Bir anlık zayıflıktan doğan tuhaf fikirlere kapılarak veya abartılı bir ılımlılığı benimseyerek, Tanrı’nın sözü olan kitabı çok iyi öğrendiğini, bu kitaptan edinebileceği her türlü bilgiyi edindiğini, yahut da Tanrı’nın işlerini yansıtan kitabı çok iyianladığını, ilahiyat ve felsefe konusunda tam bilgiye sahip olduğunu sanmasın kimse. Kişi daha ziyade her iki alanda da kendisini olabildiğince geliştirmeyi veyeterlilik kazanmayı hedeflesin; ancak dikkat etsin… bu iki bilgi türünü akılsızcabirbirine karıştırmaktan kaçınsın.
Sir Francis Bacon, 1605
En yüce kimseler, en korkunç ahlâksızlıkların yanı sıra, en yüce erdemlerde demuvaffak olabilirler; yavaşça yürüyenler, doğru yolu izledikleri takdirde, yanlış yönde hızla koşan kimselerden çok daha ileriye ulaşacaklardır.
René Descartes, Yöntem Üzerine Konuşma, 1637
Doğa ve Kutsal Yazılar olmak üzere, iki büyük kitabın yazarı da aynı olduğuna göre; ikincisini araştırıyor olmak, meraklı bir kimsenin birincisini araştırmaya yönelik hevesini kırmamalıdır.
Robert Boyle, The Excellence of Theology, 1665
Modern bilimle tanımlanan dünyada yaşamanın ne anlama geldiğini anlamayı istiyorsak, bugünlere gelirken geçtiğimiz yollardan bihaber olma lüksüne sahip değiliz… Tarihçinin görevi tarihe değer biçmek değil, tarihi anlamaktır.
David Lindberg, 1992
Evvel zaman içinde, Miletli Tales ve Abderalı Demokritus gibi antik dönemin İyonyalı Grek düşünürleri, tanrıların müdahalesini işin içine katmadan dünyayı anlamaya çalışarak, modern bilimin temellerini attılar. Bu düşünürlerin öncü fikirleri, doğal dünyayı türlü türlü gizemci inançlarla harmanlayan Pisagor, Platon ve Aristo gibi bir dizi hurafecifilozof tarafından gölgelendi. Bu inançlar, kilisenin dogmatik yaklaşımına eklenerek Avrupa’yı, uzun süren karanlık çağlara mahkûm etmiştir; ta ki özgür düşünce yanlısı İyonyalı filozofların Rönesans döneminde yeniden keşfine kadar. Bu keşif, nesnellik ve deneysel yönteme dayanan mekanistik felsefenin ortaya çıkmasını sağladı. Doğal olarak bu akım bilim adamlarıyla teologlar arasında devamlı çatışmaların baş göstermesine sebep oluyordu, çünkü teologlar sıkı sıkıya bağlandıkları inançları tehdit eden bu yeni bilgilere karşı çıkmaya çalışıyorlardı. Ancak neticede din ve diğer gizemci sistemlerin geri kafalılığını alt ederek galip gelen bilim, saygınlık ve açıklayıcı güç bakımından bugünkü zirve noktasına ulaştı. Tek tük hurafelere halen rastlansa da, bilimin etkisi yayılmaya devam ettikçe bu hurafeler yok olup gidecektir.
Yukarıdaki gibi abartılı biçimde aktarıldığında, böylesi bir zafer öyküsü daha çok bir efsaneyi andırır. Aslına bakarsanız, günümüz bilim tarihçileri arasında böylesi bir hikâyeyi ciddiye alacak tek bir kişi bile düşünemiyorum. Öyleyse, saldırıp yıkmak üzere suni rakipler mi yaratıyorum kendime? Bu sorunun cevabı şudur: Bu abartılı anlatım, bilim tarihi alanında süregelen akademik çalışmalarda hiçbir yer edinmese de, bu efsanemsi anlatıma benzeyen birtakım anlatılara, TV kanallarının stüdyolarında görevli olan ve bilimi laiklik ruhunun taşıyıcısı olarak kullanmak isteyen kimselerin zihninde, dolayısıyla da halkın da büyük çoğunluğunun düşünce biçiminde rastlanır. Bilim adamlarının bizzat kendilerinin de kimi zaman, bilim tarihinin oldukça “Whig’çi” (liberal)yorumlamalarını savunduklarını görürüz. Türkçe’ye “Whig’çi” biçiminde tercüme ettiğimiz İngilizce “Whiggish” sıfatı, Herbert Butterfield’ın, Whig Partisi’ne yandaş olan kimi İngiliz tarihçilerinin, tarihselgelişmeleri, halkın zamanla kendi partilerince savunulan siyasi ideallere yöneldiğini kanıtlayan bir hikâyeye dönüştürecek biçimde yeniden kurguladıklarını eleştirel bir dille aktardığı, The Whig Interpretation of History(1931) isimli kitabından türemiştir:
Tarihi oluşturmadaki hata… tarihsel olayları bağlamlarından soyutlayarak, günümüzde gerçekleşen olaylarla bağlantılıymışçasına yansıtıp, ardından da bu şekilde “gerçeklerin” “kendiliğinden belirdiğini” iddia etmektir. Tarihin başlı başına… her şeyi değerlendirmek için bize gerekli kıstasları sunduğunu varsaymak, yani bir idealin veya bir kimsenin, sırf zamanaşımı sonucunda hatalı olduğunun ortaya çıkabileceğini varsaymak olur bu.
Merhum Carl Sagan’ın, 70’li yıllarda 140 milyon insanın izlediği (o dönemde yaşayan toplam insan nüfusunun % 3’ü), çok tutan TV dizisi Cosmos, bilim tarihinin, “Whig’çi” bir yaklaşımla yeniden yazılmasınınklasik bir örneğidir. Sagan Cosmos’ta, bilimin kökenlerinden “modern”olduğuna inandığı birtakım unsurları seçmiş, ardından modernliğe giden yolda “gerçekten modern olan bilime” ulaşana değin yüzyıllar boyunca geçilen basamakları sıralamıştı. Doğal olarak, mesleklerinin bugünkü özelliklerine bürünene kadar geçirdiği evreleri öğrenmek istedikleri için, bilim tarihi üzerine yazan diğer bilim adamları da Sagan’ın benimsediği yaklaşımı cazip bulur.
Ancak Lindberg’in de işaret ettiği gibi, “tarihçinin görevi tarihe değer biçmek değil, tarihi anlamaktır”.1Brooke ve Cantor da, “tarihsel verileri yekpare bir anlatı biçiminde yansıtmanın” tehlikelerine dikkat çekerler. Örnek olarak, bilim adamlarında rastlanan, bilimin yalnızca tarihsel başarılarına ışık tutup başarısızlıklarınıysa göz ardı etme eğilimine işaret edilebilir. Bir diğer örnek de, bilim ile din arasındaki tarihsel ilişkiyi düzlüğe çıkararak, bu iki unsuru tutarlı bir model çerçevesinde bütünleştirebilecek kapsayıcı bir tasarının var olduğu yönündeki önermedir.2
Bilimsel gelişimin tarihini birkaç kısa bölümde aktarmaya kalkışmanın ahmakça veya kötü niyetli bir girişim olacağı ortadadır. Bu sıfatlarla tanımlanmaktan kaçınmak için, en baştan kartlarımı açık oynayarak böyle bir hedefe ulaşmak gibi bir amacım veya beklentim olmadığını belirtmeliyim. Benim hedefim çok daha küçük çaplıdır: Bilim kurumunun ortaya çıkma sürecinde bilim ile din arasında yaşanan etkileşimlerin bir kısmını seçici biçimde ve kısaca sergilemek. Bu hedefi seçmiş olmam bilim alanındaki meslektaşlarımın çoğunun bu etkileşimler konusunda benimsedikleri varsayımdan kaynaklanır. Söz konusuvarsayım, bilim ile din arasındaki etkileşimlerin tümünde sürekli bir husumete rastlandığı varsayımıdır (zamanla “çatışma tezi” diye anılmaya başlanan varsayım). Tabii ki benim amacım, bu kuramın yerine geçecek ve söz konusu iki unsur arasındaki etkileşimlerin tümünü kapsayacak bir “üst anlatı” sunmak değildir. Önümüzdeki birkaç bölüm için oldukça mütevazı bir hedef belirlenmiştir: Bilim ile inanç arasındaki tarihsel ilişkinin tanımlanması için kullanılan “çatışma kuramının” fena halde yetersiz kaldığına işaret etmek, ilk “doğa filozoflarının” bu konudaki görüşlerine kulak vermek ve tarih boyunca, bilim ile dinin gerçekten de çatıştıkları bazı durumları incelemek. Dolayısıyla aşağıda geçen anlatının, çok kapsamlı ve karmaşık bir olaylar bütününden seçilerek alınmış küçük bir parça olduğu anlaşılmalıdır. Daha fazla bilgi edinmekisteyebilecek kimselerin başvurabileceği çok sayıda kaynak bulunmaktadır.3
Bilimde olduğu gibi tarihte de çeşitli olasılıkları göz önünde bulundurmanın akıllıca olacağı durumlarla sıkça karşılaşılır; ulaşılan veriler, kesin bir sonuç çıkarılabilecek kadar somut olamayabilir. Öte yandan, “Whig’çi” damgasını yemekten çekinerek, verilerin elverdiği yerlerde bile makul yorumlar sunmaktan kaçınmak da doğru olmaz. Veriler iknaedici biçimde bir istikamete işaret ettikleri takdirde yorumlama işine soyunmaktan kaçınmanın bir anlamı yoktur. Evans’ın, tarihin nesnelliğini inatla savunduğu kitabında dediği gibi, “Ciddi tarihçiliğin birincil önkoşulu, deliller ikna edici biçimde aksi istikamete işaret ettiği takdirde, en fazla riayet edilen yorumları bile tasfiye edebilme yeteneğidir.”4
İleriki tartışmalarda, Giriş bölümünde vurgulanan, “bilim adamı” teriminin, 19’uncu yüzyıl öncesinde pek de rağbet görmeyen oldukça yeni bir terim olduğu; “bilim” (Latince scientia) sözcüğünün de, yüzyıllarboyunca doğayla ilgisi olsun veya olmasın düşünsel titizlik gerektiren bütün inanç sistemlerini tanımladığı hatırlanmalıdır. Örneğin, Orta Çağ’da teoloji, bir “bilim dalı” kabul edilirdi. Dolayısıyla, doğayı araştıran kimselerden bahsederken, 19’uncu yüzyıla kadar kullanılan ve daha genel bir tabir olan “doğa felsefecisi” sıfatını kullanacağız. “Bilim” sözcüğü ise, “doğa felsefesi” tabirinin eşanlamlısı olarak kullanılacaktır; bu iki terim kısmen farklı çağrışımlar yapsa da, “bilim” sözcüğü kısa olması sebebiyle tercih edilir.
Grek uygarlığına dayanan kökenler
Modern bilimin başlangıcı, Grek bilimlerinin hem yeniden keşfine hem dereddine dayanır. Tamamen bir reddediş söz konusu olmasa da, Grek bilim anlayışının kökenleri 1500 ila 1700 yıllarında köklü biçimde yeniden değerlendirilmiş olmasaydı modern bilim nasıl gelişebilirdi? Doğrusu bunu kestirmek zordur.5Grek filozoflar, geniş bir ırmağın farklı akıntılarına benzetilebilir. Bu akıntılar tarih boyunca ırmağa karışan diğer akarsuların etkisi altındadır; kumlar bazen ırmağın coşmasıyla çalkalanıp yüzeye çıkar; öyle ki, ırmağın daha ilerdeki bölümlerinde hızlanarak akan suda hem büsbütün yeni akıntılara hem de eskinin birtakım çok önemli unsurlarına rastlanır. Bu unsurlar mantık, matematik ve bir dereceye kadar da deneyleme olarak sıralanabilir. Doğu Grek okulunun, en eski İyonyalı sofistlerinin (“bilge adamlar”) düşüncelerinde bu üç unsura rastlanır. İ.Ö. altıncı ve beşinci yüzyıllarda, bugünkü Türkiye topraklarının batı kıyı şeridinde buldukları ideal ortamda geliştirdiler düşünce sistemlerini.
Başarılı bir tüccar ve dünyanın dört bir tarafını gezmiş bir işadamı olan Miletli Tales (İ.Ö. 624-565), aynı zamanda, denizdeki bir gemininkıyıdan ne kadar uzakta olduğunu ölçmek gibi pratik problemleri çözebilmek için Mısırlılar’dan öğrendiği geometriyi kullanmaya başlayan ilk Grek oldu. Geometri alanına yoğunlaşan öğrencisi Anaksimandros (İ.Ö. 611-547) ise haritalar hazırlamış ve İyonya kolonilerini güneş saati gibi kullanışlı aletlerle tanıştırmıştı. Ancak İyonyalı filozofların hepsinde gözlenen ortak özellik, yani “bilim” ile felsefenin bütünlüğü ilkesi, Tales ve Anaksimandros’un “bilim’ ve felsefeleri için de geçerliydi. Düşünce sistemlerinin nihai hedefi aynıydı: Gözlemledikleri dünyanın gerçek özünü yansıtacak bir formül veya ilke keşfetmek. Tales’in nihai ilkesi “su” idi; kastettiği, biçimi ve rengi olmayan, yeryüzü, gökyüzü veyaşayan dünya arasında akarak her şeyi birbirine bağlayan dinamik bir özdü. Kendisi de Miletli olan Anaksimenes (İ.Ö. yaklaşık 570), Tales’in düşüncesini genişleterek, “su” yerine, “havayı” (pneuma), bir başka deyişle “nefesi” nihai öz kabul etti. “Nasıl ki, özü hava olan ruhumuz varlığımızın devamını sağlıyorsa, pneuma ve hava da bütün dünyaya nüfuz eder.” Dolayısıyla evrenin kendisi, bir bakıma canlı kabul ediliyordu.
Pisagor
İyonyalı filozoflar, bugünkü Türkiye topraklarının batı kıyısında çalışmalarını sürdürürken, İyonya Denizi’nin öbür yakasında, bugünkü Sicilya ve İtalya’nın güney ucundaki bölgelerde yerleşmiş olan Dor kolonilerindeyse Grek felsefesi oldukça farklı bir yönde ilerlemekteydi. Yaklaşık İ.Ö. 530 yılında Kroton’a yerleşen Pisagor bir yandan alaya alınmış (Bertrand Russell: Pisagor, “başlıca öğretileri, ruh göçü ve fasulye yemenin günahlılığı olan bir din kurdu”), öte yandansa kahraman kabul edilerek yüceltilmiştir (Arthur Koestler: “Pisagor… bugün ‘Bilim’ diye anılan sistemin kurucusudur”); halbuki aslında Pisagor büyükihtimalle bu iki aşırı ucun arasında bir yerde tutulmayı hak eder. Pisagor’un yaşamına dair ayrıntılar bir sır perdesiyle örtülüdür. Öğretileri ve kurduğu Kardeşlik Örgütü hakkındaki bilgilere de ölümünden sonraki yüzyıllarda yaşayıp bunları aktaran diğer Grek filozoflar aracılığıyla ulaşabildik. Philosophos (filozof) sözcüğünü Grek diline kazandıran da Pisagorculardır.
Pisagorcuların ana öğretisi, sayıların zihnimizin dışında nesnel olarak var oldukları düşüncesiydi. Düzenli bir evreni tanımlamak için “kozmos (cosmos)” sözcüğünü kullanan ilk kişi Pisagor’du. Bu yaklaşıma göre kozmosu anlamak için bu yapının temelinde yatan matematiksel uyumları çözmek gerekiyordu. Bu doğrultuda Pisagorcular, müzikteki gamların basit sayısal oranlarla ifade edilebileceğini ve bir notanın hangi sese denk geleceğinin, o notayı veren telin uzunluğuna bağlı olduğunu tespit etti. Aristo’nun deyişiyle Pisagorcular;
her şeyin temelinde sayıların yattığına ve bütün göğün müzikteki gamlar veya sayısal ölçekler gibi olduğuna inanıyordu. Göklerde gördükleri düzenialıntılayarak kendi tasarılarına uyarladılar. Dolayısıyla, “on” sayısının mükemmel olduğuna ve sayıların doğasını tam olarak yansıttığına inandıkları için, göklerde hareket eden gökcisimlerinin on tane olduğunu söylüyorlardı; ancak gözle görünen gökcisimlerinin sayısı yalnızca dokuz olduğu için, birkarşıt dünya (counter-earth) uydurdular.
Pisagorcular için nasıl ki sayıların en mükemmeli “on” ise, şekillerin en mükemmeli de küreydi. Dolayısıyla, dünyanın ve diğer gezegenlerin küre olduğuna karar verdiler. Ancak bu kararın gözlem sonucuna dayalı olduğunu gösteren herhangi bir delil yoktur.
