal Kitap’ın yaratılış anlayışının oynadığı role dair açıklamalarda kısaca değinilmiştir. Günümüzde, modern bilimin temellerini atan ilk bilim adamlarından farklı olarak artık teist dünya görüşleri benimsemeyen kimseler için bile aşağıda bahsi geçecek hususlara bakarak, geleneksel teizm ve günümüz biyoloji bilim dalının neden hâlâ birbirini destekleyen “ortaklar” olduklarını anlamak mümkün olmalı.
Ancak “ortaklık” kelimesi, biyoloji çalışmaları aracılığıyla Tanrı inancını doğrulayacak delillere ulaşılabileceği yönünde bir iddia olarakyorumlanmamalıdır. Bir önceki bölümde değerlendirildiği üzere, problem çözümlerine yönelik bilimsel yaklaşım genellikle bir modelin benimsenmesini, ardından da verilerin bu modele ne denli uyduklarının deneysel olarak araştırılmasını sağlayan bir test sürecini gerektirir. Bundan farklı olarak klasik felsefecinin yaklaşımı, A varsayımından başlayarak bir dizi sözde mantıksal sonuç çıkarmak ve tümdengelimci bir akıl yürütmeyle P sonucuna varmaktır. Bu tür felsefi akıl yürütmelerdoğru bağlamda uygulandıklarında gayet geçerli olsa da, bu yaklaşımın bilim adamlarının gündelik uygulamalarında benimsedikleri yaklaşımlardan oldukça farklı olduğunu da belirtmek gerekir. Bilim adamları araştırmalarına bir modeli temel alarak başlar. Üstelik bu model çoğu zaman başkasınca geliştirilmiş bir model olur. Bilimsel yazınlardan veya çalıştıkları laboratuarın yöneticisinden öğrenmiş olabilirler söz konusu modeli. Model çok çeşitli varsayımlar, önseziler ve tahminler içeriyor olabilir, ancak bilim adamı modelin güvenilirliğini sınamak için yürütmesi gereken meşakkatli deneysel araştırma sürecini üşenmeden gerçekleştirecek derecede inanır modele. Bu bağlamda Tanrı’nın varlığına inanma konusunda Kutsal Kitap’ta sunulan yaklaşım, felsefecilerce benimsenen yaklaşımdan ziyade bilim adamlarınca benimsenen yaklaşıma daha yakındır. Tanrı’nın varlığına dair geleneksel felsefi“ispatlar” hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin edici olmamıştır. Çünkü bu ispatlar, Kutsal Kitap’a dayanan teist anlayışta sunulan kişisel Tanrı’dan son derece farklı olan soyut felsefi bir Tanrı kavramı sunar yalnızca. Kutsal Kitap’sa daha en baştan bir “büyük kuram” öne sürer. Söz konusu kuram Kutsal Kitap’ta geçen ilk iki kelimeyle özetlenir aslında: “Başlangıçta Tanrı…” (Yaratılış 1:1). Kutsal Kitap kayıtlarınıngeri kalanında da, bu önsavların sonuçlarına dair tarihsel gerçekliğe dayalı, İsrail halkının başından geçenlerden, Nasıralı İsa’nın ölümü ve dirilişine kadar bir dizi iddiaya yer verilir. Kutsal Kitap’ta geçen bu anlatının başlıca özelliği, kaydedilmiş olayların teist anlayış çerçevesindetutarlı olmasıdır. “Veriler” başlangıçta öne sürülen modelle örtüşür. Eğer Kutsal Kitap felsefi bir çalışma olsaydı, son sayfasında nihai tespit olarak “Tanrı vardır” şeklinde bir ibare (QED yani “quod erat demonstrandum” = “iddianın doğruluğu ispat edilmiştir”) yer alırdı. Ancak “kurtuluşun tarihine” dair bir yazın olduğu için, daha ilk sayfasından itibaren Tanrı’nın dünyaya dair tasarısını aktarır bize.
Dolayısıyla Tanrı’nın yaratılmış düzenle olan ilişkisine dair Kutsal Kitap’ın sağladığı anlayış konusunda aşağıda sunulan özetin, teistlerin Tanrı’ya neden inandıklarına dair mantıklı bir izahat sunmaya yönelik bir girişimden ziyade, Hıristiyan teistlerin Tanrı’nın dünya ile olan ilişkisini değerlendirirken başvurdukları modeli anlaşılır kılmaya yönelik bir girişim olduğunu vurgulamak gerekir. Nasıl ki bilim adamları kullandıkları modelleri bilimsel yazınlardan öğrenebiliyorsa, Hıristiyanlar da Tanrı’nın dünya ile nasıl bir etkileşime girdiğine dair izahat sunduğuna inandıkları “modeli” Kutsal Kitap anlatılarından almış (öğrenmiş),kendileri uydurmamıştır. Aşağıda, önce bu modeli teşkil eden ve KutsalKitap metninde defalarca yinelenen ana temalara, ardından da kısaca Yaratılış Kitabı’na bakacağız.
Tanrı’nın yaratılış bağlamında aşkınlığı
Kutsal Kitap’ın, ilk defa okuyan kimseler için en çarpıcı özelliklerindenbiri, kesin bir tek tanrı inancını yansıtmasıdır. Dönemin Orta Doğusu’nda baskın olan diğer dinsel sistemlerin çok tanrılı yapıları düşünülecek olursa, Kutsal Kitap’ta yansıtılan inanç daha da çarpıcı görünür. Tanrı’nın aşkınlığı, bu tek tanrı anlayışının özelliğini yansıtan bir terimdir. Yani Tanrı’nın yarattığı evrenden ayrı olduğu, yaratılışa karşı bir “öteki” konumunda olduğu, yaratılışın içerisinde gizli olmadığı veyatam anlamıyla Tanrı olabilmesi için bu yaratılışa ihtiyacı olmadığını anlatan bir terimdir bu. “Yaradan” ve “yaratılmış olandan” bahsetmeyi mümkün kılan da Tanrı’nın aşkınlığıdır. Panteist inançlarda böylesi terimlere yer yoktur, çünkü panteist inançlarda tanrı her şeydirve her şeytanrıdır. Kutsal Kitap metinleri boyunca, hem Eski hem de Yeni Antlaşma metinlerinde Tanrı’nın aşkınlığı açıkça vurgulanır. Örnek olarak sunulabilecek yüzlerce ayet vardır aslında. Örneğin, 90’ıncı Mezmur’da mezmur yazarı şöyle der:
Dağlar var olmadan,
Daha evreni ve dünyayı
yaratmadan,
Öncesizlikten sonsuzluğa dek
Tanrı sensin.
İnsanı toprağa döndürürsün,
“Ey insanoğulları, toprağa dönün!”
diyerek.
Çünkü senin gözünde bin yıl
Geçmiş bir gün, dün gibi,
Bir gece nöbeti gibidir.
Mezmur 90:2-4
“Öncesizlikten sonsuzluğa dek Tanrı sensin” ibaresi aşkınlık kavramı için oldukça kullanışlı bir tanımlama sağlar. Tanrı’nın zamanı ve varlığıbizim zamanımız veya varlığımız gibi değildir. Yeşaya 40’ta, görkemlişairane anlatımda da aynı tema işlenir:
Bilmiyor musun, duymadın mı?
Ebedi Tanrı, RAB, bütün dünyayı
yaratan,
Ne yorulur ne zayıflar,
O’nun bilgisi kavranamaz.
Yeşaya 40:28
Bu anlayış çerçevesinde Tanrı, zamana veya kültüre bağımlı bir formülle saptanabilecek yerel veya bir kabileye has bir tanrı değildir. Ya bütünevrenin Tanrısı’dır, yahut da aslında Tanrı değildir. Yunus’un başındangeçenlerin aktarıldığı öyküde, Yunus Tanrı’nın buyruğuna uymaktan kaçmak için bir gemiyle denize açılır. Denizde fırtına kopar. Geminin Yahudi olmayan kaptanı ve mürettebatı Yunus’u inancı hakkında sorguya çeker. Yunus’un, denizi ve karayı yaratan bir Tanrı’ya inandığı yönündeki inanç ikrarı oldukça aydınlatıcıdır, çünkü bu inancın gemide bulunan diğer kimselerin inançlarından çok farklı olduğunu anlarız:
Bunun üzerine Yunus’a, “Söyle bize!” dediler, “Bu bela kimin yüzünden başımıza geldi? Ne iş yapıyorsun sen, nereden geliyorsun, nerelisin, hangi halka mensupsun?” Yunus, “İbrani’yim” diye karşılık verdi, “Denizi ve karayı yaratan Göklerin Tanrısı RAB’be taparım.”
