Nice saygın teolog, Herkül’ün gazabına uğrayan yılanlar gibi yenik düşmüştür bilime. Tarih şahittir ki bilim ile gelenekçilik nerede çatıştıysa, gelenekçilik, tümüyle yok edilmediyse de mağlup olmuş, kan kaybetmiş (öldürülmediyse de yaralanmış) ve teslim olmak zorunda kalmıştır.
T. H. Huxley
Kanımca Kutsal Kitap’ın genelinde veya Yaratılış Kitabı’nın 1 ve 2’nci bölümlerinde aktarılan ve başka bölümlerde de atıfta bulunulan yaratılış öyküsünde evrime ters düşen herhangi bir ifadeye rastlanmaz.
B. B. Warfield
Doğada herhangi bir ilahî müdahale söz konusu olamaz, çünkü Tanrı kendi işlerine müdahale etmez. Yaratıcı faaliyetinin ürünleri her yerde görülür. Tanrı ile doğa veya Tanrı ile yasalar arasında bir iş bölümü söz konusu değildir. Hıristiyan teologlar, doğada gözlemlenen olguları Tanrı’nın işleri kabul eder.
Aubrey Moore
Aslında büyük bir şirketin gelişim süreci, en güçlü olanın yaşamını sürdürmesi ilkesine uygun biçimde ilerler… American Beauty diye bilinen güllerin o bilindikparlaklığa ve kokuya sahip olabilmeleri için etraflarında biten ilk goncaların ayıklanması şarttır. Bu gerçek, iş dünyasının kötücül bir eğilim barındırdığı anlamına gelmez. Mesele doğa yasaları ve Tanrı’nın yasalarının işlemesinden ibarettir.
J. D. Rockefeller
[Bu alıntıların tümü 19’uncu yüzyılda yaşamış kimselerin yorumlarıdır]
“Evrim” sözcüğü 18’inci yüzyıl sonları ve 19’uncu yüzyıl başlarında embriyoloji bilim dalı çerçevesinde ceninlerin gelişimini (“evrimine”) tanımlamak üzere, yani modern anlamından oldukça farklı bir anlamdakullanılırdı. Darwin bu terimi nadiren kullanırdı. Dolayısıyla “evrim” tartışmasından söz ettiğimiz takdirde, geçtiğimiz yüzyıl içerisinde geliştirilen evrim kuramıyla bağlantılı günümüz düşünce biçimlerinden yola çıkarak yorum yapma hatasına düşmemiz olasıdır. Bu kitap kapsamında “evrim” sözcüğü, bazısı Darwin’in çalışmalarından da önceye dayanan, canlı varlıkların zaman içerisinde formlarının değişebildiği düşüncesinin savunulduğu kuramları tanımlamak üzere kullanılır.
19’uncu yüzyılda süren evrim tartışmaları, bilim ile din arasındaki tarihsel ilişkinin “çatışma” olarak yorumlanması eğiliminin açıkça görülebildiği bir örnek kabul edilir. Yaradan Tanrı inancının gömülmek üzere konacağı tabuta çakılacak son çivinin Darwin’in kuramında saklı olduğu iddia edilir. Bu anlayışa göre evrim kuramı, kabul edildiği takdirde toplumun ahlâkının bozulacağı ve kilisenin etkisinin azalacağını düşünen kilise önderlerinin şiddetli muhalefetlerine rağmen kabul görüyordu. Bilim adamları ve dinine bağlı kimseler arasında günümüze dek sürecek büyük bir ayrılığa neden oluyordu. Söylence mahiyetindeki böylesi iddialar medyada, ders kitaplarında yer bulmuş, hatta konusunda ehil olan bilim adamlarınca bile savunulmuştur. Bilim ile din arasındaki etkileşimlerin tarihsel gelişim sürecini araştıran değişimci tarihçiler geçtiğimiz yirmi-otuz yıllık dönemde çok yoğun çalışmış ve neticede evrim tartışmasını çok daha ayrıntılı biçimde yeniden sunabilmiştir. Döneme dair pek çok kayda değer öykü su yüzüne çıkarıldı, ancak biz burada yalnızca ana meseleye odaklanacağız: 19’uncu yüzyılda Darvinci anlayışın yorumlanmasında etkili olan dinsel ve felsefi belirleyiciler nelerdi?
Charles Darwin
12 Şubat 1809’da dünyaya gelen Charles Darwin1, Shrewsburyli varlıklı bir doktorun oğlu ve 18’inci yüzyılın ikinci yarısında evrime dair tahmine dayalı birtakım fikirlerini kâğıda dökerek yayınlatan gelenek karşıtı Erasmus Darwin’in torunuydu. Charles çocukluğunda öncelikle bir Üniteryen kilisesine devam etmiş, ardından dinsel konularda özgürlükçü düşünen babasınca bir Anglikan kilisesine gönderilmişti. Hiç kuşkusuz ki Anglikan Kilisesi’ne üye olmanın getireceği saygınlık, profesyonel çıkarlarını kollama ve tıp alanında iyi giden çalışmalarını ilerletme arzusunda olan babasının bu seçiminde etkili olmuştu. BabasıCharles’in okuldaki başarı düzeyden hiç memnun değildi; oğluna şöylededi: “Silah atmak, köpeklerle oynamak ve sıçan yakalamaktan başka bir uğraşın yok, hem kendini hem de aileni küçük düşüreceksin.” Darwin’i on altı yaşına geldiğinde tıp okumak üzere Edinburgh’a gönderdi. Ancak üniversitede verilen dersleri sıkıcı buluyor, anestezinin keşfi öncesinde yapılan ameliyatları izlemekten de rahatsız oluyordu. Ancak buolumsuzluklara rağmen Darwin’in doğa tarihine yönelik ilgisi Edinburgh’da geçirdiği dönemde ortaya çıktı. Darwin’in bu alana kaymasında, siyasi görüşleri Darwin’in ailesinin temsil ettiği gelenekle (Darwin varlıklı ve Liberal [Whig partisi yanlısı] bir aileden geliyordu) çelişen ve Lamarkçı evrim anlayışına gönülden bağlı bir parazit uzmanı olan Robert Grant önemli rol oynamıştı. Darwin, çeşitli türlerin örneklerini toplamak üzere çıktığı araştırma gezilerinde Grant’e eşlik etmiş, yol arkadaşlığı yapmış ve onun Lamark’a yönelik ilgisine de ortak olmuştu.Ayrıca Oxford ve Cambridge ruhbanlarınca savunulan, doğal Dünya’nın bir dizi ilahi yaratma eylemi sonucunda oluştuğu inanışını reddeden ve Dünya’nın doğal etkenler sonucunda yaşanan evrim aracılığıyla oluştuğuna inanan Grant’in bu görüşünün de etkisinde kalmıştı.
Uzun uğraşlar sonucunda babasını tıp alanına hiçbir ilgi duymadığına ikna eden Darwin, diplomasını alamadan Edinburgh’dan ayrıldı. Babası onu ilahiyat eğitimi almak üzere, saygın Liberal (Whig) geleneklerle daha uyumlu bir ortam sunan Cambridge’e gönderdi. Darwin otobiyografisinde bu dönemi için “İngiliz Kilisesi’nin bütün dogmalarına inandığımı söyleseydim yalan olurdu; gerçi taşrada rahiplik yapma fikri bana gayet cazip geliyordu. Nitekim Pearson’ın inanç ilkeleri üzerine yazdıklarını ve ilahiyat konusundaki birkaç kitabını dikkatle okudum; o dönemde Kutsal Kitap’ta geçen her sözün literal anlamıyla yorumlanması gerektiğine ve tamamıyla doğru olduğuna inanıyordum. Dolayısıyla çok geçmeden Anglikan inanç ilkelerini büsbütün kabul etmem gerektiği kanısına varmıştım.”
Ancak işin aslı, Darwin Cambridge’de verilen teoloji eğitimine pek de fazla ilgi duymuyordu, ama buna rağmen, son anda tanınan aflar sayesinde 1831 yılında lisans düzeyinde ilahiyat diploması alan 178 kişi arasına onuncu sırada girmeyi başardı. Darwin’in ilgisini çeken nadir teoloji kitaplarından biri, doğa teolojisinin savlarını özetleyen ve kuşaklar boyunca Cambridge öğrencilerince okunması gereken zorunluders kitaplarından olan Peder William Paley’in The Evidences of Christianity(Hıristiyanlık’ın Delilleri) adlı kitabıydı. Darwin Paley’in duygusallıktan arınmış duru mantığını çok beğenmiş ve sınavlarına hazırlanırken The Evidences’i hatmetmişti. Paley, asla boşa kürek çekmeyen mantıklı bir Tanrı’nın faal olduğunu doğrulayacak biçimde düzenli ve yasalara bağlı, en küçük ayrıntısı bile anlamdan yoksun olmayan bir dünya öngörüyordu. Darwin ömrünün ilerleyen yıllarında yazdığı Otobiyografi’de, Cambridge’de geçirdiği dönem boyunca Paley’in kendisinde bıraktığı etkiyi şöyle ifade eder:
İnanıyorum ki, Paley’in kullandığı kadar anlaşılır bir dille olmasa da,Evidences’i baştan sona eksiksiz ve kusursuz biçimde yeniden yazabilirdim. Bu kitabında ve Natural Theology (Doğa Teolojisi) adlı kitabında yansıttığı mantık, Öklid’in mantığı kadar tatmin ediciydi. O gün bugündür şunu söylerim; büyük dikkatle okuduğum bu eserler… diplomasını aldığım akademik kursun, düşünsel gelişimime bir ölçüde katkısı olan nadir öğelerindendi.
Bugün biliyoruz ki, Paley’in Natural Theology’sinde okuduğu bölümlerden biri Darwin’in ileride ele alacağı biyolojik bir sorunsalı önceden haber verir niteliktedir. Paley, organizmaların yaşadıkları çevreye ne denli iyi uyum sağladıkları konusunda şunları yazıyordu:
Her şeyin şansa atfedilmesiyle aynı etkiyi doğuran bir diğer izahat söz konusudur. Bu izahat uyarınca, her bir gözün, o gözün sahibi olan hayvanın, diğer hayvanların, her bir bitkinin, hatta gördüğümüz her düzenli organizmanın, sonsuz çağlar boyunca belirmiş olan varlık çeşitleri ve kombinasyonlarının yalnızca küçük bir öğesi olduklarına; ayrıca bugünkü dünyanın söz konusu sonsuz çeşitliliğin kalıntısı mahiyetinde olduğuna ve yapı itibariyle kendilerini koruma veya türlerini nesilden nesle aktarma yetisine sahipolmayan milyonlarca fiziki varlık ve türün de soylarının tükendiğine inanmamız gerekir.
Paley, var olan hayvanların genel olarak yaşadıkları çevreye iyi uyum sağladıklarını görmesinin de etkisiyle böylesi bir izahat olasılığını reddediyordu. Daha sonraları Darwin “doğal ayıklanma” adını vereceği benzer bir düşünce çerçevesinde Paley’in bu anlayışını yeniden canlandıracaktı.
Darwin, Cambridge’de gördüğü ilahiyat eğitimini ciddiye almadıysada, atıcılık ve avcılık gibi eski uğraşları da dâhil olmak üzere başka alanlarda çalışmalarını sürdürmüştü. Darwin, sıra dışı/nadir rastlanır/egzotik etlerin yenilmesini amaç edinen Glutton Kulübü diye anılan bircemiyetin de kurucu üyeleri arasında da yer almıştı. Botanik Profesörü John Henslow ve Jeoloji Profesörü Adam Sedgwick ile olan arkadaşlığının etkisiyle doğa tarihine olan ilgisi artıyordu. HenslowDarwin’in, Güney Amerika çevresinin deniz haritasını çıkarmaya yönelik bir sefere çıkacak olan Beagleadlı geminin mürettebatına doğa bilimci olarak hizmet etmek üzere katılmasını önerdi. Darwin’in babası bunun delice bir fikir olduğunu düşündü, Charles’ın papaz olma yönündeki çağrıdan uzaklaşmasına sebep olacağını öne sürerek gitmesine karşı çıktı. Neyseki amcası Josiah Wedgwood Darwin’in imdadına yetişti, babasına bir mektup yazarak, “Doğa Tarihi uğraşı, profesyonel bir meslek olmasa da, bir din adamı için gayet uygun bir uğraştır” dedi. Nitekim Darwin, 27 Aralık 1831’de beş yıl sürecek bu sefer için demir alan Beaglegemisinin mürettebatına katıldı.
Beagle’la çıktığı bu sefer Darwin’in doğal dünyaya bakışını önemli ölçüde etkiledi ve “biyolojik değişim” ile “doğal ayıklanma” diye adlandıracağı iki kavram da bu sefer sırasında derlediği bol miktardaki verileri değerlendirmesiyle ortaya çıktı. Beagle’ın Seferi (The Voyage of the Beagle) adıyla yayınladığı sefere dair kitap, bugüne değin bilimsel keşif yazıları arasında bir klasik sayılagelmiştir. Darwin, kendisini derinden etkileyen gözlemlerinden birini şöyle aktarır:
İnsan eli değmemiş, insanlarca tahrif edilmemiş ilk çağlardan kalma ormanların eşi benzeri yoktur; yaşamın üstün gelebildiği Brezilya ormanları ya daölüm ve bozulmanın egemen olduğu Tierra de Fuego ormanları olsun. Bu ormanların her ikisi de doğanın Tanrısı’nın çeşitli eserleriyle dolu birer tapınak gibidir. İnsan ayağı basmamış bu topraklara adım atıp da etkilenmemek olası değildir. Bu ormanları görüp de insanın fiziksel bir varlıktan ibaret olduğuna inanmak mümkün değildir.
Darwin, Lyell’ın Jeolojinin İlkeleri’nin birinci cildini sefere çıktığında yanında götürmüş, ikinci cilt ise daha sonra ulaşmıştı eline. Lyell’ın jeolojik değişimlerin uzun süreçler çerçevesinde aşamalı olarak yaşandıkları yönündeki saptaması, Darwin’in, yeni yaşam formlarının çok sayıda küçük biyolojik değişikler sonucunda ortaya çıkıyor olabilecekleri yönündeki kuramı için temel teşkil ediyordu. Ancak Lyell’ın canlı türlerinin, koşulların uygun olduğu zaman ve ortamlarda yaratıldıkları yönündeki önermesi Darwin’e inandırıcı gelmiyordu. Nesli tükenmiş hayvan türü sayısı şaşırtıcı derecede çoktu; olağanüstü derecede çok sayıda yaşayan canlı türüyle karşılaşması ve hayvan ile bitki türlerinin her bir ülkede çeşitlilik gösterdiğini gözlemi Darwin’i, her türün ayrı ayrı yaratılmış olup olamayacağını düşünmeye sevk ediyordu. Hayvanların hayatta kalabilmek için büyük çaba harcadıkları vahşi yaşamın acımasız gerçeklerini görmek de Darwin’in doğa teolojisi çerçevesinde çizilen, her şeyin belirli bir amaca hizmet ettiği inanışına dayalı düzenli dünya portresine olan inancını zayıflatıyordu. Darwin Şili’de bulunduğu sırada bölgede büyük ölçekli bir deprem yaşandı. Concepción’da bulunan katedral yerle bir olmuşken, ilahi biçimde düzenlenmiş bir doğadan bahsetmek mümkün müydü? Devasa akbabaların koyun ve sığır leşlerinden beslendikleri bu ıslah edilmemiş doğa, düzenli İngiliz bahçelerinden ve Cambridge Üniversitesi’nin bakımlı yeşilliklerinden çok farklıydı.
1836’da İngiltere’ye dönen Darwin, Londra’da yaşayan esrarkeş edebiyatçı kardeşi Erasmus’un yanına yerleşti, bir süre sonraysa porselen endüstrisinin gelişimine olan katkılarıyla ünlenen Josiah Wedgwood’un dindar kızı (yani kendisinin kuzeni olan) Emma’yla evlendi. Düğün yemeği, Staffordshire’dan Londra’ya gitmek üzere çıkılan tren yolculuğu sırasında yenilen sandviçlerden ibaretti ve doğa tarihi söz konusu olduğunda boşa vakit harcamaya tahammülü olmayan Darwin, düğün gecesinde bile turpların özelliklerine dair birtakım kayıtlar tutmaktan alamamıştı kendini. Londra’nın Gower Sokağı’nda bir eve yerleşen Darwin çok geçmeden Londra bilim çevrelerine dâhil olmuş, saygın Londra Jeoloji Cemiyeti’ne üye kabul edilmiş, kısa süre sonra da cemiyetin katipliğine getirilmişti. Çift, ilk çocuklarına Willy adını verdi; Darwin, oğlunun davranışlarıyla Londra Hayvanat Bahçesi’nin kısa süre önce satın aldığı Jenny adlı orangutanın davranışlarını kıyaslıyordu.
Darwin, Londra’da edindiği yeni arkadaşları aracılığıyla, daha sonraları ortaya atacağı “dönüşüm” kuramını geliştirmesinde önemli etkisi olacak pek çok siyasi ve toplumsal görüşü tanıyordu. Seçkin kimselerinkatıldığı yemekli partilerde yapılan sohbetlerde Papaz Malthus’un kuramları sıkça konu edildi. Malthus insan nüfusunun geometrik olarak yayıldığını, gıda kaynaklarınınsa matematiksel olarak çoğaldığını öne sürüyordu. 1801 ile 1831 yılları arasında nüfusu 12 milyondan 24 milyona yükselerek ikiye katlanan Britanya’da yaşayan kimseler için oldukça inanılası bir varsayımdı bu. Kaçınılmaz olarak bir süre sonra gıda kaynakları insan nüfusu için yetersiz olmaya başlayacak, kıtlık yaşanacak ve nüfus azalacaktı. Toplumsal yaşamın doğanın bir parçası olduğu,dolayısıyla Tanrı’nın yasaları uyarınca mücadele ve ilerlemeye sahne olmasının normal olduğuna inanan Liberaller (Whigs) Malthus’un kuramını destekliyordu. Muhafazakâr Anglikanlar ise Yüceler Yücesi’nin başlangıçta insanlar, hayvanlar ve evrenin tümü için bağlayıcı olacak kesin yasalar belirlemiş olduğuna inanıyordu. Onlara göre kilise yıkıldığı takdirde bütün düzen çökerdi.
Darwin Beagle’la çıktığı seferde topladığı çok sayıdaki veriyi değerlendirmeye çalışırken bütün bu tartışmalara da şahit olmuştu. “Yaradan gerçekten de… …yasalar aracılığıyla yaratır” yargısına varmıştı. Doğal dünyaya dair geleneksel yaklaşımların sorunu, henüz doğal yasalar bağlamında açıklanamamış olan olguları Tanrı’nın varlığına atfederek “izah etme” eğiliminde olmasıydı. Darwin sitemkâr bir dille şöyle diyordu: “Uydular, gezegenler, güneşler, evrenler, hatta pek çok evrenden kurulu sistemlerin yasalara uygun biçimde düzenlemiş olduklarını kabul edebiliyoruz, ama küçücük böceklerin bir anda gerçekleşen özel müdahalelerle yaratılmış olmalarını istiyoruz.” Darwin, dünyada böylesine şaşırtıcı çeşitlilikte organizmaların var olabilmesine imkân tanıyan yasaları, doğalcı meslektaşlarınca “gizemlerin en gizemlisi” diye tanımlanan “türlerin kökenini” açığa çıkarmayı amaçlıyordu.
Darwin, Beagle’la çıktığı seferde topladığı verilerin tasnifini ancak on yıl sonra tamamlamış, ardından da sekiz yılını kabuklu deniz hayvanlarını incelemeye ayırmıştı. Ancak bu süreç boyunca “benim kuramım” diye tanımlamaya başladığı kurama yönelik çalışmasını sürdürdü.Darwin, Malthus’un öngördüğü biçimde hayvanlar âleminde rakip canlıların sınırlı miktardaki gıda için mücadele ediyor olmalarının, ancak en güçlü olanın yaşamını sürdürebileceği anlamına geldiğini anlıyordu.Fayda sağlayan değişiklikler sonraki nesillere aktarılıyor, zamanla çoğalan küçük değişiklikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Darwin, 1844 yılına gelindiğinde akıl hocası Joseph Hooker’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Nihayet tünelin sonundaki ışığı görüyorum, türlerin (ilk başta düşündüğümün aksine) değişmez olmadıkları yargısına vardığımı söyleyebilirim (adeta bir cinayeti itiraf etmek gibi)… Sanıyorum ki türlerin çeşitli koşullara nasıl kusursuz biçimde uyum sağlayabildiklerini keşfettim (ne cüret!).” Darwin daha sonraları bu mektubuyazdığı dönemden şöyle bahsetti:
Sonunda temel alabileceğim bir kurama sahiptim; ancak önyargılı tepkilerle karşılaşmaktan çekindiğim için bir süreliğine kuramımın basit bir taslağınıbile yazmamaya karar verdiğim 1842 yılının Haziran ayında kuramımın 35 sayfalık özet bir taslağını kaleme aldım ve 1844 yılının yazında bu taslağı genişleterek 230 sayfaya çıkardım, ki bu genişletilmiş taslağın bir nüshasını bugün hâlâ saklarım.
Darwin’in karşılaşmaktan çekindiği “önyargılar” nelerdi? Ayrıca, Türlerin Kökeni neden ancak 1859 yılında, yani Darwin’in kuramının tanımlamasını aktardığı ilk taslağı kaleme almasından tam on yedi yıl sonra yayınlanmıştı?