Kardeşlik Örgütü dinsel bir teşkilattı ve anladığımız kadarıyla Pisagor bu örgüt içerisinde yarı ilahi bir mertebeye yükseltilmişti. Ömrünün sonuna doğru Kroton’a girmesi yasaklanmış, öğrencileri de ya öldürülmüş ya da Kroton’dan sürülmüşlerdi. Ancak Pisagocuların etkisiyle gelişen, kozmosun düzeninde matematiksel bir uyum arama sevdası varlığını sürdürdü ve Platon’un düşüncelerinde de etkili oldu. Ayrıca bu akım Platon aracılığıyla Kepler’e ve 17’nci yüzyıl Avrupası’ndayaşanan bilimsel devrime kadar ulaştı.
Pisagor’un “gizemciliği” bazen İyonyalılar’ın “mantıkçılığıyla” kıyaslanır. Ancak İyonyalılar’ın felsefesi, Pisagorcularda rastlanan türde siyasi ve dinsel bir topluluk bünyesinde kabul görmüş olmasa da, “bilimlerini” sadece felsefelerine hizmet eden bir unsur olarak görmeleri bakımından Pisagorcularla benzeşiyorlardı. Bu felsefinin temel hedefi, içerdiği bütün maddelerin canlı olduğu varsayılan evrende gözlenen ahengin kaynağında yatan ana unsurların tanımlanmasıydı. Daha öykümüzün en başında bile, “din” ile “bilim” arasında yüzyıllar boyunca sürecek olan yaratıcı etkileşimlere rastlıyoruz.
Atomcular
İyonya kolonilerinde ortaya çıkan Atomcu felsefe akımının kurucuları olan Leucippus (İ.Ö. yaklaşık 475) ve ondan daha fazla tanınan öğrencisi Demokritus’un (İ.Ö. yaklaşık 470-400) da başlıca hedefleri, var olan her şeyin ardındaki nihai gerçeğe ulaşmaktı. Atomcular için bu “nihai gerçek”, katı atomlar ve bu atomlar arsındaki boşluktan oluşan elementler çiftinde gizliydi. Atomcu felsefeye göre boşluk da en az atomlar kadar gerçekti. Atomlar sonsuz, bölünemez varlıklardı ve her doğrultuya yönelen karmaşık bir hareket biçimi sergiliyorlardı (bu hareket biçimi de sonsuzdu). Görünen dünya, atomların “birbirine dolanmalarıyla” meydana geliyordu. Atomların nasıl hareket edecekleri ve nasıl birbirlerine dolanacakları “gerekliliklere” göre belirlenirdi. Gereklilik denildiğinde bizim aklımıza olaylar arasındaki sebep sonuç ilişkisigelse de (“kapı çarptı ve masanın üzerindeki kâğıtların uçuşmasına sebep oldu”), Grekler için gereklilik, maddenin özünde var olan ve maddenin nasıl davranacağını belirleyen içsel bir unsurdu. Dolayısıyla bizim için düşen bir kaya söz konusu olduğunda, “Kayanın düşmesine neden olan nedir?” sorusunu sormak “olağan” olsa da, Atomcular böylebir durumda çok farklı bir soru sorarlardı: “Taşın doğasında var olan ve düşmesine neden olan nedir?” Bu doğrultuda, içsel “gereklilikleri” nedeniyle ateş yukarı doğru uçuşuyor, taş ise doğasında var olan “gereklilikler”den ötürü yere doğru düşüyordu.
Bambaşka bir dünya görüşünün penceresinden bakabilmek, zihinselaçıdan oldukça zorlayıcı bir iştir. Ancak bu işin tam anlamıyla altından kalkamayacak olsak da, başka bir çağda geçerli olan bir düşünce sistemini büsbütün yanlış yorumlamaktan kaçınmayı istiyorsak eğer, en azından denemeye mecburuz. Atomcular çoğu zaman tamamen maddeci bir felsefenin öncüleri sayılmış olsalar da, aslında Su ve Hava’yı “nihai ilkeler” olarak kabul eden Tales ve Anaksimenes’ten o kadar da farklı değillerdi. Hatta Pisagor’un ileri sürdüğü, sayıların “nihai gerçekliği” varsayımına bile çok uzak değillerdi. Demokritus’un düşünce sisteminde “tanrı” (“nihai gerçek”) yok değildir, ancak var olan “tanrı”, her biri “gerekliliğe” göre hareket ederek özerk ve tanrı gibi nitelikler yansıtan milyonlarca parçacığa (atomlar) bölünmüştür. Nitekim Demokritus dünyayı canlı bir varlık olarak görmese de, “ruhun” çok küçük, yuvarlak atomlardan (atomsözcüğü Grekçe “bölünemez” anlamına gelir) oluştuğuna inanıyordu ve her bir ruhun ölüm anında bedenden koptuğuna ve parçalarının evrenin dört bir yanına saçıldığına inanıyordu. “Ruh ve akıl evreni kaplar ve bizler onları evrenden soluruz.” Ayrıca Demokritus, Grek mitolojisinde geçen ve insanlara görünen tanrıların faal ve kişisel olduklarına, dünyayı çevreleyen havadan gelerek insanların yaşamlarına müdahale edebildiklerine, ama dünyada bulunandiğer tüm atom bileşikleriyle aynı yasalara tabi olduklarına, dolayısıyla da er ya da geç çürüyerek, evreni teşkil eden “atom girdabına” dönmeye mahkûm olduklarına inanıyordu.
Atomcuların fikirleri daha sonraları Epikür tarafından yeniden gündeme getirilmiş ve İ.Ö. birinci yüzyılda, dine saldırmak için bu fikirlerden yararlanan Romalı Lukretius tarafından da hararetle savunulmuştu. Aslında Demokritus’un, bütün felsefe anlayışının değilse de genelyaklaşımının son savunucusunun, bilincin insan bedeninin “her bir yuvarında mevcut olan bir çeşit tinden” kaynaklandığına inanan merhum teolog Teilhard de Chardin olduğu yönündeki gözlem bir bakıma ilginçtir. Demokritus’un felsefesindeki ruh atomları ve gereklilik unsurları, De Chardin’in tinsel yuvarlarıyla oldukça benzeşir.
İ.Ö. beşinci yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Atinalı filozoflar,Grek düşün dünyasının hem Doğu hem Batı okullarını gölgelemeye başlamışlardı. İyonyalı Anaksagoras, yeni fikirlerini Atinalı filozoflarla paylaşma ümidiyle İ.Ö. 464 yılında Atina’ya geldi ve ömrünün otuz yılını orada geçirdi. Onun felsefesi, hem Platon hem de Aristo’yu önemli ölçüde etkilemişti; dolayısıyla daha sonraki yüzyıllarda Avrupa düşünce denizine akan Grek düşün ırmağının önemli derelerinden biri oldu.
Anaksagoras
“Her şey bir aradaydı, sonra Akıl (nous) geldi ve her şeyi düzene soktu.” Diyojen’e göre bu cümle, Anaksagoras’ın yazdığı tek bilimsel inceleme olan Physica’nın ilk kitabının giriş cümlesiydi. Anaksagoras’a göre, bilinçli ve zeki olan Akıl, “şeylerin” dünyasından tamamen ayrıydı. Bu Akıl’ın bilgisi ve muhakeme yeteneği sınırsızdı. Akıl, bütün maddelerin hareketlerini belirleyen nihai mercidir ve dairesel devinimler aracılığıyla maddeyi mantıklı biçimde düzenler. Aslında Akıl’ın bir kısmı, yaşayan varlıkların içindedir, dolayısıyla organik varlıklara can katan psyche’yeveya canlandırma ilkesine eşdeğerdir. Anaksogoras, Akıl’a asla “tanrı” unvanını atfetmiş olmasa da, Akıl’ı ilahi bir unsur kabul ettiği açıktır. Sonraki zamanlarda, savunduğu “ateist” görüşlere karşı çıkanların baskısı yüzünden Atina’dan ayrılmıştır. Gerçi o dönemde “ateist” diye anılması, Güneş’in ilahi olduğuna inanmadığı yönündeki ithamlardan kaynaklanıyordu; Anaksagoras ise Güneş’in “kor halindeki bir taş” olduğu konusunda ısrarcıydı. (“Ateist” sıfatıyla karşılaşıldığında, bu sıfatın, kullanıldığı kültürel ve tarihsel bağlam içerisinde ne anlama geldiğini araştırmak her zaman faydalı olacaktır. Anaksagoras’tan yüzyıllar sonra yaşayan ilk Hıristiyanlar da, Roma imparatorunun ilahiliğine inanmadıkları için “ateist” damgasını yediler.)
Anaksagoras’ın, evrenin düzeninin belirli nihai bir ilkeye dayandığıyönündeki İyonya geleneğine sadık kalsa da, “Su”, “Ateş” veya “Atomlar artı Boşluk” unsurlarının evreni kapladığına ve evrenin ayrılmaz öğeleri olduğuna inanan, kendisinden önce gelen İyonyalı düşünürlerinaksine, “şeyler” ve “Aklı” birbirinden kesin biçimde ayırdığını görüyoruz. Bu ikilik anlayışı daha sonraları Platon ve Aristo tarafından geliştirilecektir. Bu düşünürlerin her ikisi de Anaksagoras’a borçlu olduklarını dile getirir. Ancak bir yandan da, düzenin ana sebebi olarak ileri sürdüğü Akıl kavramına Ay tutulmaları, meteorlar, gökkuşakları ve diğer doğa olayları konusundaki tanımlamalarında yer vermemiş olmamasını yadırgarlar. Bugün bile izlerine rastladığımız Platon ve Aristo’nun bu konudaki şikâyetleri, yüzyıllardır sürmekte olan ve bilim ile din arasındaki ilişkiyi konu alan tartışmaların ana temalarından biri olagelmiştir.
Platon ve Aristo
“Herkes doğası gereği ya Platon’un ya da Aristo’nun öğrencisidir.” Alternatif düşünceler böylesine keskin biçimde ayrılmasalar da, bu iddianın sık sık yineleniyor olması Grek felsefesinin bu iki dev temsilcisininAvrupa tarihinde ne denli etkili olduklarını hatırlatır.
Sokrat’ın öğretisinden esinlenen Platon, ömrünü insanlara ideal bir yaşam olanağı tanıyacak mükemmel devlet modelinin hangi ilkelere dayalı olması gerektiğini saptamaya adayan Atinalı zengin bir aristokrattı. Platon’un öngördüğü “ideal yaşam”, yalnızca yönetici-filozof ve muhafızlardan oluşan küçük bir zümre için geçerli olacaktı. Cumhuriyetadlı eseri, 20’nci yüzyılda ortaya çıkan totaliter rejimler göz önünde bulundurularak okunduğunda oldukça ürkütür insanı. Örneğin, kutsal sayılan şeylere karşı saygısızlık edip tövbe etmeyen kimseler için idam cezasını uygun gören Platon’du. Platon’un siyasi idealizminin temelinde, mutlak gerçekliğin bir dizi idea (fikir) olarak görüldüğü felsefi bir idealizm yatıyordu. Görünen dünyanın ardında idealar yatmaktaydı ve bu dünya sürekli değişim içerisinde olduğu için duyularla asla tam olarak tanımlanamıyordu. Dolayısıyla Platon için akılda canlanan bir idea (fikir), o ideanın gözle görülebilir fiziksel temsilinden daha gerçektir. Bu bağlamda, bu cümleleri yazarken kucağımda halsiz biçimde uzanan ve benim de uykumu getiren, üstelik de ara sıra salladığı kuyruğuyla kalem ve kâğıtlarımı masadan düşürerek asabımı bozan Burma kedisi, Platoncu yaklaşımdaki kedi ideasına kıyasla daha az gerçek bir varlıktır.
Platon’un felsefesinde değişim, yozlaşmayla özdeşleştirilirdi. İdealarise asla değişmezler, dolayısıyla mükemmeldirler. Platon’un felsefesinde geçerli olan yaratılış öyküsü, evrimden ziyade bir gerileme sürecini anlatır. Bu öyküde saf iyilikten (“tanrı”), mükemmel idealardan oluşan gerçek dünya türer. Gerçek dünyadansa, bu dünyanın gölgesi olan görüntü dünyası türer. Ancak bu aşamadan sonradır ki, insan ve hayvanlarortaya çıkar. Üstelik hayvanlar, “felsefe konusunda tamamen bilgisiz olan ve gökleri asla incelememiş olan insanlardan türemiştir”.
İnsanın layık görüldüğü düşük statü (gözlemci) ve içerisinde yaşadığımız gözle görülür dünyanın sürekli değişim geçiriyor olması göz önünde bulundurulursa, Platon’un felsefesine göre gerçek bilginin duyular tarafından elde edilemez olması pek de şaşırtıcı değildir. Çünkü “herhangi bir konuda gerçek bilgiye erişmek istiyorsak, bedenden sıyrılmamız gerekir… Ruh, bedenin hapsinde olduğu sürece gerçek bilgiye sahip olmaz.” Platon, duyuların önemini tamamen reddetmiyor, ama ideal formları en iyi matematiğin yansıttığına inanıyordu. Akademi diye anılan okulunun girişine, “Geometri bilmeyen bu kapıdan içeri girmesin” yazdıran Platon, bilim dallarını, ancak matematiksel olarak ifade edilebildikleri ölçüde geçerli kabul ederdi. Platon’u, Pisagor’un izindengiderek dünyanın şeklinin mutlakakusursuz bir daire olması gerektiği ve gök cisimlerinin devinimlerinin mükemmel biçimde dairesel ve düzenli hızlarda olması gerektiğini savunmaya iten de, matematiği öncül kabul etmesidir. Bu dairesellik sevdası gelecek 2000 yıllık döneme yönverecekti.
Platon’un tümdengelime yüklediği önem de felsefenin gidişatına yön veren etkenlerden olacaktır. Tümdengelim yaklaşımına göre, belirli bir önermeden yola çıkılarak mantıksal çıkarsamalar aracılığıyla bir dizi sonuca varılırdı ve bu sonuçlar gerçeklerle örtüştükleri takdirde söz konusu önerme akla yatkın kabul edilirdi. Arşimet ve Öklid de benzer tümdengelim yöntemleri kullandılar. Tümdengelim yöntemi, matematiksel kuramların türetilmesinde önemli rol oynasa da, duyulardan elde edilen delillerin değersiz görülmesine sebep oluyordu.
Platon evreni, fiziksel yapısına ruh işlemiş olan bir canlı olarak görse de bu anlayış, öğretisinin temel öğelerinden değildi. Ama daha sonrakidönem düşünürlerince benimsenen ve daha önemli kabul edilen bu anlayış, Grek düşünce akımlarının Avrupa’ya aktarılmasına aracı olan anaunsurlardan oldu. Böylesi Platoncu düşüncelerin tarihsel aktarımını mümkün kılan başlıca akımlardan biri, İ.S. üçüncü yüzyıl başlarında İskenderiye’de ortaya çıkan ve Yeniplatonculuk diye anılan akımdı. Yeniplatoncu düşüncede, Platon’un “İdea” kavramı neredeyse kişileştirilmişti; Ruh nasıl bedene egemense, idea da maddeye egemendir. Madde, ideadan uzaklaştığında kaosa sürüklenir. Bu bağlamda, madde genel olarak “kötü” veya düzensizliğe yol açan bir unsur kabul edilir. Ruh’un hedefi maddeden kaynaklanan tehlikelerden sıyrılmak ve evrenin ilahi ruhuyla birleşmeyi umut etmek olmalıdır.
Yeniplatoncu öğreti, bu öğretiden büyük ölçüde yararlandığını itirafeden Aziz Augustinus’un çalışmaları aracılığıyla Hıristiyanlık’a aktarıldı. Bu anlayış uyarınca, doğrudan duyular aracılığıyla elde edilen bilgiye kuşkuyla yaklaşmak gerekirdi. Augustinus, içerisinde yaşadıkları dünyayı anlamaya yönelik ilk araştırma girişimlerini sergileyen erken dönem Grek düşünürlerini göz ardı etti veya reddetti. Augustinus şöyle diyordu: “İnsan, idrakinin ötesinde yattığı halde doğanın işleyişini araştırmaya kalkıştığında… hastalıklı bir ihtirasa” ve “deneyler yapma ve öğrenme arzusuna” kapılır. Augustinus, Tanrı’nın dünyasının sorumluluk sahibi vekillerin kullanımına sunulduğu ve “…yarattığı her şeyin şükranla kabul edilmesi gerektiği” yönündeki Kutsal Kitap öğretilerinedayanan İbrani kültürünün dünyasal maddeciliğini benimsemek yerine,dünyadan büsbütün soyutlar kendini. Augustinus bu yaklaşımıyla, Latince konuşan Batı dünyasına ilk kilise inancının bozuk bir uyarlaması olan bir Hıristiyanlık anlayışını miras bıraktı. Augustinus’un, Yeniplatoncu dünya görüşünü yansıtan İtiraflarve Tanrı Şehriadlı eserleri Orta Çağ kilisesi üzerinde çok etkili oldu ve doğal dünyanın araştırılmasından fayda gelmeyeceği inancının da yayılmasına sebep oldu.
