İnsanlar şüphe etmeksizin, Tanrı’nın her şeyi bir amaca hizmet edecek biçimdeyönlendirdiğini ileri sürer… Neden birçok kişinin bu hataya düşebildiğini ve insanların neden bu hatayı benimsemeye doğal olarak eğilimli olduklarını araştıracağım öncelikle; ardından da neden yanlış olduğunu göstereceğim… Doğa belirli bir amaca hizmet etmez, bütün sözde nihai hedefler insanlarca üretilmiş boş iddialardır.
Spinoza
Beni daima huzurlu kılan iki şey vardır: Birincisi, yazılarımda Kutsal Kilise’ye saygısızlık sayılabilecek tek bir unsura bile rastlamanın mümkün olmamasıdır; ikincisiyse, ancak kendim ve cennetteki Tanrı’nın bildiği vicdani huzurumdur. Tanrı biliyor ki emek sarf ettiğim konularda bana kıyasla çok daha bilgece şeyler söylemiş kimseler var olsa da, Kilise Babaları bile benim kadar Tanrı’ya hürmet etmemiş, benim kadar kiliseyi savunmamıştır.
Galileo
Kopernik’in çalışmaları, o güne kadar mutlak gerçek kabul edilen Kutsal Kitap’ın evren anlayışına gölge düşürdü ve Orta Çağ Avrupası’nda dinî kurumların bilim üzerindeki etkisinin azalmasında önemli rol oynadı.
Nature, 27 Nisan 2000, s.367
Tanrı geçmişi değiştiremese de, tarihçiler değiştirebilirler.
Samuel Butler
Dördüncü bölümde modern bilimin, yeni fikirlerin ancak teolojik olarakdoğrulandıkları takdirde kabul gördükleri bir dünyada doğduğunu vurgulamıştık. Dönemin doğa felsefecilerinden birçoğu, Kutsal Kitap’taki Tanrı kavramı ve bu Tanrı’nın dünyayla olan ilişkisine dair anlayışın (ki bu kavram ve anlayışa canı gönülden inanıyorlardı), “yeni felsefelerinin” gelişiminde ve uygulanmasında önemli rol oynadığını aktarır bizlere. Onların bu izahatlarına şüpheyle yaklaşmayı gerektirecek hiçbir sebep yoktur. Ancak bu yeni felsefe akımı, Orta Çağ skolastik anlayışının zincirlerini kırdıkça ve dünya Grek felsefesinden kaynaklanan empati ve sempatilerden, Platonculuğun form ve idealarından arındırıldığında, eski düzenin kendisini tehdit altında hissetmesi ve gerginliklerindoğması kaçınılmazdı. O dönemde düşünsel alanda yaşanan devrimin ne kadar büyük çaplı olduğu düşünülecek olursa, yaşanan gerginliklerinsınırlı olması çok daha şaşırtıcıdır. Bu bölümde sunulacak örnekler, söz konusu gerginliklerin, “bilim ile din arasındaki çatışmadan” ziyade, doğa felsefecilerinin eski skolastik anlayışın sınırlamalarından kurtulmalarıyla sonuçlanan bir teolojiler çatışmasından kaynaklandığı düşüncesiniyansıtır.
Galileo ve Kilise
Zamanında, bir televizyon kanalınca düzenlenen ve yayınlanan, “mucizeler” konusunun ele alındığı bir açık oturuma davet edilmiştim. Bu açık oturum kapsamında, uzun saatler boyunca stüdyonun sıcak ışıklarıaltında, piskoposlar, bilim adamları, öğrenciler, teologlar ve muhtemelen programı renklendirmek ve programın halka hitap ettiği (ki aslında etmiyordu) izlenimini yaratmak için çağrılan birkaç aykırı karakterle birarada oturacaktım. Pek de hatırda kalır bir deneyim olmayacaktı bu. Ancak programa egemen olan yaygara havasının aksine tek bir kişinin konuştuğu nadir anlardan birinde, programın öne çıkan simalarından birinin yanıt beklemekten ziyade etki yaratmak üzere yönelttiği soruyu hatırlıyorum. “Peki ya Galileo’ya ne demeli?” diyordu bu adam. Bir anlık bir sessizlik yaşandı. Hiç kuşkusuz ki, “Galileo” isminin anılmasıyla, bu yürekli ve özgür düşünürün Bilimsel Gerçeğe ulaşma arzusuyla dinin gericiliğine karşı verdiği mücadeleyi hatırlamamız bekleniyordu. “Galileo” ismini telaffuz etmek, çatışma kuramı çerçevesindeki tartışmaları alevlendirmenin en kolay yoluydu. Başka söze gerek var mıydı artık?
Galileo üzerine çok şey yazıldı ve benim şimdi sunacağım kısa yorumlar, kitapçılarda bulabileceğiniz çok sayıdaki esere sadece giriş niteliğindedir.1
15 Şubat 1564’te İtalya’nın Pisa Kenti’nde dünyaya gelen Galileo Galilei, yedi çocuklu bir ailenin en büyük çocuğuydu; ölümüyse Newton’un doğum yılı olan 1642’de oldu. Pisa o dönemde Toskana bölgesiGrand Dükalığı’nın bir parçasıydı ve Toskana gelenekleri uyarınca aileler ilk çocuklarına soyadlarının tekrarı niteliğinde olacak bir ad koyarlardı. Galileo’nun başarılı ama yoksul bir müzisyen olan babası, biraz matematik bilgisine de sahipti. Galileo on yaşına kadar, ailesi Floransa’ya taşınmaya karar verene dek Pisa’da yaşadı. Floransa’daysa, sessizve çalışmaya odaklı yaşam biçiminden etkilendiği bir manastıra çömez olarak katıldı. Ancak onun için başka planları olan babası Vincenzio, Galileo’yu manastırdan alarak tıp alanında eğitim görmeye hazırlamak üzere Floransa’ya geri getirdi. Nitekim 1581 yılında Pisa Üniversitesi’nde tıp eğitimi almaya başlayacaktı Galileo. Zamanla matematik ve felsefeye daha fazla ilgi duymaya başladı, fakat yoksul ailelerden gelen çocuklara tanınan kırk burstan birine hak kazanamadığı için, 1585 yılında diplomasını alamadan üniversiteyi terk etmek zorunda kaldı.
Galileo mekanik aygıtlara da meraklıydı ve 1585 yılından itibaren Aristo’nun mekanik üzerine yazdıklarını düzenli biçimde incelemeye koyuldu. Matematiksel becerileri çok geçmeden Floransa’nın eğitimli zümrelerince fark edilecekti. 1587’de, bazı katı maddelerin kütle çekimmerkezlerini saptamasını mümkün kılan akıllıca bir yöntem keşfetti. 16’ncı yüzyıl İtalyası’nda başarılı bir kariyere sahip olabilmek için mutlaka gerekli olan “hamilik” desteğini almasını sağlayan da bu atılımı oldu. Galileo, nüfuzlu birtakım arkadaşlarının hamilik etmesiyle 1589 yılında Pisa Üniversitesi’nde Matematik Profesörü olarak görev yapmayabaşladı. Pisa Üniversitesi’nde matematik pek de önemli sayılmadığı içinoldukça düşük bir maaş alıyordu. Ancak hâlâ hamilerince desteklenen Galileo’nun, üç yıl sonra, matematiğin çok daha fazla önemsendiği Padua Üniversitesi’ne geçmesi de bu ilk görevi sayesinde mümkün olmuştu. Galileo on sekiz yıl boyunca Padua Üniversitesi’ndeki görevini sürdürecek, ardından Floransa’ya taşınacaktı.
16’ncı yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da halen Aristo’nun evren anlayışı egemendi. Felsefe ve bilimsel araştırmalar alanında yeniliklerinsavunucusu konumunda olması beklenen günümüz üniversitelerinden farklı olarak Orta Çağ Avrupası’nın üniversiteleri muhafazakâr bir skolastik anlayışın kaleleri gibiydi. Avrupa’da eğitim merkezleri olacak üniversite kurumlarının ortaya çıkması, 13’üncü yüzyılda Aristocu felsefenin ana akımlarının kıtada kabul görmeye başlaması sayesinde olmuştu. Orta Çağ üniversitelerinde Aristo (Richard Westfall’un deyişiyle), “vaftiz ediliyor ve Hıristiyanlaştırılıyordu”, ayrıca bu üniversitelerde Aristo “filozof” diye anılırdı. Bugün artık modern bilimin öncüsü olarak gördüğümüz yeni doğa felsefesinin 16’ncı yüzyıl boyunca genel itibariyle üniversite çevreleri dışında kalan kimselerce savunuluyor olması, öte yandan dönemin üniversitelerininse Aristocu anlayışı şiddetlesavunuyor olmaları çarpıcı bir gerçektir. Padua Kenti, İtalyan eyaletleriarasında hoşgörünün en fazla egemen olduğu Venedik’e bağlı olsa da, Aristocu felsefenin güçlü olduğu Padua Üniversitesi’nde de durum farklı değildi. Padua, Avrupa bilim çevrelerinde, görece hoşgörülü düşünsel ortamının yanı sıra, büyük anatomi uzmanı Vesalius’un zamanında ders verdiği saygın tıp okuluyla ve Rönesans döneminde Aristocu yöntemin doğa felsefesine uygulanmasını savunanların başında gelen Giacomo Zabarella’nın uzun yıllar boyunca başkanlık ettiği felsefe bölümüyle anılırdı. Kopernik de yüz yıl evvel Padua’da hukuk ve tıp eğitimi görmüştü.
Galileo, akademik yaşamının erken dönemlerinde, hareket konusundaki yerleşik anlayışı iyileştirmeye yönelik birkaç girişimi dışında, baskın Aristocu geleneği sorgulamaya yeltenmedi. 1606 yılından kalma ders notlarını içeren bazı elyazmaları elimize ulaşmıştır ve bu elyazmalarına bakıldığında, Galileo’nun bu dönem boyunca Batlamyus’un eskigökbilim anlayışını öğrettiği, üstelik Kopernik’in günmerkezlilik kuramını (Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğünü savunan kuramı) da açıkça reddettiği görülür. Galileo’nun kırk altı yaşına kadar hiçbir bilimsel çalışması yayımlanmadı. İlk başta Pisa’da, ardından da Padua’da eriştiği şöhretse kendi atölyesinde ürettiği mekanik icatlardan ve elden ele dolaşan elyazmalarında aktardığı çeşitli fikirlerinden kaynaklanıyordu. Evrenbilim ve düşen cisimlerin hareketini belirleyen yasalar üzerine düşüncelerini ilk başlarda olabildiğince kendine saklamış ve yalnızca mektuplaştığı birkaç arkadaşıyla paylaşmıştı. Neden böyle davrandığını, Kepler’e yazdığı 2 Ağustos 1597 tarihli mektubunda açıkça dile getirmişti. Kepler, Galileo’ya Evrenin Gizemiadlı eserinin bir kopyasını göndermişti ve Galileo da bu armağan için teşekkür etmek üzereyazdığı mektupta şöyle diyordu:
İçerisinde takdire şayan birçok şeye rastlayacağımdan hiç şüphe etmediğimkitabınızı okumak için zaman ayıracağım konusunda sizi temin ederim. Kopernik’in öğretisini uzun yıllar evvel benimsediğim için kitabınızdan daha da fazla haz alabileceğimden eminim. Bu öğretiyle, daha güncel varsayımlara dayanarak izah edilemeyen birçok doğa olayını izah edebilmekteyim. Kopernik’in görüşlerini savunan ve karşıt yaklaşımı reddeden birçok tez kaleme aldım. Ancak bazı kimselerin gözünde ölümsüz bir ün kazanmışolmasına rağmen, birçok kişinin (bu denli çoktur ahmakların sayısı) alaya aldığı* ve aşağıladığı üstadımız Kopernik’in yazgısını paylaşmaktan korktuğum için bu çalışmalarımı gün ışığına çıkarmaktan korkuyorum. Sizin gibi daha çok insan olsa düşüncelerimi yazılı olarak paylaşmaktan hiç çekinmezdim; ancak maalesef sizin gibi insanların sayısı çok az. Dolayısıyla, düşüncelerimi paylaşmaktan kaçınıyorum. *[İngilizce metinde “ridicule”, orijinal metindeyse “ridendus et explodendum” diye geçen bu ifade, “yüzüne gülünüp, hakaretlerle sahneden kovulan” anlamına gelir].
Galileo’nun mektubundan alıntıladığım bu kısmı eksiksiz olarak aktardım, çünkü bu alıntı Galileo’nun kariyerinin ilk dönemlerinde Kopernikçi inançlarını yayınlamaktan kaçınmış olmasının, akademik meslektaşlarının alay konusu olmaktan korkuyor olmasından kaynaklandığını açıkça gösterir. Galileo’nun bu çekincesini anlamak zor değildir. Ne de olsa Padua’ya yerleşeli çok olmamıştı, üstelik 16’ncı yüzyıl boyunca Avrupa üniversitelerinde Kopernik’in fikirlerine kulak asan profesörlerin sayısı oldukça azdı.
“Kopernik Devrimi” ibaresi, günmerkezlilik kuramına dayalı yeni bir dünya görüşünün Avrupa’da bir çırpıda kabul gördüğü izlenimini yarattığı için yanıltıcı olabilmektedir. Bu izlenim gerçeklerden çok uzaktır. Mikolaj Kopernik, Gök Cisimlerinin Devinimi Üzerine adlı eserini 1530 yılında tamamladı, ama bu eserini, çevresindekilerin yoğun baskısı üzerine ancak on yıl sonra, yani ömrünün sonlarına doğru yayınladı. Kitabını Papa III. Pavlus’a ithaf ederken, bu eseri yıllar boyunca neden yayınlamaktan kaçındığını da açıkça ifade ediyordu:
Çok Kutsal Babamız, sanıyorum ki “Gök Cisimlerinin Devinimi Üzerine” adlı bu kitabımda Dünya’nın hareket ettiğini öne sürüyor olduğumu öğrenen bazı kimseler, böylesi görüşleri savunduğum için derhal sahneden kovulmam gerektiğini ilan edecektir… Dolayısıyla Dünya’nın hareket ettiğiniispat etmek üzere kâğıda döktüğüm bu düşüncelerimi yayınlamanın mı daha doğru olacağı, yoksa felsefi gizemlerini yalnızca kendilerine en yakın kimselerle paylaşan, üstelik bunu da yazılı metinler aracılığıyla değil, kulaktan kulağa anlatarak yapan Pisagorcular gibi davranmanın mı doğru olacağı konusunda tereddütte kaldım… Yeni ve [sözde] garip olan görüşüm sebebiyle alaya alınacağımdan korktuğum için bu eseri yayınlamaktan neredeyse büsbütün vazgeçecektim.