Darwin’in, görüşlerini yayınlamak konusunda çekinceli davranmasının ardında yatan başlıca neden 1830’lu ve 1840’lı yıllarda İngiltere’de egemen olan siyasi atmosferdi. Dönemin siyasi atmosferini belirleyen, yoksulluk ve toplumsal ayaklanmalar oldu. 1830 yılının Temmuzayında Darwin halen Cambridge’deyken, gerici Fransız Kralı Onuncu Charles, hükümeti feshetmiş ve Paris’te yine devrim naraları yükselmişti. Sürgüne gönderilen Kral İngiltere’ye sığınıyor ve muhafazakâr hükümetin kanatları altına giriyordu. Muhafazakârlar Kilise ve Kraliyetin geleneksel savunucularıydı. Fransa’daki gelişmelere paralel ilerleyen İngiliz Reform hareketi kapsamında geniş çaplı sivil itaatsizlik kampanyaları yürütülüyor, toprak sahipleri ile zengin ve halinden memnun Anglikan Kilisesi erkânı, açlık sınırında yaşayan öfkeli tarım işçilerinin saldırılarına hedef oluyordu. Darwin Beagle’la çıktığı seferden döndüğünde Wellington Dükü, saygın muhafazakâr Anglikanlar’ın, Liberal üreticiler, esnaf ve ateistler karşısında güç kaybetmekte olduklarından yakınıyordu. Yürürlüğe sokulan Yeni Yoksullar Yasası’yla, yoksullara yönelik yardım girişimleri engelleniyor ve yoksullar ya mevcut işler için rekabet etmek ya da iş evlerinde çalışmak zorunda kalıyordu. Bu yasa birçoklarınca Malthuscu ilkelerin bir sonucu olarak görülüyordu.
1830’lu yıllar, yani Darwin’in “dönüşüm” kuramının temelini oluşturacak görüşlerinin şekillendiği o kritik dönem, aynı zamanda ciddi bir ekonomik buhran dönemi oluyordu. Fabrikaların kapanması ve işçilerinişten çıkarılmalarıyla yoksullar büyük ıstıraplar çekti; her yıl 400.000 insan Britanya’dan ayrılarak yeni bir yaşam kurma umuduyla kolonilere göç ediyordu. Muhalif gruplar bir araya gelerek, büyük ölçüde Fransız Devrimi’nin maddeci düşünceleri ekseninde kalacak reform yanlısı Chartist hareketini kuruyordu. Bu hareket herkesin oy kullanma hakkına sahip olmasını, her yıl seçim düzenlenmesini ve parlamento üyelerinin (MP) aylık maaş karşılığında görev yapmaları gerektiğini ve toplumsal bir sözleşmenin gerekliliğini savunuyordu. Hükümet ise Chartist hareketine saldırmak için “ateizm” ve “maddecilik” terimlerinihakaret mahiyetinde kullanmaya başlıyor, Fransız Devrimi sırasında yaşanan korkunç olayların İngiltere’de de yaşanabileceği korkusunu insanlara aşılamaya çalışıyordu. Bu korku temelsiz sayılmazdı. Chartistler 1842’de genel grev ilan etti, yarım milyon işçi sokağa döküldü. Bazı kentlerde askerlerin ateş açması sonucunda ölen göstericiler oldu. Darwin’in çalışma arkadaşı olan anatomi uzmanı Richard Owen, kalabalıkları bastırmaya çalışan polise destek olmak üzere harekete geçenSaygın Topçu Bölüğü’nde görev yapıyordu. 19’uncu yüzyıl boyunca İngiltere’de devrim olasılığının belki de en yüksek düzeyde olduğu 1842 yılının yazı, aynı zamanda Darwin’in de kuramını ilk defa kâğıdadöktüğü yıl oluyordu. O dönemde evrim yanlısı görüşler yayınlamak radikal görüşlü muhaliflerin eline koz vermek olurdu. Bilimsel alandakien yakın arkadaşları büyük oranda Anglikan seçkinlerinden olan Darwin, “dönüşüm” konusundaki görüşlerinin, sokağa dökülen yığınların ağzında Lamarkçı devrim söylemleri haline getirilmesini istemiyordu. Saygın bir Liberal (Whig) beyefendisi, Athenaeum Kulübü üyesi, lordlar, piskoposlar ve devlet bakanlarıyla yakın ilişkilere sahip olan Darwin, hukukun egemenliğine gönülden inanıyordu. Dolayısıyla Darwin için “kuramının” bir devrim söylemi olarak kullanılmasından daha rahatsız edici bir şey düşünülemezdi.
1842 yılında Darwin nihayet Londra’nın gürültülü ve aşırılıkların egemenliğindeki ortamından uzaklaşarak Kent bölgesinin kırsalında bulunan Down Kasabası’nda, bir zamanlar papaz evi olan bir konuta yerleşerek tam da doğalcı bir papazın süreceği türde bir yaşam biçimi benimsedi. Emma, birçok çocuk doğurarak Viktoryen döneminde ideal bir eşten bekleneni yaparken, Darwin de türlerin kökenine dair kendinesakladığı görüşlerini rötuşlayarak kâğıda döküyordu. 1844 yılında yaşanan bir olay Darwin’in görüşlerini beyan etme konusundaki çekincesini daha da pekiştiriyordu muhtemelen. Söz konusu olay, kendi kendini eğitmiş bir tarihçi ve yayıncı olan İskoç Robert Chambers’ın, Yaratılışın İzleri (Vestiges of Creation) adlı çalışmasını imzasız biçimde yayınlamasıydı. Chambers Yaratılışın İzleri’ni, Felaketçilerin Lyell’a yönelttikleri soruya cevap vermek üzere yazmıştı: Doğa yasası kararlı ise, nasıl bu yasa kapsamında düzenli olarak birbirinden farklı yeni organik formlar gelişebiliyordu? Bir çeşit “gelişim yasasının” var olduğunu iddia eden Chambers’ın sunduğu cevap Alman doğa felsefesi çizgisindeydi. Şöyle diyordu Chambers: “İlkelden yükseğe, basitten karmaşığa, genelden özele doğru kararlı biçimde gelişen, dolayısıyla tümüyle ilahi biçimde belirlenmiş ve tümüyle doğal, aşamalı bir evrim…” Chambers kuramını, memeli canlıların ceninlerinin doğum öncesinde geçirdikleri evreleri örnek göstererek destekliyordu. Balıklar, sürüngenler, kuşlar ve memelilerin tümü bu ilk gelişim evrelerinden geçiyordu. Dolayısıyla gebelik dönemini uzatan etkenler, yeni türlerin ortaya çıkmasına neden olabilirdi. Evrime dair düşüncelerini yalnızca doğal dünyanın işleyişiyle sınırlamak istemeyen Chambers, düşünsel sistemini genişleterek, bütün olayların kararlı yasalar uyarınca geliştiği güneş sistemlerinin oluşum süreçlerini de kapsayan evrensel bir düzen tasavvur ediyordu.
Yaratılışın İzleriyayınlandığında tartışmalar başladı. Hem jeologlar hem de teologlar ağır eleştiriler yöneltiyorlardı. Yazarın kimliğinin bilinmemesi kitabın ününü artırıyordu. Kitabı yazanın Prens Albert olduğu yönündeki rivayet kitabın on iki defa basılarak yok satmasında etkili oldu. Kitap, adeta bilinçli olarak tasarlanmışçasına, her kesimden insanı rahatsız edecek bir şeyler içeriyordu. Bilim adına kayda değer pek fazla bilgi içermediği için, doğa felsefecilerince sevilmiyordu. Darwin kitap için şöyle diyordu: “Yazımı ve düzenlemesi takdire değer, ancak yazar jeoloji konusunda yetersiz, zooloji konusundaysa büsbütünbilgisiz görünüyor.” Lyell da, Chambers haklıysa “bütün ahlâk anlayışımız boştur” diyordu. Thomas Huxley yazarın “şaşılacak derecede cahil ve tümüyle bilim dışı bir bakış açısına sahip” olduğunu söylüyordu.Darwin’in Cambridge’de jeoloji konusunda danışmanı olan Adam Sedgwick de Yaratılışın İzleri’ne, fizik ile ahlâk arasındaki ayrımı bulanıklaştırdığını ve maddeci felsefeyi desteklediğini söyleyerek saldırıyordu. Daha sonraları, kimliği ortaya çıktığında Chambers bu suçlamalara, çalışmasının doğa teolojisi alanında değerlendirilmesi gereken bir tez niteliğinde olduğunu savunmuş ve şöyle demiştir: “Kişisel ve zekâ sahibi bir Tanrı’ya inanıyorum ve cansız maddenin ancak O’nun müdahalesiyle hayat bulabileceğine inanıyorum. Ama tabii ki bu sürecin düzenli veya yasalara uygun biçimde işlemesi gerektiğine de inanıyorum.”
Yaratılışın İzleri’nden kaynaklanan tartışmaların ve aşırı uçların sivrildiği siyasi atmosferin egemen olduğu 1840’lı yıllarda Darwin muhtemelen “kuramını” yayınlama konusunda ciddi tereddütler içerisindeydi. Yaratılışın İzleri’ne bilimsel çevrelerden yöneltilen ağır eleştiriler de, sağlam delillere dayandırmadan tartışma yaratabilecek kuramlar yayınlamaya kalkışan kimselere yönelik bir uyarı niteliğindeydi adeta. Darwin de daha sonraları otobiyografisinde şöyle yazmıştı:
Kökenler’in başarısının büyük ölçüde “düşünsel ortamın bu konuya hazırlıklı olmasından” ya da “insanların böylesi bir düşünceyi kabul etmeye hazır olmalarından” kaynaklandığı söylene gelir. Ama bana kalırsa bu saptamalar pek de doğru değildir, çünkü zamanında çok sayıda doğa bilimcinin bu konuda görüşünü aldım ve onca doğa bilimci arasında türlerin değişmezliğinden şüphe eden tek bir kişiye bile rastlamadım…
Darwin ancak 1854’te cesaretini toplayarak akıl hocası Hooker’a konuya dair bir mektup yazabilmişti: “Zamanımı boşa harcadım… Evimde biriktirdiğim on binlerce kabuklu deniz hayvanını dünyanın dört bir yanına gönderdim. Ancak bir iki gün içerisinde, türler konusundaki eski notlarımı yeniden gözden geçirmeye başlayacağım.” 1850’li yıllarda, 1840’lardakine kıyasla çok farklı bir atmosfer egemen oldu. Yeni ve kendinden daha emin, gücünü sanayi devriminin makinelerinden alan bir İngiltere, rakiplerine üstün gelen bir imparatorluk beliriyordu. İlerleme ve teknolojik gelişim idealleri benimseniyor, 1851 yılında Hyde Park’da bulunan çelik ve camdan yapılma dev bir yapı olan Crystal Palace’ta (Kristal Saray) düzenlenen Great Exhibition’da (Büyük Sergi) Sanayi Devrimi’nin mekanik alanında verdiği ürünler muzaffer biçimde sergileniyor, böylece ilerleme ve teknolojik gelişimin hedef alınacağı yeni bir çağın başlangıcı ilan ediliyordu. Bu parıltılı saray, kendilerinin de en az Anglikan düzenine mensup “doğa felsefecisi beyefendiler” kadar meslekleri dolayısıyla statü sahibi olmayı ve mükâfatlandırılmayı hak ettiklerini gitgide fark eden yeni bilim adamları ve teknokratlar sınıfının bu beklentilerini açığa vuran bir simge niteliğindeydi.
Türlerin Kökeni
1856 yılının Mayıs ayında Darwin, yirmi yıllık zahmetli gözlemlerine ve doğal dünya konusunda vardığı yargılara yer vermeyi hedeflediği teferruatlı bir kitabı kaleme almaya başladı. Ancak Darwin 1858 yılında, kendisi de bir doğa bilimci olan Alfred Russell Walace’ten beklenmedik bir mektup aldı. Wallace bu mektubunda, türlerin kökenine dair “kendi” kuramını özenli biçimde özetlediği yirmi sayfalık bir taslak göndermişti Darwin’e. İlk defa Chambers’ın Yaratılışın İzleri’ni okuyuşu sonrasında evrim düşüncesine ilgi duymaya başlayan Wallace, ilginç biçimde aynen Darwin gibi doğal ayıklanma düşüncesini geliştirmekteydi. Yeni Gine yakınlarındaki Ternate Adası’nda sıtma nedeniyle hasta yattığı dönemde, neden bazı hayvanların yaşayıp diğerlerinin öldüğüne kafa yormaya başlayan Wallace, Malthus’un nüfus artışı konusunda ileri sürdüğü insafsız doğa yasasının, ancak en güçlü olanın yaşamını sürdürebileceği anlamına geldiğini fark etmişti. Darwin bu mektup karşısında şaşkına dönmüştü. Konuya dair ilk tezi yayınlama fırsatını bir anda yitirdiğini düşündü, çünkü görünüşe bakılırsa Wallace’ın tezi yayına hazırdı. Ancak Darwin tam da bir Viktoryen beyefendiden bekleneceği üzere şerefli bir davranış sergilemiş ve Lyell’a şöyle yazmıştı:
Aslında bir taslak yayınlamayı düşünmüyordum, ancak Wallace bana kendi ilkelerinin bir özetini gönderdi; bu durumda ben de kuramımın bir özetini yayınlayacak olsam saygısızlık etmiş olur muyum? Kendisi veya bir başkasının gözünde bayağı bir düşünce hırsızı konumuna düşmektense kitabımı tümünü yakmayı yeğlerim.
Ancak Darwin şöyle bir itirafta da bulunuyor ve, “Geliştirdiğim ilkeleri benden önce bir başkası yayınlayacak olsa gerçekten sinirim bozulur” diyordu. Neticede her iki doğa bilimciyi tanıyan arkadaşları Wallace’ın tezinin ve Darwin’in 1844’te kaleme aldığı taslağın (ve bu taslakta yer verdiği düşünceleri güncellemek üzere Amerikalı botanikçi Asa Grey’eyazdığı bir mektubun) Linnean Cemiyeti’nde düzenlenecek bir toplantıda okunmasını sağladı. 1 Temmuz 1858’de, her iki tez de cemiyetin otuz üyesinin hazır bulunduğu, ancak Darwin’in iştirak edemediği bir toplantıda okundu. Darwin keder içinde, kızıl hastalığından ölen özürlüoğlu Charles Waring’in cenazesine katılıyordu aynı gün. Aslında, Darwin ve Wallace’ın tezleri cemiyete sunulduklarında pek ses getirmedi; Linnean Cemiyeti Başkanı yıllık raporunda 1858 yılındaki gelişmeleri şöyle özetliyordu:
Bu geçtiğimiz yıl içerisinde… ilişkili oldukları bilim alanlarında devrim niteliğinde değişimler yaratacak türden etkileyici keşiflere rastlamadık.
Ancak 1859 yılında, doğa tarihi alanında uzmanlaşan yeni bilim adamları sınıfına yönelik olarak yazılan, toplam 155.000 kelimelik on dört bölümden oluşan, gözlem ve savların ayrıntılı biçimde aktarıldığı Türlerin Kökeni yayınlandığında Darwin’in kuramı çok daha büyük ses getirmişti. Darwin kitabın bir örneğini hediye ettiği Wallace’a ayrıca kitapla beraber bir de mektup gönderdi. Mektupta şöyle diyordu Darwin:“Bu kitap aslında yalnızca özet mahiyetindedir, dolayısıyla oldukça yüzeyseldir. Sıradan okuyucu ne düşünecek Tanrı bilir. Henüz Lyell dışında okuyan olmadı.” Kitabın neden olabileceği olası endişeleri gidermek isteyen Darwin, kitabın başında doğa teolojisini konu alan bir diziesere imza atan Cambridge felsefecisi ve din adamı William Whewell’in, Bridgewater Treatise’inden bir alıntıya yer verdi:
Maddesel dünyaya dair şöyle bir yargıya varmak mümkündür; olaylar, ilahî gücün her biri ayrı ayrı uygulanan izole müdahaleleriyle değil, genel geçeryasalar uyarınca gerçekleşir.
Darwin’in türlerin kökenini, ilahi bir müdahaleye atıfta bulunmadan izah etmek istediği açıktı. Dolayısıyla söz konusu alıntı Darwin’in bu amacına uygun düşüyordu. Ancak Darwin’in bir diğer arzusu da, o güne dek radikal siyasi akımlar ve doğa teolojisi karşıtlarıyla ilişkilendirilmiş olan bir kurama saygınlık kazandırmaktı. Darwin belki de doğateologlarına beslediği içten minnet duygularını ifade etmeyi amaçlıyordu. Daha sonra kaleme aldığı Otobiyografi’sinde, Türlerin Kökeni’ne yönelik çalışmalarını sürdürdüğü dönemde (muhtemelen 1840’lı yıllarda), bu “uçsuz bucaksız harika dünyanın”, doğal dünyada gözlemlenen düzenli işleyişin (kendisinin aydınlatmaya çalıştığı işleyişin) kaynağı olan bir İlk Neden’inin olması gerektiğine hâlâ inandığını belirtiyordu.
Peki halk Türlerin Kökeni’ni nasıl karşılıyordu? “Çatışma kuramı” efsanesi uyarınca halk büyük tepki gösteriyordu ve yaratılış ilkesini benimseyen kilise ile yaratılış düşüncesini gereksiz kılan “evrim yasasını” benimseyen bilim adamları (artık bu sıfatla anılmaya başlamışlardı)arasında keskin bir ayrılık oluşuyordu. Ama gerçekte çok çeşitli tepkileryükselmişti. Devrim niteliğinde sayılabilecek kuramlar ilk ortaya atıldıklarında kaçınılmaz olarak çok çeşitli tepkilerle karşılanırlar. Darwin’in kuramı da bu sınıflandırmaya giriyordu. Kuramı salt bilimsel temellere dayanarak reddeden bilim adamları oluyordu. Ancak hem dindar hem de laik kesimlerden bazı bilim adamları hiç şikayet etmedenbu yeni kuramı kendi bilimsel dünya görüşlerine dâhil etti. Bazı bilim düşkünleri ve din adamları da kuramı benimseyerek doğa teolojisinin geleneksel çerçevesine uyarlıyordu. Kitaba verilen daha birçok tepki sıralanabilir. Darvinciliğe verilen tepkilerde okuyucuların ikamet yerleri de önemli rol oynuyordu. David Livingstone’un işaret ettiği üzere, dönemin üç akademik merkezinde büyük ölçüde aynı teolojik gelenek benimseniyor olsa da, Darwin’in kuramı Edinburgh’da sıcak karşılanırken, Belfast’da olumsuz karşılanıyor, Princeton’daysa karışık tepkiler doğuruyordu. Kurama yönelik tepkilerin çeşitliliğini gerçekçi biçimde anlatmak için ayrı bir kitap yazmak gerekir. Bu kitaptaysa söz konusu çeşitliliği birkaç örnek vererek sergilemekle yetineceğiz.
“Türlerin Kökeni’ne” yönelik bilimsel tepkiler
Darwin’in kuramına yönelik ilk itirazlar, meslektaşı olan bilim adamlarından geldi. Daha sonraki yıllarda yazan Huxley geçmişe dönerek Türlerin Kökeni’ne verilen tepkileri değerlendirdiğinde şöyle diyordu: “O dönemde, kiliseye bağlı bilim adamlarının katılacağı bir genel konsey toplantısı düzenlenmiş olsaydı, hiç kuşkusuz bu kimselerin çoğunluğu bizi haksız bulurdu.” Aslında kitaba yönelik bilimsel tepkilerin çoğu Darwin’in karşılaşmayı beklediği ve Türlerin Kökeni’nin daha sonraki baskılarında ele aldığı tepkiler oluyordu. Yaşamının ilerleyen safhalarında Louvain Üniversitesi’nin Doğa Tarihi Felsefesi Bölümü profesörlüğüne getirilen Katolik St. George Mivart (1827-1900), ilk başlardaDarwin’in kuramını canı gönülden destekliyor, organik evrim kuramınıtümüyle benimsiyordu. Ancak Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasından on yıl sonra Mivart fikir değiştirdi, doğal ayıklanmanın evrim sürecinde belirleyici olan etkenlerden yalnızca biri olduğunu ve “her bir organizmada mevcut olan özel güçler ve eğilimlerin” doğal ayıklanmadan daha önemli olduğunu savunur oldu. Mivart, işe yaramaz görünen yapıların varlıklarını sürdürebiliyor olmalarını ve ancak gelişim süreçlerinin son aşamasında işlevsellik kazanabilen yapıların evrimini izah etme konusunda yetersiz kaldığı için doğal ayıklanma düşüncesini eleştiriyor, kendi görüşlerini, çoksatan Genesis of Species(Türlerin Yaratılışı) adlıkitabında ifade ediyordu. Darwin, Mivart’ın kitabı için, “Doğal Ayıklanma’ya karşı, dahası ‘bana’ karşı tepki doğuruyor” diyordu.
Evrim kuramı çok sayıda kimse tarafından benimseniyor, doğal ayıklanmaysa Darwin’in sağlam destekçileri arasında bile pek fazla destek bulmuyordu. Örneğin, Thomas Huxley böylesine rastgeleliğe dayalı bir mekanizmanın doğada gözlemlenen türde karmaşık biyolojik formlar ve işleyişlerin gelişimini sağlayabileceğini kabullenmekte güçlük çekiyordu. Bu tepkiler karşısında, Darwin Türlerin Kökeni’nin daha sonraki baskılarında Lamarck’ın, sonradan kazanılan özelliklerin kalıtım yoluyla aktarılabileceği yönündeki görüşüne ağırlık vererek doğal ayıklanmanın oynadığı rolü bir ölçüde değiştiriyordu. Darwin 1871 yılında The Descent of Man (İnsanın Soyu) adlı kitabını yayınladığındaşu itirafta bulunuyordu:
SanırımTürlerin Kökeni’nin ilk baskılarında doğal ayıklanma ve en güçlü olanın yaşamını sürdürebilmesi ilkelerine fazla önem yükledim… Ne faydalı ne de zararlı görünen birçok yapının varlığını daha evvelden yeterincehesaba katmamışım; inanıyorum ki bu mesele bugüne dek çalışmalarımda tespit edilmiş en önemli kusurlardan biridir.