Grek felsefesinin diğer devi Aristo (İ.Ö. 384-322), on yedi yaşındayken Atina’da Platon’un öğrencisi oldu. Aristo, Platon’un ölümündensonra Anadolu kıyısındaki Midilli Adası’na yerleşti. Aristo 342 yılında Makedonya Prensi İskender’in öğretmeni oldu, ancak dört yıl sonra,İskender’in dünyayı fethetmeye yönelik seferlerini başlatmasının ardından Atina’ya dönerek burada kamu hizmetinde öğretmen olarak çalışmaya başladı.
Aristo, çok başarılı bir hayvanbilimciydi. Doğal dünyaya dair çarpıcıgözlemleri, ustasının oldukça sıkıcı idealizmine kıyasla çok daha ilginçti. Aristo, yaklaşık 542 hayvan türünün yaşam ve üreme alışkanlıklarınıaraştırdı, civcivlerin gelişim süreçlerine dair embriyolojik araştırmalar yaptı, ahtapotların gelişimi ve alışkanlıklarına dair ayrıntılı bir çalışma yaptı ve tarihte bir ilk olacak biçimde, anatominin tasvir edildiği diyagramlar kullandı. Hayvanların Kısımları Üzerineadlı eserinde şöyle yazar Aristo:
Ancak gerçekte, doğasının bütün öğeleri müthiştir. Heraklitos’u ziyarete giden ve onu mutfaktaki ocağın karşısında gören yabancıların, içeri girmekten çekindikleri anlatılır. “Girin, girin” diye seslenir Heraklitos, “tanrılar daburada” der. İşte bizler de, her türlü canlıyı çekinmeden incelemeliyiz, çünkü bu canlıların her biri doğal olana, dolayısıyla da güzel olana dair bilgilersunacaktır bize. Doğaya bakıldığında, düzensizliğin olmadığı ve her şeyin bir işe yaradığı görülür ve doğanın sonsuz çeşitlilikte yeni türler üretişi veya mevcut türleri bir araya getirişi, güzelliğin en yüksek mertebesini yansıtır [vurgu tarafımdan eklenmiştir].
Aristo’nun doğal dünyaya duyduğu bu hayranlık dikkat çekicidir; çünkü insanı araştırmaya sevk eden doğa merakı ve ayrıntıları tespit edebilme yeteneği, hangi çağda olursa olsun her bilim adamında olması gereken başlıca özelliklerdir.
Aristo, daha erken dönem Grek düşünürlerinin, var olan her şeyin evrenin hiyerarşik düzenindeki “doğal” konumunu belirleyen kendi physis’ineya da fiziksel doğasına sahip olduğu yönündeki fikirlerini geliştirdi. Doğal devinim, olması gereken konumun dışına çıkan bir şeyin, “doğru” konuma geri dönmesi sürecinde gelişirdi. Dolayısıyla, nasıl ki ateş göksel ateşlere katılmak üzere göğe doğru yükselerek yanıyorsa, taşlar da yeryüzüne doğru düşerdi. Çünkü oraya “aittiler”. Kuş için uçmak, balık içinse yüzmek, doğaları gereği yaptıkları şeylerdi. Hatta varlıklarının sebebi de bu işlevleri gerçekleştirmekti ve Aristo, “doğanın ürettiği her şey bir amaca hizmet eder” görüşündeydi. İşte bu sebeple Aristo teleoloji yanlısıydı (telos, Grekçe “amaç” veya “hedef” anlamına gelir). Biyoloji ve tıp (ilaçlar) konusundaki ayrıntılı yazıları Latince, Süryanice, Arapça ve İbranice’ye tercüme edilen Bergamalı Galen (İ.S. 131-201) de bu geleneğin sıkı takipçilerindendi. Galen’in bu yazıları, üçüncü yüzyıldan 16’ncı yüzyıla kadarki dönemin düşünsel yaşamına damgasını vurmuştur. Galen şöyle diyordu:
Yaratıcı, fayda sağlamaya yönelik amaçlarına ulaşmasını sağlayacak yöntemleri sonsuz bilgeliğiyle belirlemiştir ve bütün iyi şeyleri tasarısına uygunbiçimde yaratarak amacına ulaşmış olması da, O’nun her şeye gücü yeten olduğunu kanıtlar.
Aristo ve Galen için gerçek bilgi, nedensel bilgi olmalıydı. Doğal dünyanın, söz konusu olguların izah edilebilmesi için gerekli olan birincil dereceden nedenler yerine sonsal nedenlerle tanımlanması anlayışı Aristo ve Galen’den çok sonra Orta Çağ felsefesi ve teolojisine egemenoldu ve bugüne dek din ile bilime dair bütün tartışmalarda etkili oldu. Dokuzuncu ve onuncu bölümlerde daha ayrıntılı biçimde ele alacağımız, sözde “yaratılışçılar” ile “evrimciler” arasındaki bulanık tartışmanın kökeni belki de Yaratılış Kitabı’nın ilk bölümlerinden çok Aristo’nun düşüncesine dayanır. Ayrıca Aristo’nun ruhunun, William Paley’in (yedi ve onuncu bölümlerde ele alınır) kitaplarına kıyasla, Richard Dawkins’in Kör Saatçi’sigibi kitaplarda daha çok sezilir olduğu da söylenebilir.
Aristo’nun dünya görüşünü bu kadar baskın kılan, doğası itibariyle çok kapsamlı olmasıydı. Aslında bu cümlede kullandığım “doğası itibariyle” tabiri Aristocu “doğa” ve “doğal” kavramlarının gündelik dile ne ölçüde yerleşmiş olduğunu gösteren bir örnektir. Aristo, evreni kabaca dünyevi ve göksel diye adlandırdığı iki bölgeye ayırarak tanımlıyordu. Bu iki bölgedeki işleyişler oldukça farklı yasalara tabiydi. Aristo, dünyevi düzen kapsamında olan her şeyin bir çeşit “doğa merdiveninde” sıralandığına inanıyordu. Bu merdivenin en alt basamaklarında cansız varlıklar, bunların üzerinde bitkiler, ardından hayvan türleri, en üst basamaklarındaysa insan yer alıyordu. Türlerin bu hiyerarşi içerisindeki yerleri physis’leri uyarınca ebediyen sabitti. Bitkiler ve hayvanların nasıl kendi formları varsa, yeryüzünde gerçekleşen her doğal devinimin de kendi physis’i vardı; dolayısıyla da doğrusal yapıdaydı. Öte yandan, doğal olmayan devinim ise dışarıdan uygulanan kuvvetler sonucu ortaya çıkardı.
Aristo, dünyevi bölgeden farklı olarak göksel düzenin öncelikle saf “element doğasına” sahip bir dizi küreden –en yoğun küre “dünyevi nefestir”– ardından da su, hava ve ateşten oluştuğuna inanıyordu. Tamamen saf olan “beşinci elementten” veya “katıksız özden” oluşan gökselcisimler bir dizi (görünmez) eşmerkezli küre biçiminde düzenlenmişlerdi ve merkezde Dünya yer alıyordu. (Bu Aristotelyen terime, kısa süre önce The Guardiangazetesinde yayınlanan bir haberin modern söyleminde rastlamak sevindirdi beni: “Bir zamanlar, kadının yalnızca tenden ibaret olduğu düşüncesinin katıksız [öz] bir yansıması olan Miss World güzellik yarışması, bugün artık çok daha saygın bir konuma erişti” [vurgu tarafımdan eklenmiştir]. Evrenin sınırlarını en dıştaki küre belirliyordu ve göksel sistemin dairesel döngüsünü sağlayan da bu kürenin ilahi uyumuydu.
Evrenin sınırının ötesinde Aristo’nun Sarsılmaz Devinimci diye tanımladığı tanrı bulunurdu. Bu tanrı, soğanları evirip çeviren bir dev misali, evrende var olan karmaşık küreler topluluğunun, kımıldamayan Dünya’nın çevresinde dönmesini sağlıyordu. Aristo’nun sisteminde, physisve maddenin her ikisi de ezeli olduğu için yaratılış kavramı yoktur. Bu sistemde, “Doğa her şeyi belirli bir amaca yönelik olarak üretir”, yani doğanın kendisi yarı ilahi kabul edilir. Varlıklar en yüksek yaşam formuna benzedikçe, daha ilahi olmaya başlar, dolayısıyla gök cisimleri ilahi yaşamla doludur.
İskenderiye
Aristo İ.Ö. 322 yılında öldü, ama Büyük İskender’in İ.Ö. 331 yılında İskenderiye Kenti’ni kurmasının ardından Grekçe konuşulan dünyanın düşünsel merkezi Atina’dan İskenderiye’ye kaymaya başlayınca, İskender’in eski öğretmeni Aristo 400.000 kitaplı bir kütüphaneyi içeren “Müzler tapınağının” (ki “Müze” sözcüğü de Müz sözcüğünün bu şekilde kullanımından türemiştir) etkisindeki bu kent için ideal filozof modeli sayılmaya başlandı. İkinci yüzyıl ortalarında İskenderiye’de faal olan gökbilimci Batlamyus, Grek matematik ve gökbilimini, daha sonraAraplarca Almagest (Araplar bu sözcüğü, Grekçe “büyük” anlamına gelen megiste sözcüğüne Arabça albelirtme edatını ekleyerek türettiler)diye anılacak olanBüyük Bileşimadlı eserinde özetliyordu. Almagest, Grek gökbilimciliğine dair günümüze kadar ulaşmış en eksiksiz eserdir.
Söz konusu dönemde İskenderiye’nin düşünsel yaşamının en çarpıcıözelliği, çoğulcu bir yaklaşımın benimseniyor olması ve yeni fikirlerin kabul görebiliyor olmasıydı. İskenderiye’de yaşayan Origen (İ.S. yaklaşık 186-254) adındaki Hıristiyan bir öğretmenin öğrencisi olan Gregory Thaumaturgus, Origen’in eğitim yöntemlerini ve gayri-Hıristiyan felsefelere bakışını tarif ederken, dönemin İskenderiyesi’nde yaşamın nasıl olduğunu da güzel özetler:
Filozoflar olsun, dini konu edinen şairler olsun, antik dönem yazarlarının elimize ulaşan bütün yazılarını okuyarak ve bu yazılarda aktarılan düşüncelerin hiçbirini reddetmeden felsefe çalışmamızı şart koşardı. Bizim için yasaklı, gizli veya erişilmez olan hiçbir şey yoktu. Grek veya Grek olmayan, ruhsal veya dünyevi, ilahi veya insandan olan her öğretiyi öğrenme iznine sahiptik. Özgürce daldık kaynakların arasına ve her şeyi enine boyuna inceledik, bilginin şerbetinden bolca içtik, ruhun gıdasından keyifle beslendik.
Altıncı yüzyılın ilk yarısında yaşayan İskenderiyeli Hıristiyanlar’dan, akademide felsefe kürsüsü olan ve antik dönemin son büyük Aristo yorumcularından Johannes Philoponus’un yazılarında da doğa bilimine benzer bir yaklaşım gözlenir. Philoponus, Aristo’nun felsefesi konusunda engin bilgiye sahipti ve bu bilgisinden yararlanarak, adeta 17’nci yüzyıl doğa felsefecilerinin habercisi olacak biçimde, Aristo’nun göklerin ezeli olduğu yönündeki felsefesine Kutsal Kitap’ın yaratılış teolojisine dayanarak karşı çıktı. Yaratılan şeylerin başlangıcı ve sonu olduğuna göre ve değişmeye mahkûm olduklarına göre, gökler nasıl mükemmel olabilirdi ki? Dahası Philoponus, yıldızların uzun dönemler boyunca tamamen aynı yolları izlemedikleri ve eşmerkezli olmadıkları yönündeki gözlemiyle de, Aristocu görüşte geçen, göksel ve dünyevi bölgelerin birbirinden farklı oldukları anlayışının doğruluğunu şüpheli kıldı.
Philoponus gibi seçkin düşünürlerin çalışmalarına rağmen dördüncüyüzyıl sonlarına doğru İskenderiye düşüşe geçmişti. Grek bilim geleneği dağılıyordu ve kalıntılarına, çöl manastırlarının kütüphanelerinde kilit altında tutularak unutulan papirüsler dışında, yalnızca Kudüs ile Bizans’ın bilgi dağarcığında rastlanacaktı. Grek biliminin başlıca yapıtlarının büyük çoğunluğu ve mantık üzerine iki çalışması dışında Aristo’nun yazıları, Batı dünyasının eline ulaşmamıştı. Neticede 12’nci yüzyıla kadar Batı dünyasında egemen olan anlayış, Aristocu yaklaşımlar yerine, Augustinus’in Hıristiyanlık’a eklediği Yeniplatoncu anlayış oluyordu. Grek biliminin bazı temel kavramları, bu Yeniplatoncu anlayış aracılığıyla Batı düşünce dünyasına ulaşıyor olsa da, öylesine sulandırılıyorlardı ki, yaratıcılarının dahi tanıyamayacağı hale geliyorlardı.
Köprü
Grek biliminin o eski metinlerinin zamanla tercüme edilerek Avrupa’ya ulaşması süreci, bilindik bir hikâyedir. Müslüman dünyasında korunan, ama bazısı oldukça vasat yazılı nüshalar, 10’uncu yüzyıl sonlarından itibaren Arapça’dan Orta Çağ Latincesi’ne tercüme edilmeye başlandı ve tercüme faaliyetleri 12’nci yüzyıldan itibaren önemli bir akademik faaliyet haline geldi. Tercüme faaliyetleri iki ana merkezde yürütülüyordu: Sicilya ve İspanya. Toledo’da, Arapça metinlerin İspanyolca okunarak doğrudan Latince’ye tercüme edildiği bir “Tercümanlık Okulu” vardı. Cremonalı Gerard (İ.S. yaklaşık 1114-87), muhtemelen birtakım çırakların da yardımıyla en az yetmiş ila seksen eser tercüme etti. Metinlerin çoğunun aktarımı uzun ve zahmetli süreçler gerektiriyordu. Örneğin, Aristo’nun Physicsgibi birtakım eserleri, Grekçe’den Süryanice’ye, Süryanice’den Arapça’ya, Arapça’dan İbranice’ye, son olarak da İbranice’den Latince’ye tercüme ediliyordu. Bu tercüme sürecinde Aristo felsefesinin bazı unsurlarının yitirilmiş olması pek de şaşırtıcı değildi, ancak 13’üncü yüzyıla gelindiğinde metinlerin Grekçenüshaları ortaya çıkarılınca, tercümeler iyileştirildi.
Grekçe metinlerin Latin uygarlığında ortaya çıkışı oldukça düzensizbiçimde gerçekleşti, dolayısıyla tercümelerin sıralaması, orijinal metinlerin kaleme alınış sıralamasından çok farklı oldu. Böylece Aristo’nun (İ.Ö. dördüncü yüzyıl) çalışmaları, Arapça’dan Latince’ye 1175 yılındatercüme edilen Batlamyus’un Almagest’iyle ve Bathlı Adelard diye bilinen İngiliz bir keşişin 1120 yılında keşfettiği Arapça nüshasından tercüme edilen Öklid’in Elementler’iyle aynı dönemde okuyucuya ulaşıyordu. Grek düşünce akımının Avrupa’ya aktarılmasında, tercümelerinyanı sıra, İbni Rüşt (1126-98) gibi Arap filozoflarının da önemli rolü oldu. İbni Rüşt, Avrupa düşünsel çevrelerinin Aristo’nun fikirlerini öğrenmesinde belki de tek başına en büyük payı olan kimsedir.