Kopernik’in bu ithaf yazısını kaleme alışından altmış yedi yıl sonra Galileo’nun, Kepler’e yazdığı bir mektupta, Kopernik’in görüşlerini açıkça desteklediği çalışmalarını yayınlamak konusundaki çekincesininsebebini izah ederken, Kopernik gibi Pisagorcuların gizlilik üzerine kurulu tarikatlarına hayran olmamakla beraber, Kopernik’in kullandığı “sahneden kovulma” ifadesini kullanmış olması oldukça ilginçtir. GerekKopernik’in gerekse Galileo’nun, eserlerini yayınlamaktan kaçınmalarının, kilisenin göstereceği olası bir tepkiden korkuyor olmalarından kaynaklandığını gösteren herhangi bir delil yoktur. Ne de olsa Kopernik başyapıtını Papa’ya adıyordu. Üstelik eserlerini yayınlamak konusundaikna edilmesinde etkili olan kişilerden biri de, art arda üç papanın sırdaşı olmuş ve Kopernik’e 1 Kasım 1536’da Roma’dan yazdığı mektupta, “Bütün içtenliğimle keşiflerinizi eğitimli kimselere açıklamanızı ve evren konusundaki kuramlarınızı en kısa zamanda tarafıma iletmenizi ricaediyorum” diyebilen Kardinal Schoenberg’di. Eserini yayınlaması konusunda Kopernik’i gerçek anlamda ikna edense Wittenberg Üniversitesi’nde Matematik ve Gökbilim Profesörü olan Protestan akademisyenGeorg Rheticus (1514-74) olacaktı. Eserin oldukça kabaca yazılmış orijinal elyazmasını elden geçiren, çok sayıda düzeltme yapan ve sonundaDanzig’de basılmasına ön ayak olan da Rheticus olmuştu.
Kopernik’in kısaca Devinimler diye anılan bu eserinin Avrupa düşünsel çevrelerinde bomba etkisi yaptığını söylemek güçtür. Daha ziyade Danzig’deki yayıncı çevrelerden başlayarak yavaş yavaş yayılmıştıreserinde aktardığı düşünceler. Eserin hemen tesirli olmamasının birkaç sebebi vardı. Birincisi, kitap kötü yazılmıştı ve ilk baskı 1000 adet yapılmasına rağmen tükenmemişti. Üstelik ileriki dört yüzyıl boyunca da yalnızca dört defa yeniden basılacaktı kitap. İkincisi, kitapta yansıtılan devrim niteliğindeki düşünceler, yani Dünya’nın evrenin merkezi olmadığı ve Güneş’in Dünya çevresinde dönmediği yönündeki düşünceler, gök cisimlerinin dairesel hareketlerini sürdürebilmeleri için çizmeleri geren küçük dairelerin sayısı konusundaki ayrıntılar yığınının arasında gözden kaçıyordu. Üçüncüsü, aslında Kopernik Dünya’nın Güneşetrafında döndüğünü değil, Güneş’ten ötede, Güneş’in çapının üç katı genişliğindeki bir yörünge üzerinde döndüğünü, gezegenlerin de Güneş’in çevresinde değil, Dünya’nın yörüngesinin merkezi çevresinde döndüklerini söylüyordu. Böylece Güneş’e “yakın” bir nokta ve evreninyörüngesinin merkezi olduğu varsayılan bir diğer nokta, “evrenin yeni merkezleri” kabul ediliyordu. Bu anlayışla, yeni sistem Batlamyus’un çalışmalarında sergilenen Aristo’nun evren modeline kıyasla geometrikolarak daha basit oluyordu. Dolayısıyla çoğu okuyucu yeni sistemin Aristo’nun sisteminin iyileştirilmiş bir hali olduğunu düşünüyordu. Tabii ki daha sonraları Kopernik’in bu yeni sisteminin Aristo’nun felsefesinden önemli ölçüde bir kopmaya işaret ettiği anlaşılacaktı. Kopernik’in, dairesellik kavramına tutucu biçimde bağlı ve Devinimler’de sergilediği anlayışla neredeyse her konuda klasik düşünürlere sadık kalmaeğiliminde olması, okuyucuların edindiği izlenimi doğruluyor gibiydi neredeyse. Hâlbuki bu dönemde bazı akademik çevrelerde Aristocu anlayış şiddetli biçimde eleştirilmeye başlanmıştı. Peter Ramus, 1536 yılında Sorbonne’da yaptığı konuşmada “Aristo’dan olan her şey yanlıştır” söylemini savunduğunda alkış topluyor, Kopernik ise bu sapkınca yaklaşıma tahammül edemiyordu.
Devinimler’in etkisini kıran bütün bu olumsuzluklar yetmezmiş gibi,Nurenberg’in önde gelen Luteryen teolog Andreas Osiander (1498-1552) de kitabın ilk baskısı için yazdığı imzasız önsözde, kitapta öne sürülen varsayımın “doğru olmayabileceğini, hatta olası bile olmayabileceğini” belirtiyor ve eserin genel olarak mutlak gerçekten ziyade, kullanışlı matematiksel kurmacalar sunduğu izlenimini yaratma amacını güden bir dizi başka eleştiride bulunuyordu. Aslında Kopernik’in önemli destekçilerinden olan Osiander bu önsözü iyi niyetlerle yazmıştı. Amacı Kopernik’in karşısına almaktan çekindiği Aristocuları teskin etmekti. Osiander’in Rheticus’a izah ettiği üzere, en akıllıca strateji, oluşabilecek muhalefeti en baştan etkisiz hale getirmekti. Böylece okuyucular bir süre sonra “yazarın görüşünü benimserdi” (Osiander’in bu anlayışı, 20 Nisan 1541’de Kopernik’e yazdığı mektupta açıkça görülür). Ancak neticede talihsiz biçimde bu önsözün Kopernik’in kendisi tarafından yazılmış olduğu sanılacaktı ve dolayısıyla da yazdıklarına tam olarak inanmadığı yönünde yanlış bir kanı yerleşecekti.
Kopernik’in günmerkezlilik kuramının bu akıbeti düşünülürse, Galileo’nun, akademik kariyerinin ilk dönemlerinde bu kurama olan inancını dile getirmekten çekinmiş olmasına şaşırmamak gerekir. Dahaönce de belirttiğimiz üzere, çekincesinin sebebi, kilisenin tepkisinden korkuyor olması değildi. Ne de olsa 1616 yılına değin önde gelen Cizvit gökbilimciler, olası bir kuram olarak ele alınması ve teolojiye saldırmak için kullanılmaması şartıyla Kopernik’in sisteminin incelenmesini teşvik ediyordu. Kardinal Dini 1615’te Galileo’ya yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Kiliseyi ilgilendiren meselelerde olmadığı sürece herkes istediğini yazmakta özgürdür.” Ancak Galileo, Batlamyus’un sistemleştirdiği Aristo’nun evren modeli, Kopernik’in yeni günmerkezlilik kuramıveya evrenin sabit olup gezegenlerinse Güneş’in çevresinde döndüklerine inanan Tycho Brahe’nin savunduğu “orta yol anlayışı” arasından hangisinin doğru olduğunu belirlemeyi mümkün kılacak ölçüde kesin verilerin henüz mevcut olmadığının da farkındaydı. Kopernikçi anlayışın bütün olumsuzluklara rağmen rağbet görmesinin başlıca sebebi, geometrik olarak daha zarif olmasıydı; ancak Aristocu evren anlayışının tahtından indirilebilmesi için bundan çok daha fazlası gerekiyordu. Zayıf temeller üzerine kurulu bir kuramsal felsefe sistemini bir anda geçersiz kılıp bu sistemin yerine geniş kapsamlı diğer bir sistemi getirmek değildi Galileo’nun yapmak istediği. O daha ziyade Aristocu sistemin kusurlarını bir bir ortaya çıkaracak çarpıcı gözlemler ve deneylerin zamanla artışına dayanan, kademeli bir dönüşümden yanaydı.
Galileo’nun ilk büyük ihtilafı, teologlarla değil felsefecilerle olacaktı. Bu ihtilaf, 1604 yılının Ekim ayında bir gece vakti gökte yeni bir süpernovanın belirmesiyle patlak verdi. Aristo’nun evren anlayışında göklerin uzak noktaları “katıksız özden” oluşuyordu ve dolayısıyla sabit ve değişmezdi. Değişim ancak temel elementlerde, yani toprak, su, hava ve ateşte yaşanabilirdi. Ancak yeni beliren bu süpernova ve Tycho Brahe’nin 1572 yılında tespit ettiği yeni yıldız, bu kuramın hatalı olduğuna işaret ediyordu. Galileo, duruma açıklık getirmek için Padua’da halka açık üç ayrı konferans düzenledi. Aristo yanılmış olmalıydı. Padua’da felsefe profesörü olan Cesare Cremonini Galileo’ya karşı Aristocu anlayışın savunuculuğuna soyundu. Böylece uzun sürecek bir çekişme başlıyordu. Her iki taraf da, içerisinde görüşlerini savunduğu ve hırçın bir dille karşı tarafı eleştirdiği kitapçıklar yayınlamaya başladı. Üstelik kitapçıklara konulan yazar isimleri de takmaydı. Galileo’nun tutumu bağlamında dönemin felsefecilerini çileden çıkaran şey, Aristo’yu eleştiriyor olmasından ziyade kendi görüşlerini bir “büyük sisteme” dâhil etmeyi reddetmiş olmasıydı. Hâlbuki eğer bunu kabul etmiş olsaydı,onların gözünde saygın bir doğa felsefecisi olacaktı. Galileo kendi görüşünü kısa ve öz biçimde şöyle dile getiriyordu:
En usta kuramcı bile doğada var olan etkenlerin hiçbirini, en basit olanları da dâhil olmak üzere, asla tam manasıyla anlayamayacaktır. Her şeyin anlaşılabileceği yönündeki küstahça varsayım olsa olsa gizliden gizliye hiçbir şeyin asla anlaşılamayacağı anlayışına dayanıyor olabilir.
Galileo’nun “yüzüne gülüneceği ve hakaretlerle sahneden kovulacağı” yönündeki endişesi, 1609 yılında teleskopun keşfiyle sona erdi. Çalışmalarının büyük bölümü hareket yasaları üzerine olan Galileo, teleskopun keşfine dek, 1604 yılındaki süpernova hariç, Ay ve yıldızlarla pek az ilgilenmişti. Ancak bu yeni teknolojik tasarım, bir anda yeni dünyalara açılan bir pencere sunmuştu. Hollanda’da üretilen ilk teleskopları örnek alarak kendi teleskoplarını üreten Galileo, kısa süre sonra nesneleri neredeyse 1000 defa büyütebilen teleskoplar üretmeyi başardı. Geliştirdiği bu teleskopların ilk modellerinden bir örneği de Venedik Senatosu’na sunup denizden gelebilecek saldırılara karşı erken uyarı sağlamak üzere kullanılabilecek faydalı bir alet olduğunu anlattı Senato üyelerine. Senato hemen Galileo’nun maaşını ikiye katladı ve Padua’daki akademik pozisyonunu güvence altına aldı. Böylece Galileo da, çalışmalarının askeri alanda fayda sağlaması neticesinde yaşam standartları yükselen bilim adamları kervanına katılmış oldu.
Ancak Galileo’nun bu teleskopları maddi çıkarları için ürettiğini iddia etmek haksızlık olur. Yıldızlardan Gelen Haberci (1610) adlı ilk bilimsel yayınına bakıldığında da bu iddianın haksız olduğu anlaşılır. Galileo, yirmi dört sayfalık bu kısa kitapçıkta, yeni ve çarpıcı gözlemlerini aktarıyordu. Bu kitapçıkta kullanılan özlü ve gerçekçi üslup, o dönemde basılan diğer bilimsel yayınların çoğunda rastlanan, adeta laf salatası niteliğindeki anlatımlardan çok farklıydı ve kısa sürede çoksatanlar arasına girerek oldukça ses getirmişti. Galileo, yüzeyini gözlemlediği Ay için şöyle diyordu: “Belirli bir felsefe geleneğinden gelen felsefecilerin zannettiği gibi kusursuz ve pürüzsüz tam bir daire değildir, aksine yeryüzünü andırırcasına düzensizliklerle doludur. Her yeri eşit boyutta değildir, oyuklar ve tümseklerle doludur.” Galileo, “daha önce gözlemlenmiş olmayan ve daha evvelden varlığını bildiğimiz yıldız sayısının on mislini aşkın başka yıldızlar” gördüğünü aktarıyordu. Galileo, teleskop sayesinde yaptığı keşiflerden en önemlisinin, Jüpiter’in dört uydusunu keşfi olduğuna inanıyordu. Eğer Jüpiter’in çevresinde dönen uydular var idiyse ve bu sistem de bir bütün olarak Güneş’in çevresinde dönebiliyor idiyse, Dünya’nın uydusu olan Ay’ın da Dünya’nın çevresinde dönüyor olması ve bu sistemin de Kopernik’in sisteminde görüldüğü üzere, günmerkezli olması olası değil miydi?
Bu gözlemlerden bazısını gerçekten de ilk yapanın Galileo olup olmadığı şüphelidir. Belirleyici olan, bu gözlemleri açık ve okunaklı bir formatta yayınlayanın kendisi olmasıdır. Galileo’nun zamanından beri birçok kimsenin bedelini ödeyerek öğrendiği üzere, bir keşiften dolayı şöhret kazanan kişi, çoğu zaman keşfi yapandan ziyade keşfi kâğıda dökerek yayınlayan olur. Yıldızlardan Gelen Haberci,yayınlanmasından itibaren tartışma yarattı. Ancak başlangıç itibariyle tartışılan şey keşiflerin öneminden ziyade, teleskopun güvenilir bir aygıt olup olmadığıydı. 1610 yılının 24 ve 25 Nisan geceleri Bologna’da bir parti düzenledi ve Galileo da, Jüpiter’in uydularının varlığını ispat etmesi için davet edildi bu partiye. Ancak o gece partiye katılan ve teleskoptan bakanünlü akademisyenlerden hiçbiri Jüpiter’in uydularını gördüğünü itiraf etmeyecekti. Gördükleri noktalar, teleskopun lens sisteminden kaynaklanan görsel yanılsamalar olabilirdi. Bilimde, gözlemci genellikle beklentileri doğrultusunda gözlem yapma eğilimdedir ve 1610 yılının o Nisan gecelerinde Bologna’da toplanan akademisyenlerin Jüpiter’in uydularını görme konusunda yüksek beklentilere sahip olduklarını söylemek güçtü. Gerçi Galileo’nun partiye getirdiği teleskop, kısa süre sonra üretilmeye başlanacak aygıtlara kıyasla oldukça kabaydı.
“İnsan eliyle yapılan” aygıtların kusurları konusundaki suçlamalara verilebilecek en iyi cevap, daha iyi yöntemler veya aygıtlar geliştirmekolur. Galileo’yu da haklı çıkaran, daha iyi teleskopların üretilmesi oldu. Dönemin Roması’nda en önde giden gökbilimci olan, Cizvit Peder Clavius ve diğer bazı Cizvit uzmanlar Jüpiter’in uydularını gözlemliyor,bununla da kalmayarak Galileo’nun gözlemlerini geliştiriyordu. Bu sırada süren tartışmalar büyük oranda bilimsel konularla sınırlıydı: Başkagezegenler ve yıldızlar var mıydı? Ancak felsefi soru işaretleri de giderek belirginleşiyordu ve Aristocu felsefeciler halen küskündü. Aristo göksel cisimlerin kusursuz daire şeklinde ve pürüzsüz olduğunu açıkçabelirtmişken Ay yüzeyinde nasıl olur da tepeler olabilirdi ki? Galileo, mektuplar ve kitapçıklar aracılığıyla uzun soluklu tartışmalara müdahiloldu; ama bu dönemde teologlarla karşı karşıya geldiğine dair pek bir göstergeye rastlanmaz. Galileo, Roma’da düzenlenen özel bir konferansla Cizvit gökbilimcilerce onurlandırdı. Papa V. Pavlus onu huzuruna kabul etti. Galileo’nun, teleskoplarıyla yaptığı keşifleri sergilemek üzere sık sık düzenlediği toplantılara kardinaller ve diğer kilise erkânı da katılıyordu. Kardinal Francesco Maria del Monthe, Grand Dük II. Cosimo’ya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Antik Roma Cumhuriyeti döneminde yaşıyor olsaydık, hiç şüphem yok ki başarıları onuruna Campidoglio’ya heykeli dikilirdi (Galileo’dan bahsetmektedir).” Galileo 1611 yılında, buzun doğası konusunda daha da hararetli felsefi tartışmalara girmek durumunda kaldığında, ileride Papa VIII. Urban olacak olan Kardinal Barberini ona destek çıkmıştı.