Darwin ömrünün sonuna dek, sonradan kazanılan özelliklerin kalıtım yoluyla aktarılabileceği yönündeki (bugün geçerliliğini yitirmiş olan) Lamarckçı görüşü savunuyordu.
Bilimsel çevrelerin Darwin’in kuramına yönelttikleri diğer eleştirilerarasında, fosil kayıtlarında geçiş formlarına nadir rastlanılmasına ve türlerin çeşitliliğinin izah edilmesini mümkün kılacak tatmin edici bir mekanizmanın tespit edilemeyişine dair eleştirileri sıralanabilir. Aslında Darwin bu eleştirilerle karşılaşacağını da tahmin etmiş, Türlerin Kökeni’nde bu konulara uzunca değinmişti. Darwin değişimin, doğal çevrede oluşan “yeni yaşam koşullarından” kaynaklandığını düşünüyordu (gerçi bu düşüncesinin hatalı olduğu daha sonra ortaya çıkıyordu). Canlılar, değişen çevre koşullarına göre davranışlarını değiştirdiklerinde bazı organlarını daha çok veya daha az kullanıyor, böylece yavrularında belirli değişimlerin yaşanmasını sağlayabiliyordu. Darwin’in değişim konusundaki görüşleri, fizikçi Henry Jenkins’ce eleştiriliyordu. Jenkins matematiksel hesaplamalar aracılığıyla, faydalı değişimlerin daha sonraki kuşaklara düzenli olarak aktarılamayacağını savunuyordu.
Değişimin kalıtsal aktarımına dair ikna edici bir mekanizmanın sunulamıyor olması da Darwin’in kuramındaki gediklerden biriydi ve Darwin böylesi bir mekanizmanın gerçekten de “henüz keşfedilmemiş”olduğunu açıkça itiraf ediyordu. Ne ilginçtir ki, Avusturya’nın Silezya bölgesinden (bugünkü Polonya’nın güney bölgesi) gelme bir keşiş olanJohann Gregor Mendel (1822-84), geliştirdiği özellikli kalıtım kuramını 1866 yılının Bonn Doğa Tarihi Cemiyeti Faaliyet Raporundayayınladı,ancak Darwin’in bu kuramı okuyup okumadığı bilinmemektedir. Mendel’in tezi büyük ölçüde matematiksel içerikliydi, dolayısıyla Darwin’in bu tezi tam olarak anlayıp anlayamayacağı şüphelidir. Ancak bir sonraki yüzyılda Darvinci evrim kuramıyla modern genetik kuramının harmanlanmasını, yani bugünkü evrim anlayışının temelinde yatan “yeni sentezi” mümkün kılan, Mendel’in devrim niteliğindeki çalışmalarının yeniden keşfi oldu. Bugün artık organizmalar arasında yaşanan kalıtım ve değişimlerin temelinde genlerin yattığını biliyoruz, ama Darwin kuramını böylesi bilgilere sahip olmaksızın savunmak durumundaydı.
Darwin’in cevap vermekte en çok zorlandığı bilimsel eleştiri, zamansorunu konusundaki eleştiriydi. Türlerin, yalnızca küçük farklılıklar gösteren geçiş dönemi formları aracılığıyla evrim geçirebilmeleri için çok uzun bir zaman gerekliydi. Türlerin Kökeni ilk defa yayınlandığında, Darwin jeolojik verilerden yola çıkarak evrim sürecine imkân tanıyacak “tasavvur edilemeyecek” ölçüde uzun bir zamanın geçmiş olduğuönermesini sundu. Ancak 19’uncu yüzyılın belki de en önemli Britanyalı fizikçisi olan Lord Kelvin (1824-1807), soğuma hızına dayanarak yaptığı hesaplamalarla Dünya’yı gitgide daha genç gösterdi. Kelvin 1862 yılında dünyanın en fazla 400 milyon yaşında olabileceğini düşünüyordu. Bu rakamı 1868’de 100 milyona, 1876’daysa 50 milyona düşürdü. Bugün artık Kelvin’in hesaplamalarını dayandırdığı varsayımların yanlış olduğunu bilsek de, bu hesaplamalar zamanında Darwin’in endişelenmesine sebep oldu. Darwin, kuramına yönelik tüm eleştiriler arasında, zaman meselesinin “muhtemelen şimdiye dek ileri sürülen sorunlar arasında en vahim olanı” olduğunu söylüyordu. Kelvin gibi matematiksel fizikçiler yüzyılın ikinci yarısı boyunca Darvincilik karşısındaki şüpheci tutumlarını sürdürdü. Kraliyet Cemiyeti’nin Başkanı olan fizikçi George Stokes şöyle dedi: “Darwin’in kuramı birçok saygın biyologca, dışarıdan bakan kimseleri, özellikle de fen bilimleri alanında genellikle ne denli kesin delillerin talep edildiğini bilen kimseleri şaşırtacak ölçüde çabuk kabul edildi.”
Jeolog Lyell’ın altıncı bölümde özetlenen kendine has zaman anlayışı, Kelvin’inkinden çok farklı sebeplerle olsa da Darvinciliği uzun yıllarboyunca kabul etmesine engel oluyordu. Lyell türlerin, tamamen kararlı ve düzenli biçimde, yaşayacakları ortama tümüyle uygun formlarda ortaya çıktıklarına (bilinmeyen yöntemlerle), tükenmelerinin de aynı ölçüde düzenli biçimde gerçekleştiğine inanıyordu. Jeolojik kayıtlarda görülen “aniden tükenme”, kayıtların kusurlu oluşundan kaynaklanan bir aldatmacaydı. Lyell ancak, gittikçe artan karmaşıklıkta canlı formlarınınoluşmasına imkân tanıyan bir ilerlemenin yaşanmış olduğunu kabul ettiğinde, evrim kuramının da doğru olabileceğini kabul ediyordu. Ancakİnsanın Tarihçesi(Antiquity of Man – 1863) adlı çalışmasında dönüşüme dair deliler konusunda pek bir şey söylemiyordu. Lyell doğal ayıklanmayı asla kabul etmiyor, insanın maymunlardan türemiş olabileceği düşüncesine inatla karşı çıkıyordu. Darwin, Lyell’ın çekincelerini kabullenmekte güçlük çekiyordu, çünkü Darwin’in biyolojik değişiminhızı konusundaki düşüncelerinin biçimlenmesinde Lyell’ın aşamalı ilerleme vurgusu önemli rol oynamıştı. Ancak ilginç biçimde Darwin’in ilerlemeye dayalı dönüşüm kuramı, en azından sunduğu zaman kavramı bağlamında, Tekdüzelikçiler’in “kararlı hal” düşüncelerinden ziyade, Felaketçiler’in dünya tarihine dair sundukları tarihsel anlatılara daha yakın oluyordu. Dünyanın belirli bir tarihi vardıve bu tarihin eriştiği son nokta, dünya tarihi konusunda tartışabilecek ölçüde zeki gözlemcilerin ortaya çıkışıydı.
19’uncu yüzyılda Darwin’in kuramına karşı çıkan kimselerin cehaletyanlısı olduğunu söylemek hata olur. Lyell ve Kelvin yaşadıkları dönemin en ünlü doğa felsefecilerindendi. Bilim adamları kendi modern anlayışlarını temel alarak geçmişi değerlendirdiklerinde, “doğru kuramı daha evvel benimsemesi gereken” kimseleri eleştirerek, kendi anlayışlarının atası kabul ettikleri bilimsel kuramlar konusunda fazlaca muzafferane tutumlar takınmışlardı. Darwin’in evrim konusundaki kuramı riskli bir girişimdi. Darwin’in kendisinin de gayet farkında olduğu üzere, çürütülmeye açık bir kuramdı bu. Kuramda yer alan kalıtım, değişimve doğal ayıklanma gibi önemli öğelerin izahatı için gerekli olan mekanik temeller konusunda yeterli anlayışın sunulamadığı düşünülürse, yayınlanışının yirmi-otuz yıl sonrasında Darwin’in bu kuramının bilim adamlarının büyük çoğunluğunca kabul görmüş olması gerçekten de kayda değerdir.
“Türlerin Kökeni’ne” yönelik felsefi yanıtlar
Türlerin Kökeni’ne karşı gelişen çekinceli yahut da büsbütün muhalif tutumlar, o dönemde etkili olan bir grup biyologca savunulan Yeniplatoncu felsefe akımından kaynaklanıyordu. Cuvier’in anatomi konusundaki düşüncelerinin, biyolojik düzenin sınırlı sayıdaki sabit ideal “plana” bağlı olduğu yönündeki anlayışa (kavrama) dayandığını daha önce de belirttik. Cuvier’in İngiltere’deki baş öğrencisi, yazdığı anatomi derskitaplarında hedefinin, “hayvan bünyelerinin çeşitliliğinin ardında yatanbütünlüğü ve bu bünyelerde, nihai bir amaca yönelik olarak var olmalarını sağlayan önceden belirleyici bir gücün var olduğunu gösteren delilleri” ortaya çıkarmak olduğunu belirten saygın anatomi uzmanı RichardOwen’dı (1804-92). Owen cansız maddelere hayat veren dış kaynaklı yaratıcı bir gücün varlığına inanmıyordu. Aksine, madde “içsel bir gücün” etkisiyle hayat buluyordu. Bu yaşam-kaynağı/gücü sınırlıydı ve söz konusu tür için önceden belirlenmiş olan organizasyon planının sınırlarını aşamazdı. Dolayısıyla bir türün başka bir türe dönüşmesi imkânsızdı.
Platoncu ideallere Owen kadar sadık kalan pek az kişi vardı. Ancak fiziksel dünyada var olan çeşitli varlıkların aslında birtakım “formlar” ve “özlerin” kusurlu yansımalarından ibaret oldukları yönündeki Platoncu görüş oldukça köklüydü. Gökbilim alanında yaşanan devrimler sonucunda “gök” alanında Platoncu özlere dayalı ideal dünya düşüncesigeçerliliğini yitirmişti. Biyoloji alanındaysa, 17’nci yüzyılda John Ray’in, 18’inci yüzyılda da Carolus Linnaeus’un geliştirdikleri cins tasnifi sistemlerinin etkisiyle Platoncu düşünceler geçerliliklerini koruyor.Türlerin değişmez oldukları düşüncesinin Voltaire gibi deistlerce Ray gibi teistlere kıyasla daha çok benimsendiğini bir önceki bölümde belirtmiştik. Yüzyıllar boyunca geçerliliğini koruyan Platoncu görüşün, bugelenekten gelme biyologlar üzerindeki etkisi anlaşıldığında, bu biyologların Darwin’in ortaya attığı, emsalsiz bireylerden kurulu, değişime açık canlı topluluklarına dair kavramı algılamakta neden güçlük çektiklerini anlamak daha kolay olur. Değişmez türlerin “sabit özlerinin” yerini, evrim geçiren ve sonsuz çeşitlilik arz eden türlere dayalı devingen bir sistem alıyordu.
Kuzey Amerika’da Darwin’e bilimsel temellere dayanarak muhalefet edenlerin başında, Harvard’da Jeoloji ve Hayvanbilim Profesörü olan ve Cuvier’in Platoncu özcülük anlayışından büyük ölçüde etkilenmiş olan Louis Agassiz (1807-73) geliyordu. Agassiz, Cuvier’in düşüncelerini, memleketi olan İsviçre’de eğitimini sürdürdüğü dönemde özümsediği, Tanrı’nın faaliyetlerinin “doğayla bir” kabul edildiği panteistik bir düşünce akımı olan Naturphilosophieakımına eklemleyerek kendine has bir yaklaşım geliştiriyordu. Agassiz’in, evrim karşıtı görüşleri nedeniyle, modern dönemde ortaya çıkan “yaratılışçı” hareketin öncüsü olarak gösterildiği de olmuştur. Ancak Agassiz Tanrı’nın yaratıcı gücünün, Kutsal Kitap’tan bağımsız olarak doğanın incelenmesiyle keşfedilebileceğine inanıyordu. Numbers’ın da ifade ettiği üzere, “onun yaratılışçılık anlayışı, vahiyden çok felsefeye dayalıydı”. Ayrıca Agassiz’in, İsviçreli bir Protestan papazı olan babasının dini inancını sürdürmeye yönelik bir girişimine de rastlanmaz, dolayısıyla “yaratılışçılığın öncüsü” sıfatını hak ettiğini söylemek pek mümkün değildir. Agassiz, 1873’teki ölümünden kısa süre önce organik gelişim düşüncesinin “dünya çapında kabul gördüğü” yargısına varıyordu. Gerçekten de, Kuzey Amerika’da Agassiz’in evrime karşı takındığı düşmanca tutumu benimseyen pek az bilim adamı kalmıştı. Numbers bu konuda şöyle diyordu: “Dawson ve bir ölçüde Guyot dışında, ünlü sayılabilecek Amerikalı bilim adamları arasında 19’uncu yüzyılın son çeyreğinde organik evrim düşüncesine kesin biçimde karşı çıkan birine rastlamak güçtü.”
Darwin’in, zaman geçtikçe kendisine yöneltilen eleştirilerden yola çıkarak kuramına yeni öğeler eklemekten çekinmemiş olması, itibarını artırmıştır. Darwin, ayrıntıya olan düşkünlüğü nedeniyle Türlerin Kökeni’ni beş defa revize etme zahmetine giriyordu. Ancak Darwin’in bu şekilde, yükselen eleştiri seslerine göre kuramını yeniden biçimlendirebiliyor olması da, diğer bazı Darwin karşıtlarının, kuramının pek de “bilimsel olmadığı” kanaatine varmalarına sebep oluyordu. Bu tür felsefi eleştirilerin temelinde, hâlâ geçerliliğini koruyan Bacon’ın tümevarımsal bilim anlayışı yatıyordu. Bacon’ın, bilimsel yöntemin çok sayıda verinin tarafsız biçimde toplanmasını, ardından bu verilerden yola çıkılarak tümevarım aracılığıyla genel geçer yasaların belirlenmesi gerektiği yönündeki önermesi, William Whewell ve John Stuart Mill gibi Viktoryen felsefeciler tarafından tümdengelimin daha fazla yer edindiği bir sisteme dönüştürülmüştü. Yine de, böylesine değiştirilmiş olan Baconcı sistemin bile, fiziksel dünya konusunda kesin ve tam söylemlersunabilecek “bilimsel ispatlar” sağlaması bekleniyordu. Darwin’in evrim kuramının bu tür bir kesinlik sunmaktan uzak olduğu ortadaydı, ne de olsa doğal ayıklanma kuramı çok sayıda bağımsız gözlemin yorumlanmasına dayanıyordu ve bir türün bir başka türe dönüştüğünü gözlemleyen olmamıştı (bunun sebebi aşikârdır). Darwin’in kuramı günümüzde ortaya atılmış olsa, çok çeşitli gözlemi düzenli biçimde bir araya getirişi dolayısıyla inandırıcı bir “model” olarak tanımlanabilirdi.Ancak Darwin’in zamanında, ileri sürdüğü kuram halkın kabul ettiği “bilimin kesin sonuçları” anlayışından çok uzak görünüyor, “tahmin”, “varsayım” ve “zekice bir uydurmaca” izlenimi veriyordu. Oysa Darwin birçok itirazı önceden tahmin ettiği gibi bu itirazla karşılaşacağını da tahmin etmiş ve Türlerin Kökeni’nin son sayfalarına şunları yazmıştı: “Yapı itibariyle, belirli sayıda olgu için sunulmuş izahatları es geçip izah edilememiş sorunlara takılma eğiliminde olan kimseler benim kuramımı kesinlikle reddedecektir.” Ancak bu açıklaması, Punch (1871’de) gibi popüler mecmuaların Darwin’i, sözde Newton gibi bilim “devlerinin” eriştiği kesinliğe ulaşamadığı gerekçesiyle eleştirmelerineengel olmuyordu:
“Varsayımlar uydurmam” diyordu
Sir Isaac Newton
Emin olun doğruluğundan
Çünkü delillerle ispat edildi
Ama Darwin’in varsayımı
Başka türdendir
Hiçbir deneyle asla
Doğrulanamayacak türdendir.
Platoncu özcülüğün ve Baconcı tümevarım anlayışının izlerine, 1859’dan itibaren otuz yıllık bir dönem boyunca Darwin’e muhalif görüşlerin savunulduğu edebi eserlerin çoğunda rastlanır. Bu iki felsefi akımın biri veya her ikisinin, esasında teolojik temelli olan düşüncelerle harmanlandıklarını görüyoruz. Bu durum, laik felsefelerin kimi zaman nasıl da kilise öğretisinin ana akımlarınca özümsenebildiklerini, ardından da sanki vahyedilmiş dogmaların temel birer öğesiymişçesine savunulabildiklerini gösterir.
“Türlerin Kökeni’ne” Hıristiyanlarca verilen yanıtlar
“Doğal ayıklanmanın” tam olarak nasıl işlediği konusu uzun yıllar boyunca belirsizliğini korusa da, laik ya da dindar olsun birçok bilim adamı pek fazla şikayet etmeden Darvinci evrim kuramını kendi dünyagörüşlerine dâhil etmiştir. Ayrıca bu dönemde insanın olası evrimsel kökenleri konusunda da çeşitli görüşler ifade ediliyordu, Darwin ise bukonuya ancak 1871’de Descent of Man (İnsanın Soyu) adlı kitabını yayınladığında doğrudan değiniyordu. Kendisi gelenekselci bir Presbiteryen olan Harward Doğa Tarihi Profesörü Asa Gray uzun yıllardır Darwin’in sırdaşı olmuş, Türlerin Kökeni’nin hediye edilen ön nüshalarından birine sahip olan ayrıcalıklı kimselerden biri oluyordu. Darwin’in “temkinli… akılcı” ama aynı zamanda “cana yakın bir adam” şeklinde tanımladığı kişi de, Türlerin Kökeni’nde yer alan “Değişim” başlıklı bölümde konu edilen botanik bilimsel verilerin büyük çoğunluğunu sağlayan Gray’di. Darwin’in, Türlerin Kökeni’ni yayınlayışındanbirkaç yıl evvel kuramını anlatmak üzere bir mektup gönderdiği kişi de Gray’di. Üstelik bu mektup, günü geldiğinde Linnean Cemiyeti huzurunda okunarak Darwin’in önceliğini kanıtlıyor olacaktı. Gray, Darwin’i temkinli olmaya davet ediyor ve “doğal ayıklamayı”, yaşam yarışında galiplerin belirlenmesini mümkün kılan bir işleyişten ziyade sanki başlı başına değişimin tek kaynağıymış gibi görmemesi gerektiği yönünde uyarıyordu. Gray ilerleyen dönemlerde American Journal of Science and Arts’da Türlerin Kökenihakkında olumlu bir inceleme yazacak, kitabın Amerika’da yayınlanmasını sağlayacak ve Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi toplantılarında dönüşüm konusunu Louis Agassiz gibi yeni Platoncularla yüz yüze tartışacaktı.
Darwin, hayvanlar ve bitkilerde yaşanan değişimlere dair net bir anlayışa sahip olmadığı için, Gray değişimin adeta “belirli ve fayda sağlayan sulama kanallarından akan bir ırmak gibi… …uzun süredir fayda sağlar yönde ilerlemekte olduğunu” ve “her bir değişimde başlangıcın gizeminin saklı” olduğunu öne sürüyordu. Tabii ki böylesi bir “Boşlukların Tanrısı” teolojisi daha sonra yaşanan bilimsel gelişmeler karşısında geçerliliğini koruyamadı. Her halükarda Evrim Kuramı’nın Amerika’da saygı görmesini sağlamak için büyük çabalar harcayan Gray, Darvinciliğin doğa teolojisini basit itirazlardan özgür kıldığını savunuyordu:
Darvinci erekbilimin, başarıların yanı sıra kusurlar ve hataları da kapsamak gibi faydalı bir özelliği vardır. Üstelik bu öğeleri yalnızca kapsamakla kalmaz, onlara genel işleyiş çerçevesinde anlam kazandırır. İşe yaramaz gibi görünen öğelerin, verimli bir işleyişin parçası olduklarını gösterir. Rekabet eden yığınlar olmadığı takdirde, yaşam mücadelesi söz konusu olamaz; budurumda da, ne doğal ayıklanma ve en güçlü olanın yaşamını sürdürmesi, ne değişen çevre koşullarına uyum sağlama, ne de ilkel yaşam formlarındanyüksek yaşam formlarına doğru bir farklılaşma ve gelişim söz konusu olabilir. Yani eski kafalı erekbilimcilerin kafasını karıştıran şeyler, Darvinci erekbilimin temel ilkeleri (principia) olmuştur.
Darwin, Gray’in “ilahi biçimde yönlendirilen” evrimsel süreç düşüncesini kabul etmese de, teolojik endişeleri teskin ettiği için Gray’in kendisine yandaş olmasından memnundu. Gray’in Natural Selection Not Inconsistent with Natural Theology(Doğal Ayıklanma Doğa Teolojisine Aykırı Değildir) başlıklı bir dizi makale yayınlaması Darwin’i çok mutlu ediyordu. Darwin bu makalelerin basım masraflarının yarısını karşılıyor ve İngiltere’deki bilim adamları ile teologlara postalamak üzere 100 baskıyı kendisine saklıyordu. Darwin ilerleyen yıllarda, teizm ile evrimin uyumlu olup olmadığı konusunda bir mektubu cevaplarken (Asa Gray örneğine işaret ederek), “ateşli bir Teist, aynı zamanda Evrim yanlısı da olabilir” diyordu. Gray ilk başlarda evrim kuramının insanı da kapsayacak biçimde genişletilmesine temkinli yaklaşıyordu, ancak Darwin’in Descent of Man’ini(İnsanın Soyu) okuduktan sonra bu düşünceye sıcak bakmaya başladı. Gray, etkileyici bilimsel kariyerinin sonlarına doğru, 1880 yılında iki konferans vermek üzere Yale Teoloji Okulu’na davet edildi. Konferans konuşmasında şöyle dedi Gray:
Bir yönüyle tümüyle istisnai bir varlık olan insan, diğer yönüyle doğa tarihinin bir öğesidir – hayvanlar aleminin bir üyesidir… Bir yandan kesin ve tam olarak bir hayvandır, ama hiç şüphesiz ki diğer yandan da hayvandan çok öte bir varlıktır. Yalnızca hayvansal yaşamın değil, bitkisel yaşamın dapaydaşlarıyız; içgüdüler, duygular ve düşkünlüklerimiz bakımından yüksekformlardaki vahşi hayvanlarla paydaşız. Bana kalırsa bu bağları göz ardı etmek arzusu, alçakça bir arzudur.
Gray, Tanrı’nın rastgele gibi görünen, hatta sancılı olabilen bir dizi olayaracılığıyla faydalı neticeler alabildiği yönündeki Kalvinist inancı kast ederek okurlarına, “Yüksek Kalvinci ve Darvincilerin birçok ortak paydaları vardır” hatırlatmasını yapıyordu.
Gray, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Darvinci evrim kuramını kabul edip hızla kendi doğa tarihi anlayışları çerçevesine dâhil eden Hıristiyan inancına sahip çok sayıdaki Amerikalı bilim adamından biriydi.Smithsonian Enstitüsü’ne başkanlık eden fizikçi Joseph Henry de arkadaşı Asa Gray gibi düzenli olarak kiliseye devam eden bir Presbiteryen’di. Henry, Asa’ya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Evrim konusunda enine boyuna düşündüm ve siz doğalcıların bugüne dek ortayaattığınız varsayımlar arasında en iyi işleyeni olduğu sonucuna vardım.” Buzul jeolojisi üzerine yazdığı kitaplar uzun yıllar boyunca bu alanda en yetkin eserler sayılan teolog ve jeolog George Wright (1838-1921), yalnızca sıkı bir Darvincilik savunucusu olmakla kalmıyor, Moore’un işaret ettiği üzere “Darwin’in çalışmalarının, doğanın romantik, duygusal ve aşırı iyimser biçimde yorumlanmasına karşı çıkıyor oluşuyla Reform sonrası Hıristiyan inancıyla örtüştüğüne” inanıyordu. Hatta Wright “Darvinciliğe getirilen, ‘doğanın Kalvinistik yorumlanması’ tanımının gayet yerinde olduğunu” yazıyor, Gray’in, Tanrı’nın hedeflerinin, gözlemciye rasgele gibi görünen olaylar aracılığıyla gerçekleştiriliyor olabileceği yönündeki saptamasına katılıyordu.
Metodistler arasında söz sahibi olan Michigan Üniversitesi Jeoloji vePaleontoloji Profesörü Alexander Winchell, Kalvinci gelenekten geliyorolmasa da, kariyerinin ilerleyen dönemlerinde Darvinci evrim anlayışını giderek daha çok benimsemeye başlıyordu. Jeolojinin ABD’de bir bilim dalı olarak kabul görmesinde önemli rol oynayan Winchell, Amerikan Jeoloji Cemiyeti’nin de kurucu üyelerinden biri oldu. 1877 yılına gelindiğinde Winchell, Methodist Quarterly Review’da yer alan Huxley and Evolution(Huxley ve Evrim) başlıklı yazısında okuyucuları, “hayvan vebitki formlarının soy aktarımlarının türdeş biçimde gerçekleştiği öğretisini” reddetmektense kabul etmenin daha uygun olacağı yönünde telkinediyordu. Yale’da Doğa Tarihi Profesörü olan The American Journal ofScience editörü James Dana da, ilk başta şüphe etse de zamanla Darvinci evrimi kabul eden geleneksel Hıristiyan inancını benimseyen Amerikan jeologlarından oldu. Dana 1883 yılında Yale’de evrimi konu alanbir dizi etkili konferans düzenledi. Açılış konferansının sonunda söyledikleri, 19’uncu yüzyıl sonlarında Amerikan akademik çevrelerinde yaygın olan eğilimleri yansıtıyor olması bakımından bilgilendiricidir:
1. Doğanın, Tanrı’nın iradesi ve süregelen müdahaleleri sayesinde var olduğu kabul edildiği takdirde, bir çeşit gelişim kuramına inanmanın ateistlikolmayacağı.
2. İkincil nedenlerin işleyişi konusunda keşfedilecek her şeyi keşfedip etmediğimizi asla bilemeyeceğimiz.
3. Tanrı’nın sürekli yakınımızda olduğu, doğada ve doğa aracılığıyla süreklifaal olduğu…
1872 yılında, yani Türlerin Kökeni’nin basımından yaklaşık on üç yıl sonra, taşılbilimci Edward Cope (1840-97) şöyle dedi: “Modern evrim kuramı, basım ve ulaşım konusunda sahip olduğumuz olanaklar sayesinde daha önce eşine rastlamadığımız ölçüde hızla, her yere yayıldı. Faydalarını takdir edebilecek vasıftaki kimseler (yani hayvanbilimci vebitkibilimciler) tarafından şaşırtıcı biçimde hızla kabul edildi.” 1880 yılına gelindiğinde Amerikalı doğa bilimcilerin neredeyse hepsi evrimci olmuştu ve bu doğa bilimcilerin birçoğu (Gray, Wright ve Dana başta olmak üzere) Darvinciliğin, yeniden gözden geçirilmiş bir doğa teolojisianlayışına entegre edilebileceği, hatta edilmesi gerektiği konusunda ısrarcıydı. “Hıristiyan Darvinciliği” kavramı 1867’den itibaren kullanılırolmuştu. Ayrıntılar konusunda fikir ayrılıkları vardı mutlaka. Dana, Lamarkçı evrime (sonradan kazanılan özelliklerin kalıtım yoluyla aktarılabileceği düşüncesine dayanan), Darwin veya Gray’in kabul edemeyecekleri ölçüde ağırlık veriyordu, gerçi yukarda da belirtildiği üzere Türlerin Kökeni’nin yeni basımlarına bakıldığında Darwin’in bu konuda kararsız kaldığı görülür. Amerikalı doğa bilimcilerin çoğu, doğal ayıklanmanın, ilk insanların ortaya çıkmasında etkili olan “özel yaratma eylemi” dışında doğal dünyanın tümü için geçerli olduğu kanısındaydı.Dolayısıyla, Darwin’in Descent of Man’inde (İnsanın Soyu) öne çıkan anlayıştan, yani Tanrı takdirinin hesaba katılmadığı anlayıştan çok farklı bir anlayış benimsiyorlardı. Ancak Darvinci evrim kuramını dinsel inançlarına uygun kılmaya çalışan Amerikalı bilim adamlarının bu girişimlerinin en önemli etkisi, evrim kuramının, normalde kuşkuyla karşılayacak kilise çevrelerince de kabul görmesini sağlamak oldu.
Türlerin Kökeni, biyolojik olguların izahatı için “tasarım” veya “yaratma faaliyetleri” gibi kavramlar önermiyor olması bakımından Tanrı takdirini hesaba katmıyor olsa da, bu kitabın “Viktoryen doğa teolojisinin son büyük eseri” diye tanımlanıyor olması boşuna değildi. Doğal ayıklanmayı Tanrı takdirinin sınırları içerisinde tutmayı isteyen Gray, Dana ve Wright gibi bilim adamlarının ilgisini çeken, Darwin’in, doğal dünyanın mantıklı yasalara uygun biçimde işlediğini göstermeye yönelik arzusuydu. Ne de olsa Darwin de, Paley’in doğa teolojisine dayanan bir eğitim görmüş, bilimsel konularda gördüğü eğitimin büyükçoğunluğunu din adamlarından almış ve anlatılana göre ömrünün büyük bölümü boyunca, keşfettiği biyolojik yasaların “daha yüksek yasaların yansımaları” olduklarına inanmıştı. Manier, Darwin’in “Paley’in geliştirdiği söylemleri, fikrî savunma yöntemlerini ve temel kavramları,kendisi geliştirmişçesine sıkça kullandığını” vurguluyordu. Darwin,Türlerin Kökeni’nin son bölümünde şöyle demiştir: “Kanımca Yaradan’ın maddeyi düzenlemek üzere belirlediği yasalar hakkında bildiklerimiz doğrultusunda, yeryüzünde yaşamış ve bugün yaşayan canlıların üreme ve tükenmelerinin, bireyin doğumu ve ölümünü de belirleyen ikincil nedenlerden kaynaklanıyor olması daha makuldür.”
Darwin’in oğlu William, babası hakkında şöyle yazmıştır (1887): “Doğa yasalarına olan saygısı, dinsel kaynaklı bir hissiyat olmasa bile bir çeşit huşu duygusuydu. Doğa yasalarının enginliğini ve çiğnenemezliğini, özellikle de yasalara riayet etmediği takdirde insanın düşeceği çaresizliği onun gibi idrak edebilecek bir başka kimse yoktur.”
Darwin ömrünün büyük bölümü boyunca kendini, Thomas Huxley’nin yeni türettiği “agnostik” sıfatıyla tanımlamayı tercih etti, ancak yine de Asa Gray’e yazdığı bir mektupta şöyle demişti: “Bence insan veya diğer canlıların, gelecekte olacak her olayı ve bu olayların doğuracağı sonuçları önceden bilebilen, kısacası her şeyi bilen bir Yaradan tarafından tasarlanmış olmaları gayet mümkündür.” Ancak Paley’in, Tanrı’nın varlığını tasarımdan yola çıkarak kanıtlama anlayışını hoş karşılamıyordu Darwin ve Hooker’a yazdığı bir mektupta şöyle diyordu(bu cümle bir önceki bölümde de alıntılanmıştır): “Doğanın sakarca, ziyankâr, korkunç derecede acımasız, kusurlu ve aşağılık işleri, kitap yazmayı tasarlayan Şeytan’ın bir yandaşına ne çok malzeme sunar!” Bu iki faklı söylem Darwin’in dinsel inanca yönelik karışık duygular beslediğini açıkça belli eder; özellikle ömrünün ikinci yarısında sıklıkla yön değiştiren duygulardı bunlar. 1879 yılında, Otobiyografi’sini kaleme aldığı dönemde, şöyle yazıyordu Darwin: “Görüşlerim sıklıkla değişir... En aşırı görüşleri benimsediğimde bile, Tanrı’nın varlığını reddeden bir ateist olmadım. Sanırım, büsbütün olmasa da, genel olarak(özellikle de yaşlandıkça) düşünsel yaklaşımımı agnostisizm diye tanımlamak uygun düşecektir.” Asa Gray’e yazdığı bir mektupta da şöylediyordu Darwin: “Umutsuz bir çıkmaza saplandım, gözlemlediğimiz bu dünyanın rastlantı ürünü olduğuna inanmakta güçlük çekiyorum; ancak her bir olgunun tasarım ürünü olduğuna inanmakta da güçlük çekiyorum.” The Creed of Science(Bilimin İlkeleri) adlı kitabını okuyuşunun ardından William Graham’a şöyle yazmıştı Darwin: “Aklımdan geçeni, yani evrenin bir rastlantı ürünü olmadığını, benim yapabileceğimden çok daha renkli ve açık bir dille ifade etmişsiniz. Ancak ben, ilkel hayvanların aklının gelişmesi sonucunda ortaya çıkan insan aklınınvardığı kanıların değerli veya güvenilir olup olmadıkları yönünde korkunç bir şüpheyekapılmaktan asla alamadım kendimi.”
Türlerin Kökeni’ne bilim adamlarından gelen tepkiler nasıl ki çok çeşitliydiyse, Atlantik’in iki yakasındaki kilise önderlerinin tepkileri de bir o kadar çeşitliydi. Britanya Bilim Gelişimi Derneği’nin 1860 yılında Oxford’da düzenlenen toplantısında, önde gelen iki Anglikan papazının çok farklı yaklaşımlar sergilemeleri de tepkilerin çeşitliliğinigösteren bir örnektir. Toplantıda resmi vaazı veren geleceğin Canterbury başpiskoposu Frederick Temple, Tanrı’nın faaliyetinin bilimsel bilgideki boşluklarda (noksanlıklarda) değil, doğal dünyaya egemen olan yasalarda aranması gerektiğini vurguluyordu. Temple, Darwin’in adını anmadıysa da kilise topluluğuna mensup biri vaazın ardından, “Darwin’in düşüncelerini tümüyle benimsiyor!” diyordu. Temple, 1884’te Bampton’da verdiği konferanslarda bu yaklaşımını pekiştiriyorve tam anlamıyla Darvinci bir evrim anlayışını savunuyordu.
1860’da (30 Haziran) düzenlenen toplantının son gününde, programuyarınca, Amerikan Kimya Cemiyeti’nin ilk başkanı olan William Draper, Intellectual Development of Europe considered with reference to the views of Mr Darwin (Sayın Darwin’in görüşlerinden hareketle Avrupa’nın Düşünsel Gelişimi) başlıklı bir makale okuyacaktı. Huxley bu son oturuma katılmayı planlamıyorduysa da, evrim karşıtlarının gözü önünde mağlup edilişine tanık olmayı isteyen Yaratılışın İzleri’nin gizli yazarı Chambers onu kalmaya ikna etmişti. Oturuma katılanların fikir birliğine vardıkları tek noktanın, benimsediği sosyal Darvincilik anlayışı Britanyalı bilim adamlarınca zaten pek tutulmayan Draper’ın konuşmasının çok sıkıcı ve uzun olduğunu anlıyoruz. Oturumun geri kalan bölümünde olup bitenler, “çatışma kuramının” efsaneleştirilen anlatısının bir öğesi olmuştur. Oxford Piskoposu ve Britanya Cemiyeti’ninBaşkan Yardımcısı olan, etkili hitabetiyle tanınan “Soapy Sam” Wilberforce, Draper’a cevaben yarım saatlik bir konuşma yapmış, fırsattan istifade Darwin’in Türlerin Kökeni’ne yüklenmiş ve Muhafazakârların Quarterly Review adlı süreli yayınlarının Temmuz sayısında yer bulacak olan Türlerin Kökeni’ni değerlendirdiği eleştiri yazısında geçen birçok hususu özetlemişti. Owen toplantıdan önceki gün Wilberforce ile aynı konutta konaklamış ve anlaşılan o ki evrim karşıtı düşünceleriyle onu daha da ateşlemişti. Gerçi Quarterly Review’de yer alacak eleştiri yazısını henüz kaleme almış olan Wilberforce’un muhtemelen ateşlenmeye pek de ihtiyacı yoktu. Huxley’nin toplantının otuz bir yıl sonrasında aktardığı üzere, Wilberforce toplantıyı şenlendirme düşüncesiyle, Huxley’e dönüp, kendisine büyükbabasının mı, büyükannesininmi tarafından maymundan gelme olduğunu soruyor, böylece dişil soy aktarımına tuhaf bir önemin atfedildiği Viktoryen saygınlığına çamur atıyordu. Huxley, cevap vermek üzere kürsüye gelirken “Rab, haddini bildirmem için onu elime teslim etti” diye fısıldadığını kaydeder. Huxley’nin kast ettiği “Soapy Sam’in” iddialarını yerle bir eden hırçın cevabıydı.
1860’da Huxley ile Wilberforce arasında yaşanan bu tartışma, uzun yıllar boyunca, bilim ile din arasındaki ilişkinin “savaş” niteliğinde olduğu yönündeki yorumlamanın dayandırıldığı başlıca olaylardan biri olmuş, bu olayın TV uyarlamaları bile yapılmıştır. Ancak yakın zamanda yapılan akademik araştırmalar, Huxley’nin olayı aktarışının ne ölçüde doğru olduğu konusunda şüphe yaratmıştır. Örneğin, Wilberforce’un maymunlar konusunda söyledikleri, toplantıya katılan başka kimselerin yazılarında farklı yansıtılmıştır. Üstelik Darwin’in toplantıya katılan bitkibilimci sırdaşı Joseph Hooker, Darwin’e daha sonra yazdığı bir mektupta Huxley’nin gerçekten de Wilberforce’a cevaben birtakım şeyler söylediğini, ancak “öylesine büyük bir topluluğu etkisine almasının veya kontrol etmesinin mümkün olmadığını, ayrıca Sam’in zayıf noktalarına atıfta bulunmadığını ve dinleyiciyi sürükleyecek bir yaklaşım sunamadığını” aktarıyordu. Hooker mektubunun devamında, kendisininkonuşmak üzere söz alarak şunları vurguladığını belirtir: “Birincisi, kitabınızı asla okumuş olamayacağını; ikincisi, Bitkibilimin ilkeleri konusunda tamamen cahil olduğunu...” Hem Hooker hem de Huxley Oxford’dan muzafferane biçimde ayrılır; gerçi Hooker’ın son oturumdaki konuşmasına dair anlattıkları, o dönemde The Athenaeum’da yer alan bir haberde doğrulanmıştır. Ancak Wilberforce’un biyografisinde oturumda yaşananlar bir malubiyet gibi yansıtılmamıştır.İlginçtir ki, Darvinci evrim kuramını benimseyen ilk kimselerden olan Henry Baker Tristram bu tartışmaya tanık olmuş ve Wilberforce’un yönelttiği eleştirilerden öylesine etkilenmişti ki, evrime inanmaktan vazgeçmişti. The Athenaeum’ın sayfalarında geçen “Oxford’da toplanan ensaygın doğalcılar Wilberforce’un tarafını tutuyorlardı” ifadesi gerçekleri yansıtıyordu. Wilberforce’a, Quarterly Review’da Türlerin Kökeni’neyönelik bir eleştiri yazması için 60 Paund ödemişti, dolayısıyla Hooker’ın, kitabı okumadığı yönündeki ithamının doğru olması pek olası değildi. İlginçtir ki, Wilberforce’un işaret ettiği önemli hususların birçoğu, Darwin’i de Türlerin Kökeni’ni yazarken rahatsız eden hususlardı. Darwin, Wilberforce’un eleştiri yazısını okuduktan sonra, “En tartışmalı kısımları başarıyla ayırt etmiş, zorlukları da fevkalade biçimde göz önüne sermiş” yorumunu yapmıştır. Eleştiri yazısının son bölümünde yer alan bir paragrafa bakıldığında, Wiberforce’un, Huxley’nin tanımladığı gibi gerici bir din adamı olmadığı anlaşılır:
Okuyucularımız, değerlendirdiğimiz hususlara yönelttiğimiz itirazların tümüyle bilimsel tabanlı olduğunu gözden kaçırmamıştır. Bu yaklaşımı benimsedik, çünkü böylesi meselelerin doğruluğu veya yanlışlığının bu şekilde belirlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Doğada gözlemlenen veya gözlemlendiği iddia edilen gerçeklere veya bu gerçeklerden yola çıkılarak varılmışyargılara, vahiy yoluyla öğretildiğine inandıkları şeylere aykırı oldukları gerekçesiyle itiraz eden kimseleri hoş görmüyoruz. Bu tür itirazların, sağlam ve köklü bir inanca ters düşecek ölçüde bir acizlik göstergesi olduklarına inanıyoruz.
Wilberforce bilimsel verilerin büyük bölümünün evrim kuramına ters düştüğüne inanıyordu. 1860 yılında henüz geçiş dönemi formlarının varlığına ve kalıtsal aktarımın nasıl işlediğine dair herhangi bir delile ulaşılmış olunmaması ve melezlerin çiftleştirilmesiyle herhangi bir çeşitliliğe ulaşılmış olunmaması sebebiyle, o dönemde Darvinci evrim, 100 yıl sonra sahip olacağı temellerden yoksundu ve dolayısıyla da inanılması güç bir kuramdı.
1860’da yaşanan o meşhur tartışmada gerçekten neler olup bitmişti?Kesinlikle çeşitli bilimsel görüşler öne sürülüyor ve bu görüşler büyük olasılıkla ateşli biçimde, hatta belki de kaba sayılabilecek üsluplarla tartışılıyordu. Ancak tartışmanın, geçtiğimiz yarım yüzyıllık dönem boyunca sıklıkla yeniden ele alınan sosyolojik kökenleri çok daha derindi. Britanya’da bilim uzun zamandır, doğa teolojisi geleneğiyle yetişmiş, genellikle araştırmalarını sürdürmeleri için gerekli olan zaman ve mali kaynağı sağlayabilen köklü ve ayrıcalıklı ailelerden gelen beyefendi papazların hegemonyasındaydı. Darwin de bu eski tip doğa tarihçilerindendi. Ancak 1860’a gelindiğinde bu gelenek değişmeye başladı. Çeşitli çevrelerden gelerek şöhret kazanan ve bilimin yükselen statüsünden yararlanarak evvelden yalnızca beyefendi papazlara tanınanhaklara sahip olmayı isteyen yeni bir profesyonel bilim adamları sınıfı ortaya çıkıyordu. Bu yeni profesyonel bilim adamları sınıfı, uzman olmayan “amatörlere” karşı gitgide daha düşmanca tavırlar takınıyordu. Britanya Bilim Gelişimi Derneği 1830’lu yılların başında kurulduğunda, ilk üyelerinin yaklaşık % 30’u din adamıydı. 1831’den 1865’e dek, derneğin çeşitli kollarında kırk bir Anglikan din adamı başkanlık görevi yürütmüştü. Ancak 1866-1900 yılları arasındaysa bu sayı üçe düştü. Profesyonelliğe doğru bu geçişi tetikleyen başlıca etken, bir okul müdürünün oğlu olan ve doğa bilimcilik kariyerini bin bir zorlukla oturtabilen Huxley gibi daha genç bilim adamlarının yetişiyor olmasıydı. Dolayısıyla 1860’da Oxford’da yaşanan meşhur tartışma da bu değişimler çerçevesinde değerlendirilmelidir. Her işe burnunu sokan budin adamlarının, artık kesin biçimde uzmanların kontrolünde olan bir konuda yorum yapmaya ne hakları vardı?