Modern olanın özü itibariyle, “eski ve önemsiz” olana kıyasla daha iyi olduğunu düşünmeye öylesine alışmışız ki, Orta Çağ “bilim” anlayışını tasavvur etmekte zorlanırız (C. S. Lewis’in “kronolojik kibir” diye adlandırdığı durum). Bizler için eski bir metnin tercümesi tarihsel açıdan önemli olabilir, ama bu metni bilimsel bir bilgi kaynağı olarak görmemiz pek olası değildir. Orta Çağ dünyası içinse tam tersi geçerliydi: Toplumun otoriter yapısı çerçevesinde, felsefe söz konusu olduğunda antik dönem düşünürleri mutlak uzman kabul ediliyorlardı ve dolayısıyla “bilim” de büyük filozofların düşüncelerinin analizi ve izahatıydı. Peter Harrison’un da dediği gibi, “Orta Çağ bilginleri için, doğaöncelikle kitaplardan öğrenilmeliydi ve kimi zaman kendi gözlemlerinedayanarak, yetkili kimselerin yazılarına açıklamalar ekleseler de, başlıca görevlerinin geçmişte yaşamış büyük düşünürlerin gözlemlerine dayanarak oluşturdukları dünya anlayışını korumak ve aktarmak olduğuna inanıyorlardı.” Ne olursa olsun, Orta Çağ Avrupası’na aktarılan Grek felsefe akımlarının pasif biçimde kabul edildiğini düşünmek yanlış olur; tam aksine, her yeni tercüme hararetli tartışmalara sebep oluyordu ve Grek bilimi bütünüyle kabul edilmektense, Orta Çağ teolojisiyle harmanlanıyordu.
Bir süre Plantagenet ailesiyle beraber yaşayan ve Kral II. Henry’nin öğretmeni olan Conchesli William (1154’e dek yaşadığı sanılıyor), ayrıntılı evrenbilim ve fizik anlayışını, bazısı yeni tercümelerden olan Platoncu kaynaklardan yola çıkarak geliştirmiştir. Ancak sunduğu bilim anlayışı, “şeylerin doğal nedenlerini araştırmanın” gayet doğru bir uygulama kabul edildiği Hıristiyanlık inancı çerçevesinde yorumlandı. Conchesli William, Dünya Felsefesiadlı eserinde, doğa olaylarını ilahimüdahaleyle izah etmek konusunda fazla aceleci davranan kimselerin bu tutumlarından duyduğu rahatsızlığı dile getirir: “Ancak, biz diyoruz ki, her şeyin nedeni aranmalıdır.” Şeylerin izah edilebilmesini sağlayan doğal nedenlerin keşfi Tanrı’nın yaratıcı olarak rolünü gereksiz kılmaz. Çünkü, “Tanrı’nın yüceliğini azaltmış değilim; dünyada var olan her şey Tanrı tarafından yaratılmıştır, kötülük hariç; ancak başka şeyleri de,ilahî müdahalenin aracı olan doğa aracılığıyla yaratmıştır Tanrı.”6Bu yöntemler aracılığıyla Platoncu bilim anlayışı Hıristiyan teolojisiyle uyumlu hale getirilmiş oluyordu.
Avrupalı bilginlerin ilk kez Aristocu bilim anlayışını tartışmaya başlamaları da 12’nci yüzyıla dayanır, ama Aristo’nun öğretilerinin Orta Çağ teolojisiyle harmanlanmasıyla “skolastik felsefe” diye anılacak düşünce sisteminin ortaya çıkmasıysa ancak bir yüzyıl sonra Dominiken Keşişi Aziz Thomas Aquinas’ın (İ.S. yaklaşık 1224-74) çok daha kapsamlı bir program yürütmesi sonucunda olmuştur. Böylece kilise, adetabir amip gibi, genellikle kendi temel ilkelerine ters düşen iri felsefe damlacıklarını içine emip özümseyerek, bu felsefeleri, toplumsal düzene tehdit oluşturmalarını engelleyecek ölçüde Hıristiyanlaştırıyor, ancak aynı zamanda da söz konusu felsefelere başka türlü asla erişemeyecekleri ölçüde yetke ve saygınlık kazandırıyordu. Aristo’nun maddenin ezeli olduğuna inanıyor olması önemli değildi; onun bu sistemi, tasavvur ettiği evrenin bir ucuna yaratılış diğer ucuna da evrenin sonu olgularının eklenmesiyle Hıristiyanlaştırılmış, ortada kalan Aristocu dünya görüşüyse aynen korunmuştu. Aristo’nun Evrimsiz Devinimcisinin, Hıristiyanlık’ın Tanrısı’ndan çok farklı olması da önemli değildi. Aquinas,Tanrı’nın varlığına dair “İlk İspatını” tümüyle Aristo’nun fizik anlayışına dayandırıyordu; devinen her şey devinimini bir başka şeye borçlu olduğuna göre, bu devinim silsilesi geriye doğru incelendiği takdirde devinimi başlatan bir varlıkla karşılaşmak gerekir, bu varlık da “EvrimsizDevinimci” veya “Tanrı” olmalıdır. Pek de tatmin edici olmayan bu sav, 14’üncü yüzyılda Ockhamlı William tarafından hak ettiği biçimde elden geçirilmiştir. Aquinas, muhtemelen zaman bağlamında bir “ilk nedenden” ziyade mantıksal sıralamalarla düşünüyor olsa da, Tanrı’yı, bilinen evrenin en uç noktalarına bakarak Büyük Patlama anında aramayönündeki günümüz eğiliminde Aristocu yaklaşımın yansımaları açıkçagörülür.
Aristo’nun durağan evren modeli, Orta Çağ Avrupası’nın toplumsalhiyerarşisi için uygun bir çerçeve sağlıyordu. Thomas Aquinas, Summa Theologica adlı eserinde yalnızca Aristo’yu özümsemekle kalmamış, Ares Tepesi Kurulu yargıçlarından sözde Dionysius’un kaleme aldığı varsayılan veGöksel Hiyerarşi diye anılan Yeniplatoncu sahte bir belgeyi de özümsemiştir. Böylece ortaya çıkan eser, toplumda var olan hiyerarşik yapıyı evrensel düzenin yansıması olarak gösteren, Aristocu fizik anlayışı, Yeniplatoncu varsayımlar ve Orta Çağ teolojisinin bir harmanı oldu. Nasıl ki papalar, başpiskoposlar, imparatorlar, krallar ve kontların, toplumsal yapıdaki yerleri belirlenmiş ise, bunun yansıması olarak Aristo’nun kristal kürelerinden hangisinde yer alıyorlarsa ona göre belirli görevleri olan çeşitli rütbelerdeki melek ve başmeleklerin oluşturduğu göksel hiyerarşiler de vardı. İnsan bedeni de bu toplumsal ve göksel düzene benzer biçimde tasarlanmıştı; yukarıda bulunan kalp ve ciğer gibi asil organlar, diyafram sayesinde karın bölgesindeki aşağıorganlardan ayrılıyordu.
12’nci yüzyıldan 15’inci yüzyıla kadar tercümeler aracılığıyla Avrupa medeniyetlerine ulaşan Grek felsefesinin bazı baskın öğelerine yakından bakmak ilginç şeyler gösterir bize. Bu düşünce akımlarının bazısının, Avrupa’da bilimsel hareketin ortaya çıkmasını tetikleyen faydalı etkileri olmuştur. Bazı akımlarınsa faydasız olduğu ortaya çıktı ve modern bilimin gelişebilmesi ancak 16 ve 17’nci yüzyıl doğa felsefecilerinin teolojik ve felsefi düşüncelerinin bu eski akımların yerini almasıylamümkün oldu. Steven Shapin’in de belirttiği üzere, “17’nci yüzyılın ‘yeni bilimini’ dikkat çekici kılan başlıca etken, savunucularının, bu bilimin ‘yeni’ olduğunu tekrar tekrar dile getiriyor olmalarıydı.”
Mantık ve matematik
Grekler’in bıraktığı miraslar arasında en değerli olanlardan biri, mantıklı ve düzenli biçimde düşünme alışkanlığıydı. A. N. Whitehead’in dediği gibi, “Aslında Galileo, Diyaloglar’ında görünenden çok daha fazlasını borçludur Aristo’ya: Hür zihnini ve analitik düşünme yeteneğini ona borçludur.” Orta Çağ Avrupası’nın erken dönemlerinde yaşanan sonu gelmeyen skolastik tartışmaların faydasız olmaları, mantık veya akıldan yoksun olmalarından değil, yaşamın her alanında, gerçeğin ne olduğunubelirlemek için yetkili sayılan eski düşünürlere başvurma ilkesine dayanan bir dünya görüşünün benimsenmiş olmasından kaynaklanıyordu.
Grekler’den Avrupa’ya mantığın yanı sıra, bilim devriminde önemli rol oynayacak olan Platoncu matematik sevdası da aktarılıyordu. Aquinas’ın ardından, Orta Çağ Avrupa görüşünde etkili olan akım Aristo’nun evren anlayışı olsa da, Platon ve Pisagor’un fikirleri, halen felsefecileri doğaya matematiksel bir açıdan bakmaya teşvik ediyordu. Floransalı bilgin Marsilio Ficino (1433-99) Platon’un İşler’ini, daha fazla kimse tarafından anlaşılabilmesi için Latince’ye tercüme ederek Platoncu düşünceler ile Kutsal Kitap kaynaklı inanışları uyumlu kılmaya yönelik çalışmalara öncülük etti. Bilimsel devrim sürecinin yaşanmasında önemli rol sahiplerinden biri olan Mikolaj Kopernik (1473-1543), Batlamyus’un astronomi anlayışına karşı çıktı. Bu karşı çıkışınıntemelinde, yeni gözlemlerden ziyade Batlamyus’un astronomi anlayışını matematiksel olarak zarafetsiz bulması yatıyordu ve Kopernik bu yaklaşımıyla, yeni gözlemler yapmaktansa başkalarının gözlemlerine dayanarak hesaplamalar yapmanın tercih edildiği Grek düşünce geleneğine sadık kalıyordu. Kopernik’in görüşüne göre, göksel döngüsellik modeli etkiliydi ve evrenin merkezinde Dünya değil de Güneş’in yer aldığını savunmayı seçmesinin temelinde, büyük ihtimalle, daha sonraları Avrupalı okuyucuların “Hermetik yazılardan” sezinleyebildikleri,Pisagor’un matematik üzerine kurulu tarikatına duyduğu hayranlık yatar. Bu derleme metinlerin, Mısırlılar’ın Musa zamanında sahip oldukları bilgeliği kâğıda döktüğünü iddia eden Hermes Trismegistus (“üç kerebüyük Hermes”) diye anılan eski çağlarda yaşamış bir Mısırlı tarafından kaleme alındığı sanılıyordu. 1453 yılında İstanbul’un (Konstantinopolis) fethi sonrasında Batılı bilginlerin eline geçen bu yazılar, hızla Grekçe’den Latince’ye tercüme edilmiş ve kısa sürede geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. O zamanlar egemen olan inanış uyarınca, bu kaynak, Musa’ya ahlâk konusunda verilen vahiy kadar geçerli olan, fiziksel dünyaya dair bir vahiy niteliğindeydi. “Hermes Trismegistus” diye bilinen yazarın gerçekte asla yaşamadığı ve ona atfedilen “bilgeliğin” de aslında İ.S. ikinci yüzyılda Yeniplatoncu bir grup yazar tarafından kurgulandığını ortaya çıkarmak büyük klasik dönem uzmanı Isaac Casaubon’a (1559-1614) düşecekti. Ancak evrenin sırlarının anlaşılabilir matematiksel bir dille yazılmış olduğunu (örneğin, müzikal harmonilerde görüldüğü gibi) vurgulayan “Hermes Trismegistus” uzunca bir süre boyunca Yeniplatoncu düşüncelerin Batı dünyasındaki önemli dayanaklarından olmayı sürdürmüştür. Hugh Kearney’in de söylediği üzere, “Bu gelenek çerçevesinde matematiksel çalışmalar, laik faaliyetler değildi. Adeta dinsel bir meşguliyet gibiydi” ve “Yeniplatonculuğun mesajı, akademik Aristoculuğun mantıkçılığından uzaklaşmak isteyen hayal gücüne sahip insanların imdadına yetişiyordu”.
Kürelerin ahengine dair matematiksel anlayış, özellikle modern gökbilimin başlıca kurucularından sayılan ve yaşadığı dönemde Kopernik’i açıkça destekleyen nadir gökbilimcilerden biri olan Johannes Kepler’in (1571-1630) yazılarında açıkça görülür. Kepler, Almanya’nın güneybatısında bulunan Weil’ın en köklü Protestan ailelerinden birinden geliyordu. Tübingen’de öğrenim gördükten sonra, Mysterium Cosmographicumadlı ilk büyük eserini kaleme aldı. Kendisi henüz yirmi beş yaşındayken yayınlanan bu eserinde, Kopernik’in sistemindeyer alan altı gezegenin çizdiği yörüngelerin, Öklid’in beş katı cismine denk geldiğini göstermeye çalıştı. Tanrı’nın yarattığı evrenin ahenkli olduğuna dair bu matematiksel öngörüye, Kepler’in daha sonraki çalışmalarında da rastlanır. Bu öngörü ile Tycho Brahe’nin türlü güçlüklererağmen derlediği yıldızlara dair gözlemlerin bir araya getirilmesiyle, modern gökbilimin temelleri atılacaktı. Kepler, Mysterium’u yazışındanyirmi yıl sonra şöyle der: “Göksel ahengin ilahi görünümü karşısında ifade edilemez bir coşkuya kapıldığımı hissediyorum.” Harmonice Mundi(1619) adlı eserinde de, her gezegenin, hızına göre belirlenen kendisine has bir müzikal gamı olduğu ve altı gezegenin birden yarattığıakorun evrensel müziğin doruk noktası olduğu yönündeki inanışını anlatır. Şöyle yazmıştır Kepler: “Göksel cisimlerin devinimi, mantıklı (işitilmeyen) müziklerden oluşan daimi bir konserden ibarettir.” Gökbilimciler, “Doğa Kitabı’nı yorumlamak üzere görevlendirilmiş, Tanrı’nın rahipleridir” ve bu yorumun anahtar unsuru matematiktir:
Boş lafa gerek yok. Yaratılış’tan da önce var olan Geometri, Tanrı’nın aklıyla eş derecede ezelidir, hatta Tanrı’nın ta kendisidir… Tanrı’ya, Yaratılışiçin uygun bir model sunan geometri, Tanrı’ya benzer yaratılan insana da nakledilmiştir; yani insan geometriyi yalnızca gözleriyle gördükleri aracılığıyla öğrenmez, içten içe bilir.
Kearney şöyle yazar: “Matematik, 17’nci yüzyılın neredeyse tüm yaratıcı beyinleri için fazlasıyla cazip olmayı sürdürüyordu.” Ancak yüzyılın sonlarına doğru, öyle görünüyor ki matematik, Kopernik ve Kepler’in heyecan dolu yaklaşımlarındaki gibi evrensel bir tutku olmaktan çıkmış, daha çok bir araç olarak görülmeye başlanmıştır. Dolayısıyla Galileo (1564-1642), hermetik yazılara odaklı Yeniplatoncu gelenektenziyade, Arşimet’in mekaniğe dayalı geleneğine daha yakındı. Kopernikçi akımı kabul etmesinde Güneş’e karşı mistik birtakım hisler beslemesi değil, gökbilimsel gözlemlerinden yola çıkarak eriştiği mekanikçıkarımlar etkili oluyordu. Ancak Galileo, Yeniplatonculuğun gösterişli yanlarını reddetmiş olsa da, bilim anlayışı büyük ölçüde matematik üzerine kuruluydu:
Felsefe, evren diye bildiğimiz ve daima göz gezdirebildiğimiz bu büyük kitapta yazılıdır. Ancak bu kitabı anlamak için öncelikle yazımında kullanılandili anlayabilmek, harfleri okuyabilmek gerekir. Matematik dilinde yazılmıştır bu kitap… bu dili bilmeden tek bir kelimesini bile öğrenmek mümkün değildir…
René Descartes (1596-1650) ve Isaac Newton (1642-1727) da, 17’nci yüzyıl bilimsel devriminin önemli atılımcılarındandır ve onlar da kendilerine has üsluplarla matematiğin öncüllüğünü vurgular. Bu iki bilim adamının da evrene dair matematiksel öngörüleri teolojik sistemle uyumluydu. Descartes için Tanrı, usta bir mühendis gibiydi; Newton dayaratılışa baktığında ilahî bir sanatçının eserini görüyordu.
Doğa araştırılmalı mıdır?
Antik Grek medeniyetinden, 17’nci yüzyıl bilimsel devrimine kadar matematiğin olumlu gidişatını özetlerken birçok dönüm noktasından bahsettik. Kepler, Galileo ve Newton’un dünya görüşünde, evrenin keşfedilmeyi, incelenmeyi ve anlaşılmayı bekleyen çok etkileyici bir yer olduğu varsayılır. Bu varsayımın temelinde, evrenin anlaşılmasının mümkün vegerekli olduğu ve dünyanın, insanlarca araştırılamayacak kadar kutsal veya karanlık hiçbir noktası olmayan mantıklı ve ilahî olarak belirlenmiş bir düzeni yansıttığı kanaatleri yatar. Bu temel varsayımlarla bile, Grek felsefesinin genelinde rastlanan anlayıştan oldukça uzaklaşmış oluyoruz. Daha önce de belirtildiği üzere, Platoncu anlayışta cisimler formlarının gerektirdiği gibi hareket ettikleri için deney yapmanın gereksiz olduğu ve cisimlerin ideal forma uygun hareket etmelerinin önündeki engelin de madde olduğu düşünülürdü. Dolayısıyla bu anlayış doğrultusunda gerçek dünyanın nasıl işlediğini anlamak için (bugün bizler için gayet ‘aşikâr’ olduğu üzere) maddeye dair somut duyusal veriler elde etmek değil, şeylerin formlarını düşünsel olarak kavramak gerekiyordu.