Öyleyse Galileo’nun Katolik Kilisesi’yle çatışmasına sebep olan neydi? Önemli olayları özetlerken, Galileo’nun yaşadığı dönemin İtalyası’nda bir siyasi ve dinsel güvensizlik havası estiğini de unutmamak gerekir. 1527 yılında Roma yağmalanıyor ve İspanya bölgedeki etkinliğini artırıyordu. Laik yöneticiler yabancıların üstünlüğünü engellemekte başarısız kaldıkları için kilisenin gücü ön plana çıkıyordu. Avrupa, Reform hareketiyle bölünüyor, öğretileri ve inancı korumak isteyen Katolik Kilisesi ise savunmaya geçiyordu. 1559’da Papa IV. Pavlus ilk Okunması Yasak Kitaplar Listesi’ni yayınladı (yasaklananlar arasında büyük hümanist Erasmus’un tüm eserleri ve Kutsal Kitap’ın yerel dillere yapılmış tüm tercümeleri yer alıyordu). 1571’deyse Papa Pius, listenin uygulanmasını sağlamak ve denetlemek üzere “Yasaklayıcılar Topluluğu’nu” kurdu. Giordano Bruno, dine aykırı kabul edilen birtakım inançları benimsediği gerekçesiyle 1600 yılında kazığa bağlanarak yakıldı. Thomas Aquinas’ın, Aristocu inançları kilise öğretisiyle harmanlaması Cizvitler tarafından ateşli biçimde savunuluyordu ve Düzen’e bağlı öğretmenlerin bu inançların ayrıntılarını sorgulamaları hoş görülse de, Aristo’nun sisteminden tümüyle kopan kimseler genellikle Düzen’den kovuluyordu. Protestanların, herkesin Kutsal Kitap’ı okumaktave yorumlamakta özgür olduğu yönündeki ısrarları nedeniyle, teolog olmayıp da öğretiler konusunda alenen yorum yapan herkese şüpheli gözlerle bakılıyordu.
Galileo 1613 yılında, Kopernik’in kuramını açıkça desteklediği tek çalışması olan Güneş Lekeleri Üzerine’yi yayınladı. Ancak ne yazık ki kitap, Galileo’nun rızası olmaksızın eklenen ve bu Güneş lekesi olgusunu ilk defa keşfedenin kendisi olduğu iddiasını içeren bir önsözle basıldı. Hâlbuki Christopher Scheiner adlı Alman bir Cizvit, daha evvelden takma bir isim altında Güneş lekeleri hakkında bir kitap yayınlamıştı. Dolayısıyla Güneş lekelerini ilk keşfedenin kim olduğuna dair bir tartışma kaçınılmaz olmuştu. Tartışmaya taraf olan ve nezaketini koruma konusunda zaafları olan Galileo, yalnızca Scheiner’i öfkelendirmekle kalmıyor, daha önceden kendisine yakın olan birtakım Cizvit ileri gelenlerini de oldukça kızdırıyordu. Çok geçmeden Scheiner’le yaşanan bu tartışmanın kapsamı genişlemiş ve Galileo’nun, doğa felsefesinin yalnızca gözlemlenmiş olayları ve varlıkların özelliklerini konu alması gerektiği, Aristocularınsa bilimin amacının varlıkların özünü belirlemek olduğuna inandıkları yönündeki ısrarını belirginleştiren bir dizi meseleyi de içerir hale gelmişti.
Galileo, Güneş Lekeleri Üzerine’ye yazdığı eklerden birinde, Kopernik’in kuramının doğruluğunu şüpheye yer bırakmaksızın ispat ettiğine inandığı bazı delilleri sunuyordu. Jüpiter’in uydularının tutuluyor olmalarının keşfedilmesiyle elde edilen delillerdi bunlar. Galileo, uyduların tutulacakları zamanın, ancak Dünya’nın döndüğü varsayımının kabul edilmesi durumunda doğru olarak tahmin edilebildiğini ispat ediyordu. Deneyimli bir astronom için bu bulgu Kopernikçi sistemi haklı çıkarıyordu. Sıradan okuyucu içinse, kitabın ekinde yer alan anlaşılması güç bir ayrıntı olarak kalıyordu bu bilgi. Galileo içinse bu keşif,doğru yolda ilerlediğini kanıtlıyor ve Aristo’ya karşı Kopernik’i savunduğu söylemlerini daha yürekli biçimde dile getirmesini sağlıyordu. Ancak Kopernik’in kuramının öğrencilere aktarılması için halen erken olduğunu düşünüyordu Galileo. 1613’te daha önceden Galileo’nun başkanlık ettiği Pisa Üniversitesi Matematik Bölümü’nün başkanlığına Castelli getirildi. Galileo Castelli’yi, yirmi yıllık üniversite öğretmenliğiboyunca Kopernikçiliği öğretmekten kaçındığını söyleyerek kendisinin de bundan kaçınması gerektiği konusunda uyarmıştı.
Castelli göreve atanışından itibaren, Galileo’nun takipçisi olarak görüldü ve çok geçmeden Pisalı felsefecilerin eleştiri oklarına hedef oldu.1613 yılının sonlarına doğru, hükümran olan ve zamanında Galileo’nun baş hamisi olan Medici ailesinin sarayına, kahvaltıya iştirak etmek üzere davet edildi Castelli. Annesi, Lorraine Grand Düşesi Christina da kahvaltıya katılanlar arasındaydı. Platon üzerine uzman olan bir felsefeprofesörü, Grand Düşes’e, kahvaltıya katılmayan Galileo’nun yeryüzünün hareket ettiği yönündeki iddiasının yanlış olduğunu, çünkü bunun Kutsal Kitap’a ters düştüğünü anlatıyordu. Bunu duyan Castelli, Galileo’nun tespitlerini ateşli biçimde savunuyor, bilimsel meselelerin yalnızca bilimsel delillere dayanarak çözümlenmeleri gerektiğini vurguluyordu. Castelli davetin ardından, profesörle arasında geçen bu tartışmayı Floransa’da bulunan Galileo’ya bildirdi. Galileo da Castelli’ye uzunca bir cevap yazdı; teologların “duyularla ve uygun deneylerle” doğruluğu saptanabilen meselelerde düşünce özgürlüğüne izin vermeleri gerektiğini savunuyordu. Galileo’ya göre doğa “Tanrı iradesinin icramemuru”, Kutsal Kitap’sa “Tanrı sözünün kaynağıydı/sırdaşıydı”. Bu ikisi arasında herhangi bir çelişki olamazdı.
Galileo kariyerinde ilk defa teolojik konularda bir tartışmaya taraf olmuştu. Tartışmayı tetikleyense, bir felsefe profesörünün doğrudan doğruya kendi işverenine yönelik suçlamalarıydı. Aslında daha öncedende küçük çaplı teolojik tartışmalar yaşanmıştı, ama ne Galileo ne de kilise erkânı bu tartışmaları ciddiye almıştı. 1614 yılının ikinci yarısında,Thomas Caccini adlı genç ve hırslı bir Dominikan rahibi Floransa’nın en önemli kilisesinde verdiği bir vaazda, genel olarak bütün matematikçilere ve artık kendilerine “Galileocular” demeye başlayan Galileo taraftarlarına yaylım ateşi açıyordu. Caccini’nin, Roma’da yüksek bir makama atanmayı hedeflediği ve bu hedefine ulaşmak için en kestirmeyolun ses getirecek tartışmalara taraf olmak olacağını düşündüğü ortadaydı. Olayın ardından Roma’da bulunan Dominikan önderlerden biri, Galileo’ya yazdığı mektupta Dominikan düzenine mensup bir rahibin böylesine kaba bir tutum sergilemiş olmasından dolayı ondan özür diliyordu; ancak iş işten geçmiş ve alenen cereyan eden bu tartışmanın etkileri çoktan Floransa’nın sınırları ötesinde de hissedilir olmuştu. Neticede Galileo’nun Castelli’ye Mektup’u incelenmek üzere Roma’daki Engizisyon Mahkemesi’ne gönderildi. Bir teologdan mektubun içeriğine dair bilgi edinen mahkeme, mektubun teolojik açıdan zararsız olduğuna karar verdi, dolayısıyla herhangi bir suçlama yapılmamış oldu. Galileo’ysa tepkisiz kalmamış, Caccini’ye yazdığı mektuptaki yaklaşımını daha da geliştirerek 1615’te Düşes Christina’yaçok daha uzun ve kapsamlı bir mektup(Düşes Christina’ya Mektup) yazmıştır. Bu mektup, bilim ile din arasındaki ilişkiyi konu alan metinler bütününün ilk ve klasik örneklerinden sayılır ve dolayısıyla konuya ilgi duyanlarcaokunmalıdır. Daha kapsamlı olan bu mektubun yazıldığı dönemde yaşanan gelişmeler, söz konusu husumetin, hâlâ büyük ölçüde matematikçi olan Galileo ile felsefeciler arasında olduğunu, birkaç fevri din adamı dışında kilisenin ilgisiz kaldığını gösterir.
1615 yılının sonlarına doğru, Galileo Roma’ya önemli bir ziyarette bulundu. Anlaşılan o ki bu ziyaretinin başlıca nedeni, mevki hırsıyla yanıp tutuşan Caccini’nin kendisine karşı kötü niyetli birtakım faaliyetler yürüttüğü yönündeki kuşkusuydu. Galileo, kendi görüşlerinin Roma akademik çevrelerine söylentiler yoluyla ulaşmasının önüne geçmeyi, görüşlerini bizzat kendisi dile getirmeyi istiyordu. Aslında Galileo’nun ziyareti bir bakıma talihsiz bir zamana denk gelmişti. Katolikler ve Protestanlar arasındaki çekişme kızışmıştı ve çekişmenin başlıca sebeplerinden biri Protestanların, her bireyin Kutsal Kitap’ı kendine göre yorumlama hakkına sahip olduğu yönündeki ısrarları olduğu için, Katoliklerin Kutsal Kitap’a getirdikleri yorumu sorgular gibi görünen her yaklaşım şüpheli kabul ediliyordu. Galileo Roma’ya yaptığı bu ziyarette Kopernikçi yaklaşımı ateşli biçimde savundu, 1616 yılındaysa dünyanın hareket ettiği varsayımına dayanan gelgitler konusundaki kuramını Kardinal Orsini aracılığıyla Papa V. Pavlus’a sundu. Ancak Papa daha fazla tartışmaya müdahil olmak istemiyordu; Kardinal Bellarmine’nin önerisi üzerine Galileo’nun Kopernikçi kuramlarını teoloji uzmanlarına havale etti. Kuramları inceleyen uzmanlar bir süre sonra Galileo’nun, “dünyanın ne evrenin merkezinde olduğu ne de hareketsizolduğu, aksine bir bütün olarak hareketli olduğu ve bu hareketliliğin dedüzenli olduğu” yönündeki önermeleri dâhil olmak üzere, bazı önermelerinin “sansürlenmesi” gerektiği sonucuna vardı. Kopernik’in kuramlarının reddedilmesinde, felsefenin temel alınmış olması da altı çizilmesi gereken önemli bir husustur. Aristocu anlayış, Katolik Kilisesi dogmasıyla öylesine bütünleştirilmişti ki, Aristo’ya yönelik saldırılar kiliseye yönelik saldırılar sayılıyordu. Galileo’nun akranı olan Descartes’ın da aynı dönemde belirttiği üzere, “Aristocu anlayış teolojiye öylesine nüfuz etmiş ki, inanca aykırı görünmeden bir başka felsefeyi savunmak neredeyse imkânsızdır”. Stillman Drake bu konuda şöyle der:
Tarihçilerin, gökbilim alanında bilimsel görüş belirtme özgürlüğüne karşı takınılan olumsuz tutumları felsefecilerdense teologlara atfetmiş olmaları oldukça ilginçtir aslında. Ancak teologları, kendilerine yandaş çıkacakları umuduyla tartışmalara müdahil olmaya çağıran da felsefecilerdi.2
Teologların, Kutsal Yazılar’ın nasıl yorumlanması gerektiği konusundafelsefecileri hakem göstermeleri karşısında Galileo büyük şaşkınlık yaşamıştı. Ne de olsa Augustinus ve Aquinas gibi ilk kilise yetkililerinin bu konudaki yaklaşımları çok netti: “Dünya’nın veya Güneş’in hareketli mi yoksa sabit mi oldukları meselesi, inancı ilgilendiren veya ahlâka ters düşebilecek bir mesele değildir.” Kilisenin, Kutsal Kitap öğretisinden ziyade Aristocu anlayışa dayanan gökbilime dair inanışları sanki inanç ilkeleriymişçesine savunuyor olmaları çok uygunsuzdu. Galileo, bilimsel varsayımlarını Kutsal Kitap alıntılarıyla desteklemeyeçalışanları kesinlikle hoş görmüyordu:
Kanaatimce, Kutsal Yazılar’ın saygınlığı ve görkemi açısından, sığ görüşlü ve bayağı yazarların (çoğu zaman ahmakça hayallere dayanan) eserlerini Kutsal Kitap’tan alıntılarla süsleyerek geçerlilik kazandırma girişimlerininönüne geçmek için birtakım önlemler alınmalıdır. Eserlerini böylesine süsleyen bu yazarlar ne denli akılsızlarsa, genellikle yaptıkları alıntıları da Kutsal Kitap’ta kastedilen anlamlarından o denli uzak yorumlamalarla (hatta çarpıtarak) aktarırlar.3
Teologların vardığı sonuçlar, 24 Şubat 1616’da Engizisyon Mahkemesikardinallerinin bir toplantısında okundu. İki gün sonra Kardinal Bellarmine, papanın acil emri doğrultusunda Galileo’yu, kendisiyle görüşülmesi için çağırdı. Bellarmine görüşme sonrasında Engizisyon tarafından cezalandırıldığı yönündeki söylentileri bertaraf etmek isteyen Galileo’nun talebi üzerine görüşmeye dair açıklayıcı bir rapor yayınladı. Galileo’nun özenle muhafaza ettiği bu raporda, “Kutsal Yasaklar Topluluğu’nun” kararlarının kendisine bildirildiği ve “Kopernik’e atfedilenöğretinin… savunulması veya benimsenmesinin mümkün olmadığı”, ancak Galileo’dan sözlerini geri almasının talep edilmediği açıkça bildiriliyordu. Ancak ne ilginçtir ki daha sonraları bu raporun, Galileo’nun Kopernikçi görüşleri öğretmesinin de yasaklandığı yönünde bir yargı içeren farklı içerikli bir nüshası ortaya çıkacak ve Galileo’nun yargılanma sürecinde önemli rol oynayacaktı. Bu farklı nüshanın nereden çıktığı bugün halen tartışma konusudur. Ancak neticede Galileo’ya, Kopernikçi öğretileri, fiziksel gerçekler oldukları düşüncesini savunmadığı ve öğretmediği sürece gökbilimsel kuramlar olarak tartışmak vedeğerlendirmekte özgür olduğu bildiriliyordu. Hukuktan anlamayan kimseler için bu yalnızca akademik bir sınırlama gibi görünse de, gerçekte 17’nci yüzyıl İtalyası’nda toplumsal işleyişin müspet biçimde sürmesini mümkün kılan genellikle vaziyeti kurtarmaya yönelik böylesi yargılar oluyordu.
Mart’ın 5’inde yayımlanan kararnameyle, Dünya’nın hareket ettiği veya Güneş’in sabit durduğu varsayımlarının doğru kabul edildiği veya Kutsal Kitap’la uyumluymuş gibi yansıtıldığı eserler Yasak Kitaplar Listesi kapsamına alındı. Kopernik’in De Revolutionibus(GökkürelerinDönüşü) adlı eseri de düzeltilene kadar kullanılmamak üzere rafa kaldırıldı; gerçi Galileo yapılan düzeltmeleri pek de kayda değer bulmayacaktı. 1620 yılına gelindiğinde eserin düzeltilmiş hali okunabilir kabul ediliyordu.
Öyle görünüyor ki kilise erkânının başlıca amacı matematikçi Galileo’yu “kilisenin yetki sınırları” dışında, felsefi ve teolojik hassasiyetleri rencide edebileceği meselelerden uzak tutmaktı. Galileo, Kopernik öğretisi konusundaki uyarıların kendisine iletilmesinden birkaç gün sonra papanın huzuruna çıkmak üzere davet edildi. Bu görüşmede Galileo’yu, kendisine yönelik entrikalardan haberdar olduğu konusundatemin eden Papa V. Pavlus, hayatta olduğu sürece de kendisini kollayacağını belirtti. Bu teminatın verdiği özgüvenle Floransa’ya dönen Galileo, sefere çıkan gemilerin Jüpiter’in uydularının konumlarından yola çıkarak bulundukları boylamı nasıl hesaplayabileceklerini saptamaya yönelik çalışmalara koyuldu. 1618 yılının sonbaharında gökyüzünde üç kuyrukluyıldız görüldü ve o dönemde göklerde gözlemlenen diğer değişimlerde olduğu gibi büyük merak uyandırdı. Kuyrukluyıldızları konu alan çok sayıda kitap yayınlandı. Bu kitaplardan biri, Roma’da bulunan Cizvit Okulu matematikçilerinin görüşlerini savunan Grassi isimli Cizvit uzman tarafından kaleme alınmıştı. Galileo da, kuyrukluyıldızların doğasına değinmekle kalmayıp, doğa felsefesinin sağlayabildiği bilgi konusundaki düşüncelerini de özetlediği The Assayer (Tahlilci) adlı kitabıyla tartışmalara yeniden müdahil oluyordu. Galileo’ya göre bilimin, skolastiklerin gönül verdiği “sempatiler”, “antipatiler”, “büyülü özellikler” veya “etkilerle” hiçbir ilgisi yoktu. Galileo kitabında Grassi’nin görüşlerini yerden yere vuruyor ve böylece Cizvitler arasındaki düşmanlarına bir yenisini eklemiş oluyordu. Daha sonraki bir dönemde Cizvit Okulu’nun başkanlığına gelen Peder Grienberger, Galileo’nun bu çıkışı konusunda şu yorumu yaptı: “Eğer Galileo topluluğun [yani Cizvitler’in] tepkilerine hedef olmasaydı, ömrünün sonuna dek Dünya’nın hareket edişi konusunda özgürce yazmayı sürdürebilirdi.”
Galileo’nun The Assayer’i (Tahlilci) tamamladığı dönemde, Maffeo Barberini de VIII. Urban olarak papalığa seçildi. Roma’da bulunan Lincean Akademisi kitabı yayınlamaya hazırlanıyordu, Galileo da fırsattan istifade kitabı yeni papaya adamaya karar verdi. Maffeo Barberini Galileo hayranı bir Floransalı’ydı. Güçlü, enerji dolu, akıllı ve son derece kibirli bir adamdı. Hatta 1620 yılında Galileo’ya bir methiye yazmıştı ve papa oluşunun ardından, Romalı bir kardinalin kardeşine Galileo’ya gönderilmek üzere süslü bir dille yazılmış bir davetiye yazdırmıştı:
İnanın Kutsal Babamız’ı sizin adınızı işitmek kadar mutlu eden başka bir şey yoktur. Bir süre sizden bahsettiydim ki, siz saygıdeğer beyefendinin, Kutsal Babamız izin verdiği takdirde kendisini ziyaret ederek ayaklarını öpmeyi ne denli arzuladığını ifade etme fırsatı buldum. Papa, sizin gibi büyük adamların, olabildiğince uzun yaşayabilmeniz için zahmete girmektenkaçınmanız gerektiğini belirterek… sıkıntı vermeyeceği sürece ziyaretinizin kendisini fazlasıyla mutlu edeceğini söyledi.
Koestler’in de işaret ettiği gibi hem Galileo hem de yeni papa “kendilerini birer Süpermen gibi görüyorlardı ve ilk başta iki adam arasında karşılıklı bir yaltaklanma durumu söz konusuydu; tabii ki böylesi bir ilişkinin sonu kaçınılmaz olarak acı olacaktı.” Çok geçmeden Galileo tekrar Roma’ya döndü ve yeni papayla yaptığı altı görüşme süresince onurlandırıldı ve hediye yağmuruna tutuldu. Bu görüşmelerin sürdüğü dönemde Galileo’nun Roma’daki arkadaşlarından olan Kardinal Zollern, Papa’ya, Alman Protestanlarının büyük ölçüde Kopernikçilik yanlısı olduklarını ve Katolik Kilisesi’nin Kopernikçi öğretilere karşı çok temkinli bir tutum izlemesi gerektiğini anlattı. Papa’ysa Kardinal’in bu uyarısına, kilisenin o güne kadar Kopernikçi inançları dine aykırı görmediğini ve o günden sonra da böyle bir amacı olmadığını, ancak Kopernikçi sistemi kesin olarak doğrulayacak delillerin belki de asla bulunamayacağını vurgulayarak cevap veriyordu.
Yeni papanın da onayını alması Galileo’yu Dialogue on the Flux and Reflux of the Tides (Gelgit Hareketleri Üzerine Diyalog) diye adlandırmayı planladığı ve Kopernikçiliği savunacağı büyük eserini kaleme alma (1624-30 yıllarında yazdı bu kitabını) konusunda cesaretlendirdi. Kitabın yayınlanmasından kısa süre önce, Dünya’nın hareket ettiği varsayımını fiziksel bir gerçek gibi yansıttığı uyarısıyla başlığını değiştirmesi istendi. Çünkü 1616’da belirlenen sansürler böylesi bir kuramın olası doğruluğunun yalnızca sözlü olarak tartışılmasına imkân tanıyor, dünyanın hareketinin fiziksel bir gerçeklik olduğunu savunan yazıların kaleme alınmasınıysa tamamen yasaklıyordu. Bu Galileo’yu korkutmadı. Başlığı, Dialogue Concerning the Two Chief Systems of theWorld –Ptolemic and Copernican(Batlamyuscu ve Kopernikçi – İki Büyük Dünya Sistemi Üzerine Diyalog) biçiminde değiştirdi ve daha geniş kitlelere hitap etmesini hedefleyerek Latince yerine İtalyanca yazdı. Bekleneceği üzere Galileo’nun düşüncelerini dile getiren Salviati karakteri münazaralarda baskın çıkıyordu. Salviati öncelikle, Aristo ve Batlamyus savunucularının Kopernik’e yönelik eleştirilerini etkileyici biçimde dile getiriyor, ardındansa bu eleştirilerin geçersizliğini daha da etkileyici biçimde vurguluyordu. Bu arada Sagredo’ya kendi görüşünü benimsetiyor, kibirli bir Aristocu felsefeci olan Simplicio ise aptal durumuna düşürüyordu.
Galileo, Kopernikçi sistemin tasfiyesi için yepyeni bir fizik sisteminin kurulması gerektiğinin tamamıyla farkındaydı ve bu kitabında gökbilimsel meselelerden ziyade dünyadaki varlıkların hareketlerine dair tezlere ağırlık veriyordu. Dünyada bulunan nesnelerin doğal olarak durağan oldukları, hareketliliğin ise ancak hareketlendirici bir gücün varlığıyla mümkün olabileceği yönündeki Aristocu görüşün aksine, cisimlerin hareketlendirici bir güç olmaksızın da sürekli biçimde hareketli olabileceklerini savunuyordu Galileo. Bu atalet kavramı, dünyanın hareket ettiği gerçeğinin kabul edilmesinde önemli bir rol oynayacaktı. Diyalog,Galileo’nun gelgit kuramında doruk noktasına ulaşıyordu. Salviati, gelgitlerin ancak dünyanın hareket ettiği varsayımının doğru kabul edilmesi durumunda mümkün olduklarını savunuyordu. Aslında Galileo’nun gelgitler kuramı birçok yönüyle yanlış çıkacaktı ve daha evvel de bahsedildiği üzere Galileo, Kepler’in savunduğu ve doğru olduğu ortaya çıkacak olan kuramı küstah bir tavırla reddediyordu. Yine de Galileo gelgitler konusundaki kuramının karşı tarafı etkisiz hale getirecek son öldürücü darbe (coup de grâce) olduğuna inanıyordu.
Galileo’nun kendi kendine indirdiği öldürücü darbeyse, kitabın sonlarında Simlicio’nun yaptığı kapanış konuşması olmuştu. Simplicio, konuşmasında Papa Urban’ın, Tanrı’nın gelgitler gibi doğa olaylarını nasıl düzenlemeyi seçtiğini kesin olarak bilebileceğimizi sanacak kadar“aşırı özgüvenli” olmaktan kaçınmamız gerektiği yönündeki tespitini neredeyse kelimesi kelimesine aktarıyordu. Salviati’yse Simplico’nun aktardığı tespite katılır gibi görünse de, alaycı bir dille, böylesi bir yaklaşımın düşünsel tembellik göstergesi olduğunu vurguluyordu.
Galileo’nun Diyalog’u 1632 yılının Mart ayında, Floransa’da nihayet yayınlandı. Papa küplere binmişti. Roma Engizisyon Mahkemesi kitabın satışını tamamen yasaklayan bir emir yayınladı. Ancak Kopernik’in başyapıtından farklı olarak, basılan bin adet kitap birkaç ay içerisinde satılmıştı. Galileo’nun Roma’ya gelmesi emrediliyordu, ama şiddetli biçimde hasta olması gidişini birkaç ay geciktirecekti; ancak 1632 kışının sonlarına doğru yola çıkabildi. Roma’ya vardığında, sorunun Diyalog’un içeriğinden ibaret olmadığını, birilerinin VIII. Urban’a,zamanında Kardinal Bellarme’nin Galileo’ya verdiği rapordakinden farklı yargılar içeren, 1616’da yazılmış imzasız bir noter raporunu gösterdiğini öğrenecekti. Yukarıda da belirtildiği gibi, söz konusu raporun bu nüshasında Galileo’ya Kopernikçi yaklaşımları öğretemeyeceği bildiriliyordu. Dolayısıyla raporu okuyan Papa, Diyalog’u bu emre itaatsizlik olarak görmüştü.
Galileo, Roma’da Toskano Büyükelçisi’nin yanında rahat koşullarda konaklıyordu. Yargılanmasına 1633’ün 12 Nisanı’nda, Salı günü başlanacaktı. Ne hapsedilmiş ne de işkenceye maruz kalmıştı. Davanın ana konusu, Galileo’nun Kopernikçi öğretiyi bir varsayımdan ziyade ispat edilmiş bir gerçek olarak sunup sunmadığıydı. Dolayısıyla kilise kayıtlarından, muhtemelen Galileo’nun Cizvit hasımlarından birince araştırılıp bulunmuş olan 1616’ya ait “farklı” içerikli rapor davada önemli rol oynuyordu. Galileo savunmasında kullanmak üzere raporun orijinal nüshasını, Kardinal Bellarmine’nin yazdığı, imzasını attığı ve kendisineverdiği nüshayı sundu mahkemeye. Arşivlerinden çıkarılan “farklı” içerikli ve imzasız nüshanın doğruluğunu kanıtlayacak imzalı bir belge asla sunulmamıştı, dolayısıyla Galileo yasal açıdan güvende görünüyordu.Ancak Roma Engizisyonu’nun hâkimiyetini yitirmek istemediği ortadaydı ve sorgulamalar ilerledikçe, önceleri yetkililere karşı alaycı tutumlar takınan Galileo, uzlaşmak adına haksızlığa boyun eğmeye razı, yorgun ve mağlup bir adam görüntüsü çizmeye başladı. Davanın son celsesinde, Galileo’ya hangi evrenbilimsel sistemin doğru olduğuna inandığı soruldu. Galileo da, 1616’da yayınlanan buyruk öncesinde Batlamyus ve Kopernik arasında kararsız olduğunu söyleyip şöyle devam etti: “Buyruğun ardından, yetkililerin bilgeliğine güvendiğim için kararsızlığımdan arındım. O gün bugündür en doğru ve tartışılmaz olanın Batlamyus’un görüşü, yani Dünya’nın sabit olduğu yönündeki görüş olduğuna inana geldim.” Engizisyon Mahkemesi üyeleri ikna olmamışlardı ve Galileo’yu gerçek inançlarını itiraf etmeye zorlamaya çalışıyorlardı, ancak her seferinde benzer cevaplar veriyordu Galileo. Ayrıca Galileo’dan Diyalog’unu gözden geçirmesi isteniyor, buna karşılıkGalileo da bazı kısımlarda haddini aştığını itiraf ediyordu. Söylediklerinin yalan olduğunun, özellikle de 1616’dan beri Kopernikçi inançları benimsediği yönündeki ısrarının, Galileo’nun kendisi kadar Engizisyonüyeleri de farkındaydı büyük ihtimalle. Ne de olsa Diyalog’da açıkça Kopernik savunuluyordu.
Yasal birtakım ayrıntılar çerçevesinde yürütülen davada bilimsel meseleler gündeme getirilememişti. Galileo’ya yöneltilen suçlama “tehlikeli biçimde din karşıtı olmak” idi. Hüküm günü gelip çattığında Galileo bu işten artık sıyrılabileceğini sanıyordu. Dolayısıyla süresiz hapse mahkûm edildiğini işittiğinde çok şaşırdı. Ancak hüküm oldukça hafifti.Siena Başpiskoposu Piccolomini Galileo’nun “hapis cezasının”, kendisinin konforlu konağında infaz edilmesini sağlamıştı. Bir ziyaretçiye göre Galileo, “ipekle kaplı ve baştanbaşa süslü eşyalarla dolu bir odada”çalışıyordu. Galileo bir süre sonra Başpiskopos’un konağından ayrılarak Arcetri’de bulunan çiftliğine, oradan da ömrünün sonuna dek Engizisyon memurlarının göz hapsinde olacağı Floransa’daki evine gitti. Mahkemenin verdiği hükümde yer alan diğer yargılarsa, 1831 yılına kadar yasak kitaplar listesinde yer alacak olan Diyalog’un yasaklanması ve Galileo’nun “Kopernikçi görüşlerden yeminle vazgeçmesiydi”. Ayrıca Galileo’nun üç yıl boyunca pişmanlığa dair yedi mezmuru haftada bir defa ezberinden okuması emredilmişti. Galileo bu görevi, din adamlarının onayıyla, Carmelite rahibesi olan kızı Rahibe Marie Celeste’ye havale etti.
Mahkemenin kararları Galileo’yu üzmüştü, ama Başpiskopos Piccolomini’nin de teşvikleriyle, çoğunluk tarafından bilimsel kariyerinin en önemli çalışması kabul edilecek olan kitabı için çalışmalara da başlamıştı. Galileo, dinamik konusundaki bilimsel çalışmalarını açıkladığıbu eserine İki Yeni Bilim Üzerine Diyaloglaradını verdi. Kitap 1636’da,Galileo yetmiş iki yaşındayken tamamlandı ve gizlice Hollanda’ya sokularak Elsevier’ler tarafından basıldı. Galileo’nun bir yıl sonra önce bir gözü, ardından diğeri kör oldu, ama dikte yoluyla yeni kitabı için ilave bölümler yazdırmaya devam etti. Kızı Celeste’nin ölümü Galileo’ya bir darbe daha indirdi ve sağlık durumu kötüleşmeye başladı. Ancak yine de ömrünün sonuna dek, kendisini 1638’de ziyaret eden John Milton gibi pek çok saygın kimseyi huzuruna kabul etmeyi sürdürdü. Eserlerinin Avrupa’ya, özellikle çalışmaları Kuzey Avrupa’da takip edilen Mersenne adındaki Fransız keşişinin çalışmaları aracılığıylaulaşması Galileo için büyük teşvik kaynağı oldu. Elsevier’ler, Grand Düşes’e Mektup’un Latince tercümesini yayınladı ve böylece Galileo’nun, bilimsel bilgi ile Kutsal Kitap arasındaki ilişki konusundaki görüşleri daha geniş kitlelere ulaştı. Ancak Avrupa’nın dört bir yanındabulunan Cizvitler, Galileo’nun yazılarının basımını engellemek için ellerinden geleni yaptı.
Kesin olan şudur ki, Galileo, kilise yetkilileri kendisine karşı oldukça sert tutumlar takındıysalar da ömrünün sonuna dek inancına sadık kaldı. Galileo, mahkûmiyetini işiten ve kendisi adına Roma’da mücadele vermeyi teklif eden duyarlı bir Fransız arkadaşına yazdığı mektupta şöyle diyordu:
Beni daima huzurlu kılan iki husus vardır: Birincisi, yazılarımda Kutsal Kilise’ye saygısızlık sayılabilecek tek bir unsura bile rastlamanın mümkün olmamasıdır; ikincisiyse, ancak kendim ve cennetteki Tanrı’nın bildiği vicdanî huzurumdur. Ve Tanrı biliyor ki emek sarf ettiğim konularda bana kıyasla çok daha bilgece şeyler söylemiş olan kimseler olsa da, Kilise Babaları bile benim kadar Tanrı’ya hürmet etmiş, benim kadar kiliseyi savunmamıştır.
Galileo’nun, 9 Ocak 1642’de öldüğünde, hem görkemi ve yüceliği “bütün işlerinde muhteşem biçimde görülebilen” Tanrı’ya, hem de yeni gelişmekte olan bilimsel sistem için çok önemli olan “duyusal deneyimlerve deneylerle ispat” ilkelerine olan inancını koruduğu kesindi. Galileo şöyle yazıyordu: “Ne yönde giderse gitsin yaşamımızın Tanrı’nın bir armağanı olduğunu asla unutmamalıyız, çünkü Tanrı bizler için hiçbir şey yapmamayı da seçebilir. Öyle ki, talihsizlikleri bile yalnızca şükranla karşılamakla kalmamalı, Tanrı takdirine sonsuz minnet duymalıyız. Böylece dünyasal şeylere karşı aşırı sevdalı olmaktan kaçınabilir ve aklımızı göksel ve ilahi olana yöneltebiliriz.”
Öyleyse Galileo hakkında ne söyleyebiliriz? Kilise yetkilileriyle olan sürtüşmesi yüzyıllar içerisinde efsaneleştirilerek bilim ile inanç arasındaki “çatışma kuramına” dönüştürüldü. Ancak gördüğümüz üzere mevcut deliller böylesi bir yorumu desteklemez. Yaşanan çatışma, “bilim” ile “inanç” arasındaki bir ihtilaftan ziyade, rakip kuramların çekişmesiydi. Bu çekişme kapsamında Galileo, Katolik yetkililerin laik vedinsel alanlardaki bölünmelerle mücadele etmeye çalışırken benimsedikleri katı yaklaşımlara karşı, inanç ve doğa felsefesi arasındaki ilişkiye geleneksel Augustinci yaklaşımda getirilen yorumlamayı savunuyordu. Geçmişe dönüp baktığımızda, antik dönem filozoflarının mutlak yetkesini reddeden yeni doğa felsefesi ile bu filozofların öğretilerindenbirçok öğeyi dogmalarına eklemiş olan kilise arasında bir ihtilaf yaşanmasının önüne geçilmesinin neredeyse imkânsız olduğunu görüyoruz. Birbirine zıt, karmaşık siyasi akımların bir arada bulunduğu, güç veitibarın hamilikler ve entrikalar aracılığıyla elde edildiği bir toplumda baş gösteren bu ihtilafın odağında tartışmaya girmekten korkmayan bir adam vardı. Galileo, bilim ile inanç arasındaki bir çatışmanın değil, bilimsel araştırmalarda özgürlüğün gerekliliği ile otoriter rejimlerin dayattıkları sınırlamalar arasındaki ihtilafın simgesi niteliğindedir.
İlk Protestanlar Kopernikçiliğe karşı mıydı?
Bilim ile inanç arasındaki ilişkiye dair ilk tartışmaların bazısı 16 ve 17’nci yüzyıllarda değil, kendi gündemlerine uygun biçimde, bilimsel devrimin gelişimine dair kurmaca anlatılar geliştiren 19’uncu yüzyıl biyografi yazarlarının (hagiographer) yaratıcı zekâsının ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Çeşitli alanlardaki akademik yayınlarda yazan çok sayıda uzmanın sıklıkla ve kesin bir dille yineledikleri tespitleri göz ardı etmek kolay değildir. Örneğin, şu alıntılara bakalım:
Protestan kiliselerinin önderleri Kopernikçiliğe karşı doğrudan ve düşmanca bir tavır alıyorlardı… 1530 yıllarında Martin Luther, Kopenik’ten, oldukça küçümseyici biçimde, “Dünya’nın hareket ettiğini ve döndüğünü ispat etmek isteyen yeni astrolog” şeklinde bahsediyordu. Calvin de Commentary on Genesis (Yaratılış Kitabı Üzerine) adlı eserinde 93’üncü Mezmur’un ilk ayetini aktarıyor (“Dünya sağlam kurulmuş, sarsılmaz”) ve bu ayetten yola çıkarak, “Kopernik’in, Kutsal Ruh’tan daha yetkili olduğunu iddia etmeye kim cesaret edebilir?”4diye soruyordu.
Luther Kutsal Yazılar’dan alıntılar yaparak Kopernik’in hatalı olduğunu kanıtlamak istedi.5
Kopernikçi sisteme ilk saldıran Katolikler değil Luteryenler olmuştu.6
Gerçek şu ki, Katolik, Luteryen veya Kalvinist, genel itibariyle tüm dindar çevreler Kopernikçi yaklaşımı saçma buluyordu. Yetkili kabul edilen bütünmakamlar bu yaklaşıma karşıydı.7
Thomas Kuhn da şöyle diyordu:
Luther, Calvin ve Melancthon gibi Protestan önderler, Kopernik’e karşı Kutsal Yazılar’dan alıntılar yapan ve Kopernikçiler’in engellenmeleri konusunda ısrarcı olanların başında geliyordu.8
Bunlara benzer nice sayfalar dolusu alıntı sunulabilir9ve itiraf etmeliyim ki şahsen bu tespitlerin mevcut tarihsel verileri doğru olarak yansıttıklarına uzunca bir süre inanageldim. Ancak bazı hususlar beni şüpheye sevk ediyordu. Birincisi, aktarılan bu tespitlerin ya hiçbir kaynakla desteklenmiyor ya da güvenilirliği gayet kuşkulu olan tek bir tarihsel kaynağa dayandırılıyor olmasıydı. İkincisiyse, modern bilimin ilk olarak Protestanlığın egemen olduğu ortamlarda geliştiği, dolayısıyla Protestan hareketinin kurucularının bu yeni felsefeye yukarıda sözleri alıntılanan kimselerin önerdiği ölçüde karşı olmalarının mümkün olmadığı,çünkü bu durumda Protestanlığın modern bilim için uygun koşulları sağlayamayacağı yönündeki gözlemdi. Dahası, Reform hareketinin ardından, Katolikler, Kopernikçiliği Protestanlığın bir öğesi olarak görmeye başlamışlardı. Daha önce de belirtildiği üzere, 1624’te bir kardinal Kopernik konusunda karar verirken dikkatli olması gerektiği konusunda papayı uyarıyordu, çünkü bütün kâfirler onun görüşlerini benimsiyor ve mutlak doğru kabul ediyordu. Galileo da “en meşhur kâfirlerin” (Protestanları kast ediyor) Kopernikçi öğretiyi benimsediklerine inanıyordu.10Brooke ve Cantor’un işaret ettiği üzere, o dönemde “Galileo’yu, papalığa karşı başlatılan Venedik merkezli bir isyanın başındaolan Paola Sarpi adlı arkadaşıyla aynı taraklarda bezi olan gizli bir Protestan olarak görmek işten bile değildi.”11
Peki Martin Luther (1483-1546) ne düşünüyordu bu konuda? Lutherbir doğa felsefecisi değil, bir teologdu ve doğa felsefesine yüzeysel bir ilgiden daha fazlasını duymuş olabileceğine dair herhangi bir veriye rastlanmaz. Üstelik bu alana ilgi duyması için herhangi bir sebep de yoktu. Luther çağının adamıydı ve teolojik konularda Aristo’ya karşı ciddi bir kuşku beslese de, evren anlayışı söz konusu olduğunda muhtemelen çağdaşları gibi o da, dönemin baskın anlayışı olan Aristocu evren anlayışını benimsiyordu. Büyük bir doğa aşığıydı, bahçeciliğe düşkündü, çevresinde gördüğü ve Tanrı’nın yaratıcılığına atfettiği harika şeylere sıklıkla değinirdi. Luther gökbilime saygı duyuyor, astrolojiyiyse gülünç buluyordu. Bu görüşünü desteklemek üzere örnek olması için Yeşu ve Yakup’un doğumları sırasında gezegenlerin aynı konumlarda olmasına rağmen kişiliklerinin tamamen farklı olduğuna işaret ediyordu(aslında ilk olarak dördüncü yüzyılda Augustine’in kullandığı bir örnekti bu).
Luther 1520 yılından itibaren, çeşitli konuları münazara etmek üzereöğrencilerini belirli bir saatte bir araya toplardı. Anladığımız kadarıyla Luther’in bu münazaralar sırasındaki yorumlarını 1531 yılından itibarenilk defa kayda geçirmeye başlayan kişi, takipçilerinden biri olan Cordatus’tu. Bu uygulama çok geçmeden başkalarınca da tatbik edilmeye başlandı. Yorumları kayda geçiren bu kimseler, metinlerde düzeltmeleryapıyor, ezberlerinde kalandan eklemeler yapıyor ve üsluplarını iyileştiriyorlardı. Ayrıca öğrenciler hazırladıkları bu metinleri birbirleriyle paylaşıyordu; zamanla münazaraları aktaran birkaç farklı metin belirmeye başladı. Öyle anlaşılıyor ki Luther, ilk başlarda öğrencilerinin üniversitede verilen bir dersteymişçesine not tutmalarına göz yumuyordu. Öğrencilerin kayda geçirdikleri münazaraların birçoğu, şarabın ve Luther’in eşi Kate’in eşsiz ev yapımı birasının su gibi tüketildiği Luther’in evinde verilen yemekler sırasında cereyan ediyordu. Hiç kuşkusuz ki anın coşkusuyla veya şaka niyetine, Luther’in belki de asla yayınlanması uygun akademik materyal olarak görmeyeceği türde sözler dile getiriliyordu bu münazaralarda. Buna rağmen, Luther’in ölümünden yirmi yıl sonra, 1566’da, öğrencilerinden olan Johann Aurifaber, Table Talk (Masa Başı Sohbetleri) adı altında notlarını yayınladı. Bu metin 1914 yılına dek Luther’in evinde yapılan bu münazaralar konusunda fikir veren tek kaynak olacaktı. Ne yazık ki Aurifaber, yalnızca 1545-46 yıllarında münazaralarda not tutmuştu. Metnin geri kalanıysa başka kimselerin notlarından alınmıştı; üstelik bu kaynaklar da ikinci veya üçüncü elden aktarılmıştı. Ancak Anton Lauterbach gibi daha dikkatli biçimde kayıt tutanlar da olmuştu. Lauterbach’ın notlarından hazırlanan Table Talk(Masa Başı Sohbetleri) 1916’da yayınlandı; gerçi kitabın bu uyarlamasında da birtakım hatalar vardı.12
Lauterbach’ın günlüğüne göre 4 Haziran 1539’da Luther bir “masa başı sohbeti” tertiplemiş ve iddiaya göre bu sohbet sırasında Kopernik hakkında küçültücü yorumlarda bulunmuştu. Bu tarih önemlidir, çünküaynı yılın ilkbaharında, Wittenberg’in genç matematik öğretmeni Georg Rheticus, altmış altı yaşındaki Kopernik’in bizzat kendisinden en yeni gökbilim kuramları konusunda bilgi almak üzere Frauenberg’e gitmişti. Daha evvelden belirttiğimiz üzere, Protestan olan Rheticus, Kopernikçi kuramları benimseyerek ateşli biçimde savunmaya başlamış ve De Revolutionibus(Gökkürelerin Dönüşü) adlı eserini yayınlaması konusunda Kopernik’i ikna edenlerin başında gelmişti. Luther’in, bu arkadaşının üniversiteden ayrılışından haberdar olması olasıdır ve masa başı sohbetlerinde yeni kuramların konu edilmesi de bundan kaynaklanıyor olabilir. Kopernik’in 1510-14 yılları arasında fikirlerinden bazısını Commentariolus adı altında taslak niteliğindeki bir elyazmasında topladığı bilinmekte, ancak asla yayınlanmayan bu elyazmasının sayılı nüshasınıhangi akademisyenlere gönderdiği bilinmemektedir. Bu elyazması pek ses getirmemişti ve Luther’in eline geçmiş olması da pek olası değildi. Dolayısıyla söz konusu masa başı sohbeti sırasında konuşulanların çoğu rivayetten ibaretti, çünkü Kopernik’in yayınlanmış bir eseri bulunmuyordu henüz.
Luther gerçekte ne söylemişti söz konusu sohbette? Maalesef bu soruya kesin bir cevap veremiyoruz, çünkü Table Talk’ın(Masa Başı Sohbetleri) iki uyarlaması bu hususta çelişir. Daha güvenilir olan Lauterbach’ın kayıtlarına göre yemek sırasında, yepyeni fikirleri olan yeni bir astrologdan (o dönemde astrolog ile astronom [gökbilimci] terimleri henüz birbirinden kesin biçimde ayırt edilmiş değildi) söz açılmıştı ve kayıtlara göre Luther şöyle bir yorumda bulunmuştu:
Akıllı olmak isteyen, başkalarınca takdir edilen fikirleri benimsememelidir.Kendi fikirlerini üretmelidir. Gökbilimi tepetaklak etmek isteyen o adamın yaptığı da budur işte. Düzensizliğin baş gösterdiği bu tür durumlarda bile Kutsal Yazılar’a inanırım, çünkü Yeşu yeryüzünün değil, Güneş’in sabit durmasını buyurmuştur.13
Bu alıntının kaynağında Kopernik’in adına rastlanmasa da, söz konusu yemekli sohbetin Rheticus’un Kopernik’i ziyaret etmek üzere yola koyulmasından kısa süre sonra tertip edilmiş olması, sohbette bahsi geçengökbilimcinin Kopernik olması olasılığının oldukça yüksek olduğuna işaret eder. Daha az güvenilir olan Aurifaber’in kayıtlarına dayananTable Talk’taysa(Masa Başı Sohbetleri), yukarıdaki alıntıda geçen “o adam” tabirinin yerine “o ahmak” tabiri geçer. İşte söz konusu sohbetin bu şekilde aktarıldığı kitabın bu uyarlaması Luther’i Kopernik karşıtlığıyla suçlamak için sıkça kaynak gösterilmiştir.
Günmerkezlilik kuramını doğrulayan herhangi bir delilin henüz yayınlanmış olmadığı düşünülürse, Luther’in o dönemde işitildiğinde tuhaf ve mantıksız bir söylenti kabul edilmesi şaşırtıcı olmayan bu kurama başlangıçta şüpheyle yaklaşmış olması gayet olasıdır. 1539’da Kopernikçi kuramı ispat eden dolaysız bir delil sunulmamıştı. Ancak Table Talk’ın(Masa Başı Sohbetleri) hangi uyarlaması doğru olursa olsun veya her ikisi de yanlış olsa bile, Luther’in yayınlanan eserlerinde yeni gökbilim akımına karşı herhangi bir düşmanca tavra rastlanmaz. James Atkinson’un da vurguladığı üzere, “Luther konusunda uzman akademisyenler, Luther’in kendi yazılarında doğrulanmadığı takdirde masa başı sohbetlerinde geçtiği iddia edilen ifadeleri doğru kabul etmezler.”14Aslında Luther yayınlanan onca çalışmasında Kopernik’ten tek bir defa bile bahsetmemişti. Ayrıca Kopernik’in kuramları ancak 1540 yılında basılabilmiş (gerçi Rheticus daha önceden taslak mahiyetinde bir çalışma yayınlamıştı), Luther ise bundan birkaç yıl sonra ölmüştü, dolayısıyla Kopernik’in kuramlarına verilen tepkide Luther’in görüşlerinin bir etkisinin olduğunu söylemek gerçekçi değildir.
Luther’in gökbilim ve Kutsal Kitap yorumlamaları konusunda eserlerinde yansıttığı görüşlerinin, yukarıda geçen ve Table Talk’tan(MasaBaşı Sohbetleri) alıntılanan görüşleriyle hiç örtüşmüyor olması da ilginçtir. Luther bilim, felsefe, matematik ve teoloji alanlarında eğitimliydi ve bu alanlardaki güncel gelişmelerden haberdardı. Doğa felsefesiile teoloji arasındaki ilişkiyi, bu disiplinlerin her birinin kendi kurallarına (teknik diline) uygun biçimde uygulanmaları gerektiği şeklindeki bilgece bir yaklaşımla yorumluyordu:
[Kutsal Kitap çalışmalarında] Kutsal Ruh’un kendini ifade ediş tarzını algılamayı öğrenmek gerekir. Diğer bilimlerde de, gerekli teknik dil öğrenilmediği takdirde başarılı olmak mümkün değildir. Dolayısıyla hukukçuların,doktorlarınkinden ve felsefecilerinkinden farklı, kendilerine has terminolojileri vardır. Öte yandan bütün bu bilim dallarının, başka mesleklerden gelen kimselerin anlayamayacağı, kendilerine has bir teknik dilleri de vardır. Hiçbir bilim dalı bir başka bilim dalının önünü kesmemeli, her bilim dalı kendi işleyiş biçimine ve kendi terimlerine sahip olmalıdır.15
Dolayısıyla Luther teolojinin yaratılmış düzenin ilahi kökenlerini arama görevini üstlenmesi gerektiğini, gökbilimcilerinse Tanrı’nın yarattığı evreni tanımlama işiyle meşgul olmaları gerektiğini düşünüyordu:
Bu konularda [Güneş, Ay, yıldızlar, vs.] nelerden bahsetmenin mümkün olduğu konusunda bilgi alınması gereken en uygun uzmanlar gökbilimcilerdir. Yaşamın varlığı için gerekli olan bu zarif cisimlerde [Güneş ve Ay] Tanrı’nın iyiliğini ve gücünü görebiliyor olmak bana yeter.16
Luther bu tespitinde gökbilime eleştirel yaklaşmanın aksine, gökbilimcilerden “uzmanlar” şeklinde bahsederek onları fazlasıyla över!
Belki de daha önemlisi, ilk Protestanlar arasında olup bizzat kendileri matematikçi veya doğa felsefecisi olan kimselerin görüşleridir. Bu kimseler arasında Kopernik’i coşkulu biçimde savunanlar da olmuş (Rheticus, Kepler), Philip Melancthon (1497-1560) gibi ilk başta kuşkuyla karşılayan, ama ardından gönülsüz biçimde kabul etmek zorundakalanlar da olmuştu. Melancthon bir doğa felsefecisi değildi, ama Almanya’da Reform hareketinin eğitim alanında gerektirdiği yeniliklere öncülük eden yetenekli bir öğretmen ve yöneticiydi. Rheticus, Kopernik’in yanında iki buçuk yıl kaldıktan sonra 1542’de Wittenberg’e ateşli bir Kopernik savunucu olarak dönüyordu. Kepler gibi o da, Kopernik’in sisteminde gözlenebilen “hareketler ve küreler arasındaki etkileyici bağlantı ve simetrinin” sergilediği zarafete hayran kalmıştı. Rheticus, Kutsal Kitap ile Kopernikçi kuramların uyumlu olduğunu ispat etmek üzere, Kutsal Yazılar ve Dünya’nın Hareketi Üzerine İncelemeadlı eserini yazmaya koyuldu; yıllarca aranıp bulunamayan bu eser, kısa süre önce tekrar keşfedildi.17
Luteryen olan Kepler de daha önceden belirttiğimiz üzere Rheticus gibi Kopernikçiliği içtenlikle benimsiyordu. Kepler’in Kopernik’i keşfi,Tübingen’deki Protestan üniversitesinde gökbilim konusunda ona eğitim veren ve kendisi de Kopernik’in kuramlarına inanan öğretmeni Michael Mastlin aracılığıyla oldu. Tübingen Üniversitesi’ndeki eğitimi hakkında yazdığında, “Sık sık Kopernik’in görüşlerini savundum” diyordu. Kepler, Gratz’ta öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamasınınbir yıl ardından bütün evrenin, üçgen, kare vb. geometrik şekillerden oluştuğu inancına (bu inancın yanlış olduğu ortaya çıkacaktı) kapılmıştı. Hatta bu inancından yola çıkarak, gezegenlerin yörüngelerinin de böylesi matematiksel formları kapsadıklarını ispat etmeye çalışacağı bir projeye girişmiş ve daha sonra bu projeyi Mysterium Cosmographicum(1596) adı altında yayınlamıştır. Bu eserine yazdığı önsözde şöyle diyordu Kepler:
Yaz döneminin neredeyse tümünü bu ağır işe harcadım. Sonunda önemsiz sayılabilecek bir olay vesilesiyle gerçeğe çok yaklaştım. Bütün çabalarımarağmen edinemediğim bilgiyi tesadüf eseri keşfetmemi mümkün kılan koşulları hazırlayanın İlahi Takdir olduğuna inanıyorum. Özellikle de Tanrı’ya, Kopernik’in söyledikleri gerçekleri yansıtıyorsa benim planımı da başarıya ulaştırması için sürekli dua etmiş olmam bu konudaki inancımı dahada sağlam kılıyor.18
Kepler daha sonra varsayımı konusunda bilgilendirmek üzere arkadaşına yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Keşfimi, Kopernik’in yüksek sunakta kurbanlar sunduğu tapınağın kapısını korumak üzere kullanmakbeni hoşnut ediyor.”19Kepler evrenin temelinde yatan matematiksel ilkeleri keşfetmeyi adeta dinsel bir görev gibi görüyordu. Bu arada İngiltere’deyse Kopernik savunuculuğunu üstlenen, Perfit Description of the Caelestiall Orbes adlı eserinde, Kopernik’in De Revolutionibus’unun (Gökkürelerin Dönüşü) ilk kitabını yorumlayan ve Püriten mezhebinden olan Thomas Digges (1546-95?) olmuştu.
Peki ya Calvin’in (1509-64) Koperik’e karşı, yukarıda bahsi geçen olumsuz yaklaşımına ne demeli? Bu sorunun cevabı şaşırtıcı derecede basittir. Calvin’in “Yaratılış Kitabı Üzerine” adlı çalışmasında geçtiği iddia edilen tehditkâr sözler (“Kopernik’in, Kutsal Ruh’tan daha yetkili olduğunu iddia etmeye kim cesaret edebilir?”) tamamen uydurmadır. Bu sözlere ilk defa 188620yılında F. W. Farrar’ın bir çalışmasında rastlanır. O tarihe kadarsa yıllar boyunca, orijinal kaynak metni araştırma zahmetine girmeyecek kadar tembel olan başka yazarlar tarafından bıkmadan, sıkılmadan aktarılmıştır.21Aslında Calvin’in çok sayıdaki yazısında Kopernik’ten tek bir defa bile bahsedilmez, hatta Calvin’in Kopernik’in adını işitmiş olup olmadığı bile şüphelidir. Luther gibi kendisi de teolog olan Calvin, ömrünü Reform sürecinin ilerlemesini sağlamaya adamıştı ve doğa felsefesi (saygı duysa da) yaşamının belirleyici unsurlarından değildi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, o dönemde Avrupa’da Kopernikçi kuramlara kulak asan pek olmamıştı ve anladığımız kadarıyla Calvin de gökbilim söz konusu olduğunda skolastik yaklaşımın sunduğu ve çoğunluğun doğru kabul ettiği anlayışı benimsiyordu. Ancak daha sonraki dönemlerde teolojik konularda kendilerine kılavuz olabileceğini umarak Calvin’in yazılarını inceleyen doğa felsefecilerine göre, bu yazılarda doğal dünyanın araştırılmasını teşvik eden tespitler yer alıyordu. Calvin’in teoloji anlayışının merkezinde Kutsal Kitap’ın insanın bütün yeteneklerini Tanrı’yı yüceltmeye yönelik kullanması gerektiği yönündeki vurgusu yer alıyordu. Tabii ki akıl (düşünebilme) da bu yeteneklerden biriydi. Doğayı araştırma işini boş vermek, Tanrı’nın işlerini incelerken Tanrı’yı unutmak kadar büyük bir suçtu. Yaratılmış dünya konusunda bilgi edinmenin yalnızca kibirliliğe sebep olabileceğine inanan bilim karşıtlarıysa, bu bilginin “Tanrı’yı ve yaşamın işleyişini daha iyi anlamayı” sağlayabildiğini fark etmedikleri için eleştiriliyordu.22
Gökbilim yalnızca hoş bir uğraş değil, işe yarar bilgiler de sunan bir uğraştır: Bu uğraşın, Tanrı’nın takdire şayan bilgeliğini gözler önüne serdiğini inkâr etmek mümkün değildir. Dolayısıyla bu yönde çalışmalar yürüten akıllı adamlar övülmeli, imkânı ve vakti olan kimseler de bu çalışmaları takip etmelidir.23
Calvin, nerede keşfedilirse edilsin gerçeğin takdir edilmesi gerektiğine gönülden inanıyordu ve bu inancını şu temele dayandırıyordu: “Gerçeğin tek kaynağının Tanrı’nın Ruhu olduğuna inanıyorsak, nerede karşımıza çıkarsa çıksın bu Gerçeği ne hor görebilir ne de reddedebiliriz.”Kalvinci şair Johan Brune de biraz daha renkli bir dille aynı hususu vurguluyordu: “Bir Türk’te veya Tatar’da olsa bile, Gerçeğe nerede rastlarsak rastlayalım dört elle sarılmalıyız… aslanın ağzında bile olsa bal peteğine erişmeye çalışmalıyız.” Bu sözlerin, Türkler’in Viyana kapılarına dayandıkları ve bütün Avrupa için tehdit oluşturdukları bir dönemde kaleme alındıkları düşünülürse, yayınlanmalarının ne denli cesaret gerektirdiği tahmin edilebilir!24
Özetlemek gerekirse, ilk Protestan düşünürlerin Kopernikçiliğe karşı farklı bakış açılarının olduğu ve “çatışma kuramını” savunan metinlerden türetilen ve bu bölümün başında sunulan geniş kapsamlı iddiaları destekleyecek pek fazla bir delile rastlanmadığı söylenebilir. Bu Protestan düşünürler arasında, Reform hareketiyle meşgul olmaları nedeniyle yeni gökbilimi ancak üstünkörü bir şekilde ele alabilen Luther ve Calvin’in yanı sıra, Kopernik’e olan bağlılıklarıyla günmerkezlilik dünya görüşünün kabul edilmesinde önemli rol oynayan doğa felsefecileri Rheticus ve Kepler sayılabilir.
Kutsal Kitap ve modern bilimin ilk dönemleri
Reform sürecinde, Kutsal Kitap’ın ve doğal dünyanın yorumlanmasında mecazi yaklaşımdan uzaklaşıldığına, daha önceleri derin sembolik ahlâki veya ruhsal anlamlar yüklenen olguların artık yalnızca kendi yalın anlamlarıyla değerlendirilmeye başlandıklarına bir önceki bölümde zaten değindik. Bu yeni anlayış, 16 ve 17’nci yüzyıl bilimsel ve teolojik yazınlarında, Kutsal Kitap’ın yalnızca teoloji, tarih ve ahlâk konusundamı, yoksa gökbilim dâhil olmak üzere doğa felsefesi konusunda da mı öğretici olduğu tartışmasının hüküm sürmesine sebep oldu. O dönemde yaratılış anlatısının teolojik açıdan “Tanrı’nın düşüncelerini anlamaya çalışmanın” gerekliliğine işaret ettiğinden şüphe eden yoktu, ancak Kutsal Kitap’tan bilimsel bilgi elde etmenin mümkün olup olmadığı hâlâ bir soru işaretiydi.
Günümüz koşullarında bu soru tuhaf görünebilir. Kutsal Kitap’a bir dizi eski metin olarak bakıldığında, şiir, tarihsel anlatılar, mektuplar ve teolojik makaleler gibi çeşitli yazın türleri içerdiği görülür. Bu metinlerin hepsi modern bilim hareketinden en az 1400 yıl önce kaleme alınmıştır. Dolayısıyla bu metinlerde yer alan anlatıların zorla, bugün modern bilim diye adlandırdığımız sürekli yenilenen üretilmiş bilgi yığınına katkı sağlamak üzere kullanılmaya çalışılmaları bize çok garip gelir. Shakespeare’in Macbeth karakteri, 17’nci yüzyıl başlarında, “Ey sağlam ve yerleşik dünya, adımlarımı hangi yönde attığımı işitme ki bastığım taşlar yerimi ona buna bildirmesinler” (Macbeth, 2. Perde, 1. Sahne, Inverness kalesinin avlusunda) diye yakardığında, bildiğimiz kadarıyla çağdaşları Shakespeare’i Kopernik karşıtı olmakla veya dünyanın kulakları olduğunu ve atılan adımları işitebildiğini düşünmekle suçlamamışlardı. Ancak aynı dönemde yaşayan bazı kimseler, doğa felsefesi alanında ortaya atılan yeni kuramları desteklemek veya çürütmek için Kutsal Kitap’ın şairane ayetlerinden alıntılar yapma yoluna gidiyordu. İnsanları böylesine kaba literal yorumlamalara iten neydi?
Bu sorunun cevabı bir ölçüde Orta Çağ skolastik anlayışı çerçevesinde gelişen alışkanlıklarda bulunabilir. Daha önce de belirtildiği üzere, antik dönem metinlerinin ortaya çıkarılarak tercüme edilmesi ve bu “keşiflerden” yola çıkılarak büyük mantıksal tasarıların oluşturulması, skolastik sistemin can damarıydı. Kutsal Kitap genel itibariyle Orta Çağ Avrupası’nın yerel dillerine tercüme edilmemişti. Tercüme edilmesine,Kutsal Kitap’ı sıradan insanların anlayabileceği şekilde yorumlamanın profesyonel teologların işi olduğu vurgulanarak karşı çıkılıyordu. Dolayısıyla Kutsal Kitap’ı, içeriğine ancak gerekli eğitimden geçmiş olan kimselerin erişebildiği Grek filozofların kaleminden çıkan antik dönemmetinleriyle aynı kefeye koyma eğilimi egemendi. Bu anlayış, akademik çevrelerin, metinlere çeşitli mecazi anlamlar atfettikleri geniş çaplıyorumlamalar kurgulamayı alışkanlık haline getirmelerinde etkili oldu.Daha sonraları Reform hareketi sonucunda, bölgesel dillere tercüme edilmesi ve her bireyin, Kutsal Ruh’un yol göstericiliğiyle kendi yorumunu getirme hakkına sahip olduğunun vurgulanması sayesinde Kutsal Kitap’a erişmek çok daha kolay oldu. Kutsal Kitap metninin mecazadayalı yorumlamalarına Reform sürecinde yöneltilen eleştiriler bir yandan da ters tepiyor ve şiir olarak yazıldıkları apaçık olan bölümlerin bile doğal dünyaya dair gerçekler içeren kaynaklarmışçasına araştırılmalarına yol açıyordu.
16 ve 17’nci yüzyıl doğa felsefecilerinin, Kutsal Kitap yorumlamalarında yaşanan bu değişime tepkileri, kendi felsefelerini “uyumlulaştırma” kuramı uyarınca Kutsal Kitap öğretisiyle uyumlu kılmak oldu. Rheticus’un, Kutsal Yazılar ve Dünya’nın Hareketi Üzerine İncelemeadlı eserinde açıkladığı üzere, bu fikre ilk defa dördüncü yüzyılda Augustinus’un yazılarında rastlanır. Rheticus’a göre Augustinus, “Kutsal Yazılar’ın insanlarca anlaşılabilmesi için yaygın olarak kullanılan üsluplar, deyişler veya öğretim yöntemlerini içerecek biçimde yazıldığını hesaba katar”. Dolayısıyla “Tanrı’nın eseri, yani Her Şeye Gücü Yeten Mimar’ın eseri kabul ettiğimiz doğanın gizemleri, savlarla değil araştırmalarla ele alınmalıdır.” Galileo da, Grand Düşes Christina’ya Mektup’unda aynı konuya işaret ediyor ve Augustinus’a göre Eski ve Yeni Antlaşma yazarlarının gökbilimsel gerçeklerin farkında olduklarını yazıyordu:
Göklerin/cennetin görkemi huzurunda, yazarlarımızın gerçeği bildiklerini, ama Kutsal Ruh’un kurtuluş için kimseye faydası olmayan şeylerin insanlarca bilinmesini istemediğini söylemek mümkündür.25
Augustinusçu görüşe göre, Kutsal Kitap’ın işlevi gökbilim kuramları sağlamak değil, insanlara kurtuluş yolunu açıklamaktı; ne de olsa gökbilim kuramları insanların çoğunluğunca anlaşılamazdı. Galileo, öne sürdüğü görüşleri Mezmurlar’ın şairane ayetlerinden (örneğin, Mezmur 93:1, “Dünya sağlam kurulmuş, sarsılmaz”) alıntılar yaparak çürütmeye çalışan karşıtlarına kızıyordu. Günümüzde artık bu bölümlerin şiirsel beyitler halinde kaydedilmiş tapınma ilahileri olduklarının gayet açık olduğunu ve Shakespeare’in Macbeth’i ne denli bilimsel bir metin ise bunların da ancak o kadar bilimsel olabileceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yılların skolastik metin yorumlamaları geleneği çerçevesinde Galileo’nun karşıtlarına verdiği cevap oldukça farklıydı. Galileo, eğer isteseydi Tanrı’nın Kutsal Kitap’ta bilimsel gerçekleri ifşa etmeyi seçebileceğini, ancak neticede vahyini genel okuyucunun sınırlı anlayışına uygun biçimde uyarlayarak sunmayı tercih ettiğini savunmuştu.
Bu dönemde uyumlulaştırma ilkesinin yaygın olarak kabul edilmesinde, Calvin’in Protestan doğa felsefecileri hakkında yazdıklarının da bir ölçüde etkisi oldu. Calvin’in belirttiği üzere, Musa “yazılarını halk dilinde yazıyordu”. Kutsal Kitap “sıradan insanlar için yazılmış bir kitaptır” ve “gökbilim ve karmaşık ilimleri öğrenmek isteyenler, başka kapıya gitsinler” diyordu Calvin.26
Kutsal Ruh’un gökbilim üzerine ders vermek gibi bir niyeti yoktu ve buyruklarını en sıradan ve eğitimsiz kimselerin bile kolayca anlayabileceği şekilde iletebilmek için Musa ve diğer peygamberler aracılığıyla halk dilini kullandı… Kutsal Ruh, sıradan ve cahil kimselere hitaben anlayamayacakları bir dil kullanmaktansa çocuk diliyle konuşmayı tercih eder.27
Edward Wright da, İngiltere’nin modern bilime ilk büyük katkısı mahiyetinde olan William Gilbert’in De Magnete (1600) adlı eserine yazdığı önsözde aynı hususu vurguluyordu. Yazdığı önsözde, Gilbert’in Dünya’nın hareketi konusundaki görüşlerini savunan Wright, Musa’nın asla matematik ve fizik kuramları sunmak gibi bir amacının olmadığını,“sıradan insanların anlayış ve konuşma biçimlerini benimsemeyi” tercihettiğini söylüyordu. Yazılarında sık sık Calvin’in yorumlamalarına değinen İngiliz Kraliyet Cemiyeti’nin ilk üyelerinden olan John Wilkins şöyle diyordu:
Kutsal Yazılar’ı felsefi tartışmalardan muaf tutabilsek; yazılış amacı çerçevesinde, yani iman ve söz dinleme konusunda bir kaide olarak kusursuz olduğunu kabul edip kendi aklımız ve deneyimlerimizle keşfetmemiz gereken doğal gerçekler konusunda belirleyici olduğunu öne sürmeye kalkışmasak bizler için daha iyi olurdu.28
Wilkins, “Kutsal Yazılar’da doğanın gizemlerine cevap aranmasına veya Kutsal Yazılar’da geçen tüm ifadelerin felsefe kuralları çerçevesinde incelenmesine” karşıydı ve olguların “özlerini değil, görünüşlerini, yani sıradan insanlarca anlaşılanı” yansıtan Kutsal Kitap’ta ne Aristoculuğa ne de Kopernikçiliğe rastlamadığını ifade ediyordu. Kepler, Yeni Gökbilim(1609) adlı eserini yazdığında, Kutsal Kitap yazarlarınınöykülerini insanların gözleriyle gördüklerine uygun biçimde tasarladıklarını söylüyordu. Dolayısıyla, Vaiz 1:5’te, “Güneş doğar, güneş batar, hep doğduğu yere koşar” ifadesi için şöyle der Kepler: “Yaşamın öyküsü hep aynıdır; dünyada değişen bir şey yok. Fiziksel konularda herhangi bir bilgi verilmez [Kutsal Kitap’ta]. Verilen, ahlâki bir mesajdır.”29
Uyumlulaştırma kuramının, doğa felsefecilerince, dinsel inanca tehdit oluşturduğuna inandıkları yeni gelişmekte olan “mekanikçi felsefeye” karşı Kutsal Kitap’ın yetkisini savunmak üzere son anda geliştirilensilah olduğu düşünülmüştür. Ancak doğa felsefecileri durumu böyle yorumlamıyordu. Yaygın kanı, Musa ve diğer Kutsal Kitap yazarlarının, modern bilimin henüz yeni keşfettiği şeyleri o zamandan bildikleri, ama sıradan halkın anlayacağı dilde konuşmayı tercih ettikleri yönündeydi. Kimileriyse yeni doğa felsefesinin Kutsal Kitap metnini daha anlaşılır kılabileceğini ve o güne kadarki mecazi yorumlamaların, okuyucuların metinde var olan bilimsel bilgiyi görmelerine yüzyıllardır engel olduğunu düşünüyordu. Isaac Newton, bilim alanında yapılan yeni keşiflerin aslında antik dönem filozoflarınca gayet iyi bilinen gerçekler (atom kuramı, boşluğun varlığı ve evrensel çekim dâhil) olduklarını savunuyordu. Yazıları Newton’un görüşlerinin biçimlenmesinde etkili olan Cambridgeli Platoncu Henry More, Boyle’un parçacıklar kuramının ve Kopernikçi güneş sistemi anlayışının ve başka bilimsel kuramların Musa’nın yazılarında görülebildiğine inanıyordu. Ancak yukarıdada belirttiğimiz üzere, doğa felsefecilerinin büyük çoğunluğu Kutsal Kitap’ta bilimsel gerçekler aramanın doğru olmadığını vurguluyordu.
Öyle görünüyor ki, uyumlulaştırma kuramı, dönemin doğa felsefecilerinin neredeyse tümünce kabul görecek kadar nüfuz kazanmıştı. İlkdoğa felsefecileri gibi yüzyıllardır egemen olan Orta Çağ skolastik anlayışıyla mücadele etmek zorunda kalmadığımız için uyumlulaştırma kuramı bizlere garip geliyor olabilir. Ancak bugün dönüp baktığımızdageçmişte din ile bilimin hangi bilgileri sağladıklarının belirlenmesinde önemli bir rol oynadığını görüyoruz. 17’nci yüzyıl doğa felsefecilerininyaygın kanısı, Kutsal Kitap’ın doğa felsefesini ilgilendiren konularda bilgi alınabilecek bir çeşit bilimsel ders kitabı olmadığıyönündeydi. Esinlenilmiş bu metnin daha ziyade teolojik ve ahlâki bir işlevi vardı. Üstelik ancak yazıldığı dönemin tarihsel koşullarını ve kullanılan edebî üslubu hesaba katarak okuyanlarca anlaşılabilirdi. George Hughes şöyle yazıyordu: “Musa’nın tasarısı insanları doğal ve matematiksel bilgiler konusunda değil, onları kurtuluş konusunda bilge kılacak konularda yetkinleştirmekti.” Yahut da Galileo’nun şu özlü sözleriyle ifade etmek gerekirse: “Kutsal Ruh’un amacı bizlere cennetin nasıl işlediğini değil,cennete nasıl gidileceğini öğretmektir.”
Mekanizma ve anlam
İlk doğa felsefecileri Dünya’yı veya evreni, saat gibi tıkır tıkır işleyen dev bir makineye benzetirdi. Günümüzde “mekanizma” fikri gündeme getirildiğinde genellikle “anlam” kavramının karşıtıymış gibi sunulmaktadır. Ancak ilginçtir ki bu anlayış ilk doğa felsefecileri arasında pek de yaygın değildi aslında. Evrenin dev bir makine olduğu ve doğa felsefesinin bu makinenin mekanizmalarını tanımlamayı mümkün kılabileceği yönündeki anlayışın Atomcu Grek filozoflarının mirası olduğu ve Avrupalı teologların da, Tanrı’nın yaratıcı faaliyetlerine olan inanca zarar vereceğini düşündükleri için bu anlayışa karşı çıktıkları öne sürülmüştür. Ancak yakından incelendiğinde bu önermenin kusurlu olduğu görülür.
Aksine, 17’nci yüzyılın ikinci yarısında yükselişe geçen yeni mekanikçi felsefeyi en fazla benimseyenler, bilim anlayışlarında Tanrı inancını merkeze oturtan doğa felsefecileri olmuştur. Mekanik terimlerle yapılan benzetmelerin bir anda rağbet görmeye başlamasının ardında yatan sebeplerin ne olduğu tarihçiler arasında çokça tartışılagelmiştir. Anladığımız kadarıyla Hıristiyanlık’ın Tanrı inancı, yeni mekanikçi felsefenin gelişimini destekliyordu ve belki de bu felsefenin modern bilimhareketinin erken safhalarında etkin olmasında, başka birtakım etkenlerle birlikte önemli rol oynuyordu. Bu felsefenin gelişiminde atomcu Grek filozoflarının katkısını inkâr etmek mümkün değildir. Lukretius’un De Rerum Naturaadlı şiiri 1417’de yeniden keşfedilmiş ve 1600 yılına dek otuzu aşkın baskısı yayınlanmıştı. Ancak Tanrı’nın evreni yaratırken temel yapıtaşı olarak atomları kullanmayı tercih etmiş olması sebebiyle Hıristiyan öğretisinin Aristoculuğa kıyasla atomculukla çok daha uyumlu olduğunu düşünen Katolik rahip Pierre Gassendi (1592-1655), Grek atomculuğunu “teist düşüncenin eleğinden” geçirdi. Lukretius’un maddeci felsefeyi desteklemek üzere kullandığı atomcu anlayış yeni yorumlanışıyla mekanikçi felsefenin bir öğesi oluyordu. 17’nci yüzyıl teizmi öylesine etkindi ki, çok geçmeden atomcu anlayış bile Tanrı inancını savunmak üzere kullanılır hale gelmişti. Bacon şöyle diyordu:
Ateist olmakla en fazla suçlanan o okul bile, yani Lefkippos, Demokritus ve Epikür’ün okulu bile aslında dine yakındır; ne de olsa uygun biçimde veebediyen var olacak biçimde yerleştirilen dört değişken ve bir sabit elementin Tanrı’ya ihtiyaç duymayacakları düşüncesi, yerleştirilmiş olmayan sonsuz sayıdaki küçük parçacık veya tohumların, bu düzeni ve güzelliği ilahi bir denetçi olmaksızın üretebilmiş olabileceği düşüncesinden daha makuldür…30
İsim babalığı, ilk ve en coşkulu savunucularından olan Robert Boyle’a ait olan “mekanikçi felsefenin” en önemli öğeleri neydi peki? Bu öğeleri ayırt etmenin en kolay yolu, mekanikçi felsefenin 17’nci yüzyılda tahtından ettiği Rönesans Doğalcılığına göz atmak olacaktır. Grekler’inmirası niteliğindeki Rönesans görüşünde dünyanın içten içe gizemli olduğu ve insan aklının bu gizemli dünyanın sırlarına erişmekte yetersiz kaldığı anlayışı hâkimdi. Bu görüş çerçevesinde, akıl ve ruhun bazı özelliklerini taşıyan “Nihai Gerçek” evrende var olan her şey ve herkesin varlığını mümkün kılan faal ilke (unsur) kabul ediliyordu. Akıl ile madde, ruh ile beden arasında kesin ayırımlar yapılmıyor; gezegenlerincanlı olduğuna inanılıyor; dünyanın büyülü işaretlerle, “özler” ve “etkenlerle” dolu olduğuna; kanın yaşamsal ruhlar içerdiğine; evrenin matematiksel uyum üzerine inşa edildiğine; “empatilerin” birbirinden çok uzakta bulunan nesneleri beklenmedik biçimde ilişkilendirebildiklerineinanılıyordu. Olguların izah edilmesinde, hangi amaçlara hizmet ettikleri önemli kabul ediliyordu. Taşlar, kendileriyle aynı türden olan maddelerin yanına dönebilmek için yere düşerdi.
Bu düşünce biçimi, Paracelsus ve Van Helmont’un savundukları ve 17’nci yüzyılda yaygın biçimde kabul gören, bir yarayı iyileştirmenin en uygun yolunun yaraya merhem sürmek değil, yaraya sebep olan kanlı silahı elden geçirmek olduğu yönündeki inançta açıkça görülür. William Foster, bu “silah yatıştırma” işlemini izah ederken, silahın üzerine bulaşmış olan kanın içerisindeki yaşamsal ruhlar ile yaralının bedeninde kalan kan arasında “sempatiye dayalı bir uyum” olduğunu ileri sürüyordu. Dolayısıyla nasıl ki “Güneş ışınları gökler ile yeryüzü arasında haberci görevi görüyorsa”, silahın temizlenmesi de “görünmez doğrusal bir bağlantı” aracılığıyla yaralı kimseye iyileştirici bir güç aktarabiliyordu.31Van Helmont, katledilen bir adamın kanının katil yaklaştığında akmasını, kandaki ruhun, ölümcül düşmanın varlığı karşısında öfkeden köpürmesi ve neticede vücuttan fışkırması şeklinde izah ederdi.
Ancak 17’nci yüzyılın sonların doğru olguların izahatında, “organizmalara” dayalı açıklamaların yerini mekanik açıklamalar aldı. Robert Hooke 1665 yılında Micrographiaadlı eserini kaleme aldığında, mantarların kendiliğinden yetişmesi olayını açıklamak için “çekiçler”, “yaylar” ve “çiviler” gibi mekanik terimler kullanmıştı. Mekanik terimlerle yapılan bu benzetmelerin mantar büyümesini tanımlamak için çok da uygun olmadıkları doğru olabilir. Ancak yine de Hooke’un öncülük ettiği 17’nci yüzyıl ortası biyoloji anlayışıyla, modern biyolojinineriştiği genetik mühendisliği ve moleküler ayrıntı seviyesi arasındaki bağlantıyı sağlayan, mekanik terimlerle yapılan bu benzetmelerdi. Düşünce biçimlerinde, eski anlayışların süpürülüp atılmasıyla sonuçlanacak köklü bir değişim yaşanıyordu. “Görünmez bağlantıların” ve “sempatiye dayalı uyumun” yerini mekanik sebep sonuç ilişkileri alıyordu.
Descartes’ın keskin ikilik anlayışında, gerçeklik iki özden oluşuyordu. Bunlardan biri maddenin özelliklerini barındırmayan res cogitans, yani “düşünen töz” (akıl), diğeriyse tamamen hareketsiz olan ve kendi başına faal olamayan res extensa, yani maddesel doğaydı. Böylece Descartes tek bir hamleyle maddeyi, Rönesans Doğalcılığı’nda egemen olan ruhlardan arındırmıştı. Madde edilgenleşmiş ve yaşam makinesinde kendisine biçilecek rolü bekler hale gelmişti. Descartes maddenin en küçük biriminin atom olduğu düşüncesini reddediyor, bölünebilirparçacıklar düşüncesini benimsiyordu. Isı, ışık ve manyetizma gibi tüm fiziksel olgular bu görünmez parçacıkların davranışlarıyla açıklanabiliyordu. Bir olguyu, parçacıklar kuramına uygun biçimde açıklayabileniki rakip kuram ortaya çıktığında, Descartes bu durumu, dış görüntüsü tıpatıp benzeyen fakat iç mekanizmaları farklı olan iki saat benzetmesiyle açıklıyordu. Yeni mekanikçi felsefe, yaratılmış dünyanın iç mekanizmalarını keşfetmeyi görev ediniyordu. Saatin çalışmasını sağlayanneydi? Kalbin işleyişini anlatmak için de saat benzetmesi kullanılıyordu. Descartes kalbin, çeşitli kısımlarının düzenlenişi sayesinde pompalama işlemini gerçekleştirdiğini görüyor ve bunu bir saatin, çark ve dişlilerinin hareketi sayesinde çalışmasına benzetiyordu. Hayvanlar mantıklı ruhlardan yoksundu, dolayısıyla karmaşık makinelerden ibaretti. Descartes şöyle diyordu: “Bir maymunun veya bir başka hayvanın organları ve dış uzuvları mantıktan yoksun biçimde kendi kendine işliyor olsa, uzuvlarını harekete geçiren özdevinimin söz konusu hayvanlar ile bir bütün olmadıklarını söylemek mümkün olmazdı.”
Descartes’ın parçacıklar kuramını kimya alanına uyarlayan Robert Boyle, “mekanik ilkeler ve açıklamaların kolay anlaşılır olduğunu” ateşli biçimde savunuyor, kuramın “fiziksel varlıklarla bağlantılı tüm olguları” izah etmek için yeterli olduğunu iddia ediyordu. Fizik alanında da Toricelli (1608-47), ters çevrilen tüplerde yer alan sıvı kolonlarının yüksekliklerine dair mekanik izahatlar getirerek cıvalı barometrelerin çalışma ilkesini keşfediyor, Blaise Pascal (1623-62) ise gerçekleştirdiği bir dizi meşhur deneyle mekanik izahatların ne kadar etkili olduğunu ispat ediyordu. Harvey’nin kalp için kullandığı pompa benzetmesi, kan dolaşımı konusunda insanların ilk defa fikir edinmelerini sağlıyordu. Kraliçe Anne’in doktoru olan ve yeni mekanikçi felsefeyi gayet iyi bilen Dr. Richard Mead, insan bedeninin “çeşitli sıvıların akışınımümkün kılacak biçimde yerleştirilmiş ve ayarlanmış çok sayıda tüp içeren, mükemmel bir işçiliğin eseri olan bir hidrolik makine” olduğunu söylüyordu. Mikroskobun icadı ve kullanıma girmesi (1660-85), biyolojik yapıların ayrıntılı olarak görülmesini mümkün kılıyor ve insanların dünyayı algılayışlarında çığır açıyor, böylece mekaniğe dayalı tanımlamalar her alanda kullanılmaya başlanıyordu. Jonathan Swift’in alaycı yaklaşımında bile bu tür tanımlamalara rastlanıyordu:
Doğalcılara göre pirelerin üzerinde,
Kendilerinden beslenen daha ufak pireler yaşarmış.
Bu pirelerin üzerindeyse,
Onları ısıran daha küçük pireler varmış (ve sonsuza dek bu böyle devam edermiş)
17’nci yüzyıl bilim adamları, içerisinde yaşadıkları doğal dünyada gözlemledikleri ve tanımladıkları makinelerin Tanrı’nın eseri olduklarıkonusunda hemfikirdi. Descartes durumu şöyle özetler:
İnsanın kendi çabasıyla, bir hayvanın bedeninde bulunan kemikler, kaslar, sinirler, atardamarlar, damarlar ve diğer sayısız parçalara kıyasla çok daha sınırlı sayıda malzemeyle bile ne çok farklı özdevinir veya hareketli makine üretebildiğini bilenler, bedenin bir makine olarak görülmesini garipsemeyecektir. Bu makine Tanrı tarafından yaratıldığı için insan tarafından yaratılabilecek her türlü makineye kıyasla çok daha iyi düzenlenmiştir ve çok daha etkileyici hareketler sergileyebilmektedir.32
Saat benzetmesinden çok etkilenen Boyle, dünyayı şöyle tanımlamıştı:
İcatların ustaca tasarlandığı Strasbourg’da üretilmiş nadide bir saat gibidir; motoru bir kere başlatıldı mı, her şey zanaatkârın ilk tasarısına uygun biçimde işler… motorun genel ve ilkel mekanizması bunu gerektirir.33
Boyle, saatin otonom olabileceği, yani Tanrı’nın “zembereğini kurduğu” evreni mekanik yapısı uyarınca kendi kendine çalışmaya bırakmış olabileceği düşüncesinin hoş karşılanmayacağının farkındaydı. Ancak “usta bir zanaatkârın” Strasbourg üretimi olan bir saati, “parçalarının, kendilerinden bekleneni vermeye uygunluğu ve yeterliliğini” görerek gitgide daha yakından inceledikçe saatin “akıllı, hatta dahi bir tasarımcının eseri” olduğunu fark edeceğini söylüyordu Boyle.
Aristo’nun doğa yasalarının doğanın kendisinden kaynaklandığı yönündeki inancına sadık kalan Leibniz dışında, 17’nci yüzyıl mekanikçi doğa felsefecilerinin geri kalanı yasanın maddeye dışarıdan tanzim edildiği kanısındaydı. Nasıl ki iyi yönetilen toplumlar yasalara göre idare ediliyorsa, evrende bulunan madde de, matematik diliyle zarif biçimde ifade edilebilen Tanrı’nın yasalarına göre işliyordu. Mekanikçi felsefeciler, bir yasalar sistemine göre düzenlenmiş olan pasif madde düşüncesini savunarak, Thomas Aquinas’ın görüşlerinde etkili olan, Tanrı’nın yaratıcı tasarısını gerçekleştirmek üzere (içsel özelliklerini de gözeterek) doğa güçleriyle işbirliğine gittiği yönündeki Aristocu düşünceyi bilinçli olarak reddediyordu. Gary Deason, Reform teolojisindeyeni mekanikçi felsefenin kabulünün desteklenmiş olmasının, bu felsefenin yaratılış çerçevesinde Tanrı’nın mutlak egemenliğini öngörmesi ve böylelikle maddenin otonom olabileceği düşüncesini reddetmesindenkaynaklandığını ikna edici biçimde vurgulamıştır.34Örneğin, Calvin şöyle diyordu:
Cansız nesneler söz konusu olduğundaysa, doğa bunların her birine farklı özellikler bahşetse de, yalnızca her zaman etkin olan Tanrı’nın müsaade ettiği ölçüde etkin olabilirler. Dolayısıyla bu nesneler, Tanrı’nın, arzu ettiği ölçüde etkin kıldığı ve amaçları uyarınca hareketlerine yön verdiği araçlardan ibarettir.35
Calvin’in öğretisine göre, Tanrı’nın doğadaki faaliyeti sürekli ve eksiksizdi. Tanrı’nın kontrolü dışında kalan birtakım güçlere veya unsurlara atfedilebilecek herhangi bir “boşluk” söz konusu değildi. Doğa otonom değildi. Cansız maddeye yön vermek veya anlam kazandırmakiçin gerekli olan tek irade, Söz veya Tanrı’nın buyruğuydu. Robert Boyle’un söylediği üzere, doğayı yaşayan bir varlık olarak görmek, “görkemli Kral’a duymamız gereken derin hürmete ters düşer kanımca, çünkü bu anlayış Yaratıcı’yı, yaratılmış (hatta nerdeyse hayalî) bir Varlık’tan pek de farklı kılmaz.” Cambridge’de geçirdiği ilk yıllarda Gassendi, Boyle ve başka bilim adamlarının yazılarından etkilenen Newton’un görüşüne de maddenin pasifliği anlayışı egemendi. Newton, fiziksel varlıkları, “Tanrı düşüncesinden (idea) bağımsız olarak tam olarak anlamak mümkün değildir” diyordu. Yerçekimi maddede var olan doğal bir özellik değil, doğrudan Tanrı’nın canlandırıcı kuvvetinden kaynaklanan bir unsurdu. Newton 1693 yılında Bentley’e yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Yerçekiminin, maddenin doğal, içsel ve temel bir özelliği olabileceği düşüncesi bana kalırsa öylesine büyük bir saçmalıktır ki, felsefi meselelerde düşünme yetisine sahip hiç kimse bu saçmalığa aldanmayacaktır.”
Mekanikçi düşünce biçimlerinin, 17’nci yüzyıl boyunca doğa felsefecilerinin düşünce sistemine sızışının modern bilimin gelişiminde önemli rol oynadığı şüphesizdir. Pek de esnek sayılamayacak o eski saat benzetmeleri, fizik alanında zamanla geçerliliklerini yitirerek, yerlerini kuantum mekaniği ve kaos kuramına bıraksa da, karmaşık ve gizemli görünen doğal olguların temelinde, analiz edildiğinde anlaşılabilen mekanizmalarınyattığı düşüncesi en başta biyoloji alanında olmak üzere bilimsel çalışmaların vazgeçilmez bir öğesi olmayı sürdürmektedir. Ancak, eğer olgular mekanik terimlerle izah edilebiliyorsa, Tanrı’nın yaratıcı faaliyetlerine gerek kalır mı ki? Yoksa Tanrı, Newton’un da ara sıra önerdiği üzere, normalde bağımsız hareket eden makinelere yalnızca arada sırada müdahale mi eder? Yahut da evrenin, başlangıçta bir “ilk devinimci” tarafından zembereğinin kurulmuş, sonraysa kendi haline bırakılmış otonom bir sistem olması mümkün müdür? Bilim ile inanç alanları arasındaki güncel tartışmaları tarihsel bağlamda değerlendirebilmemiz için bu sorulara geçtiğimiz birkaç yüzyıl boyunca verilen cevapları gözden geçirmemiz gerekir.