Tanrı meminin mem havuzundaki varlığını sürdürebiliyor olması, psikolojik açıdan çekici bir mem olmasından kaynaklanır. Var oluşa dair derin ve endişe yaratan sorulara yüzeysel olarak tatmin edici cevaplar sunar. Bu dünyadaki haksızlıkların öteki dünyada hesabının sorulacağı inancını barındırır. “Sonsuz kollar” yetersizliklerimizde bize destek çıkar, doktorun verdiği plasebo ilaç gibi olsa da, hayal gücünü geliştirmesi bakımından oldukça etkilidir.34


Bilimsel kuramların gelişiminde benzetmelerin genellikle olumlu etkilerinin olduğu şüphesizdir (özellikle de biyoloji alanında), ancak bir benzetmenin ne kadar faydalı olduğu da, belirli bir sorun konusunda neölçüde yeni bir anlayış sağladığı veya belirli bir kuramın sınanması içinbaşvurulabilecek yeni yöntemler sunup sunmadığından yola çıkarak belirlenebilir. Bu bağlamda “mem” benzetmesinin başlıca iki kusuru vardır: Birincisi doğru olmaması, ikincisiyse faydalı olmamasıdır.

Birinci kusura değinecek olursak; fikirler ve inançların genlerle benzer biçimde aktarıldıkları düşüncesi düpedüz yanlıştır. Genler kromozomlara işlenmiş DNA dizileri aracılığıyla aktarılır. Fikirler ve inançların aktarılmasıysa sözlü, resimli veya yazılı iletişim aracılığıyla gerçekleşir ve DNA kopyalanmasından tamamen farklı bir süreçtir bu. Birincibölümde belirtildiği üzere, sahip olduğumuz inançların çoğunu çocukluk dönemimizde, üzerinde pek fazla düşünmeden benimseriz, ancak yaşamımızın ilerleyen yıllarında bu inançları gözden geçirebilir, tartabilir ve arzu ettiğimiz takdirde değiştirebiliriz. Genetik kalıtımımız ise çok farklı bir husustur, çünkü bu kalıtıma pek fazla müdahale etmemiz mümkün değildir. Elbette insan toplulukları içerisinde fikirler arası bir mücadele yaşandığı, gen havuzunda da genler arasında benzer bir rekabet yaşandığı yönündeki saçma sayılabilecek benzetmeyi de unutmamalı; işin aslı şu ki, genler arasındaki rekabete sebep olan işleyişler ile fikirler arası rekabeti doğuran etkenler öylesine farklıdır ki, böylesi bir benzetme oldukça abes kaçar.

Dawkins’in “mem” benzetmesinin neden faydasız olduğuysa, yukarıda “kişisel huzura dayalı bir argüman” savlamasına yönelik olarak sunulan eleştiriden çıkarsanabilir. Eğer bu benzetme doğruysa, “Tanrı memi” bir virüs gibi yayılabildiği, örneğin, ebeveynlerden çocuklara aktarılabildiği takdirde, “ateizm memi” de aynı ölçüde etkin biçimde aktarılabiliyor olmalı. Hatta “memlerin, inançların aktarımı sürecini gerçekçi biçimde yansıtan benzetmeler olduklarına inanma meminin” bile aynı ölçüde etkili biçimde aktarılabilmesi mümkün olmalı. Düşünceler böylesine otomatik biçimde aktarılıyor olsa, hiçbirinancın mantıklı biçimde doğrulanamayacağı ortadadır. Yani bu benzetme de “kişisel huzur” benzetmesi gibi kısır bir benzetmedir. Bir yere varmaz bu benzetme; dolayısıyla görmezden gelmek en doğrusu olacaktır.

Evrenin fiziksel sabitlerinin ince biçimde ayarlanmış olmalarının, buevrenin bilincinde olan insanların ve küresel bir olgu olan dinsel inanç olgusunun varlığının, teist bir dünya görüşüne uygun düştüğünü öne sürdük. Müzik ve sanat eserlerinin var olmasının ve bu eserlere ilgi duyuluyor olunmasının da bu dünya görüşüyle uyuştuğu sıklıkla vurgulanmıştır. Bugünkü anlamıyla müzik ve diğer sanat eserleri, evrimsel tarihimizin çok geç safhalarında ortaya çıkmıştır; dolayısıyla biyolojik evrime bir etkilerinin olmuş olması mümkün değildir. Ayrıca en ateşli sosyobiyolog bile, Beethoven yerine Brahms dinlemenin üreme organlarının verimini artırdığı yönündeki bir önermeyi reddedecektir büyük olasılıkla. Eğer evren, ateizmde öne sürüldüğü gibi nihai bir amaçtan yoksun ise, evrensel bir deneyim olan, önemli müzikal eserlerin veya benzeri türde insan üretisi eserlerin etkisinde kalma durumunu açıklamak çok zor olur. Çoğu kimseler yaşamlarının bir bölümünde, bazı kimselerse daha büyük sıklıkla yoğun aşkınlık duyguları hisseder. Genellikle sanat eserlerinin yarattığı etkilerdir bu tür hisleri tetikleyen. Gerçi doğal dünyada edinilen deneyimler de benzeri hisleri tetikleyebilir. Üniversitede okurken ateist bir arkadaşım vardı. Hafta sonları dağa tırmanırdı. Bir cuma günü İskoçya’da bulunan Skye dağlarına tırmanmaya gitmişti. Pazar günü üniversiteye döndüğünde teist olmuştu. Bu inanç değişikliğinin ardında, hafta sonunda Tanrı’nın varlığına dair çok ikna edici bir savunma işitmiş olması değil, kendisinin ifade ettiği üzere, böylesi çarpıcı bir doğal güzelliğin doğal düzenin ötesinde bir gerçekliğin varlığına işaret etmediğine inanmayı sürdüremeyeceğini fark etmiş olması yatıyordu. Doğa ve sanat eserlerinden kaynaklanan böylesi deneyimler, insan yaratıcılığının, Tanrı’nın yaratıcılığının solukbir yansıması olduğu yönündeki inancı barındıran teist dünya görüşüyle daha uyumludur. Çünkü ateist dünya görüşünde bu tür deneyimler oldukça tuhaf ve ayrıksı kabul edilir.

Tabii ki bu argümanların her biri geliştirilebilir, tartışılabilir ve uzun uzadıya eleştirilebilir. Burada ele alınmalarının nedeni, fizik ötesi “modeller” veya “dünya görüşlerinin”, bilimsel verilerin değerlendirilmesinde başvurulan tarzda savlamalar ve karşıt savlamalardan pek de farklı olmayan mantıklı argümanlar aracılığıyla sınanabileceklerini göstermektir. Değerlendirme aracılığıyla şu soru sorulur: Önerilen model ile en uyumlu olan gözlemler veya veriler hangileridir? Ayrıca, değerlendirilen model ile uyumlu olan çok sayıda gözlem mevcutsa bile, tutarlılığını şüpheli kılacak ölçüde modele ters düşen herhangi bir gözlemvar mıdır? Bu husus aşağıda “çürütme” başlığı altında daha ayrıntılı olarak incelenecektir.


3. Aklıselim/Aklın yolu


Bilim kurumunun, aslında herkesin normal terminolojiyi kullanarak tanımlayabileceği şeylerin bilim adamları tarafından özel terminolojilerletanımlanmalarına dayanan, ama büyük ölçüde aklıselimin egemen olduğu bir kurum olduğu düşünülür çoğu zaman. Felsefeci ve matematikçi Alfred North Whitehead de şöyle iddia etmiştir: “Bilimin temelinde aklıselim görüşe dayanan bir düzen yatar.” Lewis Wolpert ise oldukça ikna edici biçimde, bilimin “aklıselime” dayandığı düşüncesinin büyük oranda hatalı olduğunu ve bilim adamlarının edindikleri veriler dolayısıyla birçok zaman aklıselime ve sezgiye aykırı sayılabilecek kuramlarainanmak durumunda kaldıklarını savunmuştur.35Şaşırtıcı bilimsel atılımlarda “yanal düşünceler” önemli rol oynar genellikle. Yanal düşünceden kastedilen şey, o güne dek kimsenin inanmadığı veya düşünmediği bir şeyleri tasavvur edebilme yetisidir. Moleküler biyoloji uzmanı Sydney Brenner, Nobel ödülü sahibi diğer bir bilim adamı olan Francis Crick ile aynı ofiste geçirdiği yirmi yıllık dönemden bahsederken şöyle der:


Aklımıza geleni söyleyebiliyorduk; böyle bir kuralımız vardı. Sohbetlerimizin büyük çoğunluğu saçmalıktan ibaretti. Ancak ara sıra sohbetlerimizde ortaya atılan yarım yamalak fikirlerden birinin kayda değer kabul edilipdaha zarif bir dille kuramlaştırıldığı da oluyordu. Sanırım ürettiğimiz güzelfikirlerin çoğunun temeli bu çılgınca sohbetlerimizde atılıyordu. Ama birbirimizi, bugüne dek asla gün yüzü görmemiş birtakım kuramlar konusunda ikna ettiğimiz de oldu… Gerçekten uçuk kaçık kuramlardı bunlar.36


Tutarlılık” alt başlığını taşıyan bir bölümün hemen ardından böylesine uçuk bir bilimsel yaklaşımdan bahsetmek tuhaf olabilir. Ancak alıntıda göze çarpan “anarşi” durumunun aslında yeni ve farklı fikirlere karşı bir açık görüşlülük, daha önce inanılmamış bir şeye inanabilme ya da birtakım eski verilere yeni bir gözle bakabilme durumu olduğunu davurgulamak gerekir. Bu açık görüşlülük, ortaya atılan yeni düşüncelerindoğrulanması veya çürütülmesi için yapılması gereken zahmetli deneylerin gerekliliğini ortadan kaldırmaz, ancak düzenli olarak yeni fikirler ortaya atılıyor olmasa, bilim kurumu verimliliğini yitirir, kısırlaşır.

Değerlendirilen verilerle en iyi örtüşen yeni bir kuram kimi zaman aklıselime aykırı olabilmektedir. Newton’un da çekim kuvvetinin doğasına değinirken yazdığı üzere:


Cansız kaba bir maddenin, maddesel olmayan başka bir etkenin müdahalesiolmaksızın kendisi gibi bir başka maddeyi, fiziksel temasta bulunmadan etkileyebilmesi anlaşılmazdır… Yerçekiminin maddenin doğal, içsel ve esasbir özelliği olması, öyle ki bir cismin uzaktaki bir cismi, aralarındaki boşluğa rağmen ve başka bir unsurun aracılığı olmaksızın etkileyebilmesi… banakalırsa, felsefi anlamda yeterli bir anlayışa sahip hiçbir kimsenin asla aldanmayacağı bir saçmalıktır.37


Ancak imkânsız görünene inanma konusunda böylesine çekinceli olmasına rağmen, daha sonra şöyle der Newton: “Çekim kuvveti, belirli bir yasaya uygun biçimde sürekli olarak işleyen bir unsura bağlı olmalı, ancak bu unsurun maddesel mi madde dışı mı olduğunu okuyucuların takdirine bırakıyorum.” Tek makul evren anlayışı, cisimlerin aralarındaki büyük mesafelere rağmen birbirlerine güç uygulamalarına dayananbir evren anlayışı olduğu için, uygulanan bu güçlerin doğası tam olarak bilinmese bile bu güçlerin varlığına inanmak gerekiyordu. Tutarlı bir kuram geliştirmeye yönelik bir girişimin, aklıselime aykırı sayılabilecekbir inancın benimsenmesini gerektirmesine ilginç bir örnektir bu.

Günümüzde de evrenbilimcilerin, Büyük Patlama’nın sonrasındaki ilk saniyede evrenin durumunu tutarlı biçimde tanımlamaya yönelik arayışları sonucunda, evrenin bütün kütlesinin iğne deliğinden girecek ölçüde küçük bir noktada toplanmış olduğuna inanmalarını gerektiren bir kuram belirmiştir! Böylesi bir kuramın, aklıselime dayalı kıstaslardan yola çıkılarak geliştirilebilmiş olabileceğini iddia etmek gerçek dışıolacaktır. Wolpert’in de dediği gibi:

Bilim çerçevesinde geliştirilen fikirler de, bilimin icra edilmesinde benimsenen yöntemler de sezgiye ve aklıselime aykırıdır; kast ettiğim, bilimsel fikirlerin salt olguların incelenmesiyle edinilemeyecekleri ve bu fikirlerin çoğu zaman gündelik deneyimlerle çelişir görünebilecekleridir.38


Bu saptamaları abartmaktan ve farklı bağlamlara çekmekten kaçınmak gerekir. Wolpert, saçmalığa inanmamız gerektiğini söylemiyor burada,yalnızca bilimsel düşüncenin genel olarak gündelik yaşamlarımızda geçerli olan sıradan düşünce kalıplarından farklı olduğunu vurgulamaya çalışıyor. Sıradan düşünce kalıpları (aklıselim) bizatihi yanlış değildir, ancak bilimsel kuram için bir araç olamayacak kadar sınırlıdır.

Din için de benzer bir yargıya varmak mümkün müdür? Kanımca evet! Gerçi bu benzerliği kurarken birtakım vasıflarla sınırlı tutmak gerekecektir. Bilim alanında olduğu gibi din alanında da, gerçeğe sıradandüşünce kalıplarıyla varılamayacağı inancı, asla saçmalığa inanılabileceği anlamında yorumlanmamalıdır. Ne olursa olsun, eğer evrenin ve evrenin vasıflarının sürerliğini sağlayan mutlak güç olan her şeye gücü yeten bir Tanrı var ise, bu Tanrı’nın varlığına ve vasıflarına dair bildiklerimizde şaşırtıcı ve tuhaf birtakım öğelerin olmaması garip olurdu herhalde. Vasıfları ve tanımlaması bağlamında aklıselim kabul ettiğimizsıradan düşüncelerimizle tümüyle örtüşen türdeki bir Tanrı’ya tapınmakkonusunda tereddüt etmemiz gerekebilir. Ne de olsa böylesi bir Tanrı’nın insan kurgusundan ibaret olma olasılığı daha yüksektir.

Daha dünyevi sayılabilecek gündelik etik tercihlerde de benzeri kıstaslar geçerli olabilir. Örneğin, insanların hiç tanımadıkları ve akrabaları da olmayan kimselere yardım etmek üzere uzaktaki birtakım ülkelere giderek başarılı bir kariyeri, belki de yaşamlarını riske atmaları aklıselim diye nitelenebilecek bir hareket kabul edilmez. Ama yine de birçok insan dinsel inançları nedeniyle böylesi riskler alabilmektedir. Gündelik hayatta geçerli olan sıradan düşünce kalıplarına büsbütün ters düşen böylesi seçimler, bilim alanında olduğu gibi din alanında da, söz konusu disiplin için geçerli olan dünya görüşü çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bilim alanında olduğu gibi din alanında da, birtakım verilerin anlaşılabilmesi için gündelik düşünce kalıplarına ters düşen bazı şeylere inanmak gerekebilmektedir. Nitekim teizm bağlamında kişinin akrabası olmayan birtakım insanlara yardım edebilmek için fedakârlık yapması gibi “tuhaf” girişimler gayet mantıklı görünebilmektedir.

Aslında kitlelerce anlaşılır olmalarına dek gayet tuhaf kabul edilen yeni inançları benimsemek zorunda olan kimselerin başında bilim adamları gelir. Bütün evrenin iğne deliğinden geçecek kadar küçük olmuş olabileceğine kim inanır ki; tam bir kocakarı hikâyesi!

4. Nesnellik


Bilim alanında kusursuz bir nesnelliğin mümkün olmadığını zaten vurguladık. Bilim tarihine bakıldığında birtakım kuramların geliştirilmesinde bilimle alâkası olmayan sebeplerin rol oynayabildiği görülür; dört ila yedinci bölümlerde, belirli kültürel veya dinsel hedeflere yönelik olarak gelişen araştırma girişimlerine örnek verilmiştir. En nihayetindebilim diye anılan bilgi birikimi, çok farklı kültürlerden gelen ve bambaşka dilleri konuşan kimselerce tesis edilir ve bu kimselerin de, bilimsel topluluk içerisinde başka birileri tarafından elde edilen deneysel bulguları, deneyleri tekrar ederek doğrulayabilecekleri varsayılır. Başlı başına bu tekrarlanabilirliğin bile bilimin, belirli bir kültürün ürünü olmaktan ziyade, fiziksel dünyanın özelliklerini gerçekçi biçimde yansıtan ve nesnelliği hedefleyen bir insanlar topluluğunca tesis edilen bir bilgi birikimi olduğuna işaret ettiği savunulmuştur.