Ayrıca, Grekler doğanın kutsal olduğuna, “empatiler” ve “sempatilerle” dolu olduğuna, dolayısıyla da incelenmekten ziyade korkulması gereken bir şey olduğuna inanıyorlardı. Grek mitolojisinde, fırtınalar yaratmaya çalışan Salmoneus, sorun yarattığı için “Yüce Baba” tarafından öldürülmüş, tanrılardan ateş çalan Prometheus da Göklerin Rab’bi tarafından hak ettiği gibi cezalandırılmıştır. Grekler için doğayla mücadeleye yönelik girişimler hubris(küfür) sayılırdı ve hemen cezalandırılmasalar bile, başarısızlıkla sonuçlanmaları muhtemeldi. Mekanik adına yapılan ilk girişimler, doğaya karşı işliyor oldukları izlenimi verdikleri için şüpheyle karşılanıyordu; örneğin, ağır yüklerin küçük kuvvetlerle kaldırılması gibi. Reijer Hooykaas’ın belirttiği üzere, machina sözcüğü “alet” anlamına geliyordu, ama aynı zamanda düzenbazlık anlamında da kullanılıyordu. Pappus, İ.S. üçüncü yüzyılda, mekanik araçları kullanan kimselerin “harikalar yaratan kimseler” olarak da anıldıklarını ve doğaya hükmetmelerine imkân tanıyan gücü de muhtemelen büyü aracılığıyla edindiklerini yazar. Benzer biçimde Orta Çağ’da da simyacılık, kurşunun “formunu” altının “formuna” dönüştürerek “Tabiat Ananın” sırlarını zorla elde etmeye yönelik bir girişim olarak yorumlanıyordu ve doğanın işlerine üstün gelebilecek tek şeyin büyü olduğuna inanan toplumlarda şaşkınlığa ve korkuya neden oluyordu. 13’üncü yüzyılda, genel itibariyle kuramsal felsefenin baskın olduğu bir dönemde kişisel araştırmalarına büyük servet yatıran ve “doğalbüyünün” gayet kabul edilir olduğuna inanan Roger Bacon, doğayı alt etmeye yönelik girişimler hem küfür hem de küstahlık sayıldığı için büyücülükle suçlanarak hapsedilmekten kurtulamadı. Rönesans çağı boyunca “experimentum” sözcüğü hem büyücülük faaliyetlerine hem de bilimsel deneyselliğe karşılık geliyordu.
Grek geleneğinden gelen doğa anlayışı halen etkili olsa da, Orta Çağinsanının yaşamında doğa olaylarının ne denli belirleyici olduğu hatırlanacak olursa, “Tabiat Anaya” karşı hâlâ huşu ve korku duyuluyor olması pek de şaşırtıcı olmamalı. Ölüm, hastalık, açlık, salgınlar ve savaşlar gündelik yaşamın alışılmış gerçekleriydi. Bu gerçekler halkın geneliiçin olduğu kadar, bilimsel hareketin ilk evrelerinde yer alan kimseler için de geçerliydi. Gökbilimci Johannes Kepler, 1597 yılında büyükbabasının on iki evladının yaşam öykülerini özetleyerek kayda geçirdiğinde ortaya oldukça kasvetli öyküler çıkmıştı, ancak bu dönem için olağandı böylesi öyküler. İlk üç çocuk bebeklik dönemlerinde ölmüşlerdi. Dördüncü çocuksa Kepler’in babasıydı. Kepler’in babası 1577 yılında bir meyhane işletmeye başlamış, 1578 yılında katı barut dolu bir kavanozun infilak etmesiyle yüzü parçalanmış, sonunda yurdundan ayrılmış ve ölmüştü. Kepler, beşinci çocuğun da ölümünü şöyle kaydeder: “Birçok defa anne olan bu kadın da, öyle sanılıyor ki zehirlenme sonucu 1581 yılında ölmüştür.” Altıncı da ölmüştü, yedinci çocuk “hırçındı ve yaşadığı kasabanın halkı tarafından sevilmezdi… yoksulluk içinde Fransa’dan İtalya’ya kadar dolandı durdu… atlattığı birçok hastalığın ardından vücudunda oluşan ödemin etkisiyle (dropsi) öldü”. Yedinci çocuk olan Katharine “akıllı ve yetenekliydi, ama talihsiz bir evlilik yaptı. Gösterişli bir yaşam sürdü, bütün varlığını çarçur etti ve bugün artık dilenci konumuna düşmüştür”; dokuzuncudan on ikinciye kadar diğer çocukların hepsi ölmüştü. Doğa felsefecisi Conrad Gesner de, 1567 yılında Zürih Kenti’nde yaşayan 3700 ila 6000 kişinin ölümüne sebep olan vebaya kurban gitti. Kontrol edilmeyen doğanın kötücüllüğüher zaman etkisini hissettiriyordu.
Doğanın mitlerden arındırılması
Böylesi doğal afetlere ve hastalıklara kaderci biçimde boyun eğme alışkanlığı nasıl bozulabilmişti? Doğa felsefecilerinin 1550 yılına kadar adım adım, ardından da hızlanan biçimde küfür’le suçlanma korkusu olmadan ısrarla evrenin sırlarını çözmeye çalışmalarına sebep olan neydi? Bu değişimi tetikleyen ana etkenlerden biri, bilim kurumunun laikleşmesinden ziyade Hıristiyan inancının yaratılış öğretisinin geniş kitlelere ulaşması sonucunda “doğanın mitlerden arındırılması” olmuştur.
Bütün zamanlarını veriler üretip bu verileri değerlendirmekle geçiren ve yazılarıyla katkıda bulunduğu bilimsel dergilerde “tanrı” sözcüğüne ancak birkaç yılda bir rastlanabilen 21’inci yüzyıl laik bilim adamları için, 17’nci yüzyılda modern bilimintemellerini atan kimselerin elinden çıkan ciltler dolusu yazıları okuduklarında, bu kimselerin Katolik, Protestan, İtalyan, Fransız, Hollandalı, Alman veya İngiliz, hangi kökenden gelirlerse gelsinler Tanrı’nın “Doğa kitabını” araştırmanın hem bir vazife hem de bir zevk olduğu konusunda ortak kanıda olduklarını görmek şaşırtıcıdır. Belirleyici nitelikteki bu paradigma 17’nci yüzyıl bilim anlayışının biçimlenmesinde oldukça etkili olmuştur.
Johannes Kepler, Mysterium Cosmographicum’un ithaflar kısmında,evrenin araştırılmasını makul kılan teolojik bir izahat sunar: “Tanrı’nın görkemli tapınağı… Kutsal Yazılar’da el üstünde tutulan Doğa Kitabı.” Doğanın araştırılması, yalnızcainsanlığa fayda sağlayacağı için değil, içten içe merak uyandırıyor olması dolayısıyla da gerekliydi.Evren, Kepler için Everest Dağı gibiydi ve adeta keşfedilmeyi talep ediyordu:
Merhametli Yaratıcı… her canlının bütün ihtiyaçlarını karşılamadı mı, güzellik ve zevkten bolca nasip etmedi mi?… kuşların cıvıldamasının ne işe yaradığını sormayız. Çünkü onlar cıvıldamak üzere yaratılmıştır ve dolayısıyla cıvıldamak onların neşesini yansıtır. Benzer biçimde, insan aklının göklerin sırlarını edinmeyi neden arzuladığını sormak da anlamsızdır. Yaratıcımız bize aklı yalnızca gündelik ekmeğimizi kazanabilelim diye bahşetmedi –mantık sahibi olmayan birçok canlı bile gündelik ekmeğini bizlere kıyasla daha becerikli biçimde kazanır– gözlerimizle gördüğümüz şeylerin, herhangi bir fayda sağlayacak olmasa bilevar oluşlarının ve gelişimlerinin ardında yatan nedeni araştıralım diye bahşetti [vurgu tarafımdan eklenmiştir].
Bu tür bir beyanat, ömrünü bilimsel araştırmalara adamış olan, dolayısıyla da anlayabilme arzusunun kendi kendini doğruladığına ve kendi kendisinin mükâfatı olduğuna inanan bilim adamlarının paylaşabilecekleri bir anlayışı yansıtır. Galileo, teleskopu aracılığıyla elde ettiği şaşırtıcı yeni bulguları anlattığı Sidereal Message adlı kitabını yazdığında, Kepler bu kitabı okumuş ve uzun bir mektupla Galileo’ya heyecanını aktarmıştır:
Pek hürmetli Galileo, Yaratıcı olan Yehova’nın bizlere peş peşe açıkladığıgizli kalmış hazineleri üzerine sizinle münazara edebilmeyi çok istedim. Böylesi gelişmeler karşısında sessiz kalmaya hakkımız var mıdır? Bu gelişmeler karşısında coşkun bir Tanrı sevgisiyle, diller ve kalemler aracılığıyla ifade edilen bir sevgiyle dolup taşmamak mümkün müdür?
Bilimsel keşifler Kepler’i, “Yaratıcı’nın hazinelerinin” ortaya çıkarılmışolmasından duyduğu heyecan ve merakın yansıması olarak tapınmaya sevk edebilirdi. Ancak, bütün harikalarına rağmen, doğanın kendisine asla tapınılmamalıydı. Kepler’in de yazdığı üzere;
Amacım, göksel makinenin canlı ve ilahi bir varlık değil, bir çeşit saat mekanizması gibi olduğunu kanıtlamaktır.
Kepler, evrenin bir çeşit organizma gibi görüldüğü eski anlayıştan, ilahi bir saat ustasının düzenlediği ve sürerliğini sağladığı mekanik evren modelinin benimsendiği yeni anlayışa geçiş sürecinin önemli karakterlerindendir. Galileo ise, Aristocu evren anlayışını eleştirirken oldukça saldırgan olabilmekteydi ve bu “canlı” evren anlayışında sıkça rastlanan “empati” ve “sempati” kavramlarını kullanmaktan da olabildiğincekaçınırdı. “Doğa kitabı” ile “Tanrı sözünün”, yani Kutsal Kitap’ın bir bütün olduğuna canı gönülden inanan Galileo, incelediği evrenin Tanrı’nın eseri olduğunu vurgulamakta Kepler’den aşağı kalmıyor, hatta bu inancının teolojik temellerini Kepler’e kıyasla daha berrak biçimde dile getiriyordu:
Hem Kutsal Kitap hem de doğa olayları, Kutsal Söz’den kaynaklanır. Kutsal Kitap, Kutsal Ruh’un esiniyle yazılmış sözler (dictate), doğa olaylarıysa Tanrı’nın buyruklarını dikkatle uygulayan uşaktır (executrix).
Kutsal Yazılar’da geçen yüzlerce bölüm, Yüce Tanrı’nın görkemi ve izzetinin bütün eserlerinde görüldüğünü ve göklerin açık kitabında ilahi biçimdesergilendiğini öğretir bize.
Bu sözlerdeki en dikkat çekici şey, Galileo’nun gökleri, teleskop aracılığıyla fiziksel olarak açığa çıkarılabilen, teolojik açıdan da durağan Aristocu dünya görüşünün sınırlandırmalarından kurtarılan açık bir kitap olarak gördüğünü belirtmesidir:
Sarsi, bilgelerin sözlerine inanmayarak ve ters düşerek onlara hakaret edenler arasında sayılmak istemeyeceğini söyler. Bense, doğa ve Tanrı konusunda cahil ve nankör bir kimse sayılmak istemem derim; çünkü bana duyularımı ve mantığımı bahşettiklerine göre, bir adamın hatalı tahlilleri yüzünden bu armağanları kullanmazlık edemem.
Galileo için doğanın düşünsel açıdan incelenmesi iki sarsılmaz temel gerçeğe dayanıyordu. Bunlardan birincisi, gözlemcinin yaratan Tanrı’nın eserlerini anlamak üzere Tanrı tarafından yaratılmış bir canlı olması, dolayısıyla da değerli olmasıdır:
Ne çok harika şeyin var olduğunu ve bunlardan kaçının bugüne dek insan tarafından anlaşıldığını düşündüğümde… insan aklının, Tanrı’nın bir eseri, hem de en etkileyici eserlerinden biri olduğunu fark ediyor ve anlıyorum.
İkinci gerçekse, Galileo’nun en büyük “matematikçi” olarak gördüğü Tanrı’nın, insan aklıyla anlaşılabilecek bir evren yarattığı yönündeki inancıydı. Öyle ki, “evrenin gerçek yapısını” araştırmak, “yapılması gereken en önemli ve en kayda değer iştir… bu iş büyüklüğü ve soyluluğudolayısıyla, kuramsal olarak çözümlenmesi mümkün olan işler arasındaen başta ele alınmayı hak eder”. Galileo, Tanrı’nın mantıklı olduğuna ve Tanrı’nın yarattığı evrenin bütünlük arz ettiğine inandığı için şu yargılara varmıştır: “…bize duyularımızı, mantık ve aklımızı bahşeden Tanrı, …bu armağanlardan yararlanmamızı istemiş olmasaydı, bu armağanlarla edinebileceğimiz türde bilgileri mevcut kılmazdı. Birtakım deneyler aracılığıyla gözümüzle görebildiğimiz fiziksel gerçekler konusunda duyularımız ve mantığımızın söylediklerine kulak asmamızı isteyecek değildir.”
Galileo’nun teolojik yazılarına göz attıktan sonra (ki bunlar sayıca çoktur), A. N. Whitehead’in, 17’nci yüzyıl Avrupası’nda modern bilimin ortaya çıkmasına imkân tanıyan “düşünce anlayışını” tespit etmeyeçalışırken Galileo’dan üç yüzyıl sonra kaleme aldığı şu sözleri kabullenmek daha kolay olacaktır:
Kökeninde, Yehova’nın kişisel kudreti ve Grek filozoflarının mantığına dayanan, Tanrı’nın mantıklı olduğu yönündeki Orta Çağ inancı yatıyor olmalı… Bana kalırsa modern bilim kuramının geliştirilmesinden önce beliren, “bilimin mümkün olduğu” yönündeki inanç, Orta Çağ teolojisinin dolaylı bir türevidir.
Çin bilim ve teknoloji tarihi uzmanı olan Joseph Needham, Çin’in modern bilim anlayışını geliştirememiş olmasının başlıca sebeplerinden birinin, “(ilahi) yaratılış düşüncesinden yoksun olması” olduğunu söylerken aslında Whitehead’in görüşünü doğrulamaktadır. Ayrıca Galileo’nun bizzat kendisinin kaleme aldığı yazılar okunduğu takdirde, daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan çatışma tezine, “özgür düşünce yanlısıateist Galileo, dinsel gericiliğe karşı savaşır” temalı efsaneler ekleme girişimleri oldukça saçma görünür. Aşağıda daha ayrıntılı biçimde aktaracağımız üzere, hiç kuşkusuz ki Galileo Orta Çağ Kilisesi’yle çatışmıştır.Ancak bu çatışmanın temelinde Galileo’nun inancı farklı yorumlayışı yatıyordu. Galileo, kilisenin Aristocu evren anlayışını savunmasına karşı çıkıyordu, dinsel inancın tümüne değil.
Francis Bacon
Alman Kepler ve İtalyan Galileo gibi doğa felsefecilerinin teolojik yorumları doğrudan bilimsel keşiflerinden kaynaklanırken, İngiliz Francis Bacon’ın (1561-1626) Grek filozoflarının olumsuz etkilerine karşı giriştiği mücadele, edebiyata (sosyal bilimlere) dayanıyordu. On üç yaşındaCambridge’de bulunan Trinity College’a giren Bacon, daha sonra İngiltere Lord Şansölyesi görevine getirildi. Pek az deneye imza atmış olmasına rağmen bilim savunuculuğuna soyunan birçok kişi gibi o da kimi zaman karalama kampanyalarının kurbanı oldu. Belki de oldukça kibirli tavırları olması nedeniyle eleştirmenler onu sevememişlerdi. Aynı dönemin bilim adamlarından olan ve kan dolaşımı konusundaki keşifleriyle tanınan William Harvey de oldukça alaycı bir yorumda bulunmuşturBacon hakkında: “Felsefe (yani bilim) üzerine yazılarında bir Lord Şansölye’den beklenecek tarzda (amirane) bir üslup hâkim.” Ancak Bacon’ın zayıflıkları ne olursa olsun, Aristo’nun bilim anlayışının yerini alacak yeni bir bilimsel yöntemin geliştirilmesi yönündeki mücadelesinin, dönemin doğa felsefecileri üzerinde etkili olduğu açıktı ve Kraliyet Cemiyeti’nin (Royal Society) kurulmasını sağlayan etkenlerden biriydi.Bu cemiyetin ilk üyeleri kendilerini Bacon’ın öğrencisi kabul ediyorlardı. Dolayısıyla Bacon’ın, “Sağduyuya davet eden ben oldum” şeklindeki iddiası genel olarak doğru kabul edilir. Tabii ki bu iddiada geçen “sağduyu” kavramı aslında Kraliyet Cemiyeti Üyeliği’ne karşılık gelir.