Yunus 1:8-9
Tanrı’nın aşkın olduğu inancı Eski Antlaşma öğretisi için ne kadar temel bir inanç ise, Yeni Antlaşma öğretisi için de bir o kadar önemlidir. Tanrı’nın ötekiliğini ve gerçek Tanrı’nın asla yerel bir ilah olamayacağını vurgulamak üzere Eski Antlaşma boyunca defalarca gündeme getirilen Yunus’un inanç ikrarı, Yeni Antlaşma’da da aynı noktaları hatırlatmak için sıklıkla kullanılmıştır. İsa dualarında, hitap ettiği Tanrı’ya şöyle seslenmişti: “Baba, yerin ve göğün Rabbi!” (Matta 11:25). İlk kilisede edilen dualarda da şöyle denirdi:
Ey Efendimiz! Yeri, göğü, denizi ve onların içindekilerin tümünü yaratan sensin.
Elçilerin İşleri 4:24
Pavlus ve Barnaba, birinci yüzyılın Anadolu topraklarında yolculuk ettikleri sırada Yunan tanrıları Zeus ve Hermes’in yerel birer örneği oldukları yönündeki iddiaları işittiklerinde kalabalığın içine dalarak:
“Efendiler, neden böyle şeyler yapıyorsunuz?” diye bağırdılar. “Biz de sizin gibi insanız, aynı yaradılışa sahibiz. müjde getiriyoruz. Sizi bu boş şeylerden vazgeçmeye, yeri, göğü, denizi ve bunların içindekilerin hepsini yaratan, yaşayan Tanrı’ya dönmeye çağırıyoruz.”
Elçilerin İşleri 14:15
Tanrı’nın, var olan her şeyin yaratıcısı olduğu ve insanların kendi benzerliklerinde tasarladıkları ilahlardan çok farklı olduğu ve bu ilahların çok ötesinde aşkın bir Tanrı olduğu yönündeki inancı doğrulayan, “yerin, göğün ve denizin Tanrısı” biçimindeki ibareye benzer daha nice ibareye rastlanır Kutsal Kitap’ın birçok yerinde.
Tanrı’nın yaratılış bağlamında içkinliği
Yalnızca aşkınlık kavramına dayanan bir Tanrı anlayışının zamanla, başlangıçta evrenin mekanizmasını kuran ve yalnızca bazen birtakım “müdahalelerde bulunmak” veya küçük değişiklikler yapmak üzere geridönen mesafeli ve evrenden kopuk bir Tanrı inancına dayanan deist Tanrı anlayışına doğru kayması muhtemeldir. Tanrı’nın yarattığı evren bağlamında aşkın olmasının yanı sıra içkin de olduğunun, yani Tanrı’nın evrende süren yaratılma faaliyetlerine içkin biçimde müdahil olduğunun savunulduğu Kutsal Kitap öğretisindeyse, Tanrı’nın mesafeli ve kopuk olması söz konusu olamaz. Var olan her şey, yalnızca O’nun süregelen onayı sayesinde var olmayı sürdürür. Maddelerde gözlemlenen özellikler, Tanrı’nın iradesiyle belirlenmiştir ve Tanrı dilediği için devamlılık arz eder. Bu anlayış daha önceki bölümlerde işaret edildiği üzere bilimsel hareketin yükselişinde faydalı yönde rol oynayan nedenli(contingent) evren yaklaşımının temelini teşkil eder. Maddenin özelliklerinin süreklilik arz ettiği, dolayısıyla araştırılmaya değer oldukları düşüncesi Tanrı’nın içkinliğine olan inançtan yola çıkılarak geliştirilmiştir. Tabii ki deneyselciliğin de önemli etkisi olmuştur, çünkü ilk nedenlerden yola çıkarak Tanrı’nın maddeye ne gibi özellikler atfetmiş olabileceğini saptamak mümkün değildir; bu özellikler ancak etkin araştırma süreçleriyle keşfedilebilir.
Tanrı’nın aşkınlığı için olduğu üzere, içkinliği için de, Tanrı’nın yarattığı evrende süren faaliyetleri ve evrenin varlığının sürmesini mümkün kılan eylemlerine dair çok sayıda Kutsal Kitap ayeti örnek verilebilir.51En eski Yahudiler dua ettiklerinde, Tanrı’nın hem aşkınlığını hem de içkinliğini hesaba katıyordu:
Tek RAB sensin. Gökleri, göklerin göklerini, bütün gök cisimlerini, yeryüzünü ve içindeki her şeyi, denizleri ve içlerindeki her şeyi sen yarattın. Hepsine sen can verdin. Bütün gök cisimleri sana tapınır.
Nehemya 9:6
Tanrı’nın yaratma faaliyetlerinden bahsedilirken, geçmiş zaman kipi kadar şimdiki zaman kipi de kullanılabilir. “Yeryüzünü ve gökleri” yaratmaya yönelik geçmiş faaliyetleri ne kadar önemli sayılıyorsa, şu andasüregelen “her şeye” yaşam vermeye yönelik faaliyetleri de bir o kadarönemli kabul edilir. Süregelen yaratılma öyküsü çerçevesinde bir bütündür bunlar. Tanrı’nın doğal dünyada süregelen faaliyetlerine dair şairane tanımlamalar sunan Mezmurlar’da yansıtılan teolojik anlayışa bakıldığında da bu bütünlük temasının açıkça vurgulandığı görülür. Örneğin, Mezmur 104’de, Tanrı’nın, günümüzde de gözlemlediğimiz doğal düzeni geçmişte var ettiğinden bahsedilirken (bir ila dokuzuncu ayetler), hayvanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere pınarlar fışkırttığı ve ot sağladığı (11’inci ve 14’üncü ayetler), insanların “yüreklerini sevindiren şarabı” verdiği (15. ayet), ortalığın kararmasını sağladığı (20. ayet), aslanlar ve diğer yabani hayvanlar için av sağladığı (21. ayet) da vurgulanır. Hayvanların ölümünü belirleyenin bile Tanrı olduğu söylenir (“solukları keserek”, 29. ayet) ve Ruhu’nu göndererek onları var ettiği, yeryüzüne yaşam verdiği söylenir (30. ayet). Orijinal İbranice metinlerde bu bölümde geçen “yaratma” fiiline karşılık olarak kullanılan barakelimesi, Yaratılış Kitabı’nda ve Eski Antlaşma’nın başka kitaplarında sıklıkla Tanrı’nın yeryüzünü ve gökleri var etmeye yönelik yaratma faaliyetlerinden bahsedilirken kullanılır. Şu gayet açıktır ki, bu Mezmur’da biyolojik bir yorumlamadan ziyade, dönemin Yahudileri’nin doğal dünyaya getirdikleri teolojik bir yorumlama sunulmaktadır.Kırsal kesimde yaşayan bir tarım toplumu olmaları dolayısıyla hayvan doğumu ve ölümü gibi doğal süreçlerden bihaber değildiler. Dolayısıyla bu Mezmur’da sunulan şairane tanımlama, herkesin basit gözlemler aracılığıyla öğrenebildiği doğal işleyişlere rakipolmak üzere sunulan teolojik bir tanımlama değil, istisnasız bütün olayların ardında yatanve doğal dünyanın birçok ilginç ve çarpıcı örnekle doğruladığı daha derin bir gerçeğe dair teolojik bir yorumlamadır.
Tanrı’nın yaratılış çerçevesindeki içkinliğine dair Kutsal Kitap’ta sunulan tanımlamaların en çarpıcı yönlerinden biri, çoğu zaman doğal dünyada gözlemlenen en sıradan ve en olağan olaylara odaklanmalarıdır. Yeryüzü veya yıldızların yaratılması ne ölçüde Tanrı’nın yaratma faaliyetlerine birer örnekse, bu sıradan olaylar da aynı ölçüde birer örnek sayılır. Tanrı’yı eriştiğimiz bilgilerin sınırlarında aramak yönündekimodern dönem eğilimi, Kutsal Kitap’ta yansıtılan anlayıştan çok farklıdır. Tanrı, kötülük sorununa çaresizce yanıt arayan Eyüp’e kasırganın içinden yanıt verdiğinde (Eyüp 38), yalnızca “dünyanın temelinin atılması” (4. ayet) veya yıldızların düzenlenmesi gibi (31 ila 33. ayetler)büyük yaratma eylemlerine değil, çöllerin sulanması (25 ila 26. ayetler), buzun oluşturulması (29. ayet), aslanlar için av sağlanması (39. ayet), “yavruları Tanrı’ya feryat edip açlıktan kıvrandığı zaman” kuzguna yiyecek sağlanması (41. ayet) gibi daha sıradan eylemlere de işaret ederekyaratma faaliyetlerinin bütününe değinir. Yıldızları ve yıldız kümelerinidüzenleyen Tanrı, besin zincirleri ve doğum ile ölüm döngülerini içerendoğal düzenin sürekliliğini de sağlayan içkin olan Tanrı’dır. Bu bağlamda yaratılış kesintisiz bir bütündür.
Yeni Antlaşma’da da aynı hususun vurgulandığı görülür. İsa Babası’nın şöyle yaptığını söyler (şimdiki zaman kipinde): “Güneşini hem kötülerin hem iyilerin üzerine doğdurur; yağmurunu hem doğruların hem eğrilerin üzerine yağdırır” (Matta 5:45) ve aynı Tanrı “gökte uçan kuşları” da besler (Matta 6:26), “kır otunu” da giydirir (Matta 6:30). Pavlus, birinci yüzyılda dinsel çoğulculuğun ergime potası olan Atina’da konuştuğunda Tanrı’nın hem aşkınlığını hem de içkinliğini vurgulamaya özen gösteriyordu:
Dünyayı ve içindekilerin tümünü yaratan, yerin ve göğün Rabbi olan Tanrı, elle yapılmış tapınaklarda oturmaz. Herkese yaşam, soluk ve her şeyi veren kendisi olduğuna göre, bir şeye gereksinmesi varmış gibi O’na insan eliyle hizmet edilmez.
Elçilerin İşleri 17:24-25
Burada çok hassas bir denge söz konusudur. Pavlus gerçek Tanrı’nın, bizler O’nu zapt ederek kendi suretimizde yaratmaya çalışsak da, asla elle yapılmış tapınaklar içerisine hapsedilemeyeceğini vurgular. Aşkındır; ancak aynı zamanda bize soluk verendir. Bizlerden çok üstündür; ancak bununla birlikte onsuz soluk bile alamayız. Pavlus Kolose’deki yeni kiliseye yazdığı mektupta içkinlik temasına değinir:
Görünmez Tanrı’nın görünümü, bütün yaratılışın ilk doğanı O’dur. Nitekim yerde ve gökte, görünen ve görünmeyen her şey –tahtlar, egemenlikler, yönetimler, hükümranlıklar– O’nda yaratıldı. Her şey O’nun aracılığıyla O’nun için yaratıldı. Her şeyden önce var olan O’dur ve her şey varlığını O’nda sürdürmektedir.
Koloseliler 1:15-17 [vurgu tarafımdan eklenmiştir]
Pavlus burada İsa’nın Tanrılığına dair oldukça dikkate değer birtakım iddialarda bulunmaktadır. Yalnızca “görünmez Tanrı’nın görünümü” olduğunu iddia etmekle kalmayıp, İsa’nın bütün yaratılmış düzenin yaratılması sürecinde de rol oynadığını ve yaratılmış düzenin ancak İsa’nın etkinliği sayesinde mümkün olduğunu vurgulamaktadır. Bu olağanüstü iddia İbraniler’e Mektup’un yazarınca da yinelenir:
Bu son çağda da her şeye mirasçı kıldığı ve aracılığıyla evreni yarattığı kendi Oğlu’yla bize seslenmiştir. Oğul, Tanrı yüceliğinin parıltısı, O’nun varlığının öz görünümüdür. Güçlü sözüyle her şeyi devam ettirir.
İbraniler 1:2-3 [vurgu tarafımdan eklenmiştir]
Mesih’in tanrılığına dair iddialar konusundaki şahsi inançlarınız ne olursa olsun, bir yandan Kutsal Kitap metinlerini ciddiye alıp öte yandansa deist olmanız mümkün değildir. Tanrı evreni yaratırken ne ölçüde faal idiyse, bugünde yaratıcı faaliyetleriyle evrenin varlığını sürdürmesinde aynı ölçüde etkilidir. Yıldızlar, hayvanlar, atmosfer olayları, bitkiler, insan yaşamı, Güneş, bütün bunların varlıklarını sürdürüyor olmaları Tanrı’nın iradesini bu yönde kullanıyor olmasına bağlıdır; iddia edilen budur.
Ancak Kutsal Kitap’ta, Tanrı’nın yaratma faaliyetlerini evrende tamolarak nasıl işlettiğine dair bir kuram sunmaya yönelik herhangi bir girişimin olmadığını da belirtmek gerekir. Böylesi bir işleyişin karmaşıklığı ortadadır. Eğer Tanrı’nın fiziksel evrenle olan bağı bilimsel yollarlaanlaşılabilir olsaydı, bu durum Tanrı’nın fiziksel evrenin bir parçasıolduğu biçiminde yorumlanabilirdi. Böylesi bir ilişkinin varlığı, evrende görülen bir fiziksel varlığın diğer bir fiziksel varlığa olan etkilerini incelemek gibi bir durumun söz konusu olmasına neden olurdu. Ancak eğerTanrı evrenin aşkın yaratıcısı ise, böylesi bir senaryo mümkün değildir: Tanrı evreni yaratan sanatçıdır, evrenin bir öğesi değildir. Dolayısıyla Tanrı’nın evrenle olan bağı, bilimsel bir mesele değil varlıkbilimsel (ontolojik) bir meseledir ve doğa bilimlerinin dinin etkisiyle geliştiği yönünde iddialar içermeyen bir meseledir bu. Varlıkbilim, varlıklar arası ilişkilere dair olup, bilim alanında değil, fizik ötesi incelemeler alanında yer alır.
Tanrı’nın yaratılış çerçevesinde içkin olmasının ne anlama geldiğineışık tutacak benzetmeler yapmak oldukça güçtür, çünkü bu tür benzetmeler Tanrı’nın evrenin bir parçası olduğu yönünde yanlış izlenimler yaratabilir. Yine de kast edilenin bu olmadığını belirten bir “uyarı” yapıldığı takdirde, benzetmeler faydalı olabilir. Örneğin, Tanrı’nın evren çerçevesinde içkin olması durumu, Güneş ile yeryüzündeki biyolojik yaşam arasındaki ilişkiye benzetilmiştir. Yaşayan organizmaların hem kökeni hem de varlıklarını sürdürmeleri Güneş’in sağladığı enerjiye bağlıdır. Gerçi bu enerji karmaşık birtakım ikincil nedenler aracılığıylatoplanır ve yayılır. Ancak ilk neden, yani Güneş’in sağladığı enerji ortadan kalkacak olsa, biyolojik yaşam kısa süre sonra yok olur. Yani Güneş ile Dünya arasındaki ilişkide Güneş hem aşkındır (Dünya’da var olan her şeyden ayrı ve farklı oluşuyla), hem de sağladığı zengin biyolojik çeşitlilik bağlamında dünyaya içkindir.
Elçi Petrus ilk kilisenin kurulduğu dönemde şaşkın kalabalıklara seslenerek, “Yaşam Önderi’ni öldürdünüz, ama Tanrı O’nu ölümden diriltti” dediğinde oldukça farklı bir benzetme kullanmıştır (Elçilerin İşleri 3:15). Yazar benzetmesini, Tanrı’nın evren çerçevesindeki içkinliğini izah etmeye yönelik olarak kullandık daha önce de. Yazar kaleme aldığıoyun veya romandan bağımsızdır, ancak aynı zamanda ürettiği bu eser çerçevesinde içkin bir etkinliği de vardır. Donald MacKay ise bu benzetmeye getirdiği ve insanın özgür iradesini daha çok vurguladığı farklı bir yorumlamada, Tanrı’nın yaratma faaliyetlerini, değişen bir manyetik alanın etkisiyle yön değiştirerek televizyon ekranlarımıza yansıyan görüntüleri sağlayan düzenli elektron akışına benzetir. En sevdiğiniz TV dizisi izahat gerektirmez ve elektronlar veya manyetik alanlardan bahsetmenin bu diziye herhangi bir katkısı olmaz. Ancak netice itibariyle düzenli elektron akışı kesilecek olsa, sevdiğiniz bu dizi oturma odanızdaki televizyona ulaşamaz.
Arthur Peacocke da Tanrı’nın, bir senfoni veya füg yazan bir besteciye benzetilebileceğini ileri sürer.52Bu oldukça renkli bir benzetmedir,çünkü yaratıcının amaçlarının, parça çalındıkça adım adım belireceği yönünde bir anlayışı da barındırır. Müzik, birçok zaman beklenmedik sayılabilecek ve dinleyiciyi parçanın sonuna dek tahminlerde bulunmaya sevk eden ince değişimler içerir. Bir kompozisyon görkemli kadanslar, neşeli antraktlar ve hüzün yansıtan sessiz geçişler barındırabilir;ancak bu kısımların her biri, çalınan parçadan bağımsız olmakla beraber, ortaya çıkan seslerde içkin olan bestecinin yaratıcılığının eseridir.
Tanrı’nın yaratılış çerçevesindeki içkinliğine dair doğru bir anlayışaerişmenin, “Yaratılışçılığa” Kutsal Kitap ışığında getirilecek yorumlamaya önemli etkisi olacaktır. Günümüzden bir yüzyılı aşkın bir dönem önce bu durumun farkına varmış olan Aubrey Moore şöyle yazmıştır (1889’da):
Evrimin, bir kuram olarakgeçerliliğini doğrulayan bilimsel deliller, “özel yaratılış” kuramına kıyasla Hıristiyan inancına çok daha uygundur. Çünküevrim kuramı, Tanrı’nın doğada içkin olduğuna ve yaratma gücünün de her yerde ve her zaman etkin olduğuna işaret eder. Anlaşılan o ki, Tanrı’nın “süregelen müdahalesine” dayanan bir anlayışı savunarak evrim öğretisinekarşı çıkan kimseler, nadir müdahalelere dayanan bir kuramın, mütekabiliolarak düzenli bir yokluk kuramını gerektireceğini53fark edememiştir [vurgu tarafımdan eklenmiştir].
Hatta Moore, Tanrı’nın içkinliği öğretisinin Hıristiyan teolojisi içerisinde hak ettiği yere gelmesinde Darvinciliğin önemli katkısı olduğunu daöne sürmüştür:
Günümüzde asla kabul edilemeyecek bir anlayış varsa, o da Tanrı’nın dünyayı yalnızca ara sıra ziyaret ettiği yönündeki anlayıştır. Bilim, deistlerin Tanrısı’nı giderek daha fazla dışladı ve tam da bu Tanrı tümüyle reddedilecek gibiyken, Darvincilik ortaya çıktı ve düşman kılığına bürünmüş olsa dadostane işler yaptı… Tanrı doğanın ya her yerinde mevcuttur ya da hiç yoktur.54
Tanrı’nın yaratılış bağlamında kişisel doğası
Aslında Tanrı’nın yaratıcı olarak evrenle olan aşkınlık-içkinlik ilişkisinin, esas itibariyle nihai bir soyut zekâ formu veya bir çeşit göksel süperbilgisayar olan bir Tanrı’ya işaret ettiği iddia edilebilir. Ancak Tanrı’nın, yarattığı evren çerçevesinde hem aşkın hem de içkin olduğunun savunulduğu Kutsal Kitap anlayışıysa, söz konusu yaratan-Tanrı’nın kişiselbir Tanrı olduğu, dolayısıyla da bu Tanrı’nın yaratma faaliyetleri sayesinde var olan bir evrende kişilik sahibi canlıların olmasının beklenen bir durum olduğu doğrultusundaki savlarıyla öne çıkar.
“Kişisel bir Tanrı’ya” dair iddialara değindiğimizde, kaçınılmaz olarak insan yaşamından benzetmeler yapmak zorunda kalırız (insancı dil).Bir önceki bölümde işaret edildiği üzere bu pek de şaşırtıcı bir durum değildir aslında, çünkü “insancı dil” sahip olduğumuz tek dildir. Gündelik duyusal deneyimlerimizin ötesinde olan gerçekleri dil çerçevesinde tanımlamaya yönelik bütün girişimlerimiz, bu gerçeklere dair bir şeyi anlatmak üzere kullandığımız mecazi anlatımlar, benzetmeler ve şiirsel anlatımlarla doludur. Böylesi anlatımların tek alternatifi tamamen susmak olacaktır. “Kara delikler”, “bencil genler” veya “protein denatürasyonu” gibi ifadeler kullanıldığında, aslında çok karmaşık fiziksel fenomenler olan şeyleri tanımlamak üzere gündelik dilin sınırları zorlanmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz üzere, bilim alanında mecazi anlatımların kullanılması yasaklanacak olsa bilimsel araştırmaların yürütüldüğü laboratuarlar çok sessiz yerler olurdu. Tabii ki hiç kimse “kara deliklerin”, evinden çıkıp adımını attığı yolda karşısına çıkan deliklergibi olduğunu, “bencil gen” mecazının, genlerin bağımsız ve ben merkezli yaşamlar sürdürdükleri anlamına geldiğini veya “protein denatürasyonunun” bir proteinin kısmen ısıtıldığında orijinal doğasını tamamen yitirdiği (gerçekte proteinin birincil yapısı değişmez) anlamına geldiğini düşünmez. Yani bu mecazlar, olguları gündelik duyusal deneyimlerimiz bağlamında anlaşılır kılmak konusunda yetersiz kalır. Ancak bu mecazların hiçbiri tümüyle anlamsız değildir; her biri karşılık geldikleri olgular konusunda doğru bir şeyler yansıtır. Ancak çoğu zaman, gündelik iletişimlerimizde kullandığımız dilin çok ötesinde olan olguların tanımlanabilmeleri için bir dizi mecazın bir arada kullanılması gerekmektedir.
“Kişisel” bir Tanrı’dan bahsedildiğinde de benzer bir durum söz konusudur. Kutsal Kitap’ta, Yaradan Tanrı’yı kişisel bir varlık olarak resmetmek için bir dizi süslü söz ve mecaz kullanılmıştır. Yahudi tarihinin erken safhalarında Musa İsrail halkına şu hatırlatmada bulunur:
Ey akılsız ve bilgelikten yoksun halk? Sizi yaratan, biçim veren Babanız, Yaratıcınız O değil mi?
Yasa’nın Tekrarı 32:6
Ayrıca İbrahim’den de Tanrı’nın dostu diye bahsedilir (Yeşaya 41:8). Babalık ve dostluk olmak üzere bu iki temaya Eski ve Yeni Antlaşma boyunca sıklıkla rastlanır ve bu temalar Kutsal Kitap’ta yansıtılan Tanrı kavramının ayırt edici öğelerindendir. Eski Antlaşma’da Peygamber Malaki, Tanrı’nın babalığı ile yaratma faaliyetleri arasında belirgin bir bağ kurmuştur:
Hepimizin babası bir değil mi? Bizi yaratan aynı Tanrı değil mi?
Malaki 2:10
Yaratma işi ile babalık vasfı arasındaki bu bağ Yeni Antlaşma’da da yinelenir:
...bizim için tek bir Tanrı Baba vardır. O her şeyin kaynağıdır, bizler O’nun için yaşıyoruz. Tek bir Rab var, O da İsa Mesih’tir. Her şey O’nun aracılığıyla yaratıldı, biz de O’nun aracılığıyla yaşıyoruz.
1.Korintliler 8:5-6
İsa genel olarak hayvanların ne kadar değerli olduklarını, ardından da insanın ne denli değerli olduğunu vurgulamayı istediğinde, öğretisini gayrişahsi değil, kişisel bir Tanrı’ya dayandırmıştır:
İki serçe bir meteliğe satılmıyor mu? Ama Babanız’ın izni olmadan bunlardan bir teki bile yere düşmez. ...korkmayın, siz birçok serçeden daha değerlisiniz.
Matta 10:29-31
Kutsal Kitap’ta, Yaratıcı Tanrı’nın bir çeşit yarıtanrı veya evrenin yapısında gözlemlenebilen matematiksel zarafetin ardında yatan belirsiz birgüç olmadığı, dünyadan ayrı olmakla beraber dünyada etkin olan kişisel bir Tanrı olduğu açıkça belirtilmiştir.
Yaratılış Kitabı’nda geçen yaratılış öyküsü
Kutsal Kitap’ta, dünyanın ve dünyada gözlemlenen biyolojik çeşitliliğinaltı günde yaratılmasına dair sunulan öykü, bilindik bir öyküdür. Ancak ne şaşırtıcıdır ki, Kutsal Kitap’ın bu bölümüne atıfta bulunan kimselerinbirçoğu aslında söz konusu bölümleri asla okumamış, bu bölümlerde aktarılan öykünün hangi edebi türe dâhil olduğunu düşünmemiş, bu öyküyü aynı çağa ait diğer Yakın Doğu yaratılış öyküleri bağlamında değerlendirmeye çalışmamıştır. Burada bu hususlara dair kapsamlı bir değerlendirme sunmak amaçlanmasa da, söz konusu bölümlere dair ve bubölümlerin doğru kültürel ve teolojik bağlamda değerlendirilebilmeleriiçin aşina olunması gereken ilgili eserlere dair yüzeysel bir inceleme bile şu iki noktayı açıkça ortaya koyacaktır: Birincisi, Kutsal Kitap’ta geçen yaratılış öyküsü ile başka Yakın Doğu yaratılış öyküleri arasında birtakım şaşırtıcı paralellikler varsa da, Kutsal Kitap’ta geçen yaratılış öyküsü içten içe diğer öykülerden çok farklıdır; ikincisi bu bölümlere yaratılışçılarca getirilen yorumlamalarda, metinlerin anlamına ışık tutanaraştırmalar göz ardı edilmiştir.
Yahudi ve Hıristiyan Kutsal Kitap yorumcuları Yaratılış Kitabı’nın ilk bölümlerinde ancak orijinal bağlamlarında anlaşılabilecek mecazi anlatımların kullanıldığını, yukarıda bahsi geçen araştırmaların gerçekleştirilmesinden çok önce fark etmişti. Grek kilisesinin ilk döneminin önde gelen bilginlerinden olan Origen, Yaratılış Kitabı’nın ilk bölümlerinde geçen belirli bazı ifadelere İ.S. 231 yılında getirdiği yorumlamadaşöyle demiştir: “Kanımca bu ifadelerin, tarihsel anlatı kisvesi altında birtakım gizemlere işaret eden mecazi anlatımlar olduklarını hiç kimse inkâr etmeyecektir.”55Bir yüzyıl sonra ise Augustinus, büyük eseri Commentary on Genesis’te (“Yaratılış Üzerine” - yaklaşık İ.S. 391) şöyle yazmıştır: “Bir dizi olayın aktarıldığı bir anlatı söz konusu olduğunda, aktarılanların yalnızca mecazi anlatımlar mı oldukları, yoksa zamanında olup biten birtakım olaylara dair gerçekçi kayıtlar mı oldukları meselesinin cevaplanması gerekir. Hiçbir Hıristiyan söz konusu anlatının mecazi bir anlatım olarak yorumlanamayacağını söylemeye cesaret edemez.”56Dolayısıyla Augustinus yaratılış öyküsünde bahsi geçen günlerin belirli zaman dilimleri değil, evreni yaratan sanatçının öğretici bir yaklaşımla, yaratma sürecinde gerçekleştirdiği işleri aktarmak üzere canlıları sıraladığı bir dizi kategori olduklarını önermişti. Ne ilginçtir ki Augustinus kendi yorumlarını “Yaratılış Kitabı’nın Literal Anlamı” başlığı altında topladı. Gerçi yazılarında “literal anlamın” kendisi için metinleri yazan kişinin aktarmayı amaçladığı orijinal anlam olduğunu da açıkça belirtmişti. Metinlerin orijinal anlamlarına ulaşmanın kolay bir iş olmadığını ilk itiraf eden de kendisi olmakla beraber, öykülerin ana temaları bugün bizim için ne denli anlaşılır ise, Augustinus için de o denli açık ve anlaşılırdı. Gerçi geçtiğimiz yüzyılda YakınDoğu bölgesinde keşfedilen çivi yazıları bu temaları bizler için daha daanlaşılır kılmıştır.
Yaratılış Kitabı’nın ilk birkaç bölümü, iman atalarına, Mısır’dan çıkışa ve Sina Dağı’nda On Buyruk’un verilmesine dair bilgiler içeren veYahudi halkının ilk dönemlerine dair bir giriş niteliğinde olan kapsamlı teolojik bir deneme içerir. Yaratılış Kitabı, her biri “…öyküsü” şeklinde tanıtılan on kısma ayrılır. İkinci bölümün dördüncü ayetinde başlayan ilk kısımda, “göğün ve yerin yaratılış öyküsü” aktarılır. Dolayısıyla içeriği bakımından bu kısım, soy ağaçlarına değinilen daha sonraki dokuz bölümden ayrılır. İnsan türünün yaratılmasının fiziksel düzenin geri kalanının yaratılması bağlamında izah edildiği Yaratılış 1:1 - 2:3 ayetleri, daha sonra gelen bu on kısımlık anlatıya önsöz niteliğindedir.
Bana kalırsa bu bölümlerde geçen türde anlatıların bilimsel metinlermiş gibi yorumlanabilecekleri düşüncesi oldukça tuhaf bir düşüncedir. Bir önceki bölümde de gördüğümüz üzere “çağdaş bilimler” denildiğinde, fiziksel dünyaya dair izahatlar sunma yetenekleri bağlamında giderek daha karmaşık haritalar sağlayacak sınanabilir kuramlar üretmeye yönelik bir program anlaşılır. Yaratılış Kitabı böyle bir program sunmaz, daha ziyade dünyada geçerli olan düzene dair teolojik bir izahat ve insanın bu düzen içerisindeki yeri ve amacına dair temel bir anlayış sunmaya çalışır. Yaratılış Kitabı’na egemen olan teolojik anlayış yüzyıllar içerisinde Batı düşüncesine öylesine derinden ve köklü biçimde nüfuz etmiştir ki, bu teolojik anlayış çerçevesinde iletilen mesajın, aynı çağda verilen diğer edebi eserlerde savunulan dünya görüşlerindenne denli farklı olduğunu anlamamız neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Ancak neyse ki Enuma Eliş (“Yaratılış Destanı”), Gılgamış Destanı, Atrahasis Destanı, Sümer tufan öyküsü gibi bazı kapsamlı Mezopotamya yaratılış öyküleri (ayrıca bölük pörçük başka birtakım öyküler) günümüze dek ulaşmıştır.57
Kral Asurbanipal’in Ninova’da bulunan büyük kütüphanesinden gelen ve İ.Ö. yedinci yüzyıla dayanan Enuma Eliş, keşfedilen ilk Mezopotamya yaratılış öyküsüdür ve içerdiği ilk iki kelimeden (“Yukarıda iken”) yola çıkılarak bu isimle anılmıştır. Ancak bu destan, daha sonraları keşfedilen başka çiviyazısı metinlere kıyasla daha ileriki tarihlerde yazıya geçirilmiştir. Bu metinlerin büyük çoğunluğu, iki bin yıllık antikdönem boyunca Yakın Doğu bölgesinin en geçerli uluslararası dili olan Akaçta dilinde yazılmıştır. Bugünkü Suriye devletinin Akdeniz sahil şeridi bölgesinde bulunan Ugarit antik yerleşke/kentinde de Ugarit dilinde yazılmış başka önemli metinler keşfedilmiştir. Yakın Doğu bölgesinde destanların metne aktarılmasında kullanılan bir diğer dilse, İ.Ö. birinci bin yıllık dönemde yaygınlaşan ve İsrail’in kuzeyinde yer alan şehir devletlerince kullanılan Aramice’dir. İbranice gibi bu diller de Sami dillerindendir, dolayısıyla Yaratılış Kitabı’nda kullanılan metin ve düşünce biçimlerine ışık tutan değerli kaynaklar sağlarlar.
Aslında Yaratılış 1:1 ila 2:3 ayetleri bir bakıma, İ.Ö. 500 ila 2000 yılları arası dönemde Yakın Doğu bölgesinde yaygın olan Babil ve Sümer yaratılış öykülerine yönelik iğneleyici, hatta yer yer alaycı eleştiri yazıları olarak da algılanabilir. Bu açıdan bakıldığında söz konusu ayetler geleneksel teolojik bir anlatıdan ziyade, bir Private Eyedergisinde yayınlanabilecek türde bir rapor izlenimi verir. Bu ayetlerde çağın işe yaramaz tanrıları ve hurafeleri hicvedilir, günümüzün gazetelerinde halen yer bulabilen astroloji tahminlerinin, bu tahminleri hazırlayan kimseler için kârlı girişimler olmalarını sağlayan “kadercilik anlayışına”sert eleştiriler yöneltilir, böylece gök cisimlerinin gücüne olan inanç yerilir.
Bu ayetlerin edebi açıdan oldukça oturaklı oldukları söylenebilir. Yerin “başlangıçta” boş olduğu, “boş ve şekilden yoksun” anlamına gelen renkli bir yankı kelime örneği olan İbranice tohu bohu ibaresiyle ifade edilir. Yani Tanrı’nın yaratma faaliyetleri aracılığıyla doldurulmayı bekleyen bir boşluk ve düzensizlik mevcuttu. Bölümün geri kalanındaysa, Tanrı’nın bu boşluğu nasıl yapılandırdığını ve düzenlediğini anlatmak üzere bir dizi edebi anlatım biçimi kullanılır. Yedi rakamına karşı bir hayranlık söz konusudur; bu rakam Kutsal Kitap metinlerinde düzen, mükemmellik ve eksiksiz olma durumunu yansıtmak üzere sıklıkla kullanılır. Ayrıca yedi rakamı bu ayetlerde Yahudi Şabatı’na dair öğretici bir bilgi niteliğini de taşır. Üstelik Yaratılış 1’in İbranice orijinalinde her bir ayet yedi ve yedinin katları kadar kelime içerir; ilk ayet yedi, ikinci ayet on dört kelime içerir, bölümün sonunda 2:1-3’te yer alan özetse otuz beş kelimeden oluşur. Söz konusu ayetlerde “Tanrı” kelimesi otuz beş kez (5 x 7) geçer, “yeryüzü” ve “gökkubbe” kelimelerinin her biriyse yirmi bir kez geçer (3 x 7).58Tanrı’nın tohu bohu’ya getirdiği düzen, yedinci günde Şabat dinlencesiyle son bulan altı günlükyaratma süreci kapsamında daha ayrıntılı olarak anlatılır.
Ayrıca altı günlük yaratma süreci, bir ila üçüncü günlerde gerçekleşen yaratma faaliyetleriyle dört ila altıncı günlerde gerçekleşen yaratmafaaliyetleri arasında simetrik bir karşılıklılığı mümkün kılacak biçimdedikkatle düzenlenmiş edebi bir yapıyla aktarılır. Birinci günde ışık, ikinci günde gök, üçüncü gündeyse tüm bitki örtüsü de dâhil olmak üzere kara yaratılmış, böylece bir ila üçüncü günlerde, yaratılan düzeninbir özeti sunulmuştur. Müteakiben dördüncü günde gündüzü geceden ayıracak ışıklar yaratılmış, beşinci günde sular ve gök canlılarla doldurulmuş, altıncı gündeyse yeryüzü canlılarla doldurulmuştur; böylece dört ila altıncı günlerde de daha önce özet olarak anlatılan yaratılış sürecinin ayrıntıları verilmiştir. Altıncı günde Adem’in, yani yaratılmış düzene egemen olmakla görevlendirilen insanın yaratılmasıyla da yaratılış haftası doruk noktasına ulaşır (1:26-28). Yaratılış Kitabı’ndaki ilk kullanımı bağlamında Adem kelimesinin erkek ve kadın olmak üzere insanlığın genelini kast eder biçimde kullanıldığı açıktır (1:27).
Yaratılış öyküsünün ilerleyen bölümlerinde, Ademkelimesinin, insanlığın tümünü veya “kadından” ziyade “erkeği” tanımlamak üzere, yahut da belirli bir kişinin ismi olarak çeşitli anlamlarda kullanıldığı görülür. Yaratılış 2 ve 3’te, harfitarif (belirli nesne “the” veya “Ho”) kullanılarak aktarıldığı için kadından ziyade erkeği tanımlamak üzere kullanıldığı açıktır, çünkü İbranice’de kişi isimlerinin önünde harfitarifkullanılmaz.59Ademkelimesi Yaratılış 4:25’e değin harfitarif kullanılmaksızın belirli bir kişiyi tanımlamak üzere kullanılmaz. Ancak bu bölümler boyunca İbranice’de erkeği tanımlamak için daha yaygın olarak kullanılan iŝkelimesi yerine Ademkelimesinin kullanılmış olmasının, belirli teolojik bir hususa dikkat çekmek için yapılmış bilinçli birtercih olduğu açıkça belirtilmektedir. Adem kelimesi, toprak anlamına gelen İbranice adamahkelimesini andırır ve bu benzerlikten yola çıkılarak yapılan kelime oyunu 2:7 ve 3:19’da açıkça görülür. İnsan topraktandır, dolayısıyla toprağa dönecektir. Dahası erkek için kullanılan en yaygın İbranice kelime olan iŝkelimesi de Eski Antlaşma boyunca “kâhin” (Levililer 21:9), “yönetici” (Mısır’dan Çıkış 2:14) ve “yiğit” (Yoel 2:7) gibi unvanlara karşılık olarak kullanılır. Hess’in işaret ettiği üzere, “erkek” anlamına gelen bir kelimenin bir yer adından önce kullanılması “İ.Ö. ikinci bin yılda bir kentin veya başka bir yerleşim biriminin hükümdarından bahsedilirken başvurulan bir yöntemdi. Örneğin,İ.Ö. 14’üncü yüzyılda Amarna bölgesindeki yazışmalarda Kumidi Kenti’nin yöneticisinden ‘Kumidi’nin adamı’ şeklinde bahsedilir.”60Nitekim öyle görünüyor ki Ademkelimesi, yalnızca insan türünün topraktangelme olduğunu vurgulamak üzere değil, Adem’in adamah’a karşı bir sorumluluğu olduğunu, yani ona “bakması, onu işlemesi” (2:15) ve adamah’tan gelen tüm hayvan ve kuşları adlandırması (2:19-20) gerektiğini de hatırlatmak üzere seçilmişti. Adem “yeryüzünden sorumlu olan adamdı”, Tanrı’nın yeryüzündeki bekçisiydi.
Yaratılış Kitabı’nın ilk bölümleri ile aynı döneme ait Mezopotamyave Mısır yaratılış öyküleri arasında var olabilecek olası bağlar çokça tartışılmıştır. İ.Ö. 1800 yılına gelindiğinde Babil uygarlığına ait yazılı eserler batıda Kapadokya’ya (günümüz Türkiyesi’nin sınırları içerisindekalan) kadar ulaşmışlardı. Yine günümüzde Türkiye sınırları içerisindeyer alan antik Hitit medeniyetinin başkenti Hattuşaş’da da Babil dilindeyazılmış bir dizi belge keşfedilmiştir.61Yakın Doğu bölgesinde, özellikle Amarna döneminde (İ.Ö. 15’inci yüzyıl sonları) çivi yazısı metinlerinyaygın dolaşımı söz konusuydu. Nuh ve Tufan öyküsünde konu edilen olayların, Gılgamış ve Atrahasis destanlarında da benzer olayların aktarılıyor olması dolayısıyla, daha önceden var olan birtakım kaynaklaradayanıyor olabilecekleri kabul edilir. Ancak Yaratılış Kitabı’nın ilk birkaç bölümünde geçen yaratılış öyküsününse bugüne dek gün yüzüne çıkarılmış bir “ortak” kaynağa dayandığına dair herhangi bir bulgu söz konusu değildir. Anlaşılan o ki, Yaratılış Kitabı’nın yazarı, o dönemde kabul gören yaratılış öykülerinin ana temalarına aşinaydı ve bilinçli olarak bu temaları alaya alıyor, böylece günümüze dek ulaşan çivi yazısı formundaki Mezopotamya ve Mısır yaratılış öykülerindekinden çok farklı bir teolojik yorumlama sunabiliyordu. Gerçekten de daha önce debelirtildiği üzere, öyle görünüyor ki, Yaratılış Kitabı’nın yazarı, dönemin Yakın Doğu medeniyetlerinde yaygın kabul gören diğer yaratılış hikâyelerini çürütmekten özel bir zevk alıyordu. Ayrıca Yaratılış Kitabı’nda geçen öykü ile aynı dönemde yaygın olan diğer yaratılış destanları arasında benzerliklerden ziyade farklılıklar daha çarpıcıdır.
Birincisi, Yaratılış Kitabı’nda geçen öykü, tek tanrılı bir inancı savunuyor olması bakımından çarpıcıdır. Diğer yaratılış destanlarıysa çoktanrılılık ortak paydasında buluşur ve bu destanlarda tanrılar yaratma faaliyetlerini gerçekleştirirken birbirleriyle çekişir ve mücadele eder.Yaratılış Kitabı’nda Tanrı her şeye gücü yeten olarak yansıtılır ve sadece Tanrı buyurduğunda isteği gerçekleşir. Destanlarda, sıklıkla altı çizildiği üzere, tanrılar insanın benzerliğinde tasarlanmıştır. Hâlbuki Yaratılış 1’de, insan Tanrı’nın benzerliğinde yaratılmıştır. Örneğin, EnumaEliş’de, bütün tanrıların atası olduklarına inanılan Apsu ve Tiamat’ın soyundan gelen, insana benzeyen ve insan giysilerini andıran giysilerleörtünen tanrı ve tanrıçalar resmedilir. Bu tanrıların yiyecek, içecek ve uyku ihtiyacı gibi aslında insanlara has olan ihtiyaçları da vardır. Gılgamış destanında tufandan kurtulanlar şükran sunusu sunduklarındaşöyle diyorlardır:
Tanrılar kokuları duydular,
Tanrılar hoş kokuları duydular
Tanrılar sinekler gibi üşüştüler sunuların üzerine.
Levha XI
Atrahasis destanına göre, tanrıların insanlık üzerine tufan da dâhil olmak üzere her türlü hastalık ve cezayı gönderecek kadar öfkelenmelerinin ardında, yarattıkları insanların yaptıkları gürültü dolayısıyla uyuyamıyor olmaları yatıyordu.62Bu yaratılış öykülerinde tanrılar arasında çıkan savaşlardan da bahsedilir. Örneğin, Ea adlı tanrı, Apsu adlı tanrıyıöldürür ve cesedinden yararlanarak karaları taşıyacak olan yeraltı denizini oluşturur. Yaratılış Kitabı’nda böylesi olaylara hiç rastlanmaz.
İkincisi, Yaratılış Kitabı’ndaki öyküde Tanrı, hem yaratma işini tümünü gerçekleştirir, hem de insanın fiziksel ve ruhsal ihtiyaçlarını karşılar. Destanlarda ise insan, tanrılara kölelik etmek üzere yaratılmıştır. Enuma Eliş destanına göre bir grup tanrı diğer bazı tanrılara başkaldırır ve mağlup edilir, ceza olarak da hapsedilir ve galip gelen tarafahizmet etmeye zorlanır. Ancak galip gelen tanrılardan olan Marduk, mağlup edilen tanrıları bu hizmet görevinden azlederek, galip tarafa hizmet etmek üzere insanı yaratmaya karar verir. Bu doğrultuda, başkaldıran tanrıların elebaşı konumunda olan Kingu öldürülür, atardamarları kesilir ve akan kanından insan yaratılır. Atrahasis destanında da insanın yaratılması benzeri bir sebebe bağlanır:
Rahim tanrıçası Belet-li huzurda –
Ölümlü insanı yaratsın tanrıça
Tanrıların boyunduruğunda olsun insan…
Tanrıların yükünü sırtlansın!63
Buna karşılık Yaratılış Kitabı’nda erkek ve kadın köle olarak değil, yaratılmış düzene egemen olmak gibi, kendi esenlikleri için verilmiş önemli bir sorumlulukla yaratılır (1:29-30). Mezmur yazarı bu durumu şöyle ifade eder:
Yeri göğü yaratan Rab
Sizleri kutsasın
Göklerin öteleri Rab’bindir,
Ama yeryüzünü insanlara vermiştir.
Mezmur 115:15-16
Üçüncüsü, Yaratılış Kitabı’nın ilk birkaç bölümünde, Mezopotamya yaratılış öykülerinde rastlanmayan türde etik ve ahlâki öğeler vardır. Her bir yaratma eyleminden sonra, toplamda yedi defa olmak üzere, “Tanrıbunun iyi olduğunu gördü” ibaresi geçer (4, 10, 12, 18, 21, 25 ve 31’inci ayetler). “Madde” özünde kötü değildir, Tanrı tarafından yaratılmış ve onaylanmıştır. Burada, ruhsal olanın maddeden daha üstün olduğu yönündeki Platoncu anlayışa rastlanmaz. İnsan türünün yaratılması süreci çarpıcı derecede dünyevi ve maddeci bir yaklaşımla aktarılır. İlk insanın Adem ismiyle anılması alabildiğine dünyevi bir anlayışa işaret eder! Yaratılış Kitabı’nın henüz başlarında, ikinci bölümde, Ademsöz dinlemek veya dinlememek arasında ve iyi ile kötü arasında seçim yapmak durumunda kalır. Kötülük yolu Tanrı’nın buyruğuna tümüyle ters düşer. Babil destanlarındaysa tanrılar da insanlar kadar yozlaşmıştır.
Enuma Eliş’te baş tanrı olarak tanıtılan Marduk, asi tanrıça Tiamat’ı mağlup eder, topuzuyla kafatasını çatlatır, atardamarlarını keser ve ikiye ayırdığı devasa bedenini kullanarak evreni yaratır. Cesedin biryarısıyla göğü, diğer yarısıyla da yeryüzünü yaratır.64Dünyanın bu şekilde bir cinayet aracılığıyla yaratılması gidişatın ne yönde olacağına dair fikir verir. Tanrılar büyük ölçüde bir grup cani katil gibi davranmayı sürdürür, çok gürültü çıkarmaları gibi basit sayılabilecek suçlar nedeniyle insanları korkunç belalarla cezalandırır ve onları köleleri olmaya zorlar. Babil kaynaklı diğer bir destanda aktarıldığı üzere:
İnsanın yaratıcısı olan, eskilerin kralı Narru; yaratıldıkları kilden çalan devasa Zulummar ve onları tasarlayan hanım kraliçe Mama, insana sapkınlıkla dolu bir dil, yalan ve dolan bahşetmiş ve onu ebediyen bunlara bağımlı kılmıştır.65
İnsan, Babil yaratılış efsanelerine göre tanrıların kanından yaratılmıştı. Dolayısıyla tanrıların doğasından nasıl arınabilirdi ki? Yaratılış Kitabı’na göreyse insan Tanrı’yla paydaşlık içerisinde yaratılmış, ama kendi ahlâki seçimi/tercihi dolayısıyla günaha düşmüştü. Babil efsanelerine göreyse insan ahlâken kusurlu olarak yaratılmıştı ve dolayısıyla günahadüşmesi söz konusu değildi.
Dördüncüsü, Mezopotamya yaratılış öykülerinde maddenin sonsuz olduğu anlayışı hâkimdir, halbuki Yaratılış Kitabı’na göre Tanrı bütün yaratılmış düzenin mutlak kaynağı olarak görülür. Enuma Eliş’te Apsu ve Tiamat, diğer tanrıların ataları olmalarının ötesinde, yaşayan varlıklar olarak ve evrende var olan her şeyin kaynağı olan yaratılmamış maddeler olarak sunulur. Apsu, “ilksel tatlı su okyanusu”, Tiamat da “ilksel tuzlu su okyanusu” olarak resmedilir; öyle ki, bu iki varlıkta madde ve ilahi ruh bir arada bulunur. İ.Ö. birinci yüzyılda yazan bir tarihçi olan Diodorus Siculus da, “Kildaniler dünyanın özünün ebedi olduğunu, başlangıcı olmadığını ve gelecekte yok olmasının söz konusu olmadığını savunur”66derken Babil kaynaklı bu anlayışı yansıtmış oluyordu. Buna karşılık Yaratılış Kitabı’nın en başında geçen, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı” ibaresi, her şeyin başında var olanın madde değil, Tanrı olduğuna işaret eder. Bu giriş cümlesinde ve Yaratılış Kitabı’nın ilerleyen bölümlerinde geçen İbranice barakelimesi, tam olarak“yoktan var edilme” anlamını taşıyor olmasa da, İbranice’deki kullanımı bağlamında Yaradan’ın özgür iradesini ve yetkesini vurgular niteliktedir.67Kutsal Kitap’ın diğer bölümlerinde de, Yaratılış Kitabı’nda geçen bu tür ifadeler, Tanrı’nın, var olan her şeyin ardında yatan yaratıcı güç olduğuna işaret eden ifadeler olarak yorumlanır. Örneğin, Yuhanna Kitabı’nın giriş bölümünde şunu okuruz:
Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı.
Yuhanna 1:1-3
İbraniler’e hitaben yazılan mektubun yazarı da benzer bir noktayı vurgular:
Evrenin Tanrı’nın buyruğuyla yaratıldığını, böylece görülenlerin görünmeyenlerden oluştuğunu iman sayesinde anlıyoruz.
İbraniler 11:3
Kutsal Kitap’ın hiçbir bölümünde, bir çeşit boşlukların Tanrısı’ndan, yarattığı evrenle ilgilenmeyen bir ev sahibi mahiyetinde olan bir Tanrı’dan veya yaratmaya yönelik girişimlerinde maddeye egemen olamayan bir Tanrı’dan bahsedilmez. Tanrı buyurur ve evren var olur. Tanrı konuşur, böylece yaratılmış düzen varlığını sürdürür, çeşitlenir ve muhafaza edilir.
Beşincisi, Yaratılış Kitabı’ndaki öyküde, Yakın Doğu bölgesinde genel olarak kabul gören, Güneş, Ay ve yıldızların ilahi doğaya sahip oldukları ve insan yaşamına uğursuz etkileri olduğu yönündeki inanış şiddetle eleştirilir. Mezmur yazarı da muhtemelen bu dünya görüşüne atfen şöyle bir vaatte bulunmuştur:
Senin koruyucun Rab’dir,
O sağ yanında sana gölgedir.
Gündüz güneş,
Gece ay sana zarar vermez.
Mezmurlar 121:5-6
Burada Tanrı’nın insana vaadi, onu güneş yanığından korumak değil, gök cisimlerinin kötü niyetlerinden kaynaklanan korkusunu yenmektir.Enuma Elişöyküsünde baş tanrı olarak sunulan Marduk doğduğunda, “güneş tanrısının oğlu, tanrıların güneş tanrısı” olarak anılır (Levha I). Öykünün devamında, Levha V’teyse Marduk, “Büyük tanrılar için makamlar yarattı; Zodyak işaretleri (burçlar) olmak üzere, benzerliklerinde yıldızları yarattı” denilir. Dolayısıyla yıldızların, Babil tanrı ve tanrıçalarının tümünü (panteon) temsil eden ilahi bir yansıma oldukları düşünülüyor ve Yakın Doğu görüşünde insanın kaderini belirlediklerine inanılıyordu.68Buna karşılık Yaratılış Kitabı’nda, gök cisimlerinin sözde ilahi kudretlerinden arındırılmaları için büyük çaba sarf edilir. Birinci günde “Tanrı ‘Işık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu” denilir ve burada güneşin lafı bile edilmez. Buna hiçe saymak denir! Ancak dördüncü güne gelindiğinde, göksel cisimlerin yaratılışına dair ayrıntılı ve kelimelerin özenle seçildiği bir açıklama sunulur. Bu açıklamayla göksel cisimlerin yaratılış sürecinde ikincil konumda oldukları vurgulanmış olur. Yaratılışın diğer öğeleri gibi, göksel cisimler de Tanrı sözü aracılığıyla yaratılmıştır; Tanrı’nın belirleyiciliğinden bağımsız hareket etmelerine imkân tanıyacak kendilerine has güçlere sahip değildir bu varlıklar. Yaratılış Kitabı’nın yazarı Güneş ve Ay’dan bahsettiğinde, bu gök cisimlerinin, Güneş tanrısı Şamaş veya Ay tanrısı Yarih’le ilişkilendirilmelerine neden olabilecek İbranice isimler yerine, “Büyüğü gündüze,küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışık” tanımlamasını kullanmayı yeğlemiştir (16. ayet).69Güneş ve Ay’ın “mevsimleri, günleri, yılları”gösterecek belirtiler sağlamakla görevli olacakları vurgulanır (14-15. ayetler); yani dönemin Mezopotamya edebiyatında atfedilen yüksek mertebelere kıyasla oldukça önemsiz bir konuma yerleştirilir. Bu ayetlerde Güneş ve Ay’dan bahsedilirken kullanılan İbranice “ışık, şamdan”kelimesi, Yahudi tapınma çadırının kutsal yerinde kullanılan şamdan için de kullanılan kelimedir; yazarın bu kelimeyi tercih ederek, Tanrı’nın böylesi göksel ışıkları kullanarak günler ve mevsimler çerçevesinde sağladığı düzenin, tapınma çadırında geçerli olan (yine Tanrı’nın belirlediği) düzenle paralellik arz ettiğine işaret ediyor olması olasıdır. Yıldızlar, insan yaşamına herhangi bir etkilerinin olmaması bir yana dursun, adeta sonradan düşünülüp yaratılmışlardır: “…ve yıldızları yarattı” (16. ayet). Burada yıldız falcılarını teşvik edecek bir şey söylenmez; kaldı ki onlar da Kutsal Kitap’ın ilerleyen bölümlerinde KutsalKitap peygamberlerince alay konusu edilir (örn. Yeşaya 47:12-14). Gök cisimlerinin uğursuz etkileri olduğu yönündeki batıl inançlar günümüzde bile bütünüyle bertaraf edilebilmiş değildir. Bu satırları yazdığım sırada Asya’nın büyük bir kısmında gözlemlenebilen tam bir güneştutulması yaşandı. Tutulmanın yaşandığı günün gazete haberlerinden birinde şöyle deniliyordu:
Uğursuz belirtiler karşısında yıldız falcıları ümitsizliğe kapılıyorlardı. Hindistan’ın korkunç olayların yaşanacağı bir dönemden geçeceğini ve ayın gölgesinde kalan insanların şanssızlıklar yaşayacaklarını ilan ediyorlardı. Yüz binlerce insan uğursuzluğun etkilerinden arınmak için kutsal nehirlereattı kendini. Hamile kadınlar, çocuklarının sakat doğmasına neden olacağı korkusuyla ayın gölgesinden kaçınmaya çalıştı ve milyonlarca insan yıldızfalcılarının öğüdüne uyarak tutulma sırasında yemek yemekten kaçındı… Bombay’da binlerce süt, ekmek ve yumurta dağıtıcısı, ayın gölgesinde kalmamak için dağıtımlarını daha erken saatlerde gerçekleştirdi.70
Altıncı olarak, yaratılmış düzenin, antik Mezopotamya ve Mısır medeniyetlerinin dünya görüşleri çerçevesinde, insan var oluşu bağlamında korkunç sayılan ve tehdit unsuru olarak görülen çeşitli öğeleri, YaratılışKitabı’nda, Tanrı’nın yarattığı evrenin bütün öğelerine egemen olduğunu göstermesine imkân tanıyan araçlar olarak sunulur. Örneğin, Yakın Doğu yaratılış destanlarının bazısında tanrılar “üstteki suları, alttaki sulardan” ayırmakta güçlük çeker; halbuki Yaratılış 1:6-10’da bu işlem tanrısal buyrukla kolayca gerçekleştirilir. Ugarit ve Babil kaynaklı efsanelerde baş tanrı denizi ancak mücadele verdikten sonra zapt etmeyi başarır. Yaratılış Kitabı’na göre ise, deniz en baştan itibaren Tanrı’nın kontrolündedir.71Yaratılış efsanelerinin çoğunda ejderhalar veya denizcanavarları tanrıların egemenliğini tehdit eden, dolayısıyla zapt edilmesi gereken rakip güçler olarak tanımlanır. Yaratılış 1:21’de bu “büyük deniz canavarları” tümüyle Tanrı’nın kontrolü altında kabul edilir ve tehdit unsuru olan efsanevi yaratıklar olarak değil, “sularda kaynaşan” varlıklar olarak görülür. “Büyük deniz canavarlarının” yaratılmasından bahsedilirken bara kelimesi kullanılır ve diğer deniz canlıları ve kuşlarla beraber bu yaratıkların da “iyi” oldukları vurgulanır (21. ayet).
Yedincisi, bir Babil geleneğine göre her ayın, yedinci, 14’üncü, 19’uncu, 21’inci ve 28’inci günü uğursuz sayılırdı,72hâlbuki Yaratılış Kitabı’nda yedinci günün Tanrı tarafından kutsanmış ve Tanrı’ya adanmış özel bir gün olduğu belirtilir (2:2-3). İsrailliler’in Şabat Günü olan bu yedinci gün büyük ihtimalle, Babilliler’in ay takvimine dayanandöngüsel geleneklerinin yerini almak üzere tasarlanmıştı. Şabat, uğursuzluklara gebe bir gün değildi, Yaradan tarafından kutsanan ve kutsal olarak belirlenen bir gündü. Ayrıca Atrahasis Destanı’nda aktarılanın aksine, Yaratılış Kitabı’na göre Tanrı, köle olarak kullanabileceği insanlara sahip olduğu için değil, yaratma işini tamamladığı için dinlendi.
Yaratılış Kitabı’nda aktarılan yaratılış öyküsünde dönemin Yakın Doğu medeniyetlerinde baskın olan dünya görüşlerine yöneltilen eleştirilere dair bu kısa inceleme yetersizdir muhakkak; bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyen kimseler referans verilen kaynaklara başvurmalıdır. Ancak Yaratılış Kitabı’na yaratılışçılarca getirilen yorumlamanın ve antik Yakın Doğu edebiyatının incelikleri konusunda oldukça bilgisiz oldukları anlaşılan bilim adamlarınca yöneltilen eleştirilerin,kitabın yazarının yansıtmayı istediği anlamdan çok uzak anlayışlara neden olduğunu göstermeye yetecek ölçüde bilgi sunulmuştur. Böylesi eski metinlerin dilbilimsel ve kültürel bağlamlarından kopuk olarak incelenmeleri yalnızca anlamlarının çarpıtılmasına değil, daha da önemlisi, modern okuyucunun metinlerin can alıcı noktasını tümüyle gözden kaçırmasına neden olur çoğu zaman. Bu durum, hatalı teolojik ve bilimsel yorumlamalar gibi üzücü sonuçlar doğurur.
Modern çağda baş gösteren böylesi yanlış yorumlamalara rağmen, tarihsel açıdan bakıldığında Yaratılış Kitabı’nda sunulan yaratılış öyküsünün büyük ölçüde başarılı olduğunu söylemek mümkündür. Avrupa düşünce geleneğine, Yaratılış Kitabı’nda sunulan ve neticede baskınçıkan yaratılış öyküsü değil de Antik Mezopotamya yaratılış öyküleri egemen olmuş olsaydı, modern bilimin gelişimi çok daha yavaş bir süreç olurdu. Evreni yaratan tanrıların, doğal dünya üzerinde çok sınırlı kontrole sahip kaprisli ve kavgacı tanrılar oldukları yönündeki inancın,fiziksel dünyanın özelliklerinin araştırılmaya değecek kadar tutarlı ve tekrarlanabilir olduğuna dair bir umudun yeşermesine ön ayak olması pek olası değildir. Ayrıca bu dünya görüşünden yola çıkılarak böylesi bir dünyanın özelliklerini tanımlayacak doğa yasalarının geliştirilmesi de olası değildir. Birtakım sonsuz madde formlarının tanrıların ve insanların iradesine karşı korkunç bir direnç gösteriyor olması da araştırmaları olumlu yönde etkilemeyecektir elbette. Tanrıların kölesi olan insanların doğal düzenin özelliklerini araştırmaya yönelik girişimlerini,uğursuz etkileriyle sekteye uğratan Güneş, Ay ve yıldızların kötü emelleri de işleri kolaylaştırmayacaktır. Yaratılış Kitabı’nda yer alan yaratılış öyküsünde bilimsellik söz konusu değildir, ancak bu öyküde yansıtılan dünya görüşü Avrupa tarihinin kritik bir döneminde geniş çapta kabul görmüş olmasa, bilim kurumunun ilk evrelerinde gözlenen hızlı ve etkili gelişim mümkün olmazdı büyük olasılıkla.