Anglikan Kilisesi’nde süren tartışmalar çerçevesinde, Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasından kısa süre sonra Darvinci evrimin kabulünü savunan tek seçkin din adamı Temple değildi. Daha sonraları Cambridge’de Modern Tarih Profesörlüğüne getirilen roman yazarı ve sosyalist Charles Kingsley, Türlerin Kökeni’ni keyifle okumuş, Darwin’e yazdığı mektupta kitap için şöyle demiştir: “Beni hayran bıraktı… eğer söylediklerinizde haklıysanız birçok inancımdan vazgeçmem gerekecek.” Kingsley aynen yazdığı gibi yapmış ve doğal ayıklanma kuramı için şöyle demiştir: “O’nun, kendi kendilerine gelişme yeteneğine sahip ilkel formlar yaratmış olabileceği inancı… O’nun, kendi yarattığı varlıkların noksanlıklarını gidermek üzere ayrıca müdahale etmek zorunda kalmış olabileceği inancı kadar… asilce bir İlah anlayışına işaret eder.” Darwin bu mektuptan öylesine etkilendi ki, Türlerin Kökeni’nin ikinci baskısında Kingley’in bu sözlerinden alıntı yaptı; hiç şüphesiz ki böylece, kuramından şüphe eden din adamlarının fikrini değiştirmeyi umut ediyordu.
Kingsley’in, Tanrı’nın süregelen bir yaratma faaliyeti içerisinde biyolojik çeşitliliğin oluşumunda etkin olduğu yönündeki vurgusuna, Oxford Botanik Bahçeleri küratörü olan Oxford St. John’s College akademisyeni İngiliz Katolik teolog Aubrey Moore’un yazılarında da rastlanır (1843-90). Moore evrimin, “öncelikli kaygısı, Katolik inancınıher bir öğesiyle muhafaza etmek olan kimseler için çok cazip” olduğunu savunuyordu. Moore’a göre kuramı cazip kılan, Tanrı’nın yarattığı evren ile kişisel bir ilişki içerisinde olduğu düşüncesini barındırıyor olmasıydı. Şöyle ki:
Doğada herhangi bir ilahî müdahale söz konusu olamaz, çünkü Tanrı kendi işlerine müdahale etmez. Yaratıcı faaliyetinin ürünleri her yerde görülür. Tanrı ile doğa veya Tanrı ile yasalar arasında bir işbölümü söz konusu değildir. Hıristiyan teologlar, doğada gözlemlenen olguları Tanrı’nın işleri kabul eder.
Moore, doğa teolojisi çerçevesinde geliştirilen kavramlarda sıkça rastlanan, Tanrı’nın faaliyetlerinin doğal dünyanın henüz bilim tarafından izah edilememiş öğelerinde aranması gerektiği düşüncesini şiddetle eleştiriyordu. Darwin’in yakın arkadaşı, bitkibilimci Hooker da doğa teolojisinin Hıristiyanlık açısından tehlike arz ettiğinin gayet farkındaydı. Hooker, doğa teolojisi için şöyle diyordu: “İki tarafı keskin bıçakların en tehlikeli olanıdır… sonsuz olanı, sonlu olan için geçerli olan denklemlerle izah etmeye çalışır, bilimsel keşiflerle saptanan gerçeklerve bilimin ortaya çıkardığı eski hatalar uyarınca sürekli fikir değiştirir. Doğa Teolojisi, bu şekilde sürdürüldüğü takdirde bilimsel düşünen kimseler için bir aldatmaca, dindar kimseler içinse bir kapan mahiyetinde olacaktır.”
Tarihçilerin, Darwin’in evren konusundaki kuramını, Tanrı’nın yerine doğal ayıklanmayı getirmek yoluyla doğa teologlarından çaldığınıöne sürdükleri olmuştur. Darwin’in kuramının kabulüyle, Tanrı’nın varlığını tasarımdan yola çıkarak kanıtlamaya dayanan o eski anlayışa olan inanç cazibesini yitiriyordu, dolayısıyla tarihçilerin iddiasında bir gerçeklik payı yok değildir. Ancak öte yandan Darvinci evrim, Hıristiyan teolojisinin, yüzyıllar boyunca çevresinde yetişen yabani ot misali düşüncelerden, özellikle de doğal dünyanın ayrıntılı biçimde incelenmesiyle Tanrı’nın karakteri ve varlığına dair bilgi edinilebileceği yönündeki düşünceden arındırılmasınısağlamıştı. Ne ilginçtir ki bu arındırma süreci sonucunda, teologlar, Tanrı ve dünya arasındaki ilişkiyi eskiye nazaran daha fazla Kutsal Kitap’a dayalı sayılabilecek bir anlayış çerçevesinde yorumlamaya itilmişlerdi. Bu anlayışı 10. bölümde ele alacağız.
Teologlar arasında Darwin’i destekleyenlerden bazısı, gerçekten de abartılı sayılabilecek anlayışlar benimsiyordu. Glasgow Serbest Kilise Üniversitesi’nde profesör olan İskoçyalı doğalcı Henry Drummond, Herbert Spencer’la beraber evrim kuramının yaşamın her alanında geçerli olabileceğine inanıyordu. Drummond doğal ayıklanmanın “doğa teolojisi için gerçek ve fevkalade bir kazanım” olduğunu ve Türlerin Kökeni’nin, 19’uncu yüzyıldan beri inanç savunusu alanında verilmiş “belki de en önemli edebi eser” olduğunu düşünüyordu. Drummond İnsanın Yükselişiadlı kitabında “Yaşam Mücadelesiyle” gelişen evrim süreci sonucunda insanın ortaya çıktığını, ancak zamanla bu sürecin “ötekilerin de yaşaması için mücadele” biçimine dönüştüğünü savunuyordu; çünkü Drummond’a göre evrimi tetikleyen fiziksel etkenlerin ruhsal ve ahlâksal boyutları da vardı. Biyolojik evrim kuramından yola çıkarak böylesi geniş çaplı toplumsal gelişim kuramları çıkarsama eğilimi dönemin sosyal Darvincilerinde rastlanan ortak bir eğilimdir. Ancak Darwin böylesi çıkarsamaları pek umursamıyor, evrimin, “her şeyin izahını sağlayan” bir kuramdan ziyade, yalnızca biyolojik bir kuram olarak kabul edilmesini tercih ediyordu.
Teologlar arasında Darwin’e destek çıkan diğer kimselerse, genel olarak ya Gray ve Wright gibi Amerika’daki Kalvinci gelenekten ya da Aubrey Moore gibi İngiliz-Katolik geleneğinden gelmeydi. Bu gelenekler birçok bakımdan oldukça farklı olsalar da, Darvinci evrimi kolayca benimseyişlerinin ardında yatan neden, Tanrı’nın, yarattığı dünyanın her yönüyle devamlılığını sağlamak üzere sürekli müdahil olduğu ve biyolojik tanımlamaların Tanrı’nın şeyleri nasıl düzenlediğine dair alternatif izahatlar oldukları yönündeki inançtı. Örneğin, Kalvinci geleneğin sıkı bir takipçisi olan James McCosh, New Jersey Üniversitesi (daha sonra Princeton adını alacaktı) Rektörü olmak üzere Atlantik’i geçişi öncesinde Belfast’ta bulunan Queen’s Üniversitesi’nde Fizik Ötesi Bölümü Başkanıydı. McCosh doğal ayıklanma kavramını içtenlikle benimsiyordu, ancak aynı zamanda şöyle inanıyordu: “Türlerin doğal kökenleri, doğada görülen akıllı tasarımla veya dünyayı yaratan kişisel bir Yaradan’ın varlığıyla çelişmez.” New Jersey Üniversitesi’nde rektörlük yaptığı yirmi yıllık dönemi değerlendirirken şöyle demişti McCosh: “Evrimi savuna durdum, ancak savunurken de doğru biçimde, yani Tanrı’nın izlediği yöntem olarak tanımlamaya dikkat ettim ve bu şekilde tanımlandığında Kutsal Yazılar’la çelişmediğini gözlemledim.” Princeton teologu B. B. Warfield da Tanrı’nın dünyadaki faaliyetine getirdiği ilahi takdire dayalı yorumlamayla McCosh’u destekliyor, ilerleyen yıllarda geçmişini değerlendirirken, McCosh’un Princeton’a rektör olmasından önce bile kendisinin “katıksız bir Darvinci” olduğunu ifade ediyordu. Warfield, antropoloji üzerine verdiği bir dizi konferansta, doğal yasaların ilahi takdirin ifadesi olduğuna inandıkları takdirde teistlerin de yaşam ve kökenlere dair tümüyle mekanik bir kuramı benimseyebileceklerini ısrarla vurguluyordu. Evrim kuramının Kutsal Kitap’a ters düştüğü görüşünün savunulduğu günümüzün “yaratılış” kuramı düşünülecek olursa, Warfield’ın bundan bir yüzyıl önce şu sözleri sarf etmiş olması ilginçtir: “Kanımca Kutsal Kitap’ın genelinde veya Yaratılış Kitabı’nın 1 ve 2’nci bölümlerinde aktarılan ve başka bölümlerde de atıfta bulunulan yaratılış öyküsünde evrime ters düşen herhangi bir ifadeye rastlanmaz.”
Birtakım mezheplerin önde gelen isimlerinin Darvinci evrimi açık biçimde savunmuş olduklarını belirttiysek de, bir ya da öteki mezhebintümüyle Darvinci anlayışı savunduğunu ima etmek hata olur. Örneğin, Cambridge’de bulunan Trinity College’in yöneticiliğini yürüten ve birçok alanda bilgi sahibi bir din adamı olan William Whewell, eski doğa teolojisi geleneğini savunuyor, TürlerinKökeni’ne karşı çıkıyordu.Karşı çıkışını izah etmek üzere sunduğu açıklama, “Boşlukların Tanrısı” anlayışını yansıtan klasik bir açıklama sayılır:
Bana kalırsa fosiller biliminin elverdiği ölçüde dünya tarihini geçmişe doğru incelediğimizde, doğal etkenlere atfedilebilecek bir başlangıca bugün hâlâ ulaşamıyoruz; akla yatkın doğal bir başlangıcın yokluğu da doğaötesi birvarlığı gerektirir. Sayın Darwin’in varsayımları bu sonucu değiştirmez. Çünkü Darwin çok sayıda varsayımı birbiriyle ilişkilendirse de, bu varsayımlar dizisinin en başında izah edilemez bir boşluk söz konusudur halen.
Gray, Wright ve Warfiled ile aynı Kalvinci gelenekten gelme olan Princeton Teoloji Profesörü Charles Hodge (1797-1878), Darvinciliğe Whewell’den bile daha karşıydı ve 1874’de şöyle yazmıştı: “Böylece ‘Darvincilik nedir?’ sorusunun cevabına erişmiş olduk. Cevap, ‘ateizmdir’”. Hodge’un Darvinciliğe karşı çıkma sebepleri oldukça ilginçti. Baconcı bilimsel idealleri takdir ediyor, çok sayıda “olgunun” derlenmesi neticesinde genel geçer bilimsel yasaların ortaya çıkacağını düşünüyordu. Hodge, Agassiz’in izinden gidiyor ve “olguların” kutsal olduklarına, kuramlarınsa göz ardı edilmesi gereken varsayımlar olduklarına inanıyordu.
Hodge, What is Darwinism?(Darvincilik Nedir?) başlıklı kitabında,Darvinciliğin en büyük zaafının, “varsayımdan ibaret… ispat sağlayamaz” olması olduğunu savunmuştur. Bilimsel bilginin ve özellikle deevrim kuramının niteliğine dair bu yanlış anlamaya günümüz “yaratılışçı” akım edebiyatında halen rastlanır. Ayrıca Hodge, Darvinci evrime dair kendi tanımlamasını da getiriyor, bir yazısında, kuramın “en önemli ve tek ayırt edici” özelliğinin, “doğal ayıklanmanın, tasarımdan yoksunve akıl ürünü olmayan etkenlerin bir sonucu olduğu” yönündeki düşünce olduğunu vurguluyor ve şöyle devam ediyordu:
Darvinciliği ilginç ve önemli kılan ne evrim ne de doğal ayıklanma kuramlarıdır. İlginç olan, Darvin’in her türlü erekbilimi ve nihai sebepler ilkesinireddetmesidir. Bitki ve hayvanlar âlemindeki organizmaların hiçbirinde tasarımın söz konusu olmadığını savunur… Geliştirdiği sistemin yalnızca Hıristiyanlık’la değil, doğal dinin temel ilkeleriyle de çelişmesine sebep olanın bu özellik olduğunu açıkça vurgulamak gerekir.
Darwin’in kendisi, doğal dünyayı düzenleyen nihai “akılcı bir sebebin”var olup olmadığı konusunda agnostik bir anlayış benimsemeyi sürdürüyor, ancak geliştirdiği doğal ayıklanma kuramının da Tanrı inancına ters düşmediğine inanıyordu. Hodge ise bu görüşe katılmıyordu; bir kimsenin hem teist hem de evrimci olabileceğini kabul ediyor, ancak hem teist hem de “Darvinci” bir evrimci olabileceği düşüncesini reddediyordu. Çünkü bu durumda kişinin doğal ayıklanma kuramını da kabul etmesi gerekirdi, ki Hodge’a göre bunu yapmak, doğa teolojisiningeleneksel inançlarından vazgeçmek anlamına gelirdi. Hodge, Darwin’in Amerika’daki baş savunucusu olan Gray’i bile, yaratılışın Tanrı’nın tasarısı olduğu düşüncesine inanmayı sürdürdüğü için gerçek anlamda bir Darvinci olmamakla suçluyordu! Hodge’un Darvinciliğe yönelik itirazının, salt bilimsel veya Kutsal Kitap kaynaklı olmadığı açıktır. Hodge’ın asıl derdi, Darvinciliği, yüzyıllardır geçerli olan doğa teolojisi geleneğine yönelik bir tehdit olarak görmesiydi. Hodge, Darwin’le olan kişisel ilişkisindeyse bir beyefendiden beklenen saygılı tutumdan ödün vermiyor, Darwin için şöyle diyordu: “Bilgisi, gözlem vetanımlama konusundaki becerisinin yanı sıra, açık sözlülüğü ve dürüstlüğü dolayısıyla da herkesçe sayılır.”
Akademik bilinçten büyük ölçüde yoksun olan Darwin karşıtı bazı din adamlarıysa genel olarak Hodge kadar saygılı davranmıyordu. Yorkshire Nunburnholme Üniversitesi Rektörü Kuşbilimci Francis Morris (1810-93), yirmi yılı aşkın bir süre boyunca Darvinciliğe karşı mücadele vermiş, Darvincilik konusunda şöyle demişti:
Darvinciliğin şaşırtıcı ölçüdeki aptallığı karşısında, sağduyulu ve aklı başında olan kimselerin, ayıplayıcı ve kınayıcı bir tavır takınmaları kaçınılmazdır.
Darvinciliğe karşı şatafatlı yazılar yazıp, sıra tartışmaya gelince yetersiz kalan tek kişi Papaz Morris değildi. Kültür yoksunu din adamlarının evrim konusunda bilgi kaynağı olarak başvurdukları birtakım popüler mecmualar, Darvinciliğe çok yükleniyordu. Viktorya dönemi, süreli yayınların dönemiydi. Punchadlı mizah dergisi, Viktorya döneminin ortalama insanlarınca ya tehdit edici ya da düpedüz gülünç bulunan “insanın maymun kökenli olması” meselesine odaklanan bir dizi makale vekarikatür yayınladı. Family Herald dergisinde de 20 Mayıs 1871’de şöyle dendi: “Eğer Darvincilik doğru ise toplum paramparça olacaktır.”Yine de dönemin süreli yayınlarında yalnızca bu tür yorumlar yer alıyor değildi. 1859 ile 1872 yıllarında yayınlanan 115 İngiliz dergisinde (ki bunlardan kırk beşi dinsel içerikli dergilerdi) Darvinciliğin nasıl işlendiğine dair kapsamlı bir araştırma yapan Ellegard, Türlerin Kökeni’ni konu alan eleştiri yazılarının, adilce sayılabilecek yazılardan, lehte sayılabilecek yazılara kadar çeşitlilik gösterdiklerini kaydediyordu.
Hiç şüphesiz ki Darwin 1882 yılında Westminster Abbey’de toprağaverildiğinde, Darvincilikten korkan birçok kişi rahat bir nefes almıştı. Huxley, Hooker ve Wallace tabutu taşıyanlar arasında yer almıştı. Her şeyden öte, ulusal bir tören mahiyetine bürünmüştü cenaze. Darwin, Isaac Newton, David Livingstone ve İngiliz tarihinin başka “büyük isimlerinin” yanına gömülmüş, böylece Darvinci evrim anlayışı saygın Viktoryen toplumunun bir öğesi olarak kabul görmüş olmuştu adeta. Yazarı devletin hem laik hem de dinsel unsurlarınca böylesine el üstünde tutulurken, bu kuram nasıl olurda bir tehdit unsuru sayılabilirdi ki? Darwin’in Abbey’de gömülmesini mümkün kılmak için büyük çaba sarf eden Francis Galton, cenaze töreninde yaptığı konuşmada “ulusal şan ve şeref” hissiyatından dem vurarak genel atmosferi yakaladı. “Ulusal şan ve şeref” hissiyatının, bilim adamlarının üzerine düşen, insanın evrimi konusundaki düşünceler ile dinsel idealleri harmanlama görevinihatırlatır nitelikte olduğunu ve “toplumsal bütünlüğün korunmasının” bu görevin gerçekleştirilmesine bağlı olduğunu vurgulamıştı Galton. Cenaze sonrasında gerek laik, gerekse dindar basın Darwin’e övgüler yağdırma konusunda yarışmıştı adeta. The Times, Darwin’in Abbey’e “kutsallık kattığını, saygınlık kazandırdığını” savunuyordu. Darwin, “gerçek bir Hıristiyan beyefendisi” olarak tanımlanıyordu. The ChurchTimes, Darwin’i sabrı, ağırbaşlılığı, çalışkanlığı ve itidal sahibi oluşu dolayısıyla yüceltiyordu. New York’taysa, Üniteryen bir vaiz olan JohnChadwick, “Ulusun en görkemli inanç kalesi, sonsuz kapılarını açarak,bilimin kralını içeri davet etti” diyordu. Evrim sonunda hak ettiği saygıyı görmüştü.
Asa Gray, 19’uncu yüzyıl sonlarına doğru Rochester Piskoposu’na şöyle dedi: “Hıristiyan düşüncesi ve bilincinin, Sayın Darwin’in ilkelerini doğru biçimde benimsemek konusunda aşırı veya uygunsuz bir gecikme sergilediğini söylemek mümkün değildir.” Aslında doğal ayıklanma kuramının biyoloji alanındaki düşünce biçimlerinde yarattığı büyük ölçekli paradigma değişimi ve evrim kuramının geleneksel doğa teolojisine karşı oluşturduğu tehdit düşünülecek olursa, Darvinci kuramın böylesine geniş çaplı ve süratli biçimde kabul görmüş olması şaşırtıcıdır. Owen Chadwick’e göre, 1885 yılına gelindiğinde, evrim ile Hıristiyan öğretisinin uyumlu olduğu düşüncesi eğitimli Hıristiyanlar’ın çoğunca kabul edilmişti, ancak bazıları bitkiler ve hayvanların evrimi için geçerli olan bir doğal ayıklanma kuramını kabul ediyor, insanlarınsa özel bir eylemle yaratıldıklarına inanmayı sürdürüyordu. Darwin eski dostu Henslow’a yazdığı bir mektupta, “kendi kuramının” doğurduğu sonuçları kast ederek, “En küçük bir şaşkınlık dahi yaşadıysan, eminim ki üzerine kafa yordukça daha da çok şaşıracaksın; eminim, çünkü ben de bu şaşkınlık sürecinden geçtim” diyordu. Bu şaşkınlığı, Darwin’le beraber bütün Viktorya dönemi dünyası yaşıyordu, ancak “evrim” kelimesine yüklenen devrimsel anlam geçerliliğini yitirdikçe, yeni “doğal ayıklanma yasası” olumlanıyor ve oturmuş toplumsal düzenin bir öğesi olarak kabul görüyordu.
İlginç biçimde, Darvinci evrimin bilimsel kuram olma niteliği yüzyılın sonlarına doğru düşüşe geçiyor, 1920’li yıllardaysa Mendelci genetik anlayışının doğal ayıklanma kuramıyla harmanlanmasıyla yeniden canlandırılıyor, böylece günümüz evrim kuramının temelini oluşturan “sentez” kurgulanmış oluyordu. Ayrıca 1920’li yıllar Amerika’da “yaratılışçı” hareketin, yani bugünkü sözde “bilimsel yaratılışçıların” ilk filizlerinin doğuşuna sahne oluyordu. Bu akımın iddialarını 9 ve 10’uncu bölümlerde inceleyeceğiz. Ancak “bilimsel yaratılışçılığın”, Viktoryen döneminin sonlarında kiliselerinde geçerli olan baskın görüşlerden çokfarklı, 20’nci yüzyıla ait bir anlayış olduğunu da belirtmek gerekir.
Biyolojik evrimin ötesinde
Darwin’in bilimsel “doğal ayıklanma” kuramına gösterilen çeşitli tepkileri, özellikle de dinsel kaynaklı tepkileri gözden geçirdik. Ancak uygulamada, John Brooke’un da evrim konusundaki tartışmalara atıfta bulunarak ifade ettiği üzere “Bilimsel ve dinsel inançlar, toplumsal ve siyasi tartışmalarla öylesine iç içe geçmişlerdi ki, bu inançları söz konusubağlamlardan soyutlayarak birbirleriyle eşleştirmeye çalışmak, zorlamabir girişim olacaktır.” Bunun bir nedeni, “evrim” kavramına, 19’uncu yüzyılın belli başlı düşünce akımlarının savunucularınca çok farklı anlamlar yüklenmiş olmasıydı, üstelik bu anlamların çoğu birbiriyle uyumsuzdu. Tabii ki “evrim” böylesi farklı anlamlar yüklenmiş biçimde sunulduğunda, kaçınılmaz olarak bilimle alakası olmayan birtakım nedenlerle reddediliyordu.
O dönemde kiliselerin bir tartışmalar ve iç çekişmeler sürecinden geçiyor olması işleri daha da karmaşıklaştırıyor, ayrıca bu tartışmalar kimi zaman bilimsel meselelerin etkisiyle daha da kızışıyordu. 1861 yılında The Spectator’da şöyle deniyordu: “Orta sınıfın zevk aldığı uğraşlar arasında, yarım yamalak anlaşılmış teolojik konuları tartışma, belki de en fazla öne çıkanıdır.” Örneğin, Darwin’in Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasının yalnızca üç ay sonrasında, yedi Anglikan din adamı, Alman Kutsal Kitap eleştirilerinin ılımlı sayılabilecek örneklerini tanıtmak üzere Essays and Reviews adlı bir kitap yazdı. Kitap, Türlerin Kökeni’nin yirmi yılda ulaşamayacağı rakamlara ulaşacak, iki yılda 22.000 satacak, halkın ve kilise çevrelerinin tepkisini çekecekti. Kitaba cevaben 400’ü aşkın kitapçık ve makale yayınlandı. Essays and Reviews’da evrime çok az değiniliyordu. Gerçi kitaba katkıda bulunan yazarlardan olan ve evrimi destekleyişiyle tanınan Oxford Üniversitesi Geometri Profesörü Papaz Baden Powell, Türlerin Kökeni, “Doğanın kendi kendine evrim geçirme gücüne sahip olduğu inanışına dayanan ilkesel anlayışın olumlanmasını sağlayacak kapsamlı bir devrimin yaşanmasını sağlamalıdır” diyordu. Kitaba katkıda bulunan diğer yazarlardan C. W. Goodwin de, Kutsal Kitap metinlerine bilimsel anlamlar atfetme alışkanlığını ağır biçimde eleştiriyor, Yaratılış Kitabı’nda aktarılan yaratılış öyküsünü jeolojiyle uyumlu kılmaya yönelik yüzyılın başlarında ortaya çıkan çelişkili girişimleri örnek gösteriyordu. Kitaptayer alan ilk makale, bilimsel araştırmanın sonuçlarından korkmanın, resmen “inanca karşı büyük bir hainlik” olduğunu savunan Frederick Temple’ın kaleminden çıkmaydı. Ancak Essays and Reviews’da bilime sadece üstünkörü biçimde değinilir. Kitapta yer alan makalelerde asıl amaçlanan, Kutsal Kitap’ın tarihsel bağlamda yorumlanması gerektiğini vurgulamaktı. Ancak makalelerin, bilim ile din arasında bir “çatışma” yaşandığı düşüncesini ateşleyici nitelikte olduklarını söylemek pek doğru olmaz. Makalelerin neden olduğu tartışmalar genel itibariyle dinsel temalıydı ve bu tartışmalar kapsamında yaşanan “çatışma”, Anglikan Kilisesi’nin liberal ve muhafazakâr kanatları arasında yaşanıyordu.
Varlıklı bir beyefendi olan ve din veya siyaset kaynaklı her türlü ihtilaftan kaçınmayı tercih eden Darwin’in, kuramının alet edildiği girişimleri dehşetle karşıladığını da belirtmek gerekir. Türlerin Kökeni, Clemence Royer tarafından Fransızca’ya tercüme edildi. Royer, okuyucuyu bilimsel ilerlemenin sunduğu “akılcı vahiy” ile Hıristiyanlık’ın sunduğu “modası geçmiş vahiy” arasında keskin bir seçim yapmaya zorlayan, kiliseye muhalif nitelikte sivri dilli bir önsöz eklemişti yaptığı tercümeye. Bu sırada Vladimir Kovalesky de, Rusya’nın Ortodoks otokrasisine yönelik evrimci taarruzunda faydalanmak üzere kitabı Rusça’ya tercüme ediyordu. Almanya’daysa Darwin’in baş savunucusu hayvanbilimci Ernst Haeckel’dı. Ancak Haeckel, pragmatik düşünen Darwin’in aksine, Wurzburg Üniversitesi’ndeyken Goethe’nin doğayı yücelten (Nature worship) gizemci felsefesini benimsemişti ve doğal ayıklanma ilkesini toplumsal yaşamı yorumlamada kullanmaya çalışıyor, bu ilkenin “insanları kaçınılmaz biçimde ilerlemeye… daha yüksek kültürler geliştirmeye” ittiğini savunuyordu. Haeckel kiliseleri ele geçirip doğa ve bilime dair simgelerle yeniden süslemeyi istiyor, günün birinde özgür düşüncenin elçilerince “papa karşıtı” seçilmeyi umut ediyordu. Haeckel’ın doğaya bakışı, “aslında layık görmediği bir Tanrı’nın varlığını ilan edercesine kapsamlı bir sanat eseri” olarak tanımlanmıştı. Haeckel, Darwin’le ilk tanışmasını yarı dinsel bir üslupla aktarmış, Darwin için şöyle demişti:
Uzun boylu ve saygın görünüşlü… geniş omuzlarının arasındaki Atlas kemiği, yazılı bir Atlas gibi engin bilgileri sırtlanmıştı: Goethe gibi, Romalılar’ın baş tanrısı Jüpiter’i andıran geniş bir alnı, düşünsel çalışmaların etkisiyle biçimlenmiş azametli ve kemerli bir çehresi vardı. Çıkıntılı kaşlarının çatısı altında güçlükle görünüyordu şefkatli ve dostane gözleri. Gümüşümsü beyazlıktaki sakalı asil ağzını çevreliyordu.
Ancak kısa süre sonra Haeckel’ın 500 sayfalık Generelle Morphologie’si Down House’da ikamet eden Darwin’in eline ulaştı. Kitabın Darwin’i mutlu ettiğini söylemek yalan olur. Haeckel doğal ayıklanma kuramını temel alarak “geniş çaplı ve insanlığın bütün bilgi birikimini kapsayan evrensel bir Gelişim Kuramı” geliştirmişti. Üstelik Haeckel biyolojik ve ulusal evrim yasalarının birleşmiş bir Almanya’da yeni birGermen üstünlüğünü sağlayacağına ve evrimsel mücadele sonucunda yeni bir üstün insan filumunun ortaya çıkacağına inanıyordu. Haeckel Bismarck’ı Jena’ya davet ettiğinde şöyle dedi: “1866’da Konninggratz Savaşı’nda patlayan silahların eski Federal Alman Rejimi’nin sonunu ve Alman Reich’ının tarihinde görkemli bir dönemin başlangıcını ilan edişi gibi, bugün burada, Jena’da, yeni filumunun doğumunu ilan ediyoruz.” Bugün dönüp baktığımızda Haeckel’ın bu düşünceleri çok kötü niyetli görünür bize; Darwin içinse sadece sinir bozucuydu Haeckel’ın kuramı; biyoloji alanıyla sınırlı kalması gereken bir kuramı felsefi kavramlar yükleyerek çarpıtmıştı. Ayrıca Haeckel’ın evrim anlayışı, Darwin’in hiç hoşuna gitmeyen intikamcı bir kilise muhalifliği barındırıyordu. Dolayısıyla “evrim” kavramının, Alman halkının zihninde biyolojik bir kuramdan ziyade, topluma dair bir kuram olarak görülmesi ve dine yapılan saldırılarla bağdaştırılmasına şaşmamak gerekir.
Britanya’nın Haeckel’ıysa felsefeci Herbert Spencer’dı. “Önemsiz, tekdüze, kendine acıyan ve huysuz; Spencer Viktoryen biliminin Eeyore’uydu” diye tanımlıyordu onu Jim Moore ve bu tanımlamasıyla Darwin ve Huxley’nin görüşlerini (en azından ilerleyen yıllardaki görüşlerini) de dile getirmiş oluyordu. Spencer 1840’lı yıllardan itibaren, kapsamlı bir sosyolojik sistem geliştirmeye başlamış ve bu sistemini 1860’lı yıllardan başlayarak yayınladığı on ciltlik System of Synthetic Philosophy başlıklı uzun yazı dizisinde tanıtmıştı. Spencer, Lamarck’ın önerdiği sürece benzer bir evrim süreci aracılığıyla, zamanla ama kaçınılmaz biçimde “doğruluğu sağlamak üzere işleyen Bilinmeyen bir Gücün” varlığına inanıyordu. Darwin, insanlığın o güne kadar geçirdiği evrimden yola çıkarak, zamanla gelişerek barbarlıktan medeniliğe erişebileceği inancına dayanan iyimser Viktoryen dönemin ortalarına ait anlayışı benimsiyorsa da, evrimin muhakkakbu yönde ilerleyeceği konusunda teminat vermekten kaçınıyordu. Spencer ise ilerlemenin “tesadüfi ve insan kontrolünde bir süreç olmadığına, fayda sağlayan bir gereklilik olduğuna” inanıyordu. Spencer, bütün evrenin, değiştirilemez fiziksel yasalar uyarınca mutlak kusursuzluğa doğru ilerlediğini savunuyordu; bu anlayışıyla Teilhard da Chardin’in ortaya atacağı fikirlerinhabercisi oluyordu. “En güçlü olanın yaşamını sürdürmesi” söylemini, “güçlü” kelimesine belirgin ahlâki anlamlar yükleyerek geliştiren de Darwin değil Spencer oluyordu.
Spencer’ın iyimser, ilerleme odaklı felsefesinin çok tutulması şaşırtıcı değildi, çünkü bu felsefe çağın ruhuyla çok iyi örtüşüyordu; özellikle de okuryazar kimselerin çoğunun evrimi Spencercı bakış açısıyla tanıdığı ABD’de geçerliydi bu durum. John Fiske, ülkeyi dolaşarak Spencer’ın görüşlerini tanıtmış, hatta bu görüşler kapsamında Amerikantarihinin evrimsel bir yorumunu da geliştirmişti. Fiske’e göre Amerika’nın “belirgin bir kaderi” vardı. Bu kader uyarınca, “Anglosakson” ırk, evrim süreci sayesinde eninde sonunda bütün insanlık için barış ve refahı sağlayacaktı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, İskoçya’da Henry Drummond Spencer’ın felsefesini uyarlayarak iyimser bir teoloji anlayışı geliştirmişti. Ancak Spencer’ın ortaya attığı şatafatlı “her şeyin kuramı” (Evrende olup bitenleri anlamak için kuvvetli etkileşim, elektromagnetik etkileşim, zayıf etkileşim ve kütle çekim etkileşimi olmak üzere dört temel etkileşimden hareket ederek bu etkileşimler için gerekli olan değiş tokuş bozonlarını da her bir etkileşim türü için farklı özellikleri ile söz konusu sınıflandırmaya dâhil eden standart modelin aslında ortak bir çatı altında toplanabileceği fikrinden yola çıkmış bir ekol), vatandaşı olan Amerikalılar’a fazla gelmişti; Darwin Spencer’a dair görüşlerini, yayınlanan otobiyografisinden alıntılanarak oğlu Francis tarafından itinayla düzeltilen bir paragrafta özetliyordu:
Spencer’ın yazılarının benim çalışmalarıma herhangi bir faydasının dokunduğunu söylemem mümkün değil. Her konuyu tümdengelimci bir yaklaşımla ele alışı, benim görüşlerime büsbütün ters düşer. Vardığı sonuçlar beni ikna etmiyor… Temel genellemeleri (ki bu genellemeleri bazılarınca Newton’un yasaları kadar önemli addedilmiştir!)… bana kalırsa niteliklerigereği bilimsel açıdan faydasızdır. Doğa yasasından ziyade basit tanımlamalar niteliğindedir genellemeleri… benim hiç işime yaramadı.
Spencer, bilimsel elitin katıldığı ve on üyesi olması hedeflendiği için (gerçi hiçbir zaman onuncu bir üye dâhil edilmiyordu) “X kulübü” diye anılan bir yemek kulübüne üyeydi. Anladığımız kadarıyla X Kulübü’nündiğer üyeleri de Spencer konusunda Darwin’le aynı düşünceleri paylaşıyordu. Bunun bir nedeni, verdikleri yemeklere katıldığı zaman Spencer’ın uzun ve sıkıcı felsefi konuşmalar yapması ve başkalarına kulak vermemesiydi. Dolayısıyla kulüp üyeleri onun katıldığı yemekleri kısa kesmeyi tercih ediyordu.
“Evrim” genel anlamda, neredeyse her türlü düşünceyi savunmak üzere kullanılabilir olmuştu. G. B. Shaw’ın da bir zamanlar belirttiği üzere, “Darwin’i şanslı kılan, görülecek hesabı olan herkesi memnun edecek bir kuram ortaya atmış olmasıydı.” Muhafazakârlar doğal ayıklanma kuramından hoşlanmıştı, çünkü yalnızca “ekonomik açıdan güçlü olanların” varlıklarını sürdürebildikleri kapitalist laissez-faire anlayışınıdesteklediğine inanıyordu. Spencer 1882’de Amerika’ya gittiğinde, işadamı Andrew Carnegie de onu dinlemeye gelenler arasında yer alıyordu. Carnegie daha sonra kaleme aldığı The Gospel of Wealth(1890) adlı kitapta modern medeniyetlerin gelişimi ve zenginliğinin, rekabet yasası sayesinde mümkün olduğunu savundu. Şöyle diyordu Carnegie: “Büyük eşitsizlikleri… endüstriyel veya ticari, her türlü iktisadi yoğunlaşmanın bir azınlığın kontrolünde olmasını; ve bu azınlıkta bulunankimseler arasında rekabet yasasının işlemesini kabul etmeli ve hoş karşılamalıyız. Çünkü bu yoğunlaşma ve rekabet, insan ırkının ilerlemesi için yalnızca faydalı olmakla kalmaz, bu ilerlemenin gerçekleşebilmesiiçin zaruri gereksinimlerdir.” Neden mi? Çünkü yalnızca kapitalizm “en güçlünün yaşamını sürdürmesi ilkesinin geçerliliğini mümkün kılar”. Bir çeşit toplumsal Darvincilik anlayışını savunan Amerikalı W. G. Sumner da bu konuda şöyle dedi: “En güçlünün yaşamını sürdürmesi ilkesinden hoşlanmıyorsak, bir tek seçeneğimiz kalır, o da güçlü olmayanın yaşamını sürdürmesidir. İlk ilke medeniyeti mümkün kılan bir yasadır; ikincisiyse gayri medeniyet doğuracak bir yasadır.” J. D. Rockefeller (1839-1937) da daha sonraki yıllarda şöyle dedi:
Aslında büyük bir şirketin gelişim süreci, en güçlü olanın yaşamını sürdürmesi ilkesine uygun biçimde ilerler… American Beauty diye bilinen güllerin o bilindik parlaklığa ve kokuya sahip olabilmeleri için etraflarında bitenilk goncaların ayıklanması şarttır. Bu gerçek, iş dünyasının kötücül bir eğilim barındırdığı anlamına gelmez. Mesele doğa yasaları ve Tanrı’nın yasalarının işlemesinden ibarettir.
Bu sırada sosyalistler de evrimden yola çıkarak, ilerlemenin, bir sınıfın diğer bir sınıfı devirmesiyle gerçeklemesine dayanan sınıf çatışması kuramları geliştirmeye çalışıyordu. Karl Marx (belki de kızının gayriresmî eşi olan Aveling2), Das Kapital’i Darwin’e ithaf etmeyi istemiş, ancak Darwin bu teklifi kibarca reddetmişti. Marx Lassalle’ye yazdığı bir mektupta (16 Ocak 1861) şöyle diyordu: “Darwin’in kitabı çok mühimve doğa bilimleri açısından tarihsel sınıf mücadelesi düşüncesini doğruluyor olması işime yarıyor. Gerçi İngilizler’in kaba müzakere yöntemlerine de tahammül etmek zorunda kalıyor insan.” Engels, Marx’ın 1883 yılında Highgate mezarlığında düzenlenen cenaze töreninde yaptığı konuşmada şöyle diyecekti: “Nasıl ki Darwin doğadaki canlı yaşamının gelişimini düzenleyen yasayı keşfettiyse, Marx da insanlık tarihinde yaşanan gelişimin yasasını keşfetmiştir.” Britanya’da yaşayan sosyalistlerin bu görüşe katıldıkları aşikârdı. Bradford Labor Echo dergisi 1871 yılında etki yaratmak için şu soruyu yöneltti okuyucularına: “Sosyalizm, her bir öğenin bütüne hizmet ettiği, bütününse her bir öğeye hizmet ettiği yeni bir sosyal işleyişin geliştirilmesinden ibaret değil midir? Bu işleyiş evrim ile tamamen uyumludur.” Ilımlı bir sosyalizmi benimseyen Annie Besant da aynı dönemde basılan bir kitapçıkta şöyle demişti: “Sosyalistim, çünküevrime inanıyorum.”
Tren yolu şirketlerinin hisselerine akıllıca yatırımlar yapan Darwin kurnaz bir kapitalistti ve İngiltere’nin önemli ve ilerleyen bir ülke olmayı sürdürebilmesi için rekabetin önüne engel konulmaması ve devletmüdahalesinin asgari düzeyde tutulması gerektiğini savunuyordu. Darwin ailesi 1875 yılında et tüketimi için son beş yılın en düşük harcamasını yapmış, yalnızca 221 Paund harcamıştı. Toplam gıda harcamasıysa900 Paund’du ve bu rakam, yatırımlarından önemli miktarda faiz geliri elde eden Darwin’in kazancının ancak % 10’una denk geliyordu. Aynı yıl Darwin’in evinde çalışan yedi hizmetçiye ödenen toplam maaş ise sadece 86 Paund’du. Böylesi harcama oranları, büyük bir Viktoryen ailesi için normal sayılırdı, ancak bu oranlar Maltusçu hayatta kalma mücadelesinin statükonun korunmasına nasıl katkıda bulunduğunu da gösteriyordu. Yine de, Darwin’in mutlulukla ifade ettiği üzere, medeni uluslarda doğal ayıklanmanın etkileri bir ölçüde bastırılmıştı: “Yüksek medeniyete erişmiş uluslarda, ilerlemenin devamlılık arz etmesi, ikincilderecede doğal ayıklanmaya bağlıdır, çünkü böylesi uluslar yabanıl uluslar gibi birbirlerinin yerini almaz, birbirlerini yok etmez.” Darwin, doğal ayıklanmaya “ikincil bir rol” biçiyor olsa da, uluslar arasındaki mücadelenin doğal dünyada sürmekte olan mücadeleye benzer nitelikteolduğuna inandığı aşikârdı. Mektuplaştığı birine şöyle bir hatırlatmada bulunmuştu Darwin: “Avrupa uluslarının bundan yalnızca birkaç yıl önce nasıl da Türkler’in boyunduruğuna girme tehdidiyle karşı karşıya kaldıklarını düşünün, bugün böylesi bir tehditten bahsetmek mümkün değildir! Daha medeni olan ve ‘beyaz ırklar’ diye anılan Avrupa ırkları, hayatta kalma mücadelesinde, yoksun Türkleri yenilgiye uğrattı. AyrıcaDarwin Avrupa aristokrasine mensup kimselerin, orta sınıfta yer alan kimselere kıyasla çok daha iyi görünümlü olduklarından emindi; evrim,toplumun en güçlü üyelerinin, sahip oldukları statüyü hak edecek kimseler olmalarını sağlamıştı.” Üstelik Darwin Amerikalı bir feministe yazdığı mektupta, hiç kuşkusuz ki kadınların erkeklere kıyasla “düşünsel açıdan zayıf olduklarını” vurgulamıştı.