Bu kitabın konusu gereği Bacon’ın, Kutsal Kitap teolojisini savunmak adına etkileyici edebi yeteneklerini kullanarak antik dönem filozoflarının düşüncelerini nasıl eleştirdiğine bakacağız. Bacon, bilimsel yöntem üzerine başlıca çalışmalarını Novum Organum başlığı altında toplamıştır ve bu başlığı kullanarak, kendi geliştirdiği yeni yöntemin, Aristo’nun yazılarının Orta Çağ’da yapılmış bir derlemesi olan Organon’da sözü edilen yöntemin yerini alacağına işaret etmektedir. Büyük Yenilenme(1620) adlı eserinin giriş sayfasında, iki sütun arasından geçmekte olan ve üzerinde plus ultra(daha ileri) yazılı olan bir gemi resmedilmiştir. Bu resim, non ultra(son nokta) kavramının sembolü olan Herkül’ün iki sütununa yapılmış açık bir göndermeydi. Bacon, non ultrakavramının, antik dönem insanlarının, büyük bilgelerin sunduğu bilgeliğin ötesinde daha fazla bilgi arama konusundaki korkularını temsil ettiğine inanıyordu. Bacon okuyucularını, “Bilgi edinmeyi imkânsız kılan ve Tanrı’nın işlerini göz ardı eden bu mantık dışı felsefelerden vazgeçmeye; yaratılışın muammalarını ortaya çıkarmak üzere alçakgönüllülükle ve saygıyla işe koyulmaya” davet eder. Bacon’ın gözlemlediği üzere, “çoğu kimse, doğanın işlerini gizemli kılmak üzere kullandığı tılsımı bozmanın imkânsız olduğuna, hatta buna yeltenmenin kâfirce bir davranış olacağına inanır”, ancak “göklere asla bozulmazlık vasfınıatfeden Kutsal Yazılar değil, putperestlikten kaynaklanan küstah dünyagörüşüydü”. Hiçbir ölümlünün, “Tabiat Ananın” gazabına uğrama tehlikesiyle karşı karşıya kalmaksızın geçemeyeceği sanılan sütunların çok ötesine geçiyordu Bacon. Kutsal Kitap’tan alıntıladığı sayısız bölümden yararlanarak okurlarını “dünyanın hiçbir parselinin, insanın araştırma ve keşif sınırlarının dışında kalmadığına” ikna etmeye çalışıyordu. Bacon’a göre, Aristo’nun felsefesi yalnızca bilimi değil, Tanrı inancını da imkânsız kılıyordu:
“Doğanın ürettiği her şey bir amaca hizmet eder ve doğa, herhangi bir engelle karşılaşmadığı sürece her zaman bildiğini okur” yargısına varan, doğanın birtakım sonsal nedenlere gebe olduğunu ileri süren ve buna benzer daha nice varsayımlar ortaya atan bu adamın [Aristo], artık Tanrı kavramına ihtiyacı yoktu.7
Bu bağlamda şöyle der Bacon: “Artık tek bir seçeneğimiz var… daha iyi bir tasarıyla yola çıkarak yeni bir sayfa açmak ve doğru temeller üzerine inşa ederek bilim, sanat ve tüm insan bilgilerini tekrar yapılandırmak.”
Bu dönemdeki doğa felsefecilerinin yazılarını çarpıcı kılan şey, iyimser yaklaşımlarla dolu olmalarıdır. “Tabiat Ananın” kötücül müdahaleleri karşısında duyulan umutsuzluğa onlarda rastlanmaz. Yeni teknolojiler aracılığıyla insanlığın ortak yararına olacak biçimde doğaya egemen olup kontrol edebilecek olmanın verdiği bir güven duygusu bu umutsuzluğun yerini almıştır. Britanya Kraliyet Cemiyeti kurucu üyelerinden John Wilkins, Yeni bir Dünya’nın Keşfi üzerine bir kitap yazmıştır ve kitabında şöyle demiştir: “Hiç şüphesiz ki, o ya da bu şekilde aya ulaşma fikri bize, denizaşırı yolculuk fikrinin eskilere göründüğünden daha olanaksız görünemez. Dolayısıyla bu doğrultuda umutlu olmamız yersiz değildir.” Kepler, insanlığın, uçuş teknolojilerini geliştir geliştirmez ayda koloniler kurmaya başlayacağına yürekteninanıyordu.
Robert Boyle ve Isaac Newton
Modern kimyanın kurucusu ve Kraliyet Cemiyeti’nin ilk ve etkili üyelerinden biri olan Robert Boyle (1627-91), Bacon’ın hayal ettiği Büyük Yenilenme’nin gerçekleştirilmesine yönelik somut girişimlerde öncü rolündeydi. Kelime sayısı 2,5 milyonu aşan yaklaşık 100 bilimsel makale yayımlayan ve ateşli bir deneycilik yanlısı olan Boyle, Bayağı Doğa Anlayışı Üzerine Özgür Bir İnceleme(1682) adlı eserinde Bacon’ın, doğanın tanrısal nitelikte olduğu inancını kırmaya yönelik mücadelesini sürdürüyordu. Boyle’un sözünü ettiği “bayağı doğa anlayışı”,“doğanın” bağımsız olarak var olabildiği veya Tanrı ile işleri arasında bir çeşit aracı konumunda olabileceği yönündeki anlayıştı. Yaşadığı dönemde hâlâ revaçta olan, “Tanrı ve doğanın ürettiği her şey bir amaca hizmet eder” deyişine şiddetle karşı çıkıyordu, çünkü bu deyiş, “yaratıcıve yaratılan” ilişkisinden ziyade doğanın kutsal sayıldığı eski Grek anlayışını hatırlatıyordu. Boyle’a göre, Tanrı dünyayı ilahi buyruğuyla yarattığına ve yarattığı dünyanın zaman içerisindeki sürekliliğini anbeansağladığına göre, doğanın özgür bir iradesi olabileceğini veya bağımsızbir unsur olarak hareket edebileceğini öne sürmek anlamsızdı. “Doğa bağımsız bir unsur” değil, bir “kurallar sistemidir” diye yazıyordu Boyle. Başka türlü anlayışlar yaratılmış düzenin araştırılmasına engel olurdu. Çünkü başka türlü anlayışların kabul edilmesi durumunda, araştırılacak olan şeyler mantıklı bir Yaratıcı’nın eseri olmaz ve araştırmaların sınırları da, Grek felsefesinde görülen “Tabiat Ana” kavramının temelinde yatan yarı ilahi “formlar” ve “zekâların” keyfî davranışlarınatabi olurdu.
Doğanın tanrısallığından arındırılması konusunda kararlı olduğunu açıkça dile getiren tek kişi Boyle değildi. Boyle’dan evvel, Fransız fizikçi Sebastian Basso da 1621 yılında kaleme aldığı bir yazıda, Grek felsefesinde “ilahlaştırılan” varlıkların doğanın işleyişinde Tanrı’nın vekili gibi hareket ediyor olmalarının, doğa ve Tanrı arasında bir çeşit işbirliği olduğu düşüncesini doğurduğuna işaret ediyor ve bu düşünceyi şiddetle eleştiriyordu. Basso’ya göre böylesi düşünceler tamamen safsataydı, çünkü doğa Tanrı’nın faaliyetlerinin gözlenebilir ve tutarlı yansımalarından ibaretti.
Kendi bilim anlayışını, Tanrı’nın yarattıklarının doğru bir yorumlamasına dayandırmak konusunda ısrarcı olan Sir Isaac Newton (1642-1727) da aynı meseleyi tekrar tekrar vurgulamıştı. 18’inci yüzyılın ilk yıllarında yazan Newton, Tanrı için şöyle der:
Tanrı dünyanın ruhu değildir, dünyaya egemen olan Rab’dir… “Tanrı” sözcüğü bir çeşit ilişkiye işaret eder, hizmetkârların varlığına işaret eder…Ne kadar mükemmel olursa olsun, egemenliği olmayan bir varlık “Rab Tanrı” diye adlandırılamaz, çünkü Tanrım, Tanrın, İsrail’in Tanrısı deriz… Ebedi Olanım, Ebedi Olanın, İsrail’in Ebedisi demeyiz… ya da Sonsuzum veya Mükemmelim demeyiz: Bu sıfatlar, hizmetkârların varlığına işaret etmez… egemenliği, takdiri ve tasarımı olmayan bir Tanrı, Gereklilik ve Doğa’dan ibaret olacaktır.
Ne ilginçtir ki Newton’un zamanına gelindiğinde doğanın mitlerden arındırılması işi öylesine ilerlemişti ki, Newton “uzaktan etki” sorununun çözümü için yerçekimi kuramını önerdiğinde, bazıları bunu, görünmez ve “mekanik olmayan”, dolayısıyla da gizemli sayılabilecek güçlerin varlığına dair bir iddia sanarak eleştirmişlerdi.
Newton, Boyle, Bacon, Galileo ve Kepler gibi doğa felsefecilerincekaleme alınan teolojik içerikli yazıların laf olsun diye yazılmış olduklarını veya bilimsel çalışmalarında teolojik göndermelerin bulunmasının, yaşadıkları dönemde dindarlığın ön planda olması sebebiyle dinselgöndermeler yapmanın adetten sayılmasından kaynaklandığını düşünmek yanlış olur. Aksine, anladığımız kadarıyla, benimsedikleri teolojik dünya görüşleri bilim alanındaki gelişimlerinde etkili olmuş ve Yaratan bir Tanrı’nın varlığına dair inançları yaşamlarında belirleyici bir unsur olmuştu. Örneğin, Boyle araştırmalarının kutsal bir tapınma olduğuna öylesine inanıyordu ki, deneylerini özellikle pazar günleri gerçekleştiriyordu. Ayrıca Newton’un, öldüğü zaman kişisel kütüphanesinde bulunan kitapların ağırlıklı olarak hangi konular üzerine oldukları R. J. Forbes’ın hazırladığı listeden yararlanarak incelendiğinde de böyle bir sonuca varılır:
Konu |
Başlık sayısı |
Toplam |
Teoloji ve felsefe |
515 |
32 |
Matematik, fizik ve gökbilim |
268 |
16 |
Tarih ve kronoloji |
215 |
14 |
Klasikler |
182 |
11 |
Kimya ve madenbilim |
165 |
10 |
Robert Boyle, Kutsal Kitap’ı daha iyi anlayabilmek için İbranice, Grekçe, Aramice ve Süryanice öğrenmişti. Gündelik yaşamında dinsel işleri tali bir unsur sayan bir adamın bunca dili öğrenme zahmetine girmesi beklenemez herhalde.
Tanrı’nın, bir “kurallar sistemi” uyarınca faaliyet gösteren bir yaratıcı olduğu yönündeki inanç, gökbilim ve fizik alanlarında matematiksel bir sistemin varlığını arama arzusunu körüklemenin ve doğanın mitlerinden arındırılarak korkusuzca incelenebilmesini sağlamanın yanı sıra doğal dünyanın tümüyle Tanrı’nın eseri olduğu düşüncesine odaklanmayı da mümkün kıldı. Boyle ile aynı yılda doğan, ama seçkin bir aileden gelen Boyle’dan farklı olarak sıradan bir aileden gelen John Ray (1627-1705) de, bu anlayışla yola çıkarak bir dizi gözlemin ardından modern biyolojinin temelinin atılmasında önemli yeri olacak, hayvanları ve bitkileri tanımlayan ve sınıflandıran çok sayıda eser yayınlamıştır. Ray, Britanya’da bulunan bitkileri özetlediği çalışmasının (1960) önsözünde, deneye dayalı yeni bir bilim anlayışının skolastik felsefenin yerini aldığı bir çağda yaşadığı için ve bu dönüşüme tanıklık edebilmiş olmasından ötürü Tanrı’ya duyduğu şükranı ifade eder. Ray’in oldukça tutulan The Wisdom of God Manifested in the Works of Creation(1691) adlı kitabı, ilk basımının ardından yirmi yıl içerisinde beş defa güncellenerek yeniden basıldı. Bu kitabında şöyle der Ray:
…doğanın hazineleri tükenmez… Dünyada bulunan hayvanlar arasında dış görünüşü hâlâ incelenmemiş veya tanımlanmamış birçok hayvanın bulunması, bana sorarsanız eğitimli insanlar adına utanılacak bir durumdur… eğer insan Yaratıcısı’nı eserlerine bakarak yüceltmeliyse, bu eserleri öncelikle tanımaya çabalamalıdır.
John Ray kendi tavsiyesine uyarak gerçekten de “eserlerin hepsini tanımaya” çalıştı. 1686-1704 yılları arasında, 18.600 bitki türünü sınıflandırdığı, toplamda 2610 sayfayı bulan üç ciltlik bir eser yayınladı. Essex’in küçük bir köyü olan Black Notley’de bulunan evi, çok sayıda bitki ve hayvan türleriyle tıka basa doluydu. Ray, uzun ve verimli ömrünün sonlarına doğru yetmiş yedi yaşına geldiğinde, kelebekler, güveler, kanatlı böcekler, yabanarıları ve sinekleri türlerine göre sınıflandırmaya yönelik çalışmalarını sürdürmekteydi. Üstelik sadece kendi küçük köy evinin çevresinde şaşırtıcı biçimde 300 farklı kelebek ve güve türü tespit etmişti.
16’ncı ve 17’nci yüzyıl doğa felsefecileri modern bilimin temellerini atarlarken Tanrı’nın yarattıklarının çok önemli bir yeri olduğunu açıkça ve defalarca kaydettiklerine göre, bu adamların benimsediği şekliyle Tanrı’nın yaratma faaliyetlerini, Grek filozoflardan kaynaklanan düşüncelerle kıyaslamak faydalı olabilir. Burada sözünü ettiğimiz yaklaşımın, 20’nci yüzyılda ortaya çıkan (ve 9. bölümde konu edilen) “yaratılışçılık” akımı olmadığının altını çizmek gerekir. Sözünü ettiğimiz yaklaşım, Grek doğa anlayışından Yahudi-Hıristiyan doğa anlayışına geçişte yaşanan felsefi değişimle ilişkilidir.
Yahudi-Hıristiyan geleneğinde doğa anlayışı
Grek felsefesinin genelinde “yaratılış” kavramına hiç rastlanmaz; ne de olsa böyle bir kavramın ortaya çıkması için öncelikle bir yaratıcının varlığı kabul edilmelidir. Ancak Grek felsefesinde Sonsuz Formlar vardır; madde bu formların soluk ve yetersiz bir yansımasıdır. Ancak bazen, gerçekleştirdiği işlev dolayısıyla Kutsal Kitap’ın yaratıcı-Tanrısı’nı andıran veya ona benzetilebilecek birtakım “tanrı” veya “yaratıcı” kavramlarına rastlanır. Aristo, “Doğanın ürettiği her şey bir amaca hizmet eder” görüşündeydi. Evrimsiz Devinimci diye tanımladığı tanrısı evrenin sınırının ötesinde yer alıyordu ve asla tavuklar veya ahtapotlar yaratmak gibi bayağı işlerle meşgul olamazdı. Doğanın mantıksal formları kendi kendilerini yenileyerek devamlılıklarını sürdürüyordu. Grek felsefesinde, yaratıcı kavramına belki de en fazla Platon’un Timaeus’unda yaklaşılır. Bu eserde, Sonsuz Formlara (veya idealara) göre yaratılmış olan dünyanın maddesel yapısını şekillendirme işini gerçekleştiren demiurgos(“kâinatın yaratıcısı”) diye adlandırılan bir varlığa rastlarız. Ancak Platon’un demiurgosu ciddi bir sorunla karşılaşır; dünyada bulunan madde kaos halindedir ve demiurgos tarafından Sonsuz Formlarıngerektirdiği biçimde düzenlenmeye karşı çıkmaktadır. Dolayısıyla demiurgos, direncini kıramadığı bu inatçı maddeyi Sonsuz Formlara olabildiğince benzeyecek şekilde (soluk ve yetersiz bir yansıması olacak şekilde) biçimlendirmek gibi oldukça tatsız bir vazifeyi tamamlamak zorunda kalacaktır. Nitekim Platon’un “yaratılış öyküsü”, “Kozmos’un”düzenini yansıttığı düşünülen ve özelikle matematik dilinde ifade bulan Sonsuz Formları anlama girişimiydi. Ancak bu öykü, maddenin incelenmesinin kayda değer bir fayda sağlayabileceği kanısını doğuracak bir anlayıştan yoksundu. Ayrıca insan veya başka tür canlıları yaratma işi, bu canlılar ölümlü oldukları için Platon’un demiurgosunun saygınlığına yaraşmayacak kadar bayağı bir işti. Dolayısıyla demiurgos bu işi, Sonsuz Formları andıracak şekilde biçimlendirdiği evrenin devamlılığını sağlamakla yükümlü olan “dünya ruhuna” devrediyordu.