Din alanında da benzer bir durum söz konusu olabilir mi? İlk bakışta hayal gibi görünebilir bu. Şu bir gerçek ki, eğer Suudi Arabistan’da yetişmiş olsaydım, bugün büyük olasılıkla bir Hıristiyan değil, bir Müslüman olurdum. Bununla birlikte aynı koşullar ışığında biyokimya uzmanı olmam da oldukça düşük bir olasılık olurdu. Ancak doğruluğu şüphesiz olan bu saptamaya rağmen, biyokimya kariyerimden, bu kariyeri belirli tarihsel ve kültürel belirleyicilerin etkisinde seçtiğim için vazgeçecek veya bu alandaki çalışmaların geçerliliğini reddedecek değilim. Ayrıca yalnızca doğduğum ülke demokrasiyle yönetildiği için demokrasiyi önemsiz kabul etmem de mümkün değildir. Kültür ve yetiştiriliş tarzı kişinin neye inanacağını kesin olarak tayin etmez, özellikle de kişi çokça seyahat ediyor veya bilinçli olarak farklı düşünce biçimlerini veya inançları tanımaya çalışıyorsa. Ailelerinin Hıristiyan kökenlerine rağmen Hinduizm, Budizm veya İslam’ı benimseyen bazı Britanyalılar’ı tanırım. Benzer biçimde Müslüman ülkelerde Müslümanolarak yetiştirilmelerine rağmen Hıristiyan olmayı seçen kimseler de tanıyorum. Birkaç kuşak boyunca ateizmi benimsemiş ailelerden gelen Hıristiyanlar, birkaç kuşak boyunca Hıristiyanlık’ı benimsemiş ailelerden gelen ateistler tanıdım. Bu gözlemler, söz konusu inanç tercihlerinin nesnel yaklaşımlarla yapıldıklarını ispat etmese de, insanların sahip oldukları inançları “mesafeli” ve tarafsız biçimde değerlendirebileceklerine ve tercih ettikleri takdirde bambaşka şeylere inanabileceklerine işaret eder. İnsanların çoğunlukça benimsenen baskın inançlardan farklı inançları benimsemelerinin hoş karşılanmadığı ülkelerde böylesi inanç değişikliklerinin ciddi sonuçları olabilmektedir.

Dinsel inançlar konusunda nesnel tercihler yapmanın mümkün olabileceği savını destekleyen bir diğer gözlemse, ömrümüz boyunca yaptığımız tercihlerden hiçbirinde, üzerine kararlarımızı işlediğimiz boşbir yaprakmışız (tabula rasa) gibi hareket etmediğimiz yönündeki gözlemdir. Gerçekte tercihler yaptığımızda belirli önyargıların ve inançlarınetkisindeyizdir. Bilim alanındaysa belirli bir bilimsel toplulukta etkin olabilmek için söz konusu toplulukta kabul gören inanç ve varsayımları benimsemek gerekir. Bu ilk adımı attığımız takdirde, yeni gözlemler vekeşiflerle bilimsel bilginin sınırlarını zorlayarak yeni yaklaşımlar sunmaya başlayabiliriz. Ancak bilimsel topluluğun normlarını benimsemediğimiz takdirde böyle bir girişimde bulunmamız mümkün değildir. Benzer biçimde, gündelik yaşamda da en bağımsız görünen kimsenin aynı zamanda en nesnel kişi olduğunu söylemek doğru olmayabilir. Nesnellik, farklı görüşleri veya inançları, tarafsız biçimde belirli bir çerçevede veya yaklaşım aracılığıyla değerlendirebilme yeteneğidir.

Batı toplumlarının, çok çeşitli dinsel inanca (ya da tam tersine hiçbir inanca) okul müfredatlarında ve toplumun diğer alanlarında söz hakkı tanıyan çoğulcu toplumlara dönüşmeleriyle, dinsel inançlar alanında nesnelliğin mümkün olabileceği düşünülmeye başlandı. Üniversitelerdekarşılaştırmalı dinler üzerine akademik bir eğitim almak mümkündür. Çeşitli inanç sistemlerine dair tanımlar sunan çok sayıda eser vardır ve bu inanç sistemlerinin birçoğu kendi bülten ve dergilerini yayınlar. Laik hümanist için Freethinker, kuşkucu/şüpheci için Skeptical Inquirer, Anglikan için Church Times gibi her akıma yönelik yayınlar mevcuttur. Dahası, laik bir toplumda gündelik yaşam çerçevesinde çok farklı inançlar benimseyen kimselere rastlamak mümkündür. Tercih ettiğiniz takdirde insanların belirli bir inancı benimsemelerinde etkili olan sebeplere dair izahatlarına kulak verebilirsiniz (vermeyebilirsiniz de). Hatta sizin benimsediğinizden çok farklı türde dinsel ve siyasi akımların baskın olduğu bir ülkeye yerleşmeyi de seçebilirsiniz. Bir dinin baskın inanç olarak kabul gördüğü bir ülkedeki yansımasında, karşılaştırmalı dinler dersinde bu dine dair işittiğiniz yavan özetlemelerdekine kıyasla çok farklı özellikler görmeniz yüksek bir olasılıktır.

Özetle, gerçek nesnelliğin ancak bilimde mümkün olabileceği, diğerbilgi türlerininse öznel görüşlere dayanmaya mahkûm oldukları yönündeki varsayım hatalıdır. Nesnellik bilimin hedeflerindendir, ancak uygulamada bu hedefe yalnızca kısmen ulaşılabilir. Çünkü “önyargısız bilim adamı” diye bir canlı türü yoktur.39Keza rakip fizik ötesi dünya görüşlerinin akılcı ve tarafsız biçimde değerlendirilmelerinde de büyük ölçüde nesnel olmak mümkündür. Ama unutmamak gerekir ki, bilim alanında olduğu üzere bu alanda da önyargısız gözlemci yoktur.


5. Çürütme


Bu bölümün başındaki alıntılarda O’Hear’ın şu sözlerini aktarmıştık: “Dindar kimseler, bilim adamlarının aksine, onayladıkları yaklaşımları ne pahasına olursa olsun ve ne tür güçlüklerle karşılaşırlarsa karşılaşsınlareleştirilerden sakınmaya çalışırlar genellikle; ama aynı anlayışı bir bilim adamı benimseyecek olsa kesinlikle mantık dışı kabul edilir.” Bu iddianın birkaç kusurlu tarafı vardır. Bu kusurların ilki, Popper ve Kuhn’dan bahsettiğimizde de işaret ettiğimiz üzere, bilim adamlarının, doğruluğuna inandıkları kuramlardan kolay kolay vazgeçmediklerigerçeğine ters düşmesidir. Söz konusu kuram henüz izah edilememiş aykırılıklara dair çok sayıdaki veriye tutarlılık kazandırabiliyorsa daha da sıkıca bağlanabilmektedir bilim adamları bu kurama. Nasıl ki Newtoncular kuramlarını çürüten deliller karşısında araştırma programlarından vazgeçmediyse, Darwin de Kelvin’in dünyaya biçtiği yaşın giderekdüşmesiyle evrim sürecinin giderek imkânsız görünmesine rağmen kuramından vazgeçememiştir. Keza Kelvin de yeni veriler belirse de eski kuramlarından hemencecik vazgeçemiyordu. Kelvin uzun ve şöhretli bilim kariyeri boyunca atomun bölünemez bir birim olduğu yönündeki anlayıştan asla vazgeçmiyor, modern fiziğin temel keşiflerinden biri sayılan Rutherford’un atomun elektronik yapısına dair kuramına karşı çıkıyordu.40Bilimin “büyük kuramlarından” birini çürütür kabul edilebilecek antitezlerin hangi özelliklere sahip olmaları gerektiği konusunda bilimsel çevrelerde ortak bir karara genellikle varılamamaktadır;dolayısıyla kuramlar tek bir gözlemin etkisinden ziyade bir dizi bulgunun etkisiyle çürütülür. Her şeye izahat getiremeseler bile büyük bilimsel kuramlara sadık kalmak olağan, hatta saygınca bir tutum kabul edilir. Daha önce de belirttiğimiz üzere aykırılıklar genel olarak kuramlarıtümüyle çürüten ölümcül kusurlardan ziyade daha fazla araştırma gerektiren muammalar kabul edilir. Kuhn’un deyişiyle:


Bilim adamları uzmanlık alanlarındaki mevcut duruma bakarak yakın zamanda çözüme ulaşılamayacağı sonucuna varabilir. Söz konusu sorun sınıflandırılarak daha gelişmiş araçlara sahip olacak daha sonraki kuşak bilimadamlarına bırakılır.41


Bilimin “büyük kuramları” için geçerli olan bu durumdan farklı olarak, gündelik “sıradan bilim” alanında çürütme çalışmaları genellikle oldukça sorunsuz ve tartışmasız gerçekleşir. Özel bir araç veya teknikten yararlanarak belirli bir parametre veya özelliği ölçtüğünüzde, eriştiğinizsonuç savunduğunuz fikri doğrulamıyorsa, bu fikir çürütülmüş olur. Eğer aynı fikir, aynı araçlar ve teknikleri kullanan kimselerce başka laboratuarlarda yeniden çürütülebiliyorsa, savunduğunuz fikrin yanlış olduğu yönünde genel geçer bir sonuca varmak zor olmaz.

Dinsel iddialar veya ateizm gibi başka türlü fizik ötesi inançlar da çürütülebilir mi? Din veya felsefe alanında, biraz önce bahsini ettiğimizgündelik “sıradan bilim” alanında görülen türde çürütmeleri mümkün kılacak, evrensel olarak kabul görmüş çürütme kıstasları yoktur. Bilimsel yöntemlerin, fiziksel dünyaya dair güvenilir bir bilgi birikimi oluşturma işlevini görebilmelerini mümkün kılan da böylesi çürütme kıstaslarını barındırmalarıdır. Ancak bilim bu denli güvenilir olmanın bedelini, yalnızca fiziksel dünyanın özelliklerine dair sorulara cevap sunabilirbir disiplin olmakla öder. Yukarıda bahsi geçen ve bilimsel dergilerin sayfalarında asla rastlanamayacak olan konular, aynı zamanda gündelik“sıradan bilim” alanında geçerli olan çürütme kıstaslarının uygulanamayacağı konulardır. Belirli bir müzik eserinin kulağa çok hoş geldiği ya da belirli bir resmin ilham eseri olduğu yönündeki iddiaları çürütmeküzere başvurulabilecek evrensel olarak kabul görmüş kıstaslardan bahsedilemez. İki kişi arasında yaşanan ilişkinin anlamlı bir ilişki olduğu yönündeki bir iddiayı çürütmenizi mümkün kılabilecek evrensel olarakkabul görmüş bir dizi gözlemden bahsetmek de bir o kadar zor olacaktır, çünkü “anlamlı ilişki” denildiğinde her kültürde çok farklı şeyler gelir akla. Dolayısıyla “doğrudan çürütme” yalnızca bilim alanında geçerli olan bir olgudur.

Ancak çürütmenin, bilimin “büyük kuramları” alanında gördüğü görev ile fizik ötesi inanç sistemlerinin çürütülmesi arasında bir çeşit benzetme yapmak mümkün olabilir. Her iki durumda da hedeflenen, çok çeşitli gözlemler arasında bir tutarlılık teşkil etmektir. Bilimsel kuramlar bazen öylesine geniş kapsamlıdır ki (Darvinci evrim gibi), biyoloji dalının tümünü etkiler; dolayısıyla bu tür kuramlar Kuhncu anlayış bağlamında gerçek birer paradigmadır. Biyoloji çalışmalarının ana hedefi, evrim kuramını destekleyecek deliller sunmak değildir; aksine, biyolojik araştırmaların bütünü (yani çevrebilim, moleküler biyoloji, biyokimya, hayvan davranışları ve diğer dallarıyla) evrim kuramı çerçevesinde yürütülür. Kuram çerçevesinde ortaya çıkan sorunlar, ölümcül hatalardan ziyade daha fazla araştırmanın gerekliliğine dair işaretler kabul edilir. Biyologlar, kendi disiplinlerine tesir eden “evrimsel havayı” solumadıkları takdirde tam anlamıyla etkin olamaz. Peki evrim kuramını çürütmek mümkün müdür? Mutlaka mümkündür. Homo sapiensile dinozor ayak izlerine aynı jeolojik yaştaki katmanlarda rastlanacak olsa, bu durum güncel kuramın geçerliliğini tehdit eder. (ABD’de Paluxy nehir yatağında dinozor ayak izleriyle insan ayak izlerinin birlikte yer aldıkları iddia edildiyse de, doğrulanamayan bu iddialara itimat edilmemiştir.) Keza her hayvan filumunun çok farklı genetik kodları olduğu keşfedilse, bu durum da bugün geçerli olan evrim kuramıyla çelişecektir (aslında çekirdek DNA’nın kodu, birkaç önemsiz istisna hariç evrensel olarak aynıdır). Dolayısıyla bilim alanındaki diğer “büyük kuramlar” gibi, evrim kuramının da karşıt delillere bağışıklığı yoktur. Ancak kuram çerçevesindeki aykırılıklar, kuramın izah edebildiği yığınla veriye kıyasla öylesine önemsizdir ki, kuramın çürütülmesi prensipte mümkün olsa da, biyologların böyle bir beklentileriyoktur.

Dinsel modeller için de benzer yaklaşımlar geçerli olabilir mi? Yukarıda, “büyük kuram” vasfındaki Hıristiyan teizminin, evrene ve bizlerin bilinçli unsurlar olarak bu evrende var oluşumuza dair çok çeşitli gözlemlere tutarlı bir izahat sunabildiğini savunduk. Bu kuram çürütülebilir mi? Öncelikle belirtmek gerekir ki, bir zamanlar teist inançlar benimsemiş olup daha sonra bu inançlardan vazgeçen kimselerin çürütülebilirliğine inandıkları şüphesizdir. Onlar için çürütülebilirdir ve neye dayanarak çürüttüklerini de izah edebilir; aksi takdirde teizmden vazgeçmiş olmazlardı zaten. Ateizmden teizme doğru yönelişler için deaynı şeyler söylenebilir. Eğer ateizm çürütülebilir olmasaydı, mantıklı kimseler ateizmden vazgeçerek teizmi kabul etmezlerdi. Gerçi bireylerin teizm veya ateizmden vazgeçtiklerinde sundukları gerekçelerin büyük ölçüde benzeştiklerini de vurgulamak gerekir. Ancak sunulan çeşitli gerekçeler arasında yinelenen temalara rastlanıyorsa da, aşağıda dahaayrıntılı biçimde inceleyeceğimiz üzere, bu gerekçeler inanç veya inançsızlığı çürütme konusunda herkesçe kabul görebilecek bir kıstaslarbütünü teşkil etmez.

Teizmin çürütülmesini mümkün kılan ve herkesçe kabul edilebilecek türde ortak birtakım kıstaslar var mıdır? Hıristiyan teizminin içerdiği tarihsel iddialara yönelik olarak sundukları savunmalara baktığımızda ilk Hıristiyanlar’ın teizmin çürütülebileceğini vurguladıklarını görürüz. Örneğin, Elçi Pavlus Korint’teki kiliseye yazdığında, “Mesih dirilmemişse, bildirimiz de imanınız da boştur”42diyordu. Diğer bir deyişle, kendisinin ve ilk kilisenin benimsediği inancın tarihsel bir iddiaya dayandığını ve bu iddianın doğru olmaması durumunda benimseneninancın çürütülmüş olacağını düşünüyordu. Pavlus Korintliler’e yazdığı bu mektubu, doğruluğu iddia edilen olaydan yalnızca yarım asır sonra yazdığına göre, çürütülme ihtimalini gündeme getirerek mesajını tehlikeye attığı ortadadır. Ne de olsa birileri, tahnit edildiği için halen tanınabilir olacak İsa’nın cesedini ortaya çıkararak, dirilişin asla gerçekleşmediğini ispat edebilirdi. Aynı şekilde İsa’nın bedeni çalınmış olsa (diriliş efsanesi de bundan türemiş olsa43), hırsızlar bedeni daha sonrakibir tarihte ortaya çıkararak erken Hıristiyan hareketinin güvenilirliğini sarsabilirdi. İddia edilen olayın üzerinden 2000 yıllık bir sürenin geçtiği günümüzde, Elçi Pavlus ile aynı koşulları paylaşmadığımız açıktır.Bununla beraber birinci yüzyıl Hıristiyanları’nın tarihsel iddialarını ciddi biçimde şüpheli kılabilecek tarihsel keşifler bugün de yapılabilir. Tarihsel bir mezarın keşfedildiğini ve bu mezarın, ilk Hıristiyanlarca hac mekânı olarak kullanıldığını gösteren delillerin ortaya çıkarıldığınıbir düşünün; bu keşfin, İsa’nın dirildiği yönündeki inanışla örtüşmesi kolay olmayacaktır. Veyahut elçilerden birince kaleme alınmış ve söz konusu elçinin, İsa’nın bedenini kendisinin çaldığı yönündeki itirafını içeren bir elyazması keşfedilse ve bu elyazmasının güvenilirliğini tescil edecek edebi ve tarihsel gerekçeler de mevcut olsa, hiç kuşkusuz ki bu durumda da Hıristiyan teizminin tarihsel gerçekliği tartışmalı konuma düşerdi. Böylesi karşıt deliller, yukarıda bahsi geçen, aynı jeolojik döneme ait katmanlarda insan ve dinozor ayak izlerinin bir arada bulunmalarının güncel evrim kuramını çürütülebilir kılacağı yönündeki olasılığı andırır niteliktedir. Darvinci evrime inanan kimselerin büyük çoğunluğu bunun çok uzak bir ihtimal olduğuna inanacaktır, ancak daha ayrıntılı bir değerlendirme yapmaları istense onlar da, günümüzde kabulgören dogmaları çürütebilecek yeni verilerin ortaya çıkarılmasının her zaman için geçerli bir olasılık olduğunu, çünkü bilimsel kuramların yapı gereği bunu gerektirdiklerini itiraf edecektir. Keza dinsel inançlarının tarihsel temellerinin önemli olduğuna inanan Hıristiyan teistler de,yapılabilecek yeni keşiflerin İsa’nın dirilişini şüpheli kılabileceğine inanmakta zorlanacaktır. Ancak daha ayrıntılı bir değerlendirme yapmaya ikna edildikleri takdirde onlar da bu olasılığı inkâr edemeyecektir.Dolayısıyla, dinsel inançların içerdikleri tarihsel iddialar söz konusu olduğunda, bilim alanında, yani en azından “büyük kuramlar” alanındauygulanan çürütme kıstaslarını andırır tarzda evrensel kabul görebilecekçürütme kıstaslarından bahsetmek mümkün olabilir. Elçi Pavlus ve Charles Darwin; bu adamların her ikisi de iddialarını öne sürerken büyük risk alıyorlardı aslında, çünkü onların da bildiği üzere, her iki iddia da çürütülme olasılığı yüksek olan iddialardı.

Bilimsel kuramların veya inanç sistemlerinin çürütülme olasılıkları değerlendirilirken, kuramlarla kolay kolay örtüşmeyen gerçek aykırılıklarla, kuram doğru olsa bile mevcut olması beklenebilecek delil noksanlıkları arasındaki farkı iyi anlamak gerekir. Örneğin, biyolojik evrim çerçevesinde gerçekleşen türlere ayrılma süreci, jeolojik dönemler içerisinde hızla gerçekleşiyorsa eğer, geçiş dönemine dair fikir verebilecek fosil delillere nadiren rastlanırdı, çünkü toplam hayvan nüfusuna kıyasla fosilleşen hayvan sayısı çok azdır. Türlere ayrılma süreci gerçekten de böyledir; dolayısıyla bu durum bir aykırılıktan ziyade kuramdaki bir noksanlığa işaret eder. Bu argümanın bir çeşit döngüsel mantık içerdiğiöne sürülebilir. Ancak unutmamak gerekir ki, çoğu bilimsel kuramda makul ölçüde döngüsel mantığa rastlanacaktır zaten. Verileri en uygun modele eşlemeye çalışmak, bir bilgisayara doğru bağlantı kablosunu takmaya çalışmaya benzer. Eğer bir deliği eksik olan bir fiş yuvasına uygun bir fiş arıyorsak, söz konusu deliğe denk gelecek noktada iğnesi olmayan bir fişin işimizi göreceğini düşünmemiz gayet normaldir. Noksanlıklar, kuram çerçevesinde öngörüldükleri takdirde sorun teşkil etmez.

Yukarıda, teizmin çürütüldüğüne inanan bireylerin, bu inançları için farklı gerekçeler sunsalar da bu gerekçelerde bazı ortak noktalara ulaşılabileceği savunuldu. Hiç şüphesiz ki seven bir Tanrı’ya dair inancı çürüttüğü iddia edilen başlıca etken, dünyada var olan ıstıraptır. Kanada’nın Guelph Üniversitesi’nde Felsefe ve Hayvanbilim Profesörü olan Michael Ruse, agnostisizmden koparak teizme yönelmek konusunda neden güçlük çektiğini şöyle izah etmiştir:


En rahatsız edici sorun, kötülük sorunudur. Bana kalırsa özgür iradeye dayanan savunma bu sorun için mantıklı bir çözüm sunmaz. Eğer Tanrı her şeye kadir ise neden bizi, özgürce iyi davranacak biçimde tasarlamadı? Mantıksal açıdan tatmin edici olmayışının ötesinde, özgür irade savının daha korkunç bir sonucu daha vardır. Sevgi dolu bir baba olan Tanrı, Hitler gibi canavarların bile özgür iradeye sahip olması uğruna küçücük çocukların korkunç ıstıraplar çekmelerine göz yumabilmektedir. Karamazov kardeşlerden birinin de dediği gibi, kurtuluşun bedeli buysa, kurtuluş istemiyorum. Bedeli masumların kanıyla ödenmiş bir sonsuzluğun tadını çıkarmak mümkün müdür?44


Ruse’un bu argümanı, kendisinin de önerdiği üzere, teizmi gerçekten detam anlamıyla çürüten bir argüman mıdır? İnançsızlık gerekçesi olarak sıklıkla öne sürülen bu argümanın, nitelikli bir argüman olduğu şüphesizdir. Bu argüman başlı başına, dinsel inançların (en azından bireyin inanç sistemi düzeyinde) çürütülebileceğine işaret eden bir örnek mahiyetindedir. Fakat insan ve dinozor ayak izlerine aynı katmanda rastlanması veya dirildiği iddia edilen bir bedenin aslında çalınmış olduğunun ortaya çıkması gibi, bilimsel veya dinsel açıdan evrensel olarak çarpıcı kabul edilecek iddiaların dâhil edildiği çürütme kıstasları sınıflamasına girer mi bu argüman? Bu soruya tam anlamıyla cevap vermeye çalışmak bu kitabın sınırlarını zorlayacaktır,45dolayısıyla buradayalnızca özet bir cevap vererek, Ruse’un argümanının, kuram çürüten bir aykırılıktan ziyade kuramlarda var olabilen noksanlıklara denk geldiğini savunacağız.

Önce birkaç deneye dayalı gözleme değinmek gerekir. Istırap sorununun, inanç sistemleri ne olursa olsun insanlığın tümü için geçerli olduğunu vurgulamak gerekir öncelikle. Istırap konusunu ele alırken, sanki salt düşünsel bir meseleymiş gibi ele almak ancak asla ıstırabı çekmemiş kişilerin yapabileceği bir şeydir. Istırap sorununa yönelik sunacak tatmin edici bir cevabımız olsa bile (kaldı ki böyle bir cevap söz konusu değildir) bu cevabın da ıstırapları katlanılır kılacağı kesin değildir. Diş doktorum çektiğim diş ağrısının tıbbi sebeplerini bana ayrıntılıolarak anlatabilir, ancak sunduğu nesnel tasvir diş ağrısını daha katlanılır kılmayacaktır. Istırap, hem bedensel bir gerçeklik hem de düşünsel bir olgu olması nedeniyle göz ardı edilemeyecek soru işaretleri doğurur.

İkincisi, ne tuhaftır ki (en azından teist olmayanların gözünde) birçok kişi ya bizzat kendi çektiği ıstıraptan dolayı ya da dünyada var olankötülüğü gözlemleyişi sonrasında Hıristiyan olmayı seçmektedir. Lübnan iç savaşı sırasında Müslüman batı yakasından gelen yaralıların büyük çoğunluğuna bakan Beyrut’taki Amerikan Üniversitesi Hastanesi’nde çalıştığım dönemde ıstırabın insanlar üzerindeki etkisine çok yakından tanık oldum. Istırabın kimi zaman merhamet, kahramanlık ve fedakârca davranışlar doğurabildiğini, kimi zamansa keder, umutsuzlukve intikam duygularının gelişmesine neden olabildiğini gözlemledim. İnsanların karakteristik özelliklerinin kâh iyi kâh kötü yönde en uç noktalarına sürüklenmesine neden olan dev bir yükselteç vardı sanki bu toplumda. Aynı dönemde gittiğim bir kilisede, savaş sırasında Hıristiyanlık’ı benimseyen bir kadınla tanıştım. Kendisine neden Hıristiyan olmayı seçtiğini sorduğumda, iç savaş sırasında insanların çok büyük kötülüklere eğilimli olduklarını gördüğünü, bunun da daha önceden benimsediği iyimser insancı anlayışı yitirmesine neden olduğunu ve insanların barındırdıkları kötülüğü gören ama bu kötülüğü değiştirmeye yönelik bir çözüm sunan Hıristiyan inancının kendisine cazip geldiğini söyledi.

Dünyada ıstırabın var olmasına göz yuman, seven bir Tanrı’nın var olduğu inancına alternatif olarak benimsenen inançlardan biri, ateizmdegeçerli olan, her türlü ıstırabın aslında nihai bakımdan anlamsız olduğuyönündeki inançtır. Eğer bir Tanrı yok ise ve insan var oluşunun veya insanlarca yaşanan deneyimlerin nihai bir amacı da yok ise, tanım gereği insan ıstırabı dünyanın ve insanların doğalarının kötü bir yan ürünü olmalı ve bu yan ürün bireyleri herhangi bir ahenk ve mantıktan yoksun, rasgele biçimde etkiliyor olmalı. Bu yaklaşıma göre yaşam dev bir piyango tekerleği gibidir ve ıstırap da feleğin çarkından bahtımıza çıkanı, stoacı bir anlayışla sineye çekmeyi gerektirir. Tanrı inancını benimseyen kimselerin bu inanç değişikliklerine gerekçe olarak kişisel ıstıraplarını göstermelerinin ardında yatan başlıca sebeplerden biri de bu olsa gerek. Istırabın, yaşandığı süreçte anlaşılamasa bile, nihai bir anlamınınolabileceğine inanmak, hiçbir anlamı olmadığına inanmaya kıyasla çokdaha tercih edilir bir inançtır. Gayet anlaşılır olan bu saptama, Ruse’un yukarıda alıntılanan yorumunu biraz daha makul kılar; ne de olsa böylesi yorumlar ıstırap sorununa düşünsel ve fiziksel bağlamda gerçekçi bircevap sunan bir evren kuramını benimseyen kimselerce yapılıyor olsa çok daha etkili olabilir. Ancak ateizm ne düşünsel ne de fiziksel bir izahat sunar. Düşünsel açıdan, çağlar boyunca insanların yaşadığı sonsuz ıstırapların ve bu çağda bizlerin yaşadığı ıstırapların nihai bir anlamdan tamamen yoksun olduğuna inanmak çok zordur. Uygulamada da (yani fiziksel bağlamda) ömrü boyunca ıstırap çekmiş ve ölmekte olan bir insanın elini tutup hastalığa karşı verdikleri cesurca mücadelenin en geç bir yüzyıl içerisinde neredeyse tümüyle hatırlardan silineceğini, dolayısıyla da bütünüyle bir zaman ve emek kaybı olduğunu söylemek çok zordur. Istırabın var olduğu bir dünyada seven bir Tanrı’nın olabileceğidüşüncesini eleştiren kimseler düşünsel veya dinsel açıdan sağlam temelli yaklaşımlarla yola çıkmaz.

Eğer Hıristiyan teizmi kişisel düzeyde veya dünyanın haline dair mantıklı bir izahat sunma bağlamında, insan ıstırabının bir anlamı olduğu sonucuna varma olasılığını barındırıyorsa, bundan ne anlamalıyız? “Özgür irade savunmasına” dayanan argümanın, Ruse’un ileri sürdüğünden çok daha açıklayıcı olabildiğini vurgulamak gerekir. İnsan ıstırabının büyük oranda, başka insanların eylemlerinden veya birtakım eylemleri gerçekleştirmeyişlerinden kaynaklandığı tartışmasız bir gerçektir. Bugün yaşanan kıtlıkların çoğu savaşlar sonucu ortaya çıkmıştır. Dünyada, hiç kimsenin aç veya temel sağlık ihtiyaçlarından mahrum biçimde yaşamasını gerektirmeyecek ölçüde zenginlik, gıda ve tıbbi bilgi mevcuttur. Uygulamadaysa, kaynakların hatalı yönetimi, zengin ile fakir arasındaki uçurum, insanlar arası çatışmalar ve çok uluslu şirketlerin kâra ve başka amaçlara yönelik açgözlülükleri nedeniyle bu denge yakalanamamaktadır. Kıtlık ve savaş insan kaynaklı sorunlardır ve ancak kaderci kimseler bu sorunları Tanrı’nın kabahati gibi göstermeye çalışır. Peki ama Tanrı neden bizleri, her zaman iyi olanı seçecekbiçimde yaratmadı? Neden içinde barındıkları çevreyle ve birbirleriyle ahenk içerisinde yaşayacak; masumların haksız yere ıstırap çekmelerinin önüne geçmek için savaşları durduracak canlılar yaratmadı? Klasik“özgür irade savunmasına” dayanan argümanda var oluşumuzun amacının, çevremizle uyumlu biçimde kendi özgür irademiz aracılığıyla onunla bir ilişki yaşamayı ve diğer insanlarla da gerçek sevgiye dayalı bir ilişki yaşamayı seçerek Tanrı’nın sevgisine cevap vermek olduğu, yalnızca iyi olanı yapmaya programlanmış olsak bu sonucun mümkün olmadığı yönündeki anlayış benimsenmiştir. Gerçek sevgi ancak gerçekseçimler sayesinde mümkün olabilmektedir. Sevginin varlığı, nefretin var olmasının olası olduğuna işaret eder. Bu kitabı yazmak üzere Macintosh bilgisayarımı her açtığımda, “Welcome to Macintosh” (Macintosh’a hoş geldiniz) yazısı çıkar karşıma, çünkü bilgisayar bu mesajı verecek biçimde programlanmıştır. Tabii ki, Tanrı bizleri her zaman iyi olanı yapacak biçimde programlayabilirdi, ancak bu durumda Tanrı’ya ve diğer insanlara yönelik gerçek bir sevgi mümkün olmazdı, çünkü gerçek sevgi özü itibariyle, özgür iradeyle yapılmış bir tercihin sonucu olmalıdır. Programlanmış sevgi gerçek sevgi değildir. Dolayısıylasevginin varlığı, insan tercihleri sonucunda kötülüğün de var olabilmesi olasılığını gerektirir.

Bu saptama karşısında Ruse gibi, insanların özgürce yaptıkları kötü tercihlerden kaynaklanan ıstırabın çokluğu dolayısıyla, milyonlarca masum insana ıstırap çektiren Hitler gibi canavarların ortaya çıkma olasılığı karşısında özgürlüğe sahip olmamanın daha yeğlenir olacağı savunulabilir. Özgür iradeye sahip olmak böylesi bir tehlikeyi barındırıyorsa, özgür iradeye sahip olmasak daha iyi olurdu. Tabii ki bu itiraz birçoklarına cazip görünür. Ancak dünyanın nasıl olması gerektiği konusunda hayaller kurmanın ne kadar anlamlı olduğu şüphelidir. Öncelikle böylebir dünyanın mümkün ya da anlamlı olup olmadığını tahmin edebilecekdurumda değiliz. Robot gibi iyi davranmaya programlanmış canlılarla dolu bir dünya pek de çekici bir dünya olmasa gerek. Virginia Woolf’un,roman karakterlerine dair şu yorumu gelir insanın aklına: “İnsanları mutsuz tasvir etmeyi tercih ediyorum, çünkü karakterlerde insan ruhunun yansıtılıyor olması tercihimdir.”46Özgür iradeden yoksun bir dünya, merhamet, kahramanlık ve gerçek özgecilikten yoksun gri renkli birdünya olurdu. Böyle bir dünya, bugün içinde yaşadığımız dünyaya kıyasla yeğlenebilir mi gerçekten? Bunu tahmin etmemiz mümkün değil.Olası sonuçların ne olabileceğini tespit etmek üzere Y sayıdaki bilgisayarda N sayıdaki olası dünya senaryosunu hesaplatabilecek süper bilgisayar programcıları değiliz hepimiz. Böylesi hayaller bilim kurgu konusu olarak ilginç olabilir, ancak tahmin niteliğindeki bu hayallerin sorunlara çözüm bulmada bir katkıları olduğunu söylemek zordur. Bu da söz konusu itirazın ikinci kusurlu yanına işaret eder: Bilimsel düşünce biçimlerine biraz olsun ilgi duyuyorsak, alternatif dünya olasılıklarından ziyade mevcut dünyanın gerçeklerine odaklanmayı tercih ederiz. Evrenbilim kuramlarının gizemli yanları dışında, bilim adamlarının büyük çoğunluğu mevcut dünyanın doğasını irdeleyen araştırma programlarında görevlidir ve bu uğraşlar çerçevesinde dünyanın daha farklıkoşullarda nasıl olmuş olabileceği konusunda varsayımlarda bulunmak pek anlamlı bir uğraş değildir. Keza çeşitli fizik ötesi dünya görüşlerinikıyasladığımızda da, hakkında hiçbir bilgiye sahip olamayacağımız hayali dünyalar konusunda tahminlerde bulunmaktansa, özellikleri ve nitelikleri konusunda en azından bir ölçüde fikir sahibi olabildiğimiz içinde yaşadığımız bu dünyadan yola çıkarak yapacağımız değerlendirmelerle mantıklı birtakım cevaplara ulaşmamız daha olasıdır. Gerçekdünyada insanlar, kendileri ve başka kimseler için önemli sonuçlar doğuran iyi ya da kötü tercihler yapar. Kötü tercihlerden kaynaklanan insan ıstırapları bağlamında, “özgür irade savunması” aslında sadece mevcut durumu yansıtır: Bugünkü haliyle insanın var oluşu, sevgi ve nefret, cömertlik ve açgözlülük, kahramanlık ve korkaklık, özgecilik ve bencillik, adilce ve haksız davranışlar; bütün bunlar çözülemez biçimdeiradenin özgürlüğüyle bağlantılıdır ve bu karşıt eğilimlerden hangilerinin üstün geleceği de iradenin ne yönde kullanıldığıyla bağlantılıdır.

İnsanların yaşadığı ıstırapların hepsi kötücül tercihlerden kaynaklanmaz. Depremler, yangınlar, virüsler, bakteriler, genetik hastalıklar, fırtınalar ve şimşekler gibi daha nice unsur vardır huzurumuzu ve sağlığımızı tehdit edebilen. Asıl mesele, insanların ıstırap çekmelerine neden olan böylesine çeşitli unsurların Hıristiyan teizminin dünya görüşünü çürütecek karşıt deliller olarak sunulup sunulamayacağıdır. Ateist inancı benimseyişlerinin gerekçesi olarak böylesi ıstırap kaynaklarını gösterenler vardır elbette. Bu kimseler böylece fizik ötesi inanç sistemlerininkarşıt delillere ve mantıklı tartışmaya açık olduğunun da altını çizmiş olur. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere, teistlerin kendi yaşamlarındaçektikleri ıstırapları inanç yolunda ilerlediklerini gösteren işaretler kabul etmek gibi tuhaf bir eğilimleri olabilmektedir. Eğer tek başına ıstırabın varlığı, teizmi, aklı başında bir kimsenin reddedemeyeceği biçimde çürütüyor olsa, teistlerin bu eğilimi söz konusu olmazdı herhalde. Nevar ki birçok teist, belirli bir hastalık veya trajik bir kazanın, Tanrı inancını benimsemelerinde veya Tanrı’yla olan bağlarını güçlendirmede önemli bir rol oynadığını söyleyecektir. Nitekim söz konusu ıstıraplı deneyimlerin olumlu sonuçlar doğurabildiklerini söylemek mümkündür. Bu yorumlamayla böylesi ıstırap örnekleri, fayda sağlayışları bağlamında bir ölçüde izah edilebilir olur. Bu faydaların da ancak ıstırabınmümkün olduğu bir ortamda var olabildiğini unutmamak gerekir.

Her türlüinsan ıstırabının bir çeşit fayda sağlayabildiğini ispat edebilmek teist dünya görüşünü savunanların çıkarına olabilirdi. Ancak bumümkün değildir, çünkü gözle görülebilir hiçbir fayda sağlamayan çok çeşitli ıstıraplar söz konusudur. İnsanlarca çekilen ıstırapların her zaman bir çeşitiyi amaca hizmet ettiği de savunulabilir, ancak bizler Tanrı değiliz, dolayısıyla her bir ıstırabın nasıl bir faydası olmuş olabileceğini bilmemiz mümkün değildir. Bu varsayım doğru olabilir, ancak sahip olduğumuz ve yalnızca bazı ıstırap çeşitlerinin gözle görülebilir ve faydalı sonuçları olduğunu gösteren mevcut verilerin ötesinde bir varsayımdır. Neticede belki de, insanların genel olarak ahlâki ve ruhsal açıdan gelişmelerinin ancak içerisinde yaşadığımız bu dünyanın koşullarıyla mümkün olabileceği yönündeki bir savunma, en makul savunma olacaktır.

Bu anlayışa açıklık getirmek üzere şöyle bir örnek verilebilir: Kaya tırmanışı yapan dağcıları çok mutlu edecek ve tatmin edecek, bu dağcıların seçtikleri spor dalında deneyim ve yeteneklerini artırabilecekleriideal bir dünya düşünün. Bu kimselerin ideal dünyasının çok sayıda ve her türlü zevke hitap edebilecek kayalıklarla dolu olması gerekeceğini anlamak zor değildir. Bu spor dalını çekici kılan, barındırdığı risk ve heyecan faktörleri olduğuna göre, bu ideal dünyada yerçekiminin geçerli olması gerekir; ne de olsa düştüğünde havada duracağını bilen bir dağcı için zorlu bir tırmanışa yeltenmenin heyecan verici olmasını beklemek pek mümkün değildir. Dahası, böylesi yerçekimsiz bir dünya, insanlarda daha iyi dağcılar olma arzusunu ateşlemek için gereken zor şartları barındırmaz; ne de olsa dağcılık sporunun başlıca hedefinin gitgide daha fazla güç, yetenek ve teknik maharet gerektiren tırmanışlara girişerek yerçekimine meydan okumak olduğu söylenebilir. Öyleyse dağcılık sporunu anlamlı kılan başlıca etkenlerden biri olan yerçekimi, ideal dünyada geçerli bir etken olduğu takdirde, tırmanışa geçmiş bir dağcının kayalardan düşmesi, yani insanın ıstırap çekmesi olasılığı da doğmuş olur. Yani ancak ıstırabın da mümkün olduğu bir dünyada kayatırmanışı da mümkün olabilmektedir. Gerçi her ıstırap türünün belirli bir izahatı olduğu sonucuna da varmamak gerekir. Burada vurgulanmakistenen, dünyada mevcut olan şartlar dolayısıyla bazı tırmanış girişimlerinin ıstırapla sonuçlanabileceği gerçeği kabul edilmediği takdirde kaya tırmanışının verdiği heyecanın da yaşanamayacağıdır (gerçek şu ki, her yıl Mont Blanc Dağı’na yapılan tırmanışlarda kırka yakın dağcı ölür, ortalama 160 dağcı da ciddi biçimde yaralanır. Üstelik Mont Blanc, bu tür tırmanışların yapıldığı binlerce dağdan yalnızca biridir; elbette dağcıların en gözde zirvelerinden biridir).

Teistler de bu bağlamda, içerisinde yaşadığımız dünyada kişisel bağımsızlık anlayışlarımızı sorgulamamızı ve yardıma muhtaç kimselere merhamet ederek yardım eli uzatmamızı sağlayanın insanların ıstırap çekmelerine neden olabilecek etkenlerin varlığı olduğunu savunabilir. Hick bu konuda şöyle demiştir:


Dünyanın, insanların ahlâki ve ruhsal varlıklar olarak gelişebilecekleri bir ortam sağlayabilmesi için bugün barındırdığı tehlikeler ve güçlükleri barındırması şart değildir elbette. Ancak bugünkü tehlike ve güçlükler değilse bile başka türlü tehlike ve güçlükleri barındırmak zorundadır; hangi tehlike vegüçlükleri barındırırsa barındırsın, dünyada yaşayan ve bu koşullara tabi olan kimselerin, söz konusu koşulları keyfi ve aşırı koşullar olarak yorumlamaları kaçınılmazdır.47


Bu argümanın özü, her türlü insan ıstırabının aşikâr bir anlamı olduğu yönünde bir anlayıştan ziyade (gerçi bazılarının vardır), ahlâki ve ruhsal yönde gelişimin, ancak içerisinde yaşadığımız bu dünya gibi insanın gönül rahatlığı ve merhamet duygularının sürekli dürtüldüğü türde bir dünyada mümkün olduğu yönündeki anlayıştır. Dünyada yaşanan ıstırabın düzeyinin bizlere, Hick’in deyişiyle “keyfi ve aşırı” görünmesi mümkündür, ancak bunun doğru bir yorumlama olup olmadığını kesin olarak bilmemiz mümkün değildir. İşte bu aşamada, evrim kuramı çerçevesinde fosil kayıtlarında geçiş formlarının olmayışından kaynaklanan noksanlığa benzer bir noksanlıkla karşılaşmayı bekleriz. Buradaki noksanlık ise, içerisinde yaşadığımız bu dünyaya kıyasla daha az ıstırapkaynağı barındıran bir dünyada ahlâki ve ruhsal gelişimin mümkün olup olamayacağını tahmin etmemizin imkânsız olmasıdır. Ancak şunu biliyoruz ki, içerisinde yaşadığımız dünyada ahlâki ve ruhsal gelişim mümkündür.

Ayrıca yukarıda bahsi geçen türdeki ıstırapların tümünün, prensip olarak, bilimsel ve teknolojik ilerlemeler sayesinde insan tarafından bertaraf edilebilir olduklarını da vurgulamak gerekir. Ne mutlu ki daha önceden tedavi edilemeyen, kalıtım yoluyla geçen genetik hastalıklar gibitıbbi sorunlar bile, genetik mühendisliğinin müdahalelerine olumlu cevap vermeye başlamıştır. Dördüncü bölümde işaret edildiği üzere, bilimin faydacı bir yaklaşımla icra edilmesi, 17’nci yüzyılda yaşanan Hıristiyan girişimlerinin etkisiyle gelişmiş ve günümüze değin geçerliliğini korumuş bir gelenek olmuştur. Teistlerin, ne stoacı anlayışa ne de mazoşizme harcayacak vakitleri vardır. Istırabın yoğun olduğu bir dünyada yaşamanın doğurduğu başlıca yükümlülüklerden biri, insanın yaşamını söz konusu ıstırapların kaynağını kurutmaya adamasıdır.

Teist Hıristiyanlar, kendi inançlarının merkezinde de ıstırabın, hatta ölüm cezasının bulunduğunu vurgulamak isteyecektir. Hıristiyanlar için çarmıh, Tanrı’nın dünyada çekilen elem ve acıları tecrübe ederek, insanların kötü niyetli tercihlerinin bedelini ödeyerek, çekilen ıstıraba içten içe ortak olduğu bir dönemin simgesidir. İşte bu sebeptendir ki, Hıristiyan inancında Tanrı, asla deizmin mesafeli tanrısı gibi dünyanın ihtiyaçlarından bihaber ve yaşanan ıstıraplara kayıtsız kalan bir tanrı olamaz. Derin ıstıraplar çekmekte olan kimselerin yüreğine dokunan da, Tanrı’nın ıstırap çeken insanlığın arasında kişisel olarak yer almış olmasıdır. Çarmıhın ötesindeyse diriliş vardır ve Hıristiyan için diriliş, insan deneyiminin bu dünyayla sınırlı olmadığı, bu dünyanın ötesinde birboyutu olduğu ve şimdiki yaşamın diğer yaşama bir hazırlık olduğu yönündeki inancının temelini oluşturur. Bu inancın teist dünya görüşü çerçevesinde, birtakım ıstıraplı deneyimlerin faydalı sonuçları olabileceği yönündeki anlayışı mantıklı kıldığını anlamak için bu inancı benimsemiş olmak gerekmez.

Aslında çok derin olan bu konuya yüzeysel olarak değinmenin ötesine geçebildiğimizi iddia etmek akılsızlık olur; bu bölümde kabaca çizilen göstergelerin, insan ıstırabı gibi önemli bir konuya küresel anlamda geçerli bir “cevap” sunduklarını düşünecek derecede saf da değilim. Ancak bu argümanlara dayanarak daha mütevazı bir iddiada bulunmanın, yani insanın ıstırap çekiyor olmasının tek başına teizmi çürütür nitelikte olmadığını iddia etmenin mümkün olduğunu düşünüyorum.

O halde bu bölümü özetleyecek olursak, dinsel dünya görüşlerinin çürütülüp çürütülemeyeceklerini değerlendirdiğimizi ve dinsel dünya görüşleri alanında laboratuarlarda yürütülen fen bilimleri faaliyetlerinde geçerli olan evrensel olarak kabul görmüş çürütme kıstaslarına benzer herhangi bir kıstasın geçerli olmadığı sonucuna vardığımızı söyleyebiliriz. Ancak bilimin “büyük kuramlarının” çürütülmelerinin daha karmaşık bir mesele olduğu ve bu tür kuramların, aykırılıklara ve makul noksanlıklara rağmen oldukça uzun süre geçerliliklerini koruyabilecekleri de savunulmuştur. Bu tür geniş kapsamlı kuramların kusursuz olmasını kimse beklemez. Aksi takdirde daha fazla araştırmaya gerek olmaz, bilim adamları da işsiz kalırdı. Ancak her halükarda bilim alanındaki “büyük kuramların” da çürütülmeleri mümkündür ve bu da genellikle aykırılıkların tahammül edilemez derecede artmalarıyla gerçekleşir. Elbette daha kapsamlı ve rakip olabilecek bir kuramın öne sürülmesi de “büyük kuramın” sonunu hızlandırır. Ardından teizm gibi “büyük dinsel kuramların” da benzer biçimde, artan aykırılıklar nedeniyle çürütülebileceklerini, özellikle de dinsel inançların tarihsel iddialara dayandırıldıkları durumlarda, elde edilen yeni tarihsel verilerin en önemli karşıt delilleri teşkil edebileceklerini vurguladık. Istırap sorununu, teizmi çürüten bir unsur olarak öne sürülüşü bağlamında değerlendirdik ve şu sonuca vardık: Birincisi, ıstırap sorununun teizmi çürütür kabul edilemeyeceği, çünkü birçok kişinin ıstırabın etkisiyle teist inançları benimsediği; ikincisi, “özgür irade savunmasının”, kötülüğün insanların kötü niyetli tercihleri dolayısıyla var olduğu gerçeğini izah eder nitelikte olduğu; üçüncüsü, diğer ıstırap türlerinin, ahlâki ve ruhsalgelişimi mümkün kılan bir dünyanın kaçınılmaz öğeleri olduğu. Dahası,gözlemlediğimiz ıstırabın, söz konusu hedeflere ulaşmak için gerekli olandan fazla olup olmadığını kestiremeyişimiz de kuramın beklenen ve kabul edilebilir bir “noksanlığıdır”. Böylesi tartışmalara göz gezdirenteistlerin, Darwin’in, kuramının ilk uzun savunmasını sunduğu vakit hissettiğine benzer şeyler hissediyor olmaları muhtemeldir:


Okuyucu birçok zor noktayla karşılaşmış olacaktır. Bunlardan bazısı öyle vahimdir ki, ne zaman yeniden değerlendirecek olsam her seferinde hayrete düşürür beni; ancak sanırım bu zor noktaların çoğunun anlaşılabilir olduğunu söylersem yanılmış olmam ve gerçekten anlaşılması zor olanlar bile, kanımca, kuramıma ağır bir darbe indiremez.48


6. Adanmışlık


Dinsel dünya görüşleri ile bilimsel çevrelerin güvenilir bir bilimsel bilgi birikimi oluşturmaya yönelik çalışmaları arasında ilginç birtakım benzerliklerin göze çarptığı bir diğer husus ise, adanmışlıkhususudur. Aslında bilimsel çevrelerde “adanmışlık”, birbirinden oldukça farklı iki farklı olguyu tanımlamada kullanır.

Bunlardan ilki, bilim adamlarının araştırma çalışmalarına olan yüksek seviyedeki adanmışlıklarıdır ki, rekabetin yoğun olduğu bir alanda veya ortamda çalışıyorlarsa “adanmışlık” meselesi daha da öne çıkar. Bu bilim adamları uzun saatler boyunca, kendileriyle eş düzeyde veya bazen de kendilerinden daha düşük akademik vasıflara sahip meslektaşlarına kıyasla çok daha düşük kazançlar elde ederek, çok farklıemeller uğruna çalışır. Ancak farklı emeller besleseler de, sorunlara cevap arama ve bu cevapları başkalarından önce bularak ilk yayımlayan olma, keşifleriyle akranlarının onayını kazanma ve başarılı bir deney tasarlayıp gerçekleştirmenin yarattığı tatmin duygusunu hissetme isteğigibi ortak paydaları vardır. Rekabet düzeyleri ülkeden ülkeye, hatta aynı ülke içerisindeki laboratuarlar arasında dahi fark eder, ancak bazı laboratuarlarda (özellikle de ABD’de) öylesine aşikârdır ki bu rekabet, sonuçlar elde edip bunları yayımlamak konusunda ciddi bir baskı söz konusudur. Bilim adamlarının dinsel aşırılıklara yönelttikleri eleştirileri işitmek ilginç olur bu bağlamda, çünkü aşırıcı dincilik gerçek ve tehlikeli bir olgu olsa da, bilimsel çevrelerde de ürkütücü derecede aşırı eğilimlere rastlanır; özellikle de keşif sahibinin belirlenmesi konusundayaşanan mücadelelerde. Dolayısıyla tanımlanan bu ilk “adanmışlık” türünün aşırılığa kaymasının önüne geçmek, hem bilimsel hem de dinsel çevreler için önemlidir.

Bilim kurumu ile din arasında paralellik kurarken, bilim alanında geçerli olan diğer “adanmışlık” türü daha büyük önem taşır. Söz konusu adanmışlık, bursların verilmesinde, laboratuarların kurulmasında, yeni aygıtların tasarlanmasında ve bilimsel konferansların, yoğun tartışmalarla geçen oturumlara sahne olmalarında etkili olan, belirli kuramlara “adanmışlıktır”. Bilim adamlarının, laboratuara girmeden evvel tüm önyargılarından arındıklarını söylemek mümkün değildir. Laboratuara, “varsayım” veya “kuram” gibi saygın sayılan kavramların kisvesi altında belirli fikirler, önseziler, sezgiler, öngörüler, hatta önyargılarla girer ve deneylerini de bu doğrultuda gerçekleştirir. Belirli bir kurama yönelik “adanmışlığın” seviyesi, bu kuramın geçmişte ne denli başarılı olmuş olduğuna, hatalı çıktığı takdirde diğer çalışmaları ne ölçüde etkileyeceğine, nerede türetildiğine (kendi laboratuarlarında mı, başka birlaboratuarda mı) ve kuramı uygulayacak kişinin daha önceden bu kuramı savunur nitelikte makaleler yayınlamış olup olmadığına bağlı olarak belirlenecektir. Evrim kuramı veya kuantum kuramı gibi kuramlarayönelik adanmışlığın, çürütüldüğü takdirde herhangi bir araştırma alanında ciddi bir sarsıntı yaratacak olmayan bir kurama yönelik adanmışlıkla aynı düzeyde olabileceği veya olması gerektiğini ileri sürmek de saçma olur. Söz konusu bilimsel kuram ne denli “büyük” ise, bu kurama yönelik adanmışlığın da o denli yüksek olması olasıdır, çünkü kuramlar büyüdükçe izah edici nitelikleri artarken, yanlışlanmalarının yaratacağı etkiler de aynı ölçüde artar. İşte bilim adamlarının “büyük kuramları” tehdit eder görünen yeni verilere karşı iyimser tutumlar takınırgibi görünmelerinin (dışardan bakan gözlemci açısından) nedeni de budur. Eğer söz konusu kuram uzun süredir geçerli kabul edilegelmişse vebelirli bir araştırma alanının temelini teşkil ediyorsa, büyük olasılıkla bukurama yönelik ciddi bir adanmışlık olacak, dolayısıyla da aykırı görünen veriler örtbas edilecek veya bir süre sonra kurama rahatça eklemlenebilecekleri umuduyla göz ardı edilecektir.

Kullanılan teknikler nedeniyle geliştirilen aletler gibi, verilere farklıizahatlar sunabilecek unsurların, ileri sürülen kuramı korumak uğruna dışlanmalarıyla da söz konusu kurama olan adanmışlık artma eğiliminde olacaktır. Örneğin, taşılbilimci Alan Cheetham, evrimsel biyoloji alanındaki kariyerinin ilk dönemlerinde, türlere ayrılmanın milyonlarcayıllık bir süreç olduğu kanaatindeydi. Ancak bryozoa adı verilen yosun hayvancıklarında yaşanan türlere ayrılma süreci üzerine ayrıntılı biraraştırma gerçekleştirdikten sonra, (en azından) bu canlılar için kesintili denge kuramının geçerli olduğu sonucuna varıyordu. İlk defa Niles Eldredge ile Stephen Jay Gould tarafından ortaya atılan kesintili denge kuramı, türlere ayrılmanın, değişimsiz geçen uzun dönemler arasında yaşanan hızlı değişim süreçlerinde gerçekleştiği tezine dayanır. Cheetham, bazı türlerin milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişim geçirmediklerini, ardından 100.000 yıllık kısa sayılabilecek jeolojik dönemlerde yeni türlerin oluşabildiğini gözlemlemişti. Ancak Cheetham’ın temel aldığı verilere getirilebilen birkaç alternatif izahat da vardı. Bunlardan biri, çeşitli türleri tanımlamak üzere kullanılan morfolojik farklılıklarınyeterince ayrıntılı olması, dolayısıyla da birkaç farklı türün tek bir grup olarak gruplanıyor olmasıydı. Cheetham bu olasılığın önüne geçmek için halen varlığını sürdüren bryozoa türlerinin genetik yapılarını ayrıntılı olarak incelemiş, başvurduğu morfolojik ayırımların sağlam temellere dayandığını tespit etmişti. Bu süreç çerçevesinde Cheetham’ın çalışma ortağı Jeremy Jackson da elde ettiği verilerin etkisiyle, bryozoaların evrimi bağlamında kesintili denge kuramına “iman ediyordu” (kendi deyimi). Dolayısıyla belirli bir kurama inanmak ve bu kurama adanmış olmak, “ya hep ya hiç” mantığıyla değil, biriken delillerin olumlu yönde olması ve rakip izahatların zamanla saf dışı kalmalarıyla belirli bir modelin doğru olduğu yönündeki kanaatin artmasıyla alakalıdır.49

Bilim adamlarının “büyük” kuramlara ve bazen de “daha küçük kuramlara” yönelik yüksek derecede adanmışlıklarıyla, ateistler veya teistlerin benimsedikleri dünya görüşlerine yönelik adanmışlıkları arasında bir çeşit paralellik söz konusudur. Teistlerin Tanrı inancına adanmışlıkları, gözle görülür güçlüklere rağmen belirli bir “büyük kurama” olan adanmışlığını sürdüren bilim adamının kayıtsızlığı kadar aykırılıklardan etkilenmez bir görüntü sergiler. Her iki alanda da belli ki “aykırılık seviyesi”, inanç sahibince kuramı tehdit edecek derecede yüksek görülmemektedir. Her iki alanda da gözlemlenen yüksek adanmışlıkseviyesi göz önünde bulundurulduğunda, bilim adamlarının her an çürütülebilecek geçici varsayımlara inandıkları, dinsel inançlar benimseyen kimselerinse kendi dünya görüşlerine, hiçbir karşıt delile kulak asmayacak derecede adanmış oldukları sonucuna varmak zordur. Dahaönce de belirttiğimiz üzere, ateizm ile teizm arasında inanç değişikliklerinin sıklıkla yaşanıyor olması, bu tür tespitleri hatalı çıkarır.

Yine de teistler dinsel adanmışlıklarının belirli bir kurama yönelik sıradan bir adanmışlığın çok ötesinde olduğunu vurgulamak isteyecektir. Matematik fizikçisi John Polkinghorne’un da belirttiği üzere: “Kuarkların varlığına inanıyorum, ama bu inancım kendi var oluşum bağlamında bir şey ifade etmez, bir tehdit oluşturmaz. Bu inanç, davranışlarım ve umutlarım bağlamında önemli sonuçları olan Tanrı inancındançok farklıdır.”50Bir Hıristiyan için Tanrı inancı itimat, sadakat ve kişisel güven hususlarını barındırır. Çok riskli bir ameliyata girerken hayatını bir cerraha teslim eden kişi için de benzer hususlar geçerlidir. Ameliyat masasına yatacak kişinin cerrahın yetkinliğine olan adanmışlığı, söz konusu cerrahın daha önce de bu tür ameliyatlarda başarılı olmuş olması gibi tamamen mantıklı değerlendirmelere dayanıyor olabilir. Ancak netice itibariyle bu tür bir adanmışlık her zaman için bir risk öğesi barındırır. İman karanlıkta atılmış bir adım değil, mantıklı argümanlara ve mevcut delillerin değerlendirilmesine dayanan kişisel bir güvendir. Yukarıda, böylesi dinsel bir adanmışlığın benimsenmesi öncesinde değerlendirilen argümanların, makul kabul edilen veri çeşitleri farklı olsa da, bilimin “büyük kuramlarının” değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulan argümanlardan pek de farklı olmadıkları öne sürüldü. Ancak argümanlar ikna edici olsalar da, ameliyat masasında bıçak altına yatarken alınan risk ne denli gerçekse, imanla adım atarken alınan risk de o denli gerçektir. Bu bağlamda riskten arındırılmış bir adanmışlık mümkün değildir.

Bu noktada ateistler, imanla adım atarak Tanrı inancını benimseyen kimselerin artık karşıt delilleri göremeyecek ölçüde “körleştiklerini” ve inançlarına körü körüne bağlandıklarını savunacaktır. Bir bakıma doğrudur bu, çünkü güven, itimat ve sadakat, iki kişi arasındaki daimi ilişkide de olduğu gibi Tanrı’nın varlığına dair kişisel bir imanınvazgeçilmez unsurlarıdır. İki insan arasında yaşanan, sadakat ve güvenedayanan eşsiz ilişki bağlamında adanmışlık, eşlerden biri veya her ikisi sürekli olarak alternatif ilişkiler arıyorlarsa gerçekçi değildir. Ancak düğün gününde “ölüm bizi ayırana dek” biçiminde kişisel sadakat yeminleri eden bir gelin veya damat bile dürüstçe davranacak olsa, boşanma oranlarının çok yüksek olduğunu, dolayısıyla evlendikleri sırada ne denli büyük bir aşk besliyor olsalar bile evliliklerinin günün birinde sona ermeyeceğine dair hiçbir garantilerinin olmadığını itiraf ederler. Dolayısıyla Tanrı’ya (veya bilimsel bir kurama) yönelik üst düzeyde kişisel bir iman ve adanmışlığın, gelecekte inançsızlığa kapılma olasılığının (kişi bunu aklının ucundan geçirmese de, böyle bir niyeti olmasa da) asla tümüyle ortadan kalkmayacağına dair gerçekçi bir değerlendirmeyle çelişmeyeceğini söylemek mümkün olsa gerek. Daha önce de vurgulandığı üzere bu olasılık bazı kimseler için gerçek olabilmektedir. Ömrü boyunca kendini ateizme adamış bir kimse bile bu inancından dönebilir. Aynı şey bir teist için de geçerlidir. Üniversite yıllarında biyokimya eğitimini birlikte aldığım, kuşaklar boyunca (kendi ebeveynleri ve onların ebeveynleri dâhil olmak üzere) ateizmi benimseye gelmiş bir aileden oluşunu gururla ifade eden bir arkadaşımı hatırlıyorum. Bu arkadaşım iki ay sonra Hıristiyan olmuştu. Diğer bir ateist arkadaşımsa Bertrand Russell’ın Neden Hıristiyan Değilim? adlı kitabını okuyuşu sonrasında, daha sonra açıklayacağı üzere, böylesine zeki bir adamın Hıristiyanlık’a inanmayışına gerekçe olarak böylesine zayıf argümanlar sunuyor olmasının, bu inancın oldukça inandırıcı olduğuna işaret ettiği sonucuna vararak Hıristiyan oluyordu. Ancak aynı dönemde teistken inancını yitiren bir arkadaşımı da hatırlıyorum (belki de Russell’ın kitabını okumalıydı…). İçerisinde yaşadığımız çoğulcu toplumlarda bu yönlerde ve başka yönlerde inanç değişiklikleri sürekli yaşanmaktadır. Dolayısıyla Tanrı’ya yönelik kişisel bir güveni de barındıran (Hıristiyanlık bağlamında) türdeki dinsel adanmışlıkların gelecekte inancın yitirilmesi olasılığını barındırmadıkları varsayımı doğru değildir. Yani burada kast edilen, dinsel adanmışlığın bazen iddia edildiği üzere her türlü karşıt delile rağmen körü körüne sürdürülen bir inanç olmadığıdır.

Dahası, kişinin Tanrı’ya güven, itimat ve sadakate dayalı bir inanç besliyor olup aynı zamanda kendininkinden çok farklı dünya görüşleri hakkında tarafsız biçimde kaynakları okuyup düşünmesi gayet mümkündür. Nasıl ki kendi kültürleri içerisinde uyumlu biçimde yaşayabilen bireyler, başka ülkelere yerleştiklerinde bu ülkelerin kültürlerine de rahatlıkla uyum sağlayabiliyorsa, ateist veya teist inançları benimseyen kimselerin de alternatif dünya görüşlerini duyarlılıkla ve bir ölçüde nesnel yaklaşımlarla değerlendirmeleri imkânsız olmasa gerek. Örneğin, Michael Faraday’ın çok takdir edilen bir biyografisini yazan ve bildiğim kadarıyla belirgin bir kişisel inancı olduğunu dile getirmiş olmayan Geoffrey Cantor yazdığı biyografide, Faraday’ın bir bilim adamı olarak profesyonel ve kişisel yaşamına önemli ölçüde yön veren Hıristiyan dünya görünüşünü de olumlayıcı bir dille aktarıyordu.51Teistler de dinsel adanmışlıkları sayesinde benzer biçimde, kendilerinkinden çok farklı dünya görüşlerini benimseyen kimselerin düşüncelerini anlamaya çalışma konusunda zorluk çekmez.52


Bilimcilik


Yukarıda, saygın bilimsel dergilerde yayımlanmaya uygun evrensel olarak güvenilebilir bir bilimsel bilgiler bütününün oluşturulmasının bedelinin, belirli sınırlamaların getirilmesi olduğu ileri sürülmüştü; yani ele alınacak sorular, kullanılacak dil ve yöntemler konusunda sınırlamalarıngetirilmesi gerektiği. Bu sınırlamalara rağmen bilimsel ve dinsel bilgilerkonusunda mantıklı değerlendirmelere varma biçimlerimiz arasında ilginç birtakım paralellikler olduğu vurgulanmıştır; gerçi önemli birtakım farklılıklar da yok değildir.

Şimdi popüler kültür çerçevesinde hâlâ varlığını sürdüren ve bazı bilim adamları ile bilim felsefecilerince etkin biçimde savunulmakta olan bir “bilimsel bilgi” anlayışına bakacağız. Bu anlayış oldukça dağınık birinançlar karışımı ihtiva eder ve söz konusu anlayışı savunan tarafa bağlı olarak karışımın belirli öğeleri ön plana çıkar. Ancak bu inançlar genelhatlarıyla “bilimsel doğalcılık” veya daha gayriresmî bir dille “bilimcilik” olarak sınıflandırılabilir. Aslında bu ikinci terim talihsizce seçilmişbir terimdir, çünkü bu terim söz konusu felsefenin bilimsel kurumun içkinleşmiş bir öğesi olduğu izlenimini yaratır, hâlbuki “bilimciliğin” bilimin bir öğesi olmaktan ziyade bilime yapışmış bir parazit olduğunusöylemek daha doğru olur. Bilimsel doğalcılık veya bilimcilik, yalnızcabilimsel bilginin güvenilir olduğu ve bilimin, esas itibariyle her şeye izahat getirebileceği yönündeki görüşe verilen isimlerdir.

Bu tanımlamadan da anlaşılacağı üzere bilimcilik, Mantıksal Pozitivizm geleneğinin devamı niteliğindedir ve daha önce de belirttiğimiz üzere Mantıksal Pozitivizm, başlıca iddiasının kendi varsayımlarının etkisiyle çürütülmesiyle yıkılıyordu: Gerçek bilgiye ancak bilimsel izahatlar aracılığıyla ulaşılabileceği yönündeki iddiayı doğrulayacak hiçbirdeneysel veri yoktur. Bu bağlamda bilimcilik anlayışının salt bilime dayanarak savunulmasının mümkün olup olmadığı sorulabilir. Hayır, bu mümkün değildir. Bilim, böylesi bir felsefeyi destekler veya çürütür nitelikte herhangi bir veri üretmez. Bilimsel doğalcılık bilimsel olarak doğrulanamadığına göre geçerli bir bilgi çeşidi olamaz; yani kendi kazdığı kuyuya düşer.

Ayrıca neden bilimsel izahatlara, sanki sundukları kurgulanmış bilgi türü diğer bütün bilgi türlerinin değerlendirilmesinde kullanılması gereken bir şablon teşkil ediyormuş gibi öncelik tanındığı belirsizdir. Bu durum “bilimsel emperyalizm” kokar. Yukarıda da işaret edildiği üzere, sanat dalları da dâhil olmak üzere bilimsel araştırmalara tabi tutulamayacak insanlarca üretilmiş ciddi bir bilgi birikimi söz konusudur ve bütün bu bilgi birikimini gerçek dışı bilgi olarak tanımlamak büyük küstahlık olur. Üstelik bilimsel bilginin doğasının yanlış anlaşıldığını da gösterir. Stephen Jay Gould’un ifade ettiği üzere, “Şairler ve siyasetçiler, vaizler ve filozoflarla bir arada yaşıyoruz. Bu kimselerin her biri kendi bilgi anlayışlarına sahiptir ve doğru bağlamda ele alındıkları sürece bu anlayışların hepsi doğrudur. Dünya, bütün cevapların bu anlayışlardan yalnızca birinde saklı olmasına izin vermeyecek derecede ilginç ve karmaşıktır.”53

Bilimciliğin çok sayıdaki kusurlarından biri, bir şey için mümkün olan her türlü bilimsel tanımlama yapıldığında bu tanımlamaların teşkil ettiği bilgi birikiminin, söz konusu nesne veya olguya dair önemli addedilebilecek tektanımlamayı sunduğu yönündeki yanılgıdır. Örneğin, Dawkins şöyle iddia etmiştir:


DNA tarafından tasarlanmış ve var oluş amacı bu DNA’nın daha fazla kopyasını oluşturmak olan makineleriz… Çiçekler bile, DNA dilinde yazılmış“kopyalama” programları yayan, canlılar dünyasının alelade bir öğesidir.


İşte insanın var olmasının nedeni de TAM OLARAK budur. DNA’larımızı yaymak üzere tasarlanmış makineleriz ve DNA’nın yayılması kendi kendine yeterli bir işlevdir. Yaşayan her nesnenin var olmasının yegâne sebebi buişlevi yerine getirmektir.54


Dawkins’in bu vurgusu sosyobiyolog E. O. Wilson’ın şu sözlerini anımsatır niteliktedir:


Bireysel organizma, bir araç (gen aktarımı sağlayan) niteliğindedir; genlerin mümkün olan en asgari düzeyde biyokimyasal sapmayla korunmalarını ve yayılmalarını mümkün kılan karmaşık bir makinenin parçasıdır… Organizma, DNA’nın daha fazla DNA üretmek üzere kullandığı araçtır yalnızca.55


Gerçekten de DNA’nın bir sonraki nesillere aktarımının biyolojik organizmaların ortak bir özelliği olduğunu hiçbir saygın biyolog inkâr etmek istemeyecektir, ancak Dawkins’in, bu işlevin canlıların yegânevar oluş sebebi olduğu yönündeki ısrarı ilginçtir. Yaşamın, DNA’nın birsonraki kuşaklara aktarımından ibaret olmadığını düşünmeniz için dinsel bir inanca sahip olmanız gerekmez. İnsanların bin bir türlü yaşam amacı olabilmektedir; büyük bir yazar olmak, dünyayı dolaşmak, bir spor dalında başarı elde etmek, parasal kazanç elde etmek, hatta belki de başarılı bir bilim adamı olmak… Bu yaşam amaçlarından biri veya birkaçının, DNA aktarımının önemi konusundaki inançla çelişmesi için herhangi bir sebep yoktur aslında.

Dawkins, okurlarının, ilk kaleme aldığı yazılardaki “soğuk ve tatsızmesaja” verecekleri tepki konusunda öylesine endişeliydi ki, bilimin “derin estetik tutkusunu” övdüğü ve bu estetik tutkusunun “müzik veyaşiirdekiyle” eş derecede yoğun olduğunu savunduğu bir kitap yazıyordu.56Bilim adamlarının estetik deneyimlerini sorgulamak yersiz olacaktır, ancak Dawkins de bilimsel doğalcılık inancının böylesi bir “estetik tutkusunun” varlığını tam anlamıyla izah edemeyeceğini itiraf etmelidir.Francis Crick ise, bilimin “‘sen’ öznesinin, sevinçleri ve hüzünlerinin, hatıraları ve isteklerinin, kimliği ve özgür iradesinin, aslında çok sayıdasinir hücresinden ve bunlarla ilişkili olan moleküllerden oluşan sistemin işleyişinden ibaret olduğunu”57kanıtladığını yazarken bilimsel doğalcılık inancına daha sadık bir anlayış yansıtmış oluyordu. Bilimsel doğalcılık gerçekten de çoğu kimse için hayatı yaşamaya değer kılan deneyimleri dışlayan tatsızbir inançtır. İşin aslı şu ki, hiç kimse yalnızca bilimle yetinerek yaşamaz.

Bilimciliğin yanılgısı şöyle bir kurgulamayla sergilenebilir: Çeşitli bilim dallarından gelen bir bilim adamları ekibi, Londra Filarmoni Orkestrası’nda yer alan müzik enstrümanları üzerine bir araştırma yapar. Enstrümanlarda kullanılan ağaç ve metalleri inceler, bu malzemelerin ham maddelerini saptarlar. Fizikçiler her bir enstrümandan elde edilebilen seslerin dalga boylarını ölçer; biyokimyacılar, muzafferane bir edayla en eski kemanların bazı kısımlarının biyolojik kökenli olduklarını ilan eder vs. Ancak netice itibariyle ekibin, toplanan veriler konusunda sunduğu yazılı tahlilde “orkestra”, “konser” veya “Brahms konçertosu” gibi ifadeler yer almayacaktır. Her bir enstrüman için sundukları bilimsel izahatlar, söz konusu fiziksel olgulara dair sunulan daha “üst düzey” izahatlara rakip tanımlamalar olmayacak, tamamlayıcıtanımlamalar olacaktır. Keman tellerinin belirli dalga boylarına denk gelen ve kaydedilebilen sesler (notalar) çıkardığı doğrudur, ama bunun yanı sıra telin kedi bağırsağından yapılmış olabileceği ve kemanın gerçek anlamının bir Brahms konçertosu bağlamında duygulu ve içli biçimde çalınabiliyor olmasında saklı olduğu da doğrudur. Bu konçertoyu dinleyen bir kimsenin, kedi bağırsağının yaydığı dalga boylarını kafaya takması pek olası değildir. Kemanın yegâneişlevinin belirli dalga boyları yaymak olduğunu iddia eden bir kimse oldukça garipsenecektir.

Öyleyse Dawkins’in yukarıda sözü edilen yorumlamalarını garip kılan başlıca etken, tüm canlı organizmaların yegâne var oluş sebeplerininDNA yaymak olduğunu iddia etmesidir. Bu tür yargılar genel olarak “ibaret saymaca” (nothing buttery) diye tanımlanmış ve eleştirilmiştir. Bu tanımın seçilmesinde, bilimcilik kapsamında sıkça rastlanan, “Şu şu olgu bir grup atomdan, bir grup DNA’dan veya iddia edilen bir başka unsurdan ibarettir58şeklindeki ifadeler etkili olmuştur. Hume’un Din Üstüne (Dialogues Concerning Natural Religion) adlı kitabının, Dawkins’in üslubunu andıran bir üslupla yazdığı bir bölümünde de rastlanır bu kullanıma:


Bakın dünyanın dört bir yanına. Hem bir bütün olarak hem de her bir öğesini ayrı ayrı düşünün: Sonsuz sayıda daha basit makineden oluşan büyük ve karmaşık bir makineden ibaretolduğunu göreceksiniz…59


Aslında Hume bu sözleri, yazdığı tezde Newtoncu tasarım argümanını savunan ve teist olan Cleanthes’e söyletiyordu. Günümüz fizikçilerinindünyayı, Newton ilkelerine dayanan devasa bir makine olarak görmeleripek olası değildir. Gerçi makine benzetmesi biyoloji alanında hâlâ kısmen anlam ifade edebilmektedir. Ancak modern bilimler alanında “makine” benzetmesinin ne ölçüde anlam ifade ettiği bir yana, bilimci iddiaların varlığına işaret eden en belirgin öğeler “ibarettir” deyimi ve bu deyimin çeşitli muadilleridir (Örneğin: “Yalnızca”, “sırf”). James Watson’ın unutulmaz deyişiyle, “Yalnızca atomlar vardır. Geri kalan her şey sosyal işleyişten ibarettir.”60

İbaret saymaca” yaklaşımının temelinde “indirgemecilik” yatar. İkiçeşit indirgemecilik vardır. Bunlardan birincisi, bilim kurumu için vazgeçilmez bir araştırma stratejisi olan “yöntembilimsel indirgemeciliktir”. Bu işlemle sistemler öğelerine ayrılır ve her bir öğenin özellikleri teker teker incelenir, böylece tecrit edilerek işleyişleri keşfedilebilir. Fiziksel, kimyasal, biyolojik veya başka türdeki herhangi bir sistem öylesine çok öğe barındırır ki, bilim adamı sistemin belirli bir öğesini incelerken sistemin diğer öğelerini olabildiğince sabit tutmak durumundadır. Her bir öğe ayrı ayrı incelendikten sonra, sıra bütün bu öğelerin bir bütün olarak sistemin işleyişini sağlamak üzere nasıl etkileşime girdiklerini tespit etmeye gelir. Bu yaklaşım fazlasıyla başarılı olmuş, dolayısıyla bu indirgemecilik anlayışı bilimin vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir.

Ancak “yöntembilimsel indirgemeciliğin” bu başarısından etkilenerek geliştirilen “ontolojik indirgemecilik” (ontolojivar oluşun, yaşamın incelenmesidir) ise yukarıda bahsi geçen ve eleştirilen “ibaret saymaca” yaklaşımı için temel teşkil etmiştir. Ontolojik indirgemecilik,insanların yalnızcaDNA yaymak üzere tasarlanmış makineler olduklarını ya da kemandan çıkan sesin yalnızca havada ilerleyen dalga boyları olduklarını iddia eden indirgemecilik çeşididir. Yöntembilimsel indirgemecilik karmaşık olguların işleyişini keşfetmekte başarılı olduğuiçin, uygulanan bu bilimsel araştırma yönteminin sunduğu izahatlar dışında başka tanımlamalara gerek olmadığı yönünde bir anlayışı benimseme eğilimi baş gösterebilmektedir. Ancak bu anlayış, araştırma yönteminin, araştırılmakta olan gerçeğin doğasıyla “bir tutulması” anlamına gelir. Bu hataya düşmemek gerekir. Bu hataya düşülmesi durumunda hem söz konusu araştırma alanı için hem de bilimsel bilginin başka bilgi türleriyle bağdaştırılması bağlamında çok olumsuz sonuçlardoğacaktır. Yıllar öne B. F. Skinner adlı bir psikolog, her türlü davranışın genetik faktörlere ve incelenen organizmanın maruz kaldığı pekiştirme süreçlerine dayandığını iddia ediyor, davranışın temelinde aklın varlığı veya bilinçli tercihlerin etkisi olabileceğini açıkça reddediyordu.Davranışlara getirilen bu “dışsalcı” yorumlama (gözlemcinin tanımlamaları), Skinner’a göre yegâneönemli yorumlamaydı; “içselci” yorumlamalarıysa (düşünceler, duygular, seçimler vs.) önemsiz addediyordu. Psikolog Stuart Sutherland’ın da ifade ettiği üzere, “Skinner, aşırı basitleştirmeye giderek hayvan (ve bir ölçüde de insan) psikolojisi üzerine yürütülen çalışmaların gelişimine bir kuşak boyunca gem vuruyordu.”61

Böylesi karışıklıkların nasıl önüne geçilebilir? Yöntembilimsel indirgemecilik aracılığıyla erişilen türlü izahatların birbirleriyle bağdaştırılmalarını mümkün kılmak üzere sıklıkla benimsenen yaklaşımlardan biri, yukarıda geçen orkestra benzetmesi çerçevesinde öne sürülmüşolan tamamlayıcılıkkavramından yola çıkan yaklaşımdır. Bulanık bir geçmişi olması dolayısıyla biraz izahat gerektirir bu kavram. İlk defa Niels Bohr tarafından, Paul Dirac’ın 1927 yılında ortaya attığı kuantum alan kuramına cevaben ileri sürülmüştü. Bohr daha sonraları bu kavramın anlamını, başka türlü insan bilgisini de kapsayacak biçimde genişletmişti.62Dirac’ın dönemine gelindiğinde, ışığın ya uzayda yayılan bir dizi dalga biçiminde ya da bir parçacıklar akımı şeklinde hareket ettiği ve ışığın gözlemlenen davranış biçiminin uygulanan deneye göre değişebildiği biliniyordu. Dolayısıyla ışık, bireysel parçacıkların konumları bağlamında (“konfigürasyon uzayı”) veya momentum (“momentum uzayı”) bağlamında anlaşılabiliyor, bu iki unsur arasındaki ilişki de kuantum kuramıyla tanımlanabiliyordu. Bohr, ışığın özelliklerini tanımlamak üzere benimsenebilen bu iki yaklaşım arasındaki ilişkinin karşılıklı bir tamamlayıcılık şeklinde görülebileceğini ileri sürüyordu. Işığın bir bakıma dalgalar biçiminde hareket ettiği yönündeki görüş,parçacıklar biçiminde hareket ettiği yönündeki görüşe rakipnitelikte değil, doğru şekilde yorumlanabilmeleri için her iki görüşün de benimsenmesini gerektiren deneysel gözlemlerin gözlemciyi inanmaya mecbur kıldığı bir görüştür. Bir şeyin hem dalga hem de parçacık olarak hareket edebiliyor olabileceği yönündeki inanç, modeller bağlamında sezgiye aykırı gibi görünse de, kuantum mekaniğinde geçerli olan dönüşüm kuramı düzleminde tatmin edici biçimde izah edilebiliyordu.

Ancak tatmin edici biçimde bağdaştırılamayan birtakım fiziksel olgular da yok değildir. Tamamlayıcılık düşüncesinin bilim ile dinsel açıklamalar arasındaki ilişkiyi yorumlarken kullanılması konusunda, Donald MacKay gibi yakın döneme ait yazarlar bu kavramın aslında birbirine zıt olan olguları bağdaştırmak üzere kullanılmasının tehlikeli olacağı yönünde uyarılarda bulunmuştur. “İki farklı görüşün birbirini tamamlayıcı nitelikte oldukları konusunda ısrarcı davranmak hangi durumlarda makul kabul edilebilir?” diye soran MacKay kendi sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Yalnızca belirli bir deneyimin anlaşılabilmesi için her iki görüşün de benimsenmesinin gerektiği durumlarda.”63Dolayısıyla bu ilke asla düşünsel tembelliği gizlemek veya farklı deneyimlerarasındaki ilişkilere dair daha müspet izahatlar keşfetmeye yönelik girişimleri engellemek üzere öne sürülmemelidir. Bu bağlamda söz konusukavramın, Bohr’un ışığın davranışını tanımlayan, ama ilk bakışta sezgiye aykırı, hatta düpedüz çelişir görünen iki model arasındaki ilişkiyi izah etmeye yönelik girişiminde ortaya çıkmış olması talihsizlik sayılabilir belki de. Nitekim “tamamlayıcılık” teriminin bilimsel ve dinsel izahatlar arasındaki ilişkiyi tanımlamak üzere kullanılması, tarihsel nedenlerden dolayı, bu iki farklı izahat arasında giderilmeyi bekleyen belirgin bir çelişki olduğu izlenimini yaratabilmektedir.

Bana kalırsa, bilimsel ve dinsel izahatlar bağlamında kullanılışı bakımından “tamamlayıcılık” terimine yüklenebilen daha faydalı (aynı zamanda daha olağan) bir anlam vardır ki, bu anlam fizik alanından değil biyolojiden kaynaklanır. Arthur Peacock biyoloji alanında kullanılanbilimsel izahatlar arasındaki hiyerarşik yapıya işaret etmiştir.64İnsanlar da dâhil olmak üzere tüm hayvanların ve bitkilerin, fiziğin dili ve teknikleriyle tanımlanmaları mümkündür. Ancak böylesi bir tanımlama inanılmaz derecede karmaşık olacaktır, çünkü tüm yaşayan maddelerintemel taşları olan atom düzeyindeki temel parçacıkların girdaplarına ve bu parçacıklar arasındaki enerji ilişkisine dair bir tanımlama olacaktır bu. Tanımlanan insan bedeni de olsa, daha farklı biyolojik bir organizma da olsa, söz konusu canlının fizikçinin tanımlamasında yer alan öğelerden ibaret olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Ancak biyologiçinse böylesi bir tanımlama, organizmanın işleyişini tanımlama konusunda gayet yetersiz kalacaktır. Bu tanımlamanın makul kabul edilebilmesi için izahatlar hiyerarşisinin diğer düzeylerinde yer alan birtakım izahat yöntemlerinin de kullanılması gerekir. Fiziğe dayalı tanımlamaların bir “üst” düzeyi biyokimyasal tanımlamalar, yani DNA’nın işlevlerine, barındırdığı genetik kodun protein dizilimlerindeki yansımalarına ve bu proteinlerin gıdalardan alınan enerjiyi organizmanın yaşamını sürdürmesini sağlayacak biçimde dönüştürmelerine dair tanımlamalar olacaktır. Biyokimyanın bir “üst” düzeyiyse hücre biyolojisidir. Bu düzeyde organizma, moleküller arasındaki etkileşimler bağlamında değil, hücreler ve hücrelerin içinde yer alan ve her biri milyarlarca molekül içeren organeller bağlamında ele alınır. Organizmanın gelişimigibi meseleleri araştırabilmek için bu düzeydeki izahatlar gereklidir. Bedenlerimizin yapıtaşları olan kodlar her bir hücrenin barındırdığı DNA’da mevcut olduğuna göre, hücreler nasıl beyin hücresi, böbrek hücresi veya bir başka hücre tipine dönüşebilmektedir? Yahut da dokular (hücre grupları) nasıl belirli bir biçime bürünebilmektedir? Hücrebiyolojisinin bir “üst” düzeyindeyse, homeostasis, yani bedenin içsel ortamının değişken çevre koşulları karşısında sabit tutulmasını mümkün kılan çeşitli düzenleyici mekanizmaları anlamak üzere bedenin çeşitli organları arasındaki dinamik etkileşimler üzerinde yürütülen çalışmalarıkapsayan “fizyoloji” gelir. İnsanlar gibi akıl sahibi primatlar içinse bir izahat düzeyi daha gerekmektedir ki, bu izahat düzeyinde de psikoloji bilim dalında başvurulan dil ve tekniklerin kullanılması gerekir. İnsanlar hedef odaklı unsurlar olduklarına göre, bu unsurların hedef seçimlerine yön veren çeşitli etkenler nelerdir? Bu son izahat düzeyinin ardından, çevre biyolojisinde kullanılan kavramlar ve dilden yararlanarakorganizmanın çevreyle etkileşimini, ayrıca insan toplulukları çerçevesinde ve sosyal antropoloji bağlamındaki etkileşimleri de incelemek isteyebiliriz. Daha da yüksek bir düzeydeyse ve yine insan deneyimi bağlamında, birçok kimse insan unsurlarının nihai amaçları ve hedeflerine dair bir izahat, etik değerlerinin hangi temellere oturduğuna dair,yani dinsel ve felsefi söylemlere dair bir çalışma isteyecektir.

Tamamlayıcılık” terimi bu çeşitli tanımlama düzeylerini birbiriyle bağdaştırmak için biçilmiş kaftan gibidir. Hiçbir biyokimyacı (aklı başındaysa) kendi biyokimyasal izahatlarının, organizmanın incelenmesinde geçerli olan yegânebilgi biçimi olduğunu düşünmez; hele de kendi izahatlarının fizikçiler, hücre biyolojisi uzmanları, psikologlar veya benzeri kimselerce sunulan izahatlara rakip olduğunu hiç düşünmez. Biyolojik organizmalar gibi karmaşık olgulara dair eksiksiz ve makul bir tanımlamanın yapılabilmesi için çok çeşitli izahat düzeylerinin benimsenmesinin uygun olacağı, hatta gerekli olacağı üstü kapalı biçimde kabul gören bir anlayıştır. Bu geniş kapsamlı tanımlamanın başarımı için her izahat düzeyinde başvurulacak dil, kavram ve tekniklerin ayırt edici özellikleri üzerinde titizlikle durulmalıdır. Gen, metabolizma, hormon ya da enzim gibi terimler fizik bilimine indirgenemez, ancak ait oldukları izahat düzeyinde (biyokimyasal) bir anlam ifade eder. Bu durum söz konusu öğelerin var olması için fizik ötesi bir şeylerin gerekli olduğu anlamına gelmez, yalnızca fizik alanında (veya psikoloji alanında) geçerli olan dil ve tekniklerin bu öğelerin aydınlatılması konusunda yetersiz kaldıkları anlamına gelir. Bir organizmanın biyolojik özellikleri, söz konusu organizmayı teşkil eden ve fizik aracılığıyla tanımlanabilen maddelerden “kaynaklanır”. Ancak bu özelliklerin tam anlamıyla anlaşılabilmeleri için fizik alanında geçerli olan dil ve tekniklerden fazlası gerekir. “Daha yüksek düzeylerdeki organizasyonlar incelendikçe, söz konusu düzeydeki davranışları anlamak için gerekli olan yeni kavramlar belirecektir.”65

Ayrıca fark edileceği üzere hiyerarşik biçimde dizilmiş izahat düzeylerini tanımlarken “üst” kelimesini tırnak işareti içerisinde kullanmaya büyük özen gösterdim, çünkü “üst” ve “alt” kavramları olmaksızın hiyerarşiden bahsetmek imkânsız olsa da, tamamlayıcılık düşüncesi, izahat düzeylerinden herhangi birinin özü itibariyle diğerlerinden daha önemli olduğuna dair bir değer biçmece barındırmaz. Ancak en önemlihusus ise, düzeylerden biri için geçerli olan sorular ve dilin, diğer bir düzey için geçerli olan dil ve sorularla karıştırılmamasıdır. Bilim ve dine dair tartışmalarda böylesi “kategori karışıklıkları” sıklıkla yaşanabilmekte ve bu karışıklıklar bir türlü sonu gelmeyen ve aslında tamamen gereksiz olan sorunlara neden olabilmektedir. Psikoloji alanında geçerli olan dil ve teknikten yararlanarak biyokimyasal izahatlar sunmaya çalışmak ne kadar saçmaysa, teolojik meselelere biyolojik izahatlar getirmeye çalışmak da bir o kadar saçmadır. Bilimden gelme yazarların birçok beyanatlarının ardında yatan da “kategori karmaşasıdır”. Örneğin, Peter Atkins, “Bilimin, evrensel amaçlara yönelik inançları savunmak üzere öne sürülen gerekçeleri geçersiz kıldığını ve bu tür amaçlara dair inançların hâlâ var olmasının duygusal bağlılıklardan kaynaklandığını kabul etmeli insanlık” derken açıkça bilimci öğretiyi savunmaktadır.66Bilimsel izahatların “evrensel amaçlara” dair soru işaretlerini neden geçersiz kılmalarının beklendiğiyse anlaşılır değildir.Bilim alanında ve nihai amaca dair tartışmalarda kullanılan söylemler, birbirinden bağımsız kategoriler olmakla beraber, genel insan söyleminin tamamlayıcı öğeleridir.

Burada biyolojik tanımlamaların hiyerarşik yapısını incelerken kullanılan anlamıyla tamamlayıcılık kavramı, birbiriyle bağdaştırılan bilgi türlerinin birbiriyle çelişkili veya sezgiye aykırı oldukları yönünde bir anlayış yansıtmaz. Aksine, günümüzde benimsendikleri üzere tanımlama (izahat) düzeyleri, yöntembilimsel indirgemeciliğin bir araştırma stratejisi olarak kullanılmasının kaçınılmaz bir sonucudur. Belirli bir biyolojik organizmayı inceleyen bilim adamı, tek bir organizmayı incelemekte olduğunun farkında olduğu gibi, bu organizmayı tam olarak anlayabilmesi için organizmanın bir veya birkaç öğesini sırayla incelemesigerektiğinin de farkındadır. Biyolojinin başlıca ilgi alanlarından biri, birorganizmanın çeşitli parçalarının nasıl bütünleşik bir bütün oluşturacakbiçimde birlikte hareket edebildiklerini ve her bir küçük organizmanın,başka organizmalarla beraber karmaşık bir topluluk içerisinde varlığınınasıl sürdürebildiğini ve nasıl üreyebildiğini saptamaktır. Diğer bir ilgialanıysa, her bir organizma üzerinde farklı düzeylerde gerçekleştirilen incelemeler arasındaki ilişkiyi keşfetmektir. Örneğin, insanların DNA yapısında küçücük değişimlere yol açan genetik mutasyonlar gelişim veya zekâ bağlamında önemli değişimlere neden olabilmektedir. Dolayısıyla yapılması gereken, bu değişimlerin sonuçlarını DNA molekülü düzeyinden başlayarak, ortaya çıkan büyük çaplı bedensel değişimler düzeyine kadar izlemek ve tespit etmektir. Sonuçların izini sürme işi, muhtemelen yukarıda sözü edilen bütün biyolojik izahat düzeylerinin irdelenmesini gerektirecektir ki bu durum, söz konusu hiyerarşi içerisinde yer alan birbirini tamamlayıcı nitelikteki izahat düzeylerinin, birbirlerinden tecrit edilmiş olmaktan ziyade, tümleşik bir bütün olduklarını hatırlatır mahiyettedir. Yukarıda kullanılan orkestra benzetmesine dönecek olursak, genetik bir mutasyon, bu benzetme bağlamında orkestrada yer alan kemanlardan birinin üzerindeki kedi bağırsaklarındanbirinin kopmasına denk gelecektir; tabii ki senfoni içerisinde yükselen sinir bozucu ses herkesçe işitilecek, bu da tamamlayıcılık kavramının, birbirinden kopuk gerçeklikler arasındaki ilişki için değil, tek bir gerçekliğin barındırdığı çok sayıdaki unsur arasındaki bağlantılar için geçerli olduğunu hatırlatır niteliktedir.

Daha önce de belirtildiği üzere E. O. Wilson, Uyuşma Bilgi Bütünlüğü adlı kitabında insanlığın bilgi birikiminin, kendi geliştirdiği bilimsel doğalcılık çerçevesinde birleştirilmesini savunur. Evrimsel biyolojinin temellerinin, insan değerleri ve geçerli bir etik sistemi türetebilecek ölçüde sağlam olup olmadığı 11’inci bölümde daha derinlemesine incelenecektir. Şimdilik Wilson’ın, kitabında geçen “Etik ve Mantık” başlıklı bölümde benimsediği felsefi yaklaşımla, bilgi bütünlüğü sağlamak bir yana dursun, “deneyüstücülük” ile (ki bununla dinselinançlardan elde edilen tüm etik değerleri kast etmektedir Wilson) “deneyciliği” (bununla da etik değerlerin insan doğasına dair daha derinlemesine araştırmalar aracılığıyla edinilebileceğini kast eder Wilson) kıyaslamaktan öteye gidemediğini belirtmekte fayda vardır: “Dinsel deneyüstücülük ile bilimsel deneycilik; bu iki dünya görüşü arasında üstün gelenin hangisi olacağı, insanlığın geleceği konusunda önemli ölçüde belirleyici olacaktır.”67Ancak bu hatalı bir ikiliktir. Yarattığı evrene yönelik olarak, biyolojik süreçler aracılığıyla gerçekleştirdiği birtakım amaçları ve niyetleri olan bir Tanrı’nın var olması ve söz konusu niyetlerine ve biyolojik işleyişe dair tanımlamaların aslında aynı gerçekliği farklı bakış açılarıyla yansıtan tamamlayıcı anlayışlar olmaları da gayet mümkündür. Wilson bu önermenin neden geçerli olamayacağına dair hiçbir delil sunmaz ve bilimsel önvarsayımlarının “uyuşmaya” (insanlığın bilgi birikiminin bütünlüğü) yönelik hedefleri yakalayamamış olması da temel varsayımlarının gözden geçirilmesi gerektiğianlamına geliyor olabilir.

Dinsel izahatların çeşitli yönlerden bilimsel izahatları tamamlayıcı olduklarını söylemek mümkündür. Örneğin, bir kimse, Susan’ın önde gelen bir hastanede çok kapsamlı bir dizi testten ve ameliyatlardan geçtiğini bilerek, “Tanrı Susan’ı dualara cevaben iyileştirdi” şeklinde bir iddiada bulunacak olsa, bu ifadesiyle hastanenin veya Susan’a bakandoktorların yetersiz kaldıklarını ima ettiği kanısına varmak doğru olmaz. Aksine, bu kimse ortaya çıkan sonucu Tanrı’nın, Susan’ın biyokimyasal ve fizyolojik yapısı, doktorların maharetli elleri ve yaratılmış düzenin tümü üzerindeki takdiri bağlamında yorumluyor olabilir. Bu anlayışa eleştirel yaklaşan kimse doğal olarak dualar olmaksızın da aynı neticenin alınacağını vurgulamak isteyecektir, ancak bu yargının da doğruluğunun sınanması mümkün değildir. Ancak duaya dair inançlar bir kenara, burada üzerinde durulmak istenen asıl nokta, dinsel söylemlerde yer alan iddiaların genellikle olayların genel yorumlanışları veya nihai amaçlarına değinir nitelikte oldukları, dolayısıyla da sunulabilen diğer izahat düzeylerini tamamlayıcı olduklarıdır. Bir sonraki bölümde yaratılış ve evrim değerlendirildiğinde ve 13’üncü bölümde mucizeler üzerinde durduğumuzda başka birtakım çarpıcı örneklere rastlayacağız.

Bu noktada, bilimciliği savunmak üzere, olgulara dair izahatlar arasında gerçektengerekliolanın bilimsel izahatlar olduğu savunulabilir; bu anlayışa göre dinsel söylemler gereksizdir, çünkü izahata herhangi bir katkıları yoktur. Bilimcilik yanlısı kimse, dinsel izahatların yukarıda önerildiği üzere tamamlayıcı unsurlar olarak mazur görülebileceklerini,fakat herhangi bir katkı sağlamadıkları takdirde gereksiz tanımlamalarınelenmesi ilkesi doğrultusunda lüzumsuz kabul edileceklerini vurgulayacaktır.

Eğer bu yorum yalnızca fiziksel olgulara dair izahatları kapsayacak biçimde yapılıyorsa, kuşkusuz ki doğrudur. Ancak bu durumda da bilimciliği savunmak üzere kullanılabilecek bir itirazdan ziyade, bilim kurumunun nasıl işlemesi gerektiğine dair geçerli bir savlama olacaktır.Fiziksel olgulara dair soru işaretleri fiziksel içerikli cevaplar gerektirir.Ancak eğer bilimcilik, dinsel izahatların, insanlığın bilgi birikimi bütünü çerçevesinde bilimsel izahatlara bir katkıda bulunmadıkları için geçersiz oldukları yönündeki anlayışla savunulduğu takdirde, böylesi bir savunma tam da yukarıda sözünü ettiğimiz “kategori karışıklığına” örnek teşkil edecektir. Bu bölümde bilim kurumunun başarılı biçimde ilerlemesinin, araştırma alanının bilinçli olarak fiziksel dünyaya dair araştırmalarla sınırlı tutulması sayesinde mümkün olduğu savunuldu. Dolayısıyla sanat dalları, etik, insanlar arası ilişkiler, felsefe ve din gibi insanlığın bilgi birikimi ve deneyimlerinin büyük çoğunluğu, tanım gereği bilimin kapsamı dışında yer alır. Bilim dışı diye nitelenebilecek bu bilgi alanlarında özellikle din, nihai anlam ile amaçlara ve yine bunlarla alâkalı olarak nasıl yaşamamız gerektiğine dair fikir verir. Bu sorularla yüzleşmekten hiç kimse kaçınamaz, çünkü herkesin sürdürmesi gereken bir yaşamı vardır ve bu bağlamda herkesin yaşamı çerçevesinde kararlar verirken başvurduğu birtakım fizik ötesi inançlara sahip olduğu savunulmuştur. Bilimsel bilgi bizlere nihai anlam ve amaçlara veya nasıl yaşamamız gerektiğine dair fikir vermez. Bu hususların bilim çerçevesinde sunulmayan başka türlü birtakım kıstaslara başvurularak çözümlenmeleri gerekir. Steve Jones’un Genlerin Dili’nde(The Language of the Genes) ifade ettiği üzere:


Bilim, felsefecilerin (veya çocukların) sordukları sorulara cevap sunamaz; dünyada var oluşumuzun nedeni, yaşamın anlamı veya nasıl davranmamızgerektiğine dair sorulara cevap sunamaz. Genetik bilimleri, biyolojik etkenlerin yön verdiği makinelerden ibaret olmayışımızı sağlayan özellikler konusunda herhangi bir yargıya varamaz. Bu sorular ilginç olabilirler, ancak bilim adamları bu konuda sıradan insanlara kıyasla daha nitelikli cevaplar verebilecek durumda değildir.68


Dolayısıyla bu bağlamda dinsel ve bilimsel izahatları birbirlerini tamamlayıcı nitelikte izahatlar olarak görmek gayet doğru ve uygun olacaktır.

Böylesine birbirini tamamlayıcı izahat düzeyleri konusunda en çarpıcı örneklere yine insan türünün tercihlerinde rastlanır. Bir kimse yaşamının nihai amacının Tanrı’ya tapınmak olduğuna inanıyor olabilir. Ayrıca başarılı bir bilim adamı olmayı hedefliyor olabilir, ayrıca anne olup çocuk yetiştirmeyi istiyor olabilir, ayrıca bedenin modern biyokimyanın, moleküler biyolojinin ve psikolojinin sağladığı çerçeve dâhilinde tanımlanabileceğine de inanıyor olabilir. Bireyin, insan unsuru olarak içselci bakış açısıyla veya bir gözlemci olarak dışsalcı bakış açısıyla yaşamına dair tercihler yaptığı farklı anlamsal düzeylerin her birinin birbirini tamamlar mahiyette olduklarını söylemek mümkündür.Ancak bu hiyerarşi içerisinde, dinsel “anlam düzeyinin” gereksiz olduğunu ileri sürmek, insan nüfusunun büyük çoğunluğunun deneyimlerini yok saymak anlamına gelir. Birçok kimse, diğer düzeylerin anlamlı biçimde yorumlanmalarının bu düzey aracılığıyla mümkün olduğunu dile getirmek isteyecektir. Bu bağlamda bütün bu düzeyler arasındaki ilişki MacKay’in tamamlayıcılık ilkesinin doğru biçimde uygulanabilmesi için öngördüğü kıstaslarla uyumludur. Çünkü bu anlayış çerçevesinde birey, “deneyimlerin tam anlamıyla anlaşılabilmeleri için” tüm düzeylerin göz önünde bulundurulması gerektiğini fark edecektir. Düzeylerden hiçbiri bir diğer düzeye indirgenemez.

Tamamlayıcılık kavramının varlığı, izahat düzeylerinden herhangi birinde birtakım eksiklikler olduğu anlamına gelmez. Bilim adamları biyolojik organizmaları tanımlamaya çalıştıklarında, tanımlama işini hangi düzeyde yapıyor olurlarsa olsunlar büyük noksanlıklar kaçınılmazolacaktır. Ancak tamamlayıcılığı gerekli kılan bu noksanlık durumu değildir. Her izahat düzeyinde kusursuz tanımlamalara sahip olsak bile, düzeyler arasındaki ilişkiyi tanımlayacak tamamlayıcı bir anlayışa hâlâihtiyacımız olacaktır. Bir organizmaya dair, bir süper biyokimyacının moleküler düzeyde sunduğu kusursuz biyokimyasal bir tanımlamaya sahip olsak bile, bu tanımlamanın bizleri söz konusu organizma konusunda tam anlamıyla bilgi sahibi kılacağını söylemek yanlış olur. Düzeyi dolayısıyla bu tanımlamada, “burun şekli”, “bacak sayısı” ve “üremealışkanlıkları” gibi kavramlara rastlayamayız. Hücre biyolojisi uzmanları, fizyologlar, anatomi uzmanları ve evrimci biyologlarca sunulan tamamlayıcı tanımlamalar, bir organizmanın tam olarak anlaşılabilmesiiçin hesaba katılması gereken vazgeçilmez tanımlamalardır. Bu durum süper biyokimyacının çalışmalarının küçümsenmesi gibi algılanmamalıdır. Burada vurgulanmak istenen, organizmalar gibi karmaşık olgulara dair analizlerin birkaç düzeyde birden yürütülmesi gerektiğidir.

Dinsel konularda, örneğin, yaşamlarımızın nihai hedefi ve amacı konusunda birtakım iddialar öne süren kimselerin, bu tür iddiaların geçerli olabilmesi için bilim adamlarının insan türüne dair sundukları biyolojik veya psikolojik tanımlamaların (“öykülerin”) noksan tarafları olması gerektiği yönündeki anlayışa sıcak bakmayacakları şimdiye dek anlaşılmış olmalı. Dine eleştirel yaklaşan kimseler bu konuda sıklıkla yanılgıya düşmekte, dinsel iddiaların geçerli olabilmeleri için, biyolojinin sunduğu bilimsel tanımlamalarda birtakım noksanlıklar olması gerektiğini düşünebilmektedir. Bu hatalı bir saptamadır. İnsanlığın hedefleri ve amaçlarına dair dinsel iddiaların doğrulanabilmesi için insan zihninde gizemli ve örtülü birtakım öğelerin olması ya da bir çeşit “makinedeki hayalet” olgusu gerekli değildir. Aksine, dinsel iddialar insan deneyiminin oldukça sıradan ve gizemli olmayan düzeylerinde, “nasıl yaşamalıyım?”, “Yaşamımın nihai bir anlamı ve amacı var mı?” gibi sorularda öne çıkar. Nasıl ki “karaciğer” ve “gen” kavramları fizik bilimi çerçevesinde incelenemezse, nihai anlam ve amaç gibi kavramlar da fizyoloji çerçevesinde incelenemez. Ancak altını çizerek vurgulamak gerekir ki burada, insan bedeninde fizik bilimince tanımlanamayacak birtakım öğeler olduğu kast edilmemektedir. Kast edilen şey, insan olma deneyiminin ve bilim adamlarının diğer insanları inceleme deneyimlerinin karmaşıklığının, hak ettiği biçimde tanımlanabilmesi için birbirini tamamlayıcı nitelikte farklı dil ve izahat düzeylerinin gerekliliğidir.

Aynı şekilde, insan var oluşunun dinsel dille (“tanrı”, “amaç”, “hedefler” ve “etik kararları” kapsayan dille) tanımlanabilen düzeylerinin, çeşitli bilimsel tanımlama düzeyleriyle karıştırılmasının da büyük hata olacağı (teist dünya görüşü çerçevesinde) gayet açıktır. Nasıl ki “genler” ve “enzimler” gibi kavramlar “nihai amaçlara dair” söylemler çerçevesinde bir şey ifade etmiyorlarsa, “tanrı” ve “nihai amaç” kavramlarına da, genetik veya moleküler biyolojiye dayanan izahat düzeylerinde yer yoktur. Hele de “tanrının”, sadece bugün sahip olduğumuz bilimsel bilginin noksanlıklarını (boşluklarını) giderme işini üstlenen (örneğin, genetik kodlama dizilimleri/sekansları yaratarak; genetik alanındaki bilgi noksanlığı, yaratılışçıların “boşlukların tanrısı” arayışları içinbiçilmiş kaftandır), bilimsel tanımlamanın bir veya birkaç düzeyinde etkin olan nedensel bir unsura indirgenmesi de mümkün değildir.


Harita benzetmesi


Aynı gerçekliğe farklı anlamlar atfetmeyi mümkün kılan ve birbirini tamamlar nitelikte olan bilgi düzeyleri (türleri) arasındaki ilişkinin nasılyorumlanması gerektiğine işaret etmek üzere sıklıkla öne sürülen bir benzetme, harita çıkarma benzetmesidir. Diğer benzetmelerde olduğu gibi bu benzetmenin de sınırları zorlanmamalıdır, ancak harita benzetmesi, hem bilimin sağladığı bilgi türüne hem de bu bilginin diğer bilgi türleriyle nasıl bağdaştırılabileceğine dair fikir verir.

Birincisi, haritalar gerçekliğin temsili birer karşılığıdır, ancak gerçeğin ta kendisi değildir. Bu yönden haritalar, uzmanların bir dizi araç kullanarak özel tekniklerle gerçekleştirdikleri elekten geçirme işlemi sonrasında duyularımızla buluşan ve gerçekliğin bir parçasını temsil eden bilimsel verilere benzer. Verileri anlamlı kılan kuramlar, haritada resmedilen bilimsel arazi içerisinde yer alan çeşitli unsurları birbirine bağlayarak tutarlı bir bütünlük oluşturan eşyükselti çizgiler gibidir. Eşyükselti çizgileri coğrafi bir harita üzerinde birbirine çok yakın çizilmişse, temsil edilen bu bölgenin oldukça dik bir yükselti olduğunu anlarız. Ancak haritada görünen bu çizgiler üzerinde elimizi gezdirmekle, temsil edilen bu yükseltinin aslına tırmanmak arasında büyük fark vardır. Haritalar gerçekliğin tam birer “temsilidir”, dolayısıyla ciddiye alınmalı, göz ardı edilmemelidir. Ama tabii ki temsil ettikleri gerçeğin eşdeğeri de değildir.

İkincisi, bir ülke hakkında haritalar aracılığıyla faydalı bilgiler sağlanacaksa, en uygun yöntem, her biri farklı özellikleri yansıtan bir dizi harita hazırlamak olacaktır. Her türlü bilgiyi tek bir haritaya sıkıştırmaya çalışmak karmaşa yaratır. Dolayısıyla jeolojik yapı, iletişim ağları, kentleşme, yağış miktarları, nüfus, topografya, toprak mahsulleri, kiliseye katılım oranları, siyasi tercihler (oy oranları), ekonomik parametreler, sağlık hizmetlerinin düzeyi, vb. özelliklerin her biri için ayrı birer harita hazırlamayı tercih ederiz. Nitekim aynı coğrafi bölgenin, bambaşka bir bakış açısıyla yansıtıldığı, bambaşka özelliklerinin öne çıktığıneredeyse sonsuz sayıda haritanın hazırlanması mümkündür. Farklı özellikleri yansıtan bu haritalar birbirine rakip değil, birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Nasıl ki insan organizmasının eksiksiz biçimde resmedilebilmesi için bu organizmaya dair çeşitli düzeylerde tanımlamalar gerekiyorsa, haritaların her biri de aynı gerçekliği farklı açılardan yansıtır. Her bir biyolojik tanımlama düzeyi “harita formatına” dönüştürülecek olsa, bu tür haritaları anlayabilmemiz için bir semboller, terimler ve tanımlamalar listesinin hazırlanması gerekirdi. İnsanın biyokimyasalharitası, her biri karmaşık biçimde birbiriyle bağlantılı olan metabolizma ve sinyalleme yollarıyla dolu olurdu. İnsanın gen haritasındaysa genlerin kromozomlardaki yerlerine, genetik dizilimlere ve bu iki unsurun bedenin “işleyişini düzenleyen” proteinlerin oluşumunda oynadıkları rollere odaklanırdı. İnsan psikolojisini yansıtacak haritada da amaç, güdü, kompleks ve fobi gibi terimlerin de dâhil olacağı bambaşka bir semboller grubu kullanılırdı. İnsanın dinsel inançlarını yansıtacak haritanın da, nihai hedef, etik tercihler, aşkınlık hissi ve Tanrı’ya adanmışlık gibi kendine has kavramlar içeren bir dili olurdu. Bu haritalardan hiçbiri bir diğerinin yerine geçemezdi elbet, ancak haritalardan biri için geçerli olan semboller ve dilin bir diğer haritada kullanılmaya çalışılması, karmaşaya ve kategori karışıklıklarına neden olurdu. Kromozomlarda aşkınlık izleri aramak ne denli sonuçsuz kalacaksa, gen haritasında “amaçlar” ve “güdüler” aramak da o denli sonuçsuz kalacaktır. Burada “güdülerinin” etkisinde kalan insanın söz konusu güdülerini tetikleyenin, anatomik yapısı genlerce kodlanmış olan beyni olduğu inkâr ediliyor değildir. Aynı kimse aşkınlık hissini de, kromozomlar üzerinde bulunan genlerce kodlanmış beyni aracılığıyla hisseder; ancak insan deneyiminin böylesi çeşitli yönlerini yansıtacak içselci ve dışsalcı açıklamaların gerçekçi açıklamalar olabilmeleri için çok farklı iki yaklaşımla tasarlanmaları gerekirdi.

Bu benzetmenin bir diğer faydalı yönüyse, güvenilir bilgi kaynakları olmak üzere tasarlanmış olsalar da, haritaların asla tam anlamıyla sonuçlandırılamayacaklarıdır. Gitgide daha karmaşık bilimsel kuramlarıngeliştiriliyor olması, her biri kendisinden bir öncekine dayanan ve bir öncekiyle bağlantılı olan bir dizi haritanın geliştirilmesi sürecine benzetilebilir. Ancak hiçbir bilim adamı kendi araştırma sahasının güncel “haritasının” izahatlar sunmak konusunda eksiksiz olduğunu düşünecekkadar saf değildir. Benzer biçimde dinsel inançlarını, güvenilir bir bilgiler bütünü teşkil ettiği gerekçesiyle savunan kimselerin, bu anlayışlarıyla destekledikleri gerçeklik haritasının, zamanla yeni anlayışlara gebe olma ihtimalini taşımayan statik bir harita olduğuna inandıklarını söylemek doğru olmaz. Ancak nasıl ki bilimsel haritalar asla sil baştan çizilmiyor, daha önceki haritalar üzerinden türetiliyorsa, yeni dinsel haritalar da kendilerinden önceki haritalarda yer alan önemli ve geçerli noktaları olabildiğince yansıtırken, yeni kavrayışları da içerecektir.

Harita benzetmesinin her yönüyle bilimciliğe tezat olduğunu ifade etmek gerekir. Birincisi, bilimsel kuramların gerçekliğin bizzat kendisideğil, yalnızca temsili bir karşılığı olduklarını bizlere hatırlatan bu benzetme, bilimcilik çerçevesinde bilimsel tanımlamalara atfedilen abartılıanlamları çürütmeyi mümkün kılar. İkincisi, gerçekliği eksiksiz olarak yansıtabilmek için birbirini tamamlayıcı nitelikte çok çeşitli haritalara başvurmanın gerekiyor olması, var olan tek güvenilir bilgi türünün bilimsel bilgi olduğunu savunan bilimci felsefelerin güvenilirliğini şüpheli kılar. Üçüncüsü, belirli bir haritanın tek başına nihai ve eksiksiz bir cevap sunmasının asla mümkün olmadığı düşüncesi, bilimci anlayışın öne çıktığı yazılarda genellikle örtülü biçimde savunulan, bilimin bizlere “apaçık, değişmez gerçekleri” sunduğu yönündeki Baconcı varsayımla (sanki bu gerçekler, içerisine eklemlendikleri ve zamanla daha dagelişip karmaşıklaşacak olan kuramlardan soyutlanabilirlermiş gibi) pekörtüşmez. Kast edilen şey, “gerçeklerin” değişebilecekleri değil, eklemlendikleri kuramlar karmaşıklaştıkça farklı yönlerinin belireceğidir.


Modeller


Dünyaya dair bilimsel ve dinsel anlayışların tümünde modellerin kullanımı önemli rol oynar ve modellerin bu anlayışlar çerçevesinde uygulanış biçimleri de önemli temas noktaları oluşturmuştur. John Polkinghorne “model” kelimesi için şöyle der:


Kişilerin gerçekliğe dair fikir edinmek veya karmaşık konulara vâkıf olmak amacıyla (gerçekliğe veya karmaşıklığa dair eksiksiz ve kusursuz tanımlamalar sunabilecekleri yanılgısına düşmeden) kullandıkları, deneme-yanılmaya dayalı araçlardır. Modeller aydınlatıcı olabilir, ancak eksiksiz tanımlamalar sunmaz.69


Ne kadar kullanışlı olsa da bir benzetme olmaktan öteye gidemeyecek olan harita benzetmesinden farklı olarak, model tasarlama süreci, bilimve teoloji alanlarının her ikisinde de benzetmelerden çok daha önemli bir rol oynar. Modelin gerçeğin kendisi olmadığı ortada olsa da, model bilimsel araştırmalar bağlamında öylesine önemli rol oynamaya başlayabilir ki, zamanla belirli bir araştırma alanının başlıca itici güçlerindenbiri konumuna gelebilir. DNA molekülünün yapısını, fiziksel özelliklerini gerçekçi biçimde yansıtarak ve genetik kodun taşıyıcısı olarak yürüttüğü görevi hesaba katarak bir model çerçevesinde aydınlatmaya yönelik bilimsel yarış, 50’li yılların başlarında biyokimyasal araştırmaların odaklandığı başlıca meselelerden biri olmuştu. DNA için sunulan çift sarmallı model o zamandan bu yana biyoloji bilimlerinde baskın bir rol oynamayı sürdürmüştür. Çift sarmallı DNA modeli, çok etkili ve zarif bir model sunmuştur. Ancak hiçbir biyokimyacı, çok güçlü bir mikroskopla hücrenin derinlerine bakıp çekirdek içerisinde, bu sözcükleri kaleme aldığım ofisten birkaç yüz metre ötede bulunan MRC Moleküler Biyoloji Laboratuarı’nın (Cambridge) önünde bulunan kusursuz ve statik DNA modeline benzeyen, çift sarmallı DNA molekülleri görebileceğini düşünmez. Modelin kendisi gerçek bir DNA örneği değildir elbette. DNA, çift sarmal bir yapıdan ibaret değildir, diğer bir düzeyde bazı proteinlerle birlikte kromozom adı verilen yapılarda yer alır. Ayrıca vücut içerisinde (in situ) yer alan her bir DNA molekülü yoğun bir faaliyet ortamı barındırır. Bu ortam, düzenleyici proteinlerin genleri (DNA uzantıları) açıp kapamak üzere oraya buraya koşuşturdukları ve sarmalların duruma göre sarmalanıp gevşedikleri, gemilerin yanaşıp yüklerini aldıkları veya boşalttıkları işlek rıhtımları andırır.

Çift sarmallı model gerçeğin ta kendisi olmasa da, DNA’ya dair çok sayıda önemli bilgiyi bir araya toplar ve moleküler biyoloji alanında bir odak noktası olmayı sürdürür. Ayrıca çift sarmallı model, DNA için sunulan rakip modelleri dışlar/geçersiz kılar. Örneğin, DNA üçlü bir sarmal değildir. Ayrıca biyolojinin “ilerlemesiyle”, DNA’nın üçlü sarmal yapılı olduğu düşüncesinin öne sürüldüğü yeni bir modelin ortaya atılması da olası değildir; üçlü sarmal yapı olasılığı 50’li yıllarda reddedilmiştir. Bu bağlamda, DNA uzantıları içerisinde genlerin kodlanıyor olmaları ne denli “gerçek bir olguysa”, çift sarmallı DNA modeli de o denli “gerçektir”. Bilimsel alanda “model” teriminin bilimsel “kuramdan” farkını gösteren de bu husustur. Modeller, gündelik yaşamın dışında kalan birtakım olguları, bu olgular için geçerli olan dil ve kavramları temel alan bir söylem çerçevesinde ele almaya yönelik girişimlerdir. Daha fazla veri belirdikçe ilk öne sürülen modelin uygun olmadığı ortaya çıkabilir. Bu durumda daha iyi bir modelin tasarlanması gerektiği anlaşılacaktır.

Model” teriminden farklı olarak “bilimsel kuram” terimi, genel olarak, geniş çaplı bir dizi veriyi anlamaya yönelik girişimleri tanımlamaküzere kullanılır. Bu girişimler kapsamında birden fazla farklı model tutarlı bir bütün oluşturacak biçimde bir araya getirilebilir. Örneğin, protein biyosentezine dair kapsamlı bir kuramın tasarlanabilmesi için yalnızca doğru DNA modeline değil, aynı zamanda doğru RNA ve proteinyapısı modellerine ihtiyaç vardır. Fizikten bir örnek vermek gerekirse; ışık için ortaya atılan dalga ve parçacık modelleri, iki farklı ortamda elde edilen iki farklı sonucu izah etmek üzere ortaya atılır; ışığın özelliklerini gündelik dilde anlaşılacak biçimde ifade edebilmemiz için bu modellerin her ikisi de gereklidir. Ancak bu iki kuramın tutarlı biçimdetek bir bilimsel kuram dâhilinde nasıl bir araya getirilebileceklerini gösteren, kuantum alan kuramı olmuştur.

Bilimsel kuramların tasarlanmasında kaçınılmaz olarak kullanılan araçlardan biri de mecazi anlatımlardır. Mecazi anlatımlar için şöyle bir tanımlama yapılmıştır: “Süslemeden ziyade, mecburiyetten başvurulan yöntemler; tanınan olgular aracılığıyla tanınmayan olgulara dair yorum yapma, bilinen şeyler aracılığıyla bilinmeyeni anlatma girişimleridir.”70Bilimsel söylemler mecazi anlatımlarla doludur, bunlardan bazısı kolaylık sağlarken bazısı işleri zorlaştırır. Ancak genel olarak fiziksel gerçekliğin bir parçasını anlayabilmemizi sağlamaya yönelik girişimlerdir (bazen sonuçsuz da kalabilirler). Bazen mecazların seçimindetalihsizlik yaşanır. Öyle ki, söz konusu mecazların bilimsel alandaki kullanımları, sıradan gündelik dildeki kullanımlarıyla karıştırılır ve bu da yanlış anlaşılmalara yol açar. Örneğin, “bencil genler” ve “özgeci davranışlar” gibi mecazi kullanımların, güncel dilde karşılık geldikleri anlamlardan çok farklı olan, kesin biyolojik anlamları vardır. Seçilen mecazların bazısıysa alabildiğine gariptir; örneğin, kuantum sayılarından birine, deneylerin gözlemlenemeyen etkilerinden kaynaklanan olumsuzlukları (kem gözleri) engellediği için “muska” anlamında kullanılan “tılsım” adının verilmesi gibi!71

Bilim alanında modeller ve mecazi anlatımların kullanımı fazlasıylayer edinmiş ve artık doğal karşılanmaktadır. Ancak nedense dinsel söylemlerde de benzer bir anlayışın söz konusu olduğunu işitmek kimi bilim adamlarını şaşırtmaktadır. Bilim alanında olduğu gibi din alanında da, gündelik deneyimlerimizin oldukça dışında kalan birtakım olguları anlaşılabilir bir söylem içerisine oturtma meselesi çözülmeye çalışılır. Tanrı’ya dair iddialarda da bu mesele öne çıkar. Örneğin, Hıristiyan teizminde kişisel bir Tanrı’dan bahsedilir. Kutsal Kitap’ta Tanrı’nın kişiliğine dair sunulan tanımlamalarda “sevecen, hoşnut olmadığı anlar olan, şefkatli ve candan” gibi, normalde insanları tanımlamak üzere kullanılan birçok sıfatın kullanıldığı görülür. Bu sıfatlar insanlar için kullanıldıklarında izah edilebilir birtakım anlamlar taşır. Ancak Tanrı’yı tanımlamak üzere kullanıldıklarında mecazi anlamda kullanılır. Tanrı’nın sevecen, hoşnut olmadığı anlar olan veya şefkatli olmasının tam olarak ne ifade ettiğini izah etmek mümkün değildir. Ancak bir genin “bencil” olduğunu söylemek ne denli mümkünse (bencil terimine yüklenen teknik biyolojik anlam bağlamında), Tanrı için de söz konusu sıfatların kullanılması o denli mümkündür. Tanrı için öngörülen “kişisel Tanrı” modelini tutarlı kılan, insanlar olarak birbirimizle kişisel ilişkileryaşayabiliyor oluşumuzdur. Bu deneyim olmaksızın böylesi bir mecazın kullanılması anlamsız olurdu. Bilim alanında kullanılan mecazi anlatımların birçoğu için de benzer şeyler söylenebilir. Güncel matematikte ve botanik alanındaki sarmaşık yapılı bitkilerde (hasekiküpesi kıvrımları) sarmal yapı örneklerine rastlıyor olmasak, DNA için öne sürülen çift sarmal modelinin bir anlamı olmazdı. Daha önce herhangi bir delik oluşumunu görmüş olmasak, evrenbilim alanında kullanılan “karadelik” terimi bize pek bir şey ifade etmeyecektir. Evrenbilimde bahsi geçen “kara deliklerin” gündelik yaşantımızda karşılaştığımız delik oluşumlarından çok farklı olduklarını anlasak da, bu durum söz konusumecazı değersiz kılmaz.

Tanrı’dan bahsederken, O’na insani vasıflar atfeden kimseler kimi zaman antropomorfik bir anlayış benimsiyor olmakla itham edilir. Ancak işin aslı şudur ki, bilim alanında olduğu gibi din alanında da başvurabileceğimiz tek dil, gündelik kişisel deneyimlerimizde kullandığımız dildir. Bu alanların her ikisinde de mecazi anlatımlara ihtiyaç duyulur. Bilim ya da din alanında olsun, mecazi anlatımların fazlaca literal yorumlanmalarından kaçınmanın ne denli önemli olduğu bir sonraki bölümde ele alınan konu çerçevesinde izah edilecektir.