İkinci bölümde de belirttiğimiz gibi, Darwin asla kuramını bilinçli olarak ırkçı kuramları desteklemek üzere kullanmamış, yalnızca Viktoryen dönemi beyefendilerince benimsenen basmakalıp düşünceleri yansıtmıştı. Ancak onun kadar ihtiyatlı davranmayan düşünürler de vardı. Eğer “hayatta kalma mücadelesi sonucunda medeni uluslar” galip çıkarak en güçlü konumuna geldiyse, “aşağı ırkları” bastırmaya devam etmeleri gayet “doğal” ve gayet mantıklıydı. F. C. Selous, Sunshine and Storm in Rhodesia (1896) adlı kitabında, siyah ırkın beyaz adamın boyunduruğuna girmeyi kabul etmesi, karşı koyduğu takdirdeyse ölmesi gerektiğini söylüyor, sömürgelerde uygulanan zulmü savunmaya çalışıyordu. Selous bu durumu şöyle izah etmişti:
En geniş çaplı hayırseverlik girişimleriyle bile değiştirilemez bir yazgıdır, Britanyalı sömürgeci, önceden belirlenmiş bir yasanın işlemesini sağlayan sorumluluktan muaf basit bir atom gibidir. Sözünü ettiğim yasa, canlı varlıkların ilk ortaya çıkışından beri bu gezegende yürürlükte olan; Darwin’in uygun düşecek biçimde “En güçlü olanın yaşamını sürdürmesi” diye adlandırdığı yasadır.
Açıktır ki, “önceden belirlenmiş bir yasanın” işlemesini sağlayan “sorumluluktan muaf bir atom” olmak, diğer bir ulusun sindirilmesine katkıda bulunan bir kimse için çok kullanışlı bir roldür.
“Doğal ayıklanma”, “evrim”, “en güçlü olanın yaşamını sürdürmesi”ve benzeri kavramlara 19’uncu yüzyılda yüklenen envai çeşit anlam düşünülürse, Darvinciliğe verilen tepkilerin ardında yatan nedenlere dair kapsamlı bir genellemeye gitmenin zor olmasına şaşmamak gerekir. Ancak Darvinciliğin, yeni dinsel, siyasi veya sosyolojik kuramlar için temel oluşturmaktan ziyade, zaten uzun zamandır var olan birtakım düşünceleri desteklemek üzere kullanıldığını görüyoruz. Gerçekten de parlak bilimsel kuramların kaderi, er ya da geç, kazandıkları düşünsel itibarın toplum tarafından bilimsel olmayan amaçlara hizmet etmek üzere kullanması şeklinde olmaktadır.
Öyleyse İngilizce konuşulan dünyada bilim ile din arasındaki ilişkinin yorumlanmasında kullanılan “çatışma kuramının” gerçek kökenlerini nerede aramak gerekir? Evrim konusundaki tartışmalarda olmadığı kesindir. Bu kökenlere erişmek için başka bir yere, bilimin 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında artarak profesyonelleşmesi sürecine bakmalıyız.
Viktoryen “çatışma kuramı”
1800 yılında Britanya’da bilim, büyük ölçüde amatörlerce yürütülen birfaaliyetti. Bilimsel çalışmalar için gerekli mali destek büyük ölçüde hamilik sistemi aracılığıyla sağlanıyordu. Hamilerin sağladığı desteğe kıyasla hükümetin sağladığı destek gülünç derecede azdır. Bilimin mesleki olarak icra edilebildiği istihdam fırsatı çok kısıtlıydı. Bilimsel çalışmaların çoğu, genellikle din adamı veya toprak sahibi olan varlıklı beyefendilerce, masrafları kendilerince karşılanarak yürütülüyordu ve Kraliyet Cemiyeti, böylesi beyefendilerin keşiflerini sunmak üzere bir araya gelebilecekleri gösterişli oturumlar düzenliyordu. Uzmanlaşmayanadir rastlanırdı, genel olarak çok çeşitli bilimsel alanlarda araştırmalaryürütme eğilimi hâkimdi. Doğa felsefecileri, eriştikleri bulguların doğa teolojisinin ilkelerini desteklemesi yönündeki umutlarını sıkça dile getirir. Bilim alanında bir iş veya bilimsel çalışmaları destekleyecek bir hami bulmak, din adamları ve dinlerine bağlılıklarıyla tanınan kimseler için çok daha kolay oluyordu. Çok az sayıda bilimsel yayın vardı. Üniversiteler ve ortaöğretim kurumlarında din adamlarının sözü geçiyor, sosyal bilimlere, özellikle de klasiklerin öğrenilmesine ağırlık veriliyor,bilimsel konuların eğitimine önem verilmiyordu. Bilimsel konuların sistematik biçimde öğretilmesine yönelik girişimlere, daha evvel de belirtildiği üzere yalnızca Muhalif Akademiler’de rastlanıyordu.
1900 yılına gelindiğinde bütün bunlar değişmişti. 20’nci yüzyıla girilirken bilim kurumu, bugünkünden çok da farklı olmayan bir hal almıştı. “Bilim adamları” tanımlaması artık herkesçe kabul görmüş, bilim adamlığı belirgin bir meslek sınıfı sayılmış ve bilim adamlarının sayısı 1800’lü yıllardakine kıyasla büyük artış göstermişti. Bilimsel çalışmalara yönelik kamu harcamaları, bilim adamlarının beklentileri oranında olmasa da önemli ölçüde artıyordu. Çok çeşitli uzmanlık cemiyetleri ve uzmanlık yayınlarının türemesinden de anlaşılacağı üzere, bilimde uzmanlaşma artıyordu. Bilimsel dünyada kilise çevreleri daha az temsil edilir olmuştu, çünkü yüzyıllık süreçte kent nüfusunun hızlı artışıyla din adamlığı da giderek profesyonel bir meslek olmaya başlamıştı. Doğa teolojisi ilkeleri bilim adamlarının mesleki çalışmalarında artık eskisikadar belirleyici olmuyordu ve dinsel inançların mesleki yaşamdan ayrı tutulması eğilimi yaygınlaşıyordu. Artık gerek üniversitelerde gerekse ortaöğretim kurumlarında bilimsel konuların öğretilmesine büyükönem veriliyordu.
Bilim kurumunun çarpıcı bir dönüşüm geçirerek 1800 yılındaki halinden 1900 yılındaki haline gelebilmesini mümkün kılan toplumsal değişimlerin Viktoryen “çatışma kuramının” özünü oluşturduğunu oldukça ikna edici biçimde savunanlar olmuştur.31851 yılında Charles Babbage şöyle bir şikâyette bulundu: “Bilim İngiltere’de meslekleşemedi; bilimle uğraşanlar tam anlamıyla bir sınıf olarak kabul görmüş değiller. Hatta dilimiz bilimle uğraşan kimseleri tanımlamak için kullanılabilecek belirgin bir terimden yoksundur.” Ancak 1850’li yıllardan itibaren, Leonard Huxley’nin “bilimin genç savunucuları” diye tanımlayacağı yeni bir bilim adamları grubu belirdi. Bu yeni nesil “genç savunucular”, bilim adamlarına hak ettikleri mesleki haklar ve statülerin tanınması için mücadele veriyordu. X Kulübü üyesi olup bu mücadeleye katılan ilk bilim adamları arasında şu kişiler sayılabilir: Maden Araştırmaları Okulu’nda (bu okul daha sonraları Imperial College olacaktı) biyoloji öğretmeni olan Thomas Huxley; Kew’de bulunan Kraliyet Botanik Bahçeleri’nin yöneticisi Joseph Hooker ve asabiyetiyle tanınan İrlandalı fizikçi John Tyndall. 1864 yılında X Kulübü, bu üç üyenin yanısıra, George Busk (cerrah), John Lubbock (gökbilimci ve matematikçi,ayrıca Darwin’in Down’dan komşusu), T. A. Hirst (matematikçi), Edward Frankland (kimyacı), William Spottiswoode (yayıncı ve matematikçi) ve Herbert Spencer’dan (yazar) oluşuyordu. Spencer haricinde bukişilerin hepsi Kraliyet Cemiyeti üyesiydi ve üstelik üçü de çeşitli dönemlerde Cemiyet Başkanlığı görevini yürütmüştü.
X Kulübü üyelerinin, hedeflerine yönelik mücadele verirken ne ölçüde düzenli bir kurum gibi işledikleri muammalı olsa da, grubun belirli üyelerinin, diğer üyelerden aldıkları moral desteğiyle bilim adamlarınınhakları için etkili biçimde mücadele ettikleri açıktır. X Kulübü üyeleri, Viktoryen toplumun orta kademelerinden gelen, bilimsel çalışmaları için kolaylıkla mali destek bulan ayrıcalıklı zümrelerden olmayan bilimadamlarıydı. Çoğu Londra’da tıp okullarında, sosyal hizmet kuruluşlarında, İskoç üniversitelerinde ya da Muhalif kolejlerinde eğitim görmüşlerdi. Örneğin, Huxley tıp öğrenciliği döneminde Doğu Londra varoşlarında yoksullara hizmet vermiş, ardından da dört yıl boyunca bir gözlem gemisinde biyolog olarak görev yapmış, mürekkep balıkları üzerine yaptığı çalışmalarla adını duyurmuştu. Huxley bu çalışmaları sonrasında Kraliyet Cemiyeti üyesi seçilse de, iş bulamamış, başvurduğu bir dizi üniversiteden de olumsuz cevap almıştı. Hamilik olmaksızınyalnızca liyakat usulüne göre atama yapılan iş sayısı çok azdı. Huxley bir süreliğine mali açıdan öylesine zor durumda kalmıştı ki, makul bir barınma yerine verecek veya Avustralya’da yaşayan nişanlısını İngiltere’ye getirmeye yetecek kadar paraya bile sahip değildi; çift altı yıl boyunca ayrı yaşamak zorunda kalmış, ancak 1855’de evlenebilmişti. Huxley, nihayet Madencilik Okulu’nda öğretim görevlisi olarak iş bulduysa da, övgüye layık bilimsel çalışmalar sunmasına rağmen İngiliz bilimsel elitinin sahip olduğu mali yardımlardan yararlanamamış olmanın yarattığı hayal kırıklığını asla unutmamıştı. “Genç savunucuların” yürüttükleri ilk mücadele, Cambirdge’de görev yapan din adamı doğalcılara kıyasla çok daha az kazanan Londra bilim öğretmenlerinin daha yüksek gelir elde etmelerine yönelikti.
Dışarıdan bakan kimseler için X Kulübü üyeleri, fizik ötesi kuramlarve görüşlerle ilgilenen dinsel dünya görüşünden farklı olarak, kendi bilim anlayışlarının “mantıksal gerçeklerine” dayanan bir dünya görüşünüsunuyorlardı. Dolayısıyla bilim adamlarının, mesleklerini sahiplenerek bilimlerine egemen olmaları ve geçmişte olduğu gibi “amatör” din adamlarınca idare edilmesine izin vermemeleri gerekiyordu. Mesleki egemenlik özellikle, din adamlarının “bilimsel gerçekler” yerine “dogmaları” savunarak araştırma özgürlüğünü tehdit ettikleri durumlarda daha önemli oluyordu. Kendisi de X Kulübü üyesi olan Edward Frankland, diğer üyelerin “teolojik konularda hemfikir” olduklarını ifade etmiş, hatta Darwin, Huxley ve Spencer’ın “edebi çalışmalarıyla, eski dört müjdecinin öğretileri geçerliliğini yitirdiğinde, insanların düşüncelerine ve eylemlerine yön vermeyi sürdürecek olan modern dönemin enönemli üç müjdecisi” olduklarını öne sürmüştü.
X Kulübü üyeleri arasında, din adamlarına atfedilen saygınlığa ve bu din adamlarının bilimsel çalışmalara yönelik “müdahalelerine” karşı enateşli ve kararlı biçimde mücadele veren Huxley oldu. Bu yöndeki propaganda çalışmalarında çok yetenekliydi Huxley. Klasik bir strateji benimsemiş, çoğunluğun, kendisinin temsil ettiği “azınlık grubuna” adaletsizce davrandığı izlenimini yaratmış, ardından çoğunluğa şiddetle yüklenmişti. Böylece, yaşanan çatışma sonucunda azınlığın görüşleri açıkça ifade edilmiş oldu. Huxley 1859’da şöyle yazıyordu: “Otuz yıl yaşamayı istiyorsam, şunu bilin ki bu isteğimin ardında bilimin, düşmanlarını dize getirdiğini görme arzusu yatar.” Bir yıl sonra Huxley öfkeden patlamış halde şöyle dedi:
Nice saygın teolog, Herkül’ün gazabına uğrayan yılanlar gibi yenik düşmüştür bilime. Tarih şahittir ki bilim ile gelenekçilik nerede çatıştıysalar, gelenekçilik, tümüyle yok edilmediyse de mağlup olmuş, kan kaybetmiş (öldürülmediyse de yaralanmış) ve teslim olmak zorunda kalmıştır.
Düşman gerektiren bir stratejiyi benimseyen Huxley şanslıydı, çünkü çok sayıda düşman mevcuttu. Şu gayet açıktır ki, Bir Numaralı Düşman, Huxley’nin (o dönemde halk arasında yükselişe geçen papa karşıtlığına da oynayarak), “büyük hasmımız” ve “insan soyunu yanlış yola sevk eden o lanet olası saptırıcı” şeklinde tanımladığı Katolik Kilisesi’ydi. Zavallı Mivart, doğal ayıklanmanın evrimi yeterli ölçüde izah edebilen bir mekanizma olduğuna inanmaktan vazgeçerek Darvinci kamptan kopunca, Huxley ona acımasızca saldırmış, onu “Papalığın lanetli yalanlarına ve ölüm korkusuna” kapılmakla suçlamıştı. Darvinci kamptan koparak Darwin taraftarlarına bir darbe indiren Mivart, bununüstüne yazılarıyla da evrimin, Augustinus ve Aquinas gibi Katolik Kilisesi babalarının ve son büyük skolastik düşünür olan Suarez’in inanışlarıyla uyumlu olduğunu iddia ederek Huxley’nin gözünde Darvinciliğe büyük hakaret etmiş oldu. Huxley buna tahammül edemezdi. Belirgin bir düşmana sahip olmak sorun değildi, ancak Katolik inancı kapsamında ilahi yönlendirilişe dayalı bir evrim anlayışının varola gelmiş olduğudüşüncesiyse düpedüz tehlikeliydi, çünkü bu düşünce düşmana saygınlık kazandırabilirdi. Huxley Mivart’ın yazılarına yönelik bir eleştiri yazısında, öfkeyle cevap vermişti:
Eğer Suarez Katolik öğretisini doğru biçimde yansıttıysa, evrim tam anlamıyla küfürdür. Kaldı ki benim için zaten küfürdür evrim… Öyle ki, benimgözümde evrimin övgüyü en çok hak eden özelliklerinden biri, insanlığın en yüksek derecedeki düşünsel, ahlâki ve sosyal faaliyetlerinin daimi ve yılmaz düşmanı olan Katolik Kilisesi’ne karşı eksiksiz ve uzlaşmaz bir muhalefet yansıtıyor olmasıdır.
Mivart ise, “Hıristiyanlık inancıyla evrim arasında aslında bir zıtlık olmadığını göstermeye yönelik girişiminin” Huxley’i neden böylesine rahatsız ettiğini anlamakta güçlük çekiyordu; Mivart’ın anlamadığı şey (bugün geçmişe baktığımızda rahatça anlayabiliyoruz), Huxley’nin bilim ile din arasında yaratmaya çalıştığı zıtlığın belirli fikirlerden ziyade,toplumda var olan kurumsal egemenliklerle alakalı olduğuydu.
Huxley’nin başvurduğu söylem milliyetçilikle de yakından ilişkiliydi. Bilim, İngiltere’nin büyük ülke olma vasfının devamlılığını sağlayacaktı. Bilim, Britanya sanayisinin, rakibi olan Alman sanayisinin bir adım önünde gitmesini sağlayacaktı. Huxley 1860 yılında Kraliyet Cemiyeti’nde Darvincilik üzerine konuştuğunda, İngiltere’nin bu düşünseldevrimde soylu bir rol oynanıp oynamayacağını sorgulamış, kendi sorusuna şöyle çarpıcı bir cevap sunmuştu:
Bu tümüyle sizlerin (yani halkımızın) bilimi nasıl değerlendirdiğinize bağlı olacaktır. Sahiplenin onu, yüceltin, yöntemlerine sadık kalın; öyle ki, insandüşüncesinin tüm alanlarında etkin olsun, böylece halkımızın geleceği geçmişinden daha iyi olur. Bilimi susturmak ve bastırmak isteyenlere uyarsanız, korkarım ki çocuklarımız İngiltere’nin şanının Arthur gibi sislere karışıp yitişine tanık olacaktır.
Takipçilerinin “Komutan” lakabını taktıkları Huxley, çok etkili bir konuşmacıydı ve büyük kalabalıklar toplardı. Huxley 1866’da, Londra’nın St. Martins Hall’unda “Halk için pazar akşamları” etkinliğinin açılış konuşmasını yaptığında, salon tamamıyla dolmuş, konuşmayı dinlemeküzere gelen 2000 kişi mecburen kapıdan çevrilmişti. Bu toplantılar, inançlı Viktoryenlerin kilisede olmaları gereken saatlerde bilimsel konularda konferanslara ev sahipliği etmek üzere tasarlanmıştı. Huxley din adamlarının giyimleri ve duruşlarını kendine uyarlıyor, “bilimsel pazar okulları” için taraftar topluyor, “bilim kilisesinden” dem vuruyor ve kendisiniyse bu kilisenin “Piskoposu” kabul ediyordu (bu kilisenin “Papası” olduğunu söyleyerek onu yerenleriyse pek hoş karşılamıyordumuhtemelen). Aslında Huxley bir bakıma, fizik bilimi için, “Doğru biçimde yürütüldüğü takdirde bir çeşit teolojiye dönüşür” diyen Fransız Philosophe De Fontenelle’den pek de farklı değildi. Darwin’in kuzeni Francis Galton gibi X Kulübü’ne yakın olan kimseler de benzer bir dil kullanma eğilimi sergiliyordu. Örneğin Galton, yeni profesyonel bilim adamları sınıfından “bilim kilisesi” şeklinde bahsediyordu. Eski dinin yerini, Doğa Yasası adında yeni bir din alacak, bilim adamları kamu ahlâkının yeni bekçileri olacaktı. Huxley işçi sınıfına yönelik bir konuşmasında onlara şöyle demişti: “Fiziksel ahlâk bütün ahlâkın temelidir, dolayısıyla temiz ve mutedil olmalılar; siyah elbiseli beyaz boyunlukluadamlar öyle buyurduğu için değil, riayet etmek zorunda oldukları (aksi takdirde cezalandırılmalarını gerektiren) açık ve seçik doğa yasaları dolayısıyla böyle olmalılar.” Huxley bilimsel yönteme olan inancını, Atenezya inanç ilkesini andırırcasına, “bozmadan ve bütünlüğünü yitirmeden benimsendiği takdirde, gelecek ne gösterirse göstersin kişininevrenle korkusuzca yüzleşmesini mümkün kılan agnostik inanç” şeklinde tanımlıyordu.
Huxley, Katolik Kilisesi’ne karşı takındığı tavırdan farklı olarak Anglikan din adamlarına çok daha ılımlı yaklaşıyordu. Özellikle de Darwin’i açıkça desteklediklerinde veya Anglikan mezhebine yönelik saygısızlıkların, kendisinin de tahammül edemeyeceği, bir çeşit İngiliz karşıtlığı olarak yorumlandığı durumlarda belirginleşiyordu Huxley’nin bu tutumu. Özel yaşamında Püriten inancına sıkı sıkıya bağlı olan Huxley, Eski Antlaşma peygamberlerinin adaletsizlik ve zulme karşı mücadelelerine hayranlık duyuyor, Londra Eğitim Kurulu’nda görevli olduğu dönemde okul müfredatlarına Kutsal Kitap okumalarının da dâhil edilmesini savunuyordu. Huxley, bilime ve bilim adamlarına yönelikövgülerinde yüksek ahlâktan dem vuruyor, yine bilim peygamberlerine“adanmışlık, gerçeğe şaşmaz bir sadakat, dinginlik, hatta doğruluk” erdemlerini atfeden De Fontenelle’nin dünya görüşünü anımsatıyordu.
Huxley’nin “Amalekliler’e (din adamlarının karşıtlığına) darbe indirmek” üzere taarruza geçişiyse, yalnızca din adamlarının (hangi akımdan olurlarsa olsunlar) bilimin sınırları dâhilinde bulunan alanlardan hak talep etmeleri durumunda yaşanmıştı. “Her yerde olduğu gibi İngiltere’de de, hangi mezhepten kaynaklanıyor olursa olsun, bilimin can düşmanı olan o dincilik ve kilisecilik ruhuna karşı yılmaz muhalifliğinden” bahsetmişti yazılarında. John Tyndall da 1874’de Belfast’da Britanya Kurumu’na yönelik konuşmasında aynı hususu, Huxley gibi kısa ve öz bir dille vurgulamış, bilimi uğraş edinenler için “gökbilim kuramlarına taliptirler ve bu alanı teolojinin kıskaçlarından kurtaracaktırlar. Bilimin sınırlarını ihlal eden tüm girişimler ve sistemler, bu konuda direttikleri sürece bilimin yetkisine boyun eğmek ve bilimi kontroledebilecekleri düşüncesinden tümüyle vazgeçmek zorundadırlar” demişti. İşte bu husus Huxley’nin, Wilberforce ile 1859 yılında arasında geçen münasebeti abartarak efsaneleştirmek yönündeki arzusunu da birölçüde anlaşılır kılar. Wilberforce, Huxley’nin tahammül edemediği bütün özelliklere sahipti. “Bilimsel konulara” burnunu sokan “amatör” birdin adamıydı. Wilberforce Cambridge’den matematik alanında birincilikle mezun olmuştu. Jeoloji ve kuşbilim alanlarında yetkindi ve esasında kendisi gibi bilime yatkın din adamları için kurulan Britanya Kurumu’nun başkan yardımcılarındandı. Dolayısıyla Huxley’nin onu, yeni beliren profesyonel bilim adamları sınıfının egemenliğine yönelik bir tehdit olarak görmüş olmasına şaşmamalı.
Darwin ise ilginç biçimde kendisini bir “doğalcı” olarak tanımlamakkonusunda ısrarcıydı ve kendi kaynaklarıyla geçinen, belirli bir mesleği veya görevleri olmayan amatör doğalcı beyefendiler geleneğinden gelmeydi. Ancak Darwin’in “buldogu” diye anılan Huxley, kendisini bir biyolog olarak tanımlıyor, okullar ve üniversitelerde bilim konularında eğitim verecek kimselere daha fazla iş fırsatı sunulması için mücadele veriyordu. Yeni nesil “bilim adamlarını” tanımlamak üzere hangi kelimelerin kullanılması gerektiği hassas bir meseleydi ve Huxley bu konuya da önemli ölçüde müdahil oluyordu. Darwin kitlelere yansıtılan çatışma ve tartışmalardan nefret eder, evinde kalıp kabuklu deniz hayvanları ve solucanlarla meşgul olmayı tercih ederdi. Huxley’nin desteğinden memnun olsa da, rahatsız edici üslubundan hoşnut değildi ve bu kadar çatışmacı olmasına anlam veremiyordu. Dolayısıyla Huxley’nin 1859’da Hooker’a bir araştırma fonu teklifi konusunda yazdığı mektubu görmemiş olması Darwin için iyi olmuştu belki de:
Eğer bu yönde bir fon oluşturulacaksa, bunun yalnızca doğalcıların değil bütün bilim adamlarının faydalanabilecekleri bir fon olması gerektiği konusunda sizinle hemfikirim… Çünkü “Doğalcı” kelimesi ne yazık ki kimyacılar, fizikçiler ya da matematikçilerden çok daha aşağı sınıftan insanları da kapsar. İkinci dereceden denklemleri çözebilmek için ömrünü harcamış bir kimseye matematikçi demez kimse; ama türler konusunda çat pat, cinsler konusunda belki daha da az bilgi sahibi olan herkes kendisini “Doğalcı” ilan edebilmektedir.
1880 yılına gelindiğinde Huxley ve “profesyonelleri” hedeflerinin çoğuna ulaşmıştı. X Kulübü’nün üyeleri ve yakın çevreleri bilimsel yayınlarda editör, üniversitelerde profesör veya önemli bilim kurumlarında mevki sahibi olmuşlardı. 1877’de kurulan ilk profesyonel bilim adamları derneğini yönetmek üzere, çok sayıda uygun kimyacı arasından, X Kulübü’nün yegâne kimyacı üyesi olan Edward Frankland’ın seçilmiş olması tesadüf değildir elbette. 1873’le 1885 yılları arasında, Kraliyet Cemiyeti Başkanlığı’nı da Huxley, Hooker ve Spottiswoode olmak üzere üç X Kulübü üyesi yürüttü. Ayrıca Britanya’da genel olarak bilim adamı sayısında önemli bir artış yaşanıyor, bilimsel cemiyetlerin üye sayısı ve itibarı da artıyordu. 1847 yılında Kraliyet Cemiyeti üyelik koşulları, sosyal anlamda değil de bilimsel anlamda nitelikli bireylerin lehine olacak biçimde değiştiriliyor ve Kraliyet Cemiyeti’nin, araştırma faaliyetleriyle iştigal ediyor olması gereken kırk yedi üyeyle sınırlı olacak Felsefe Kulübü de aynı yıl kuruluyordu. Bilimsel çevrelerde profesyonelleşmenin gitgide yaygınlaşmasıyla, bilimsel cemiyetlerde yer alan din adamı sayısı giderek azalmaya başladı (1849 yılında Kraliyet Cemiyeti üyelerinin % 10’u Anglikan din adamıyken bu oran 1899’da % 3’e inmişti). Britanya Kurumu’nun ilk otuz beş yıllık döneminde (1831-65) başkanlık görevi dokuz din adamı arasında el değiştirdi; sonraki otuz beş yıllık dönemdeyse başkanlık koltuğunda din adamına rastlanmadı. Bu rakamlar bilimde profesyonelleşmeye doğru bir kaymaya işaret etse de, bu rakamlardan yola çıkarak söz konusu cemiyet üyelerinin kişisel inançları bağlamında daha laik görüşler benimsemeye başladıkları sonucuna varmak doğru olmaz. Harrison’un, 1850 ile 1900 yılları arasında Kraliyet Cemiyeti’nde yönetici konumunda bulunmuş kimselere dair incelemesi, yönetimsel mevkilerin 170 “iş yılı” boyunca Hıristiyan inancına bağlı kimselerce, “bilimsel doğalcılığa” (yani Huxley’nin savunduğu, kiliseye muhalif dinsel agnostik anlayış) bağlı kimselerceyse 108 “iş yılı” boyunca işgal edildiğini gösteriyordu.
Huxley ve yoldaşları, eğitimin de din adamlarının egemenliğinden arındırılması gerektiği kanısındaydılar. 1870 yılında Eğitim Kanunu’nun yürürlüğe girişine dek Britanya’da eğitim büyük ölçüde Anglikan ve Katolik Kiliseleri’nin egemenliğindeydi. Bu kanun kiliselerin eğitim alanındaki tekellerine son veriyordu. Yeni profesyonel bilim adamlarının, bilimsel eğitim görevlerine ve okul müfredatlarına tümüyle hâkim olmak gibi, bu kiliselerle doğrudan zıtlaşmalarına sebep olan hedefleri vardı. Gerçi kendileri de mezhep baskısından arınmış bir eğitim sistemi isteyen Bağımsız Protestanlarla zıtlaşmıyorlardı. Kuzey İrlandalı bir Protestan (Orangeman) olan John Tyndall, 1874 yılında İngiliz Kurumu’nun Belfast’da düzenlenen bir toplantısında Katolik Kilisesi’ne, İrlanda’daki eğitim kurumları üzerindeki egemenliği dolayısıyla ağır yüklendi. Tyndall’ın bu konuşması o dönemde, on dört yıl evvel Huxley ile Wilberforce arasında Oxford’da yaşanan meşhur tartışmadan bile daha çok tepki çekti. Çünkü bildiğimiz kadarıyla daha sonraları İngiltere’de konuşma metnini okuyan bazı kimseler bunu büsbütün dine yönelik bir saldırı olarak yorumlamıştı. Hâlbuki Belfast’da düzenlenen toplantının birkaç ay öncesinde İrlanda Katolik Kilisesi yetkilileri, Katolik Üniversitesi’nin müfredatında fen bilimlerine de yer verilmesine yönelik bir talebi geri çevirmişlerdi, yani Tyndall’ın ağır eleştirisini haklı kılan gayet geçerli birtakım yerel kaynaklı sebepler sözkonusuydu. Eğitim kurumlarının kontrolüne yönelik mücadele, bilim adamları ve din adamlarının çelişen hedeflerinin bir çeşit “çatışmaya” neden olduğu düşüncesini daha da körüklüyordu.
Dolayısıyla “bilimsel doğalcılığı” benimseyen bilim adamları azınlıkta kalsa da, çoğu kimse dine yönelik düşmanlığı 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında dinden ayrı ve itibarlı bir kurum olarak beliren bilimle ilişkilendirmişti. Bu ilişkilendirme, hepsi Londra’da yayınlanan ve bilim ile din arasında bir “savaş” yaşandığı biçimindeki mecazi anlayışıniyice yerleşmesini sağlayan bir dizi kitabın etkisiyle daha da kemikleşti.Kitapların başlıkları bile durumu anlatmaya yetiyordu: History of the Conflict between Religion and ScienceJ. W. Draper (Din ile Bilim arasındaki Çatışmanın Tarihçesi – 1875); A History of the Warfare of Science with Theology in ChristendomA. D. White (Bilim ile Teoloji arasında Hıristiyan Âleminde Yaşanan Savaşın Tarihçesi – 1896); Landmarks in the Struggle Between Science and ReligionJ. Y. Simpson (Bilim ile Din arasında Yaşanan Mücadelenin Dönüm Noktaları – 1925). Bu kitaplar çok yüksek satış rakamları yakaladı ve birkaç kuşak boyunca din ile bilim arasındaki ilişkinin yorumlanmasında belirleyici oldu. Bu kuşakların benimsedikleri görüşler, tarihin Whigvâri yaklaşımla yorumlanmasına birer örnektir: Muzaffer bilim adamlarının bilimin düşmanlarına, yani insanları cehalet ve karanlığa mahkûm eden gerici din adamlarına karşı büyük zaferler kazandıkları yönündeki anlayış. Modern tarihçilerin hiçbiri bu şekilde sunulan “savaş” mecazının, bilim ile din arasındaki tarihsel ilişkiyi gerçekçi biçimde yansıttığına inanmaz. Dahası, bu eserlerdeki tarihsel tutarsızlıklar ve çarpıtmalar daha önceki kuşaklarca da tespit edilip belgelendiği için bizim bunlarla oyalanmamız gereksizdir. Asıl ilginç olan, “savaş” mecazının kuşaklar boyunca okuyucularca sorgulanmaksızın kabul edilebilmiş olması ve bu kitapların her birinin yazılmasında etkili olan belirli tarihsel sebeplerdir.
Viktoryen dönemi İngiliz insanı uzakta yaşanan savaşlara alışkındı: Kırım Savaşı’nın korkunçluğu ve Florence Nightingale’ın kahramanlığı; Hartum kuşatması ve Gordon’un fedakârlığı ve hazin sonu; Hindistan ayaklanması; Boer Savaşı; imparatorluğun ücra köşelerinde “yerlilerle yaşanan sayısız çatışma”. Ancak silahlı kuvvetler mensubu olmayıp da savaş deneyimi olan çok az insan vardı. Savaşın acımasız gerçeklerinden uzakta, askeriye kaynaklı bir mecazı bambaşka amaçlara hizmet edecek biçimde kullanmak kolaydı. İngiltere’de “Onward Christian Soldiers, Marching As to War”, Amerika’daysa “The Battle Hymn of the Republic” gibi marşların yazıldığı, “Church Army” ve “Salvation Army” gibi teşkilatların kurulduğu bir dönemdi bu. Kiliseler de genel olarak, askeri kaynaklı kavramları kullanma konusunda pek de çekinceli davranmış gibi görünmüyordu. Huxley ve takipçileri askeriye kaynaklımecazlar kullandıklarında aslında hâlihazırda dinsel söylemde kullanılagelen deyişler ve terimleri yinelemiş oluyordu. “Zamanımızın koşullarıdolayısıyla savaş benim için hem bir meşgale hem de görev mahiyetinebüründü” diyen Huxley, Türlerin Kökeni’nin basım öncesi bir nüshasınıokuduğunda kendisine kıyasla çok daha mülayim olan Darwin’e şöyle bir hatırlatmada bulunuyordu: “Arkadaşlarının bazısı… belki de yararına olabilecek biçimde… bir ölçüde savaşçı ruhlu kimselerdir. Tırnaklarımı ve gagamı bileyerek hazırlanıyorum.” Huxley 1860’da Kraliyet Cemiyeti’nde verdiği bir konferansta, “Her savaşta hezimete uğrasa da asla ölmeyen ve 100 yenilginin ardından, biraz daha ağır başlı olmakla beraber hâlâ Galileo’nun döneminde olduğu kadar sınır tanımaz olan” bir bilim portresi çizmişti.
Çok satan kitaplarında “çatışmalardan” dem vuran yazarlarınsa “savaş” mecazını bir adım ileri götürmek için kendilerince geçerli sebeplerivardı. John Draper New York’ta yaşayan bir kimya ve fizik profesörüydü. Metodist bir vaizin oğlu olan Draper’ın daha sonraki yıllarda nasıl bir inançı benimsediğini kestirmek zordur, çünkü öldüğünde bütün mektuplaşmalarının imha edilmesini vasiyet etmişti. Ne olursa olsun Tanrı’yı, bütün evreni tasarlayan göksel mimar olarak tanımlayışı ve buevrenin, evrimin değiştirilemez yasaları uyarınca gelişmekte olduğu yönündeki kanaatiyle teizmden ziyade deizme daha yakın bir dinsel inanç benimsediğini söylemek mümkündür. Huxley ile Wilberforce arasında Oxford’da yaşanan meşhur tartışmadan evvel Darvincilik ve “Avrupa’nın düşünsel gelişimi” konularını sürekli gündeme getiren Draper idi. Ancak Draper’ın geliştirdiği Çatışmaöyküsünün başlıca hedefinin “Din” değil, Roma Katolik Kilisesi olduğunu anlamak için History’nin birkaç sayfasını okumak yeterli olacaktır. Huxley gibi Draper da, 1860 ile 1870 yılları arasında yayınlanan çeşitli papalık fermanları karşısında,özellikle de 1870 yılında yayınlanan ve papanın yanılmazlığını ilan eden ferman karşısında çok kaygılanmıştı. Draper şöyle yazmıştı: “Roma Hıristiyanlığı ve bilimsel düşünce, taraftarlarınca kesinlikle bağdaşmaz kabul edilir; bu ikisi birlikte var olamaz; biri diğerini dize getirmelidir; insanlık seçimini yapmalıdır; her ikisine birden sahip olamaz.” Draper bu savını güçlendirmek için Katolik Kilisesi’nin nüfuzunu oldukça abartılı biçimde tasvir etmişti: “Modern toplumlar arasında,en geniş nüfuzlu ve en güçlü biçimde teşkilatlanmış olanı.” Dolayısıyla,Katolik Kilisesi’nin genelinde yaşanan merkeziyetçi geleneğin korunmasına yönelik girişimlerin, Katolik Kilisesi’nin İtalya’daki siyasi etkinliğini yitiriyor olmasından kaynaklandığı yönündeki gözlem ilginçtir. Papalığın ne denli geniş yetkilere sahip olduğunu gün ışığına çıkartan bilim değil, o dönemde Papalık topraklarını ele geçirmekte olan Piedmont ve Sardunya Kralı II. Victor Emmanuel’in ordusuydu. II. Emmanuel’in bu seferi sonrasında papalığın elinde bugünkü küçük toprak parçası kalmıştı. Uzak diyarlarda kükreyen bir aslanın var olması, kitaplarına yansıttığı çatışma kuramı bağlamında Draper’ın işine geliyordu. Ancak 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Draper’ın kitabının elli ayrı baskısının Amerika’da yayınlandığı dönemlerde Papalık fermanlarının bilimin ilerlemesini sekteye uğrattığını gösteren herhangi bir delile sahip değiliz. Herkesçe tanınan Pastör, Amper ve Volta gibi bu dönemde yürüttükleri araştırmalarla bilim adına önemli yol kat eden bilim adamları, Draper’ın “iki rakip güç anlatısına” rağmen Katolik Kilisesi’nin baskısı yüzünden çalışmalarında kısıtlanmış görünmezler.
1868 yılında, ABD’nin mezheplerden bağımsız ilk üniversitelerinden olan Cornell Üniversitesi’nin rektörlüğüne getirilen Andrew White,Draper’dan farklı olarak bir tarihçiydi. Cornell’in kurulmasının, o zamana dek Amerika’daki üniversite eğitimini tümüyle kontrol edegelmiş olan mezheplerin hegemonyasını tehdit ettiği şüphesizdi. White’ın, History of the Warfare of Science with Theology in Christendom (Bilimile Teoloji arasında Hıristiyan Âleminde Yaşanan Savaşın Tarihçesi) adlı eseri, dine değil dogmatik teolojiye yönelik bir saldırı niteliğindeydi. White profesyonel bir tarihçi olması dolayısıyla Draper’a kıyasla doğruluk payı daha yüksek iddialar öne sürüyordu, ancak kitabında kullanacağı kaynaklar konusunda fazlasıyla seçici/sübjektif davranıyordu. Yakın zamanda araştırmalar yapan tarihçiler, Draper’ın öne sürdüğü iddiaların birçoğunun yanıltıcı olduğunu ortaya çıkardı.4White’ın başlıca kaygısı, ABD’de, dinsel ve eğitimsel gelenekçilerin muhalefetine karşı mezheplerden bağımsız eğitim ideallerini savunmaktı. Cornellli tarihçi Carl Becker’ın da daha sonraları ifade ettiği üzere, White “özünde bir savaşçıydı… Savaşçı ruhu kampüs yaşamının her alanına yansıyordu.” Nasıl ki Britanya’da X Kulübü çevresi din adamlarının eğitim üzerindeki egemenliklerini kırmak için askeri kaynaklı terimler kullanıyorduysa, White da laik eğitim için mücadelesinde “bilim ile teoloji arasındaki savaş” anlatısına başvuruyordu. Draper kişisel inançları bağlamında saygın bir “kilise adamı” (kendi deyişiyle) olmayı sürdürüyor, büyük eserinde şöyle diyordu: “Din ile bilimin düşman oldukları düşüncesi yanılgıların en büyüğüdür.” Ne yazık ki yazdığı kitap uzun vadede ters teperek bu yanılgıyı daha da pekiştirdi. Teoloji gibi bilimin de bir ölçüde kültürel olarak yönlendirilebiliyor olduğu tespiti, ne White’ın muzafferane bilim anlayışıyla, ne de dönemin ruhuyla bağdaşıyordu. Collin Russel’ın da belirttiği üzere, Draper, White ve çağdaşları olan birçok bilim adamının, “bilim ile din arasında belirgin bir düşmanlık olduğu” yönündeki düşünceleri “19’uncu yüzyılda var olan toplumsal gerilimler, umutlar ve korkulardan kaynaklanan kültürel bir olgu olabilir… çatışma kuramının, Viktoryen dönemde yükselen toplumsal beklentilerden doğan bir kavram olduğunu iddia etmek çok da abartılı olmaz”.
19’uncu yüzyılın mirası
19’uncu yüzyıl “çatışma kuramı”, bilim ile din arasındaki ilişkiye 20’nci yüzyılın ilk yarısı boyunca getirilen yorumlamalarda önemli ölçüde belirleyici oldu. Kendi tarihsel bağlamında değerlendirildiği takdirde, çatışmada bir gerçeklik payı olduğu söylenebilir. 20’nci yüzyılda,toplumsal gerilimlere yol açsa da bilimin profesyonelleşmesi gerçekleşiyordu. Eğitim ve kamu harcamaları alanında ve toplumda en baskın düşünsel otoritenin kim olacağı konusunda dinsel ve laik kurumlar arasında ciddi bir rekabet söz konusuydu. Yeni yüzyılda doğa teolojisi, bilimsel araştırmaların yürütülmesinde ve doğal dünyanın yorumlanmasında eskisi kadar benimsenen bir yaklaşım değildi artık.
Ancak 20’nci yüzyılın ikinci yarısında çatışma kuramının kökleri kurumaya başladı. Halkın bilim adamlarına yönelik tutumları değişken olsa da, bilimsel çevreler, toplumun düşünsel ve eğitimsel alanlarında egemen olmak için eskisi gibi dinsel kurumlarla rekabet etmek zorundadeğildi artık. Batı toplumlarında, bilimin profesyonelleşmiş, dinin özelleşmiş olması genel olarak herkesin rakip görüşlerden etkilenmeksizin kendi işini yapabilmesini mümkün kılmıştı. Ayrıca bilimsel ilerlemenin muzafferane/abartılı biçimde yansıtıldığı anlatılara da pek nadir rastlanıyordu artık. Modern araştırmaların sağladığı engin bilgiler, bilim ile din arasındaki etkileşimin, Viktoryen dönemin öncü bilim adamlarınca sunulan siyah beyaz savaş hatlarına kıyasla çok daha ince ve karmaşık olduğunu gösterdi. Bilimin tarihini yazmaya girişen modern tarihçiler “çatışma” mecazını uygunsuz buldu. Bilimin tasarlanmışbir bilgiler bütünü olarak oluşturulmasında kültürel etkenlerin etkisi artık daha fazla fark edilmektedir. Teolojinin, kendisini çevreleyen kültürden soyutlanmış olarak, steril biçimde tecrit edilmiş bir inançlar bütünü olduğu anlayışı eskisi kadar kabul görmemektedir.
“Çatışma kuramının” tümüyle tedavülden kalktığını farz etmekse abartılı olur. Akademik araştırmalarda büyük ölçüde geçerliliğini yitirdiyse de, halkın bilincinde hâlâ yerini korumaktadır. Birinci bölümde devurguladığımız üzere, “bilim” ile “dinin” karşılıklı olarak uyumsuz oldukları düşüncesi, genellikle okul çağında ve kitle iletişim araçları aracılığıyla bilinçsizce, “mutlak bir gerçekmişçesine” benimsenen bir varsayımdır. Sosyolojik ve psikolojik bağlamda, 19’uncu yüzyılın bu düşünsel mirası geçerliliğini korumaktadır.
Bilimsel bilginin, dinsel bilgiyi tam anlamıyla önemsiz ve savunulamaz kılıp kılmadığıysa hâlâ bir soru işaretidir. Modern bilimin gelişiminde, özellikle Hıristiyanlık’ın önemli etkisi olduğunu ve yüzyıllar boyunca birçok öncü bilim adamının kişisel bir Tanrı inancına bağlı olmakla kalmayıp, inançlarını, araştırmaları bağlamında da önemli saydıklarını kabul etmenin bir sakıncası yoktur. Ancak yine de bilimsel bilginin bugün artık, dinsel düşüncelerle gerçek bir çatışmayı kaçınılmaz kılacak seviyeye geldiğini ve “çatışma kuramının”, bilim ile din arasındaki tarihsel ilişkiyi açıklamak için geçerli bir mecaz olmasa da, bugünkü durumu tanımlamak için kullanılmasının uygun düşeceğinisöylemek mümkündür. Kitabın geri kalan bölümlerinde güncel durum irdelenir.