17’nci yüzyıl bilim adamlarının yazılarında sıkça atıfta bulunulan Kutsal Kitap yaratılış öyküsü ise Grek felsefesinden farklı olarak şu ana inançları barındırır:
Birincisi, var olan her şeyin yaratıcısı olan ve bu varlıkların devamlılığını sağlayan tek bir Tanrı vardır. Dolayısıyla doğa felsefecisinin görevi Tanrı’nın eserlerini incelemek ve tanımlamaktır ya da Kepler’e ait olduğu sanılan bir başka deyişiyle, “Tanrı’nın düşüncelerini anlamayaçalışmaktır”. Tanrı “her şeye gücü yeten” olduğuna göre yaratıcı gücü sınır tanımaz, dolayısıyla sınırlı güçlere sahip olan Platon’un demiurgosunun yaratma faaliyetlerinde görülenden farklı olarak, Kutsal Kitap öğretisine göre maddenin Tanrı’ya karşı bir özerkliği yoktur. Dünyanınbiçimlendirilmesi işinde ham madde olarak kullanılacak, önceden belirlenmiş birtakım “formlardan” da bahsedilmez Kutsal Kitap’ta. Tam aksine, Tanrı konuşur ve buyrukları gerçekleşir. Doğa felsefecisinin göreviyse gerçekleşen şeyleri tanımlamaktır. Özerk olan, yaratılmış olan düzen değil, Tanrı’dır. Dolayısıyla skolastik mantığın yerini duyularla elde edilen deliller ve bulgular almalıdır.
İkincisi, evren, düzen ve tutarlılık açısından bütünlük arz eder. Mezmurlar, mevsimlerin tekrarlanması ve Tanrı’nın hayvanlar ve bitkiler alemindeki faaliyetlerine dair atıflarla doludur. Dolayısıyla Kutsal Kitap öğretisine dayanan yaratılış anlayışı, Tanrı’nın bir yasa getirici olduğu düşüncesini pekiştirir ve evrenin işleyişini düzenleyen yasaların keşfedilmesini teşvik eder.
Üçüncüsü, doğa özü itibariyle iyi kabul ediliyordu. Yaratılış 1’de geçen İbrani yaratılış anlatısında, gök cisimlerinden yabani hayvanlar ve bitkilere kadar, yarattığı her şeye bakan Tanrı’nın, “her şeyin çok iyi olduğunu” gördüğü aktarılır. Dolayısıyla bu anlatı Platoncu felsefeye açıkça ters düşer. Yabani ve korkunç olmaktan ve hubriskorkusuyla irdelenemez kabul edilmekten ziyade, yaratılmış olan dünya, “bakması (ve) işlemesi için” insanların sorumluluğuna verilmiştir (Yaratılış 2:15). Gök cisimleri Babil ve Grek dünya görüşlerindeki gibi kötü niyetli oldukları varsayımına dayanarak korkuyla anılmaktansa, Tanrı’nın iyiyaratılışının öğeleri (Yaratılış 1:16-18) ve kesin olarak O’nun denetiminde olan cisimler kabul edilir (Mezmur 104:19-24). Mezmur 104’ün coşkulu şiirselliğinde, yaratılmış düzenin bütün öğeleriyle Tanrı’nın eseri olduğu düşüncesi yansıtılır. “Yürekleri sevindirenşarap” (15. ayet), “av peşinde kükreyen ve Tanrı’dan yiyecek isteyen” genç aslanlar (21. ayet) ve “…uçsuz bucaksız denizler içinde kaynaşansayısız canlılar…” (25. ayet); bunların tümü Tanrı’nın eseridir. Bu dünyevi maddecilik anlayışında, Yeniplatoncu anlayıştaki gibi maddenin önemsiz sayılarak reddedilmesi söz konusu değildir.
16 ve 17’nci yüzyıl bilim adamlarının Yahudi-Hıristiyan yaratılış inancına dayanan dünya görüşünün etkin olduğu ortamlarda yetiştiklerive içinde yetiştikleri bu ortamın, düşüncelerinin biçimlenmesinde etkili olduğu unutulmamalıdır. Bizlerden farklı olarak onlar, yeni düşünce akımlarının gelişmesi veya eriyip gitmelerinde dinsel onay ve teolojik doğrulamanın önemli rol oynadığı bir çağda yaşıyorlardı. Grekler’in mantık ve matematiğe olan düşkünlüklerinin Kutsal Kitap’ın yaratılış anlayışına uyarlanmasıyla modern bilimin gelişiminde önemli ölçüde etkili olacak yeni bir sentez ortaya çıkıyordu.
Gözlemcinin rolü
Hıristiyan yaratılış teolojisinin önemli özelliklerinden biri, yaratılmış olan dünyayı gözlemleyenlerin çok değerli oldukları inancını yansıtıyor olmasıydı. Bireysel hakların ve kişisel görüşlere verilen önemin ehemmiyetle vurgulandığı günümüz toplumlarında yaşayan kimselere, herhangi bir kimsenin kaydettiği doğru bir bilimsel gözlemin değerli kabul edilmemesi durumu oldukça tuhaf gelecektir. Ancak skolastik akımın egemen olduğu Orta Çağ dünyasında, bireylerin, içerisinde yaşadıkları dünyayı araştırmalarına veya bu dünyaya dair görüşlerini dile getirmelerine engel olan bazısı psikolojik, bazısıysa sosyolojik çok sayıda etken vardı.
Bu etkenlerin kimisi de ekonomik temelliydi. Elbette ki geçim derdine düşmüşken veya iç savaşta yaşam mücadelesi verirken, doğal dünyayı araştırmak öncelikli bir uğraş olmaz. Örneğin, Kopernik için kırk yaşında Frauenberg Katedrali’nde rahiplik görevini üstlenmesi bir dönüm noktası niteliğindeydi. Katedral’de üstlendiği görevler pek de emek gerektiren cinsten değildi ve Katedral’in on altı kişilik rahip kadrosu oldukça konforlu bir yaşam sürüyor, yüksek gelirler elde ediyorlardı. Kopernik, yaşamının geri kalan otuz yılında zamanının büyük bölümünü, gönül rahatlığıyla gökleri izleyebildiği ve 2000 yıldır geçerli olan evren anlayışını alaşağı edecek olan De Revolutionibus (Gök Kürelerinin Hareketi) adlı eserini yazacağı, Frauenberg’in güvenli duvarları ardındaki bir kulede geçirdi.
İngiltere’deyse, Elizabeth ve Stuart dönemlerinde ticarette yaşanan büyüme sonucunda, doğal dünyayı araştırmaya hem meraklı olan hem de buna ayıracak vakti ve parası olan, zengin ve tasasız bir sınıf ortaya çıktı. Örneğin, Robert Boyle, gayrimenkulları sayesinde büyük servetler kazanan Cork Kontu’nun en sevdiği oğluydu. Robert, babasının servetinin yalnızca küçük bir kısmını miras edinse de (servetten pay alan on bir kardeşi vardı), bir süre sonra mal varlığı ona yılda 3000£ kazandırmaya başladı ve bu rakam 17’nci yüzyılın ikinci yarısında hiç de fena bir rakam değildi. Araştırmalara mali destek sağlamanın faydalarını fark eden Boyle, yönetici sınıfları bilimi desteklemeleri konusunda ikna etmeye çalıştı. Bu bağlamda, Cork Kontluğu’nun varisi konumundaki yeğenine de, bilimin “etkin biçimde sürdürülebilmesi için dolu bir zihin kadar, dolu bir cüzdan da gereklidir” der Boyle (maalesef günümüzde bazı hükümetlerin göz ardı ettiği, geçerli bir önerme). Bilim adına bağış toplamaya çalıştığı dönemde, esprili bir kimsenin de belirttiği üzere, Boyle yalnızca “kimyanın babası” değil, aynı zamanda, “üçüncü Cork Kontu’nun amcasıydı”.
Mali kaynak akışı, nereden tedarik ediliyor olursa olsun, doğa felsefecilerinin bütün yetenek ve enerjilerini içerisinde yaşadıkları dünyayı incelemeye harcamalarına imkân tanıdığı için bilimin 16 ve 17’nci yüzyıllardaki hızlı yükselişini tetikleyen önemli etkenlerdendi. Ancak kaynak meselesi, bu dönemde bireysel gözlemciye neden daha fazla ehemmiyet verilmeye başlandığını açıklamaya yetmez. Dönemin doğa felsefecilerinin sözlerine kulak vererek, bu hızlı yükselişi tetikleyen üç etken daha sıralanabilir.
El emeğinin saygınlık kazanmaya başlaması
Birincisi, antik dönemin klasik Grek düşünce sisteminde el emeğinin hor görülüyor olması fazlasıyla eleştirilmeye başlanmıştı. El emeği, Grek düşüncesinin erken dönemlerinde itibar görüyor idiyse de, daha sonra gelen ve gerçek felsefenin, kölelerin işi olması gereken bayağı el emeğinden çok farklı bir mertebede bulunduğuna inanan Atinalı filozoflarca hor görülmeye başlanmıştı. Platon, harmoni üzerine pratik araştırmalara girişen Pisagor’u ayıplıyor, bazı geometrik hesaplamaları kanıtlamak üzere mekanik araçlardan yararlanan arkadaşları Eudoxus ve Archytas’a da, el emeğine dayalı böylesi aşağılık işlerin saf entelektüel düşünmenin yerini tutamayacağını söylüyordu. Kuşatma altındaki bir kentin savunulmasında kullanılmak üzere birçok mekanik araç imal eden Arşimet de benzer biçimde oldukça önyargılı bir tavır takınıyordu. Plutarch, şöyle diyordu Arşimet için:
Arşimet yüce bir ruha sahipti ve derin sezgileri mevcuttu. Bilimsel kuramlar konusunda engin bir bilgi birikimi vardı, fakat buluşlarıyla gelen şan ve şöhret sayesinde insanüstü bir zekâya sahip bir adam olarak anılsa da, araştırmaları konusunda herhangi bir tez veya eser bırakmayı kabul etmiyordu… mühendislik faaliyetlerini ve yaşamsal ihtiyaçlara hizmet eden bütün zanaatları aşağılık ve bayağı sayıyordu…8[vurgu tarafımdan eklenmiştir].
Daha sonraları, Romalı filozof Cicero da, el emeği kölelikle özdeşleştirildiği için, mekanik işçiliğin yapıldığı atölyelerde “özgür doğmuş kimselere yaraşacak hiçbir şey bulunmaz” demiştir.
Eğitimli kimselerin el emeği gerektiren işlerde yer almalarının sosyal açıdan kabul edilir hale gelmesinde ve böylelikle de doğa felsefesinde daha deneysel bir anlayışın egemen olmasında birkaç etkenin katkısı olmuştur. Bu anlayışın temelleri manastır sistemi içerisinde atılmıştır. Benedict düzeni gibi manastır sistemlerinde tapınma, düşünme ve el emeğini düzenleyen günlük programlar belirlenmişti. Rönesans döneminde, “akıl ile el” arasındaki işbirliğinde artış yaşanıyordu ve doğa felsefecileri, el emeği gerektiren işlerde beceri sahibi olan “zanaatçıların” uzmanlıklarından faydalanmak konusunda daha istekli davranıyorlardı. Reform sürecinde Kutsal Kitap’ın herkesin eline ulaşmasıyla, Tanrı’ya yücelik vermek üzere yapıldığı sürece her işin saygınolabileceği yönündeki inanç güçleniyor, böylece el emeği gerektiren işler de dinsel açıdan onaylanmış oluyordu.91579’da Londra’da kurulan Gresham College, Britanya’da yeni “deneye dayalı felsefenin” öğretileceği ilk kurum oldu. Bu okulda, kuram ile uygulama arasındaki bağlantıyı vurgulamak amacıyla dersler hem Latince (felsefenin dili) hem de İngilizce (gündelik yaşamda kullanılan dil) veriliyordu. Okulun yedi profesöründen ikisi geometri ve gökbilim üzerinde çalışmaları üzere görevlendirilmişler ve denizcilere faydası olabilecek gökbilimsel araçlar üzerine ders vermeye teşvik edilmişlerdi. Birkaç yıl sonra, hem tıp eğitimi hem de Refom Kilisesi’nde vaizlik eğitimi almış olan Isaac Beeckman, aralarında bir ipek boyacısı, bir marangoz, bir fizikçi, bir matematikçi ve bir cerrahın da bulunduğu çeşitli eğitimlerden geçmiş okutmanları, uzmanlıklarını uygulamalı olarak aktarmaları için bir araya toplayarak Rotterdam’da bir Makine Yüksekokulu kurdu.
Robert Boyle, felsefe üzerine çalışmaları aracılığıyla, felsefenin genel anlamda kabul görmesini sağlamada etkili olan kimselerdendi. Soylu bir aileden gelen Boyle’un, “kirli işleri” başkalarına bırakması beklenebilirdi belki de, ama bu konuda şöyle der Boyle: “Konumum dolayısıyla, deneylerimi başkalarına yaptırabilecek olsam da; köpekler, kurtlar, balıklar, hatta sıçanlar ve fareleri dahi kendi ellerimle teşrih etmekten kaçınacak kadar kibar olamadım. Ayrıca laboratuarda lavta/macun veya kömürle uğraşmaktan da erinmedim.” Boyle’un bir zamanlar söylediği üzere, okumamış bir makine ustasından bir şeyler öğrenmeyi reddeden eğitimli bir kimse, “gerçekten de çocukça davranmışolur ve ciddi bir cevabı bile hak etmeyecek türde bir felsefecidir”.10Francis Bacon da, insanların doğayı incelemede, tarım, kimya ve cam üfleyiciliği gibi mekanik zanaatlardan yararlanmalarına engel olan önyargılara karşı mücadele veriyordu.1117’nci yüzyılda, ilk defa Londra Kraliyet Cemiyeti’nin Tarihçesi’ni yazan Thomas Sprat, bu cemiyet içerisinde “esnaf, tüccar ve bilginler”, “İnsanın el emeği ve mantığının birlikteliğini” temsil ediyor, böylelikle “eylemi söze yeğ tutuyorlardı. Sprat’in kendi görüşü şöyleydi: “Felsefe, ancak makine işçilerinin felsefi bir anlayışı benimsemeleri ya da felsefecilerin makine işlerinin altından kalkacak el becerisini kazanmaları durumunda mükemmelliğe erişebilecektir.”
El emeğinin bu şekilde saygınlık kazanmasıyla, eğitimsiz kimseleringözlemleri ve düşünceleri de genel olarak daha fazla itibar görmeye başladı. Doğa felsefesi, bilginlerin düşünceleriyle sınırlı değildi artık; dokunma, tatma ve görme yetisine sahip olan, elleri iş gören herkesin ilgi alanıydı. Huguenot (Fransız Reform Kilisesi üyesi) olan çömlekçi Bernard Palissy, kendisini ziyaret edenlere, fosiller hakkında bir şeyler öğrenmek istiyorlarsa, iki saat boyunca fosilleri bizzat gözlemleyerek ve dokunarak incelemek suretiyle, filozofların bu konularda yazdıkları kitapları elli yıl boyunca okuyarak öğrenebileceklerinden çok daha fazlasını öğrenebileceklerini söylüyordu. Gökbilim alanında da, sıradan insanların gözlemleri, yüzyıllardır süregelen skolastik öğretiyle çelişiyordu. Örneğin, Aristo’ya göre gökler değişmezdi. Ancak 1572 yılında,herkesin çıplak gözle görebileceği yeni bir yıldız doğuyordu. Bu yıldızı ilk defa gözlemevine gitmek üzere yola çıktığında fark eden Tycho Brahe gözlerine inanamamıştı ve asistanlarına yıldızı kendilerinin de görüp görmediğini sormuştu. Asistanları bile emin olamamışlardı. Brahe ve asistanları, ancak keskin görüşlü bazı köylülerin yeni yıldızın görüntüsünü teyit etmeleri sonrasında gördükleri bu manzaranın gerçekliğinden emin olabilmişlerdi. Tycho, yeni yıldızın varlığını duyuranların, gökbilimciler değil eğitimsiz kimseler olduğunu bizzat kendisi dile getirmiştir.12Robert Boyle, Kolomb’un seferlerinde mürettebattan olan sıradan denizciler için şöyle diyordu: “Aristo’nun felsefesi aracılığıyla asla öğrenemeyecekleri yüzlerce şey konusunda insanları bilgilendirebiliyorlardı.”13
Günümüzde bile, bilimin, bir ülkede faal bir kurum olarak işlemek üzere temelleri atıldığında, tarihin tekerrür etmesi gerekebilmektedir. Örneğin, birçok kültürde, el emeği gerektiren işler eğitimli kimseler için küçük düşürücü sayılır ve bu anlayış, yetkili kabul edilen kimselere duyulan derin saygıyla birleştiğinde, “bilim”, yeni fikirlerin araştırılmasından ziyade, zaten keşfedilmiş olan bilgilerin doğrulanmasına yönelik bir uğraş oluverir. Bu anlayışın bilimin ilerleme hızını kestiğinigösteren çok sayıda veri bulunur. Meslek yaşamımın erken dönemlerinde, Orta Doğu’da yeni laboratuarlar kurma işinde görev aldığım sıralarda, çevremde bulunan insanlar laboratuar önlüğü giyerek deneylerimi kendi ellerimle gerçekleştirmem karşısında hissettikleri şaşkınlığı gizleyemiyorlardı. Bir “profesörden” beklenenin, ellerini kirleterek kendisini küçük düşürmek değil, ofisinde oturup başkalarına talimatlar vermek olduğu açıkça anlaşılıyordu.
Yetkeyle çatışmak
16 ve 17’nci yüzyıllarda yaşanan bilimsel devrim çerçevesinde bireyselgözlemcinin rolünün önem kazanmasında etkili olan ikinci etkense, yeni doğa felsefesi ile eski skolastik anlayış arasında yaşanan çatışmaydı.
Peter Harrison, bu çatışmanın alevlendiği cephelerden birinin, Kutsal Kitap metinlerinin nasıl yorumlanması gerektiği konusundaki fikir ayrılıkları meselesi olduğunu oldukça ikna edici biçimde ortaya koyar.14Kendileri Yeniplatoncu anlayışın etkisinde olan Origenes ve Augustinus’un öğretisi uyarınca, Kilise tarihinin bin yıllık bir dönemi boyunca Kutsal Kitap anlatılarının büyük oranda mecazi anlatımlar olarak yorumlanmaları anlayışı egemen oldu. Bu yorumlama anlayışı çerçevesinde doğal nesneler salt kendi varlıklarıyla değil, daha derin anlamlarıtemsil eden işaretler olarak önem arz ediyorlardı. Bu Yeniplatoncu yorumlama biçimi, adeta çok katmanlı bir soğanın soyulması gibiydi. En basit insan yalnızca en temel anlamı kavrayabilirken, daha gelişmiş insanlar söz konusu bölümden ve ayetten ahlâki bir anlam da çıkarabiliyordu. Yorumlamanın en üst düzeyindeyse mecazi anlamların çözümlenmesi yer alıyordu. Doğal dünyanın incelenmesinde de benimseniyordu bu yaklaşım. Buna örnek olarak, Origen’in çağdaşlarından birince kaleme alındığı düşünülen, doğabilimsel konular içeren ve Orta Çağdönemlerine değin Avrupa’da çok satan ve etkili olan Physiologusadlı eser gösterilebilir. Ancak Physiologus, günümüz doğabilim kitaplarından oldukça farklıydı. Her hayvan, her bitki ve her taş, katmanlarca mecazi anlam içeriyordu. Benzer doğrultuda, Kutsal Kitap’ta geçen doğal nesnelere dair atıfların, dünya konusunda bilgilendirici olmaktanziyade daha derin anlamlar (bize oldukça varsayımsal gelecektir) yansıttıkları düşünülüyordu. Harrison, bu şekilde düşünmenin insanların doğal dünyayı algılayışlarını değiştirdiğini savunur: “Metinleri bu şekilde yorumlamanın ne kadar büyük anlam farklılıkları doğurabileceğini göz ardı etmek mümkün değildir. Metinlerin mecazi anlamlarını çözümleme anlayışı, günümüz modern dünya anlayışına öylesine yabancıdır ki, Orta Çağ’da bu anlayışı uygulayan kimseler için mecazın, sadece kelimelerin değil her şeyin anlamını çıkarmada başvurdukları bir araç olduğunu unutuyoruz.”15
O halde Orta Çağ’da yapılan doğa tahlilleri, adeta birer metin yorumlaması gibiydi. Dolayısıyla bu tahlillerde başlıca hedef, doğada rastlanan çeşitli öğelerin evrensel düzen içerisindeki yerlerini ve anlamlarını saptamaktı. Doğanın bu öğeleri, kendi başlarına önemli görülmüyordu. 12’nci yüzyılda yaşayan Robert Grosseteste, bir toz zerresinin “bütün evrenin bir yansıması” veya “yaratıcının bir yansıması” olduğunu söylüyordu. Orta Çağ’da kaleme alınan ve doğa tarihini konu alan eserler, yazarlarca skolastik yaklaşım konusundaki hünerlerini sergileme fırsatları gibi kullanılıyordu. “Önemli olan, hayvanlar ve bitkilerin gözlemlenmesinden ziyade, konuyla ilgili tüm yazılı kaynaklara başvurulmuş olunmasıydı… Bilginler, yaşayan şeylere dair yazılı kaynakların gözlenebilir dünyadan edinilecek belirli esaslar uyarınca değerlendirilmelerinin daha doğru olabileceğiniyse ancak zamanla anlayacaklardı.”16Bu anlayış değişimini tetikleyen başlıca gelişmelerden biri, Reform sürecinde, Kutsal Kitap’ın literal anlamıyla yorumlanması gerektiği düşüncesinin vurgulanıyor olmasıydı. Önde gelen Reformcular, mecazi yorumlamanın doğruluğundan oldukça şüpheliydiler. Martin Luther, Kutsal Kitap’ın, “mümkün olduğu sürece en basit anlamının” geçerli kabul edilmesi gerektiğini savunuyordu. Böylece, çok katmanlı yorumlamaya dayalı anlayış kapı dışarı ediliyor, “çıplak gerçeklere” dayalı yeni bir anlayış kabul ediliyordu.
Protestanların, metinlerin literal anlamlarıyla yorumlanmaları gerektiği yönündeki ısrarlarının, doğal dünyanın yorumlanması alanında da beklenmedik, ama önemli yansımaları oldu. Çünkü metnin mecazi anlam katmanlarından arındırılmasıyla (mitlerden arındırılmasıyla), mecazi anlamlarla bütünleşmiş olan doğal nesneler de bu anlamlardan arındırılmış oluyordu. Örneğin, Physiologus, pelikan kuşlarının Mesih’in çektiği çilenin sembolik bir karşılığı olduğu yönünde uzun süre geçerliliğini koruyacak bir Orta Çağ geleneğinin gelişmesine sebep olmuştur. Bu benzetme modern dönem insanına tuhaf gelecek olsa da, Norwich Katedrali’nin konuşmacı kürsüsünün üzerinde ve Oxford’da bulunan Corpus Christi College’in dış avlusundaki güneş saatinin üzerinde neden pelikan resimlerinin bulunduğunu anlamayı mümkün kılar. Ancak yeni anlayışın egemen olmasıyla birlikte pelikan artık alelade bir kuş sayılmaya başlanmış ve doğal dünyanın incelenecek sayısız öğelerindenbiri olmuştu. “Kelimeler ve metinlere anlam ve anlaşılabilirlik atfedilebiliyor, canlı ve cansız varlıklaraysa atfedilemiyordu… Yaratılmış düzene yeniden anlam katma görevi, gelişmekte olan doğal bilimlerin üzerine düşüyordu. İşte modern çağın ayırt edici niteliklerinden biri olan bu yeni anlayış, yani yazılı metinlerin anlamlı olmayı sürdürmeleri, ama taşıdıkları anlamın yazarların niyetinde aranmaya başlaması, diğer bir anlayışın gelişimini de tetikliyordu; doğa bilimlerinin ayrıcalıkkazanan saptamalarında belirginleşen, sistematik ve maddeci dünya anlayışı.’17Ne ilginçtir ki, Kutsal Kitap metninin mecaziden ziyade literal anlamda yorumlanması doğal dünyanın da farklı bir yaklaşımla incelenmesine sebep oluyordu, ancak bir süre sonra bu incelemeler sonucunda bazı Kutsal Kitap bölümlerinin tümüyle literal olarak yorumlanmalarının makul olmayacağı ortaya çıkmıştı.
Tabii ki eski anlayışların reddedilerek yeni düşünce biçimlerinin benimsenmesine karşı çıkanlar da olmadı değil. Kopernik’in, antik düşünürlere beslediği aşırı itimattan da anlaşıldığı üzere, bazı yaklaşımlarıyla yeni anlayıştan ziyade eski anlayışa daha yakın olduğunu daha önce de vurguladık. Nuremburglu matematikçi Johannes Werner, Grek gökbilimcilerden (“antik düşünürler”) miras kalan gözlemlerin güvenilirliğini sorguladığı bir kitap yayınladığında, Kopernik, Werner’in bu “saygısızca” tutumunu sert bir dille eleştirdi (1526 yılında):
Antik düşünürlerin yöntemlerine riayet etmek ve adeta bir Ahit gibi bizleredevredilmiş olan gözlemlerine sadık kalmak en doğrusu olacaktır. Bu bağlamda, antik düşünürlere tümüyle güvenmenin doğru olmayacağını düşünen bir kimsenin bizim Bilim anlayışımızda yeri yoktur… antik düşünürlere iftira ederek kendi sanrılarını doğru çıkarabileceğini sanan bu kimse layığını bulacaktır.18
1559 yılında, Galen’in kusursuz olmayabileceğini öne süren İngiliz hekim John Geynes, bu tutumundan vazgeçerek fikrini değiştirdiğine dair bir belge imzalamadığı takdirde Kraliyet Cemiyeti’ne kabul edilmeyeceğini öğreniyordu.
Ancak yine de, yeni doğa felsefecilerinin “antik düşünürleri karalama kampanyası” gittikçe artan süratle taraftar kazanıyordu. John Webster 1654 yılında yayınlanan Academiarum Examen adlı çalışmasında üniversiteleri Aristocu görüşün kölesi olmakla suçluyordu: “Yetkenin(Aristocu veya herhangi bir yetke) boyunduruğuna girmek yanlıştır, her şeyi deneme özgürlüğüne sahip olmalıyız… dolayısıyla, hakikatten başka hiçbir unsurun boyunduruğuna girmemize imkân tanımayacak Felsefi bir özgürlüğe sahip olmalıyız.” Malebranche da, bir anlık aşırı tepkiyle, “Grek ve Roma medeniyetlerine kıyasla bir böcek bile ilahî bilgeliğe daha yakındır” diye yazıyordu.
Kepler (kendisine “gökbilimin Luther’i” lakabını uygun görüyordu)de Yeni Gökbilim adlı eserinde, Mars’ın yörüngesine dair hesaplamalarının, Tycho Brahe’nin hesaplamalarından yalnızca sekiz dakika farklıolduğunu gördüğünde, 2000 yıldır geçerliliğini koruyan dairesellik öğretisinden vazgeçmek zorunda kaldığını, bu konudaki sevincini yansıtırbiçimde dile getiriyordu. Kepler’in de dediği gibi, “Eğer Tanrı bize Tycho gibi bir gözlemci bahşettiyse, bu gözlemciden olabildiğince faydalanmamız gerekir.” Kepler’in haklı olarak, “Bu sekiz dakika, bütün gökbilimin reformu için kapıyı açtı” diyebilmesini sağlayan şey, antik düşünürlerin yetkesine değil, Tycho’nun hesaplamalarının doğruluğunainanmasıydı. Gök cisimlerinin dairesel değil de eliptik yörüngeler izliyor olabileceklerini kabullenmenin ne kadar güç olduğu, “elips” kelimesinin, Grekçe’de “yetersiz kalma”, “kusurlu olma” anlamına gelen elleipeinfiilinden türemiş olmasından da anlaşılabilir. Pisagor’dan Kopernik’e değin, antik düşünürlerin 2000 yıllık egemenliği boyunca, gezegenlerin eliptik yörüngeleri olabileceğini düşünmek bile bir kusur sayılıyordu.
Kepler, Grek felsefesinin “kürelerin uyumuyla” çelişir görünen yönlerini büsbütün göz ardı ederken, Galileo’ysa doğa felsefesinin, antik düşünürlerin inançlarının yeniden keşfine yönelik olduğu ve bu inançların ileriki kuşaklar için de kaide teşkil edecekleri yönündeki anlayışı şiddetle eleştiriyordu. Galileo, 1615 yılında Grand Düşes Christina’ya yazdığı meşhur mektupta şöyle diyordu:
Evrende var olup algılanması mümkün olan her şeyin hâlihazırda keşfedilmiş olduğunu kim iddia edebilir? Böylesi iddialarda bulunmak yerine, itiraf etmeliyiz ki “Bildiğimiz gerçekler, bilmediklerimize kıyasla çok azdır”… İnsanlar, doğa ilimleri alanında başka kimselerin kabul ettiği görüşleri kabul etmemeleri sebebiyle hor görülmemeli; özellikle de söz konusu mesele binlerce yıldır en büyük filozoflar arasında bile tartışma konusu olmuş bir meseleyse.
Galileo, birkaç yıl sonra Dünyanın İki Büyük Sistemi Üzerine Diyalogadlı meşhur kitabını kaleme alır. Bu kitabında, Aristocu anlayışı savunan Simplicio adlı hayali bir karakterin görüşleri, Galileo’nun kendi anlayışını savunan Platoncu-Kopernikçi Salviati tarafından haksız çıkarılır. Sagredo adlı üçüncü bir karakter ise, çekişen taraflar arasındaki dengeyi sağlamak üzere bir çeşit hakemlik görevi üstleniyor, ancak aslında gizliden gizliye Salviati’nin münazaradan galip çıkmasına önayak oluyordu. Galileo’nun bu kitabında kendi anlayışını savunan ana karakter olarak sunduğu Salviati, aslında 1614 yılında ölen eski bir arkadaşıydı. Bir sonraki bölümde daha derinlemesine değerlendireceğimiz üzere, Galileo’yla kilise erkânı arasındaki çatışmanın başlıca kaynağı da bu kitap oluyordu. Galileo bu çatışma dolayısıyla yargılanışınınardından, Diyaloglaradlı kitabının yanında bulundurduğu bir kopyasının bir kenarına acı yüklü otobiyografik bir not düşüyordu:
Tanrı tarafından özgür yaratılan zihinlerin, birtakım dış unsurlara boyun eğmeye mecbur tutuldukları takdirde en korkunç rahatsızlıklardan muzdarip olabileceklerini inkâr etmek mümkün müdür? Yahut da duyularımızı inkâr ederek, başkalarının saçmalıklarını benimsemek zorunda bırakıldığımız takdirde (yine aynı durum söz konusu değil midir)?
Bu sıralarda İngiltere’de, İngiltere Lord Şansölyesi Francis Bacon da Novum Organum (1620) adlı eserinde Aristocu anlayışa karşı taarruza geçiyordu. Bacon, eski felsefe anlayışının tümüyle reddedilmesini ve kendisinin yol gösterici olacağı bir Yeni Öğrenme usulünün benimsenmesini öneriyordu. “Eski anlayışlara yeni şeylerin aşılanması veya eski ile yeninin harmanlanması neticesinde bilim alanında büyük gelişimler beklemek zaman kaybı olacaktır” diye yazıyordu. Bacon, doğanın incelenmesi işinin insanların aklını çelen dört çeşit “put” yüzünden sekteye uğradığını kaydediyordu. Örneğin, bu putlardan biri olarak gördüğü “Kabile (Oymak) Putları”, insanın doğada gerçekten keşfettiğinin ötesinde bir düzenlilik görme, genelleme yapmada aceleci davranma, dolayısıyla da teyit edici olayların önemini abartma eğilimini temsil ediyordu. “Sahne (Tiyatro) Putlarıysa”, çeşitli felsefelerden kaynaklanan ve yerleşmiş olan dogmalardı. Bacon Aristo’nun felsefesini sayfalar dolusu eleştiriyle yerden yere vuruyordu. Aristo ve takipçileri, gelişigüzel ve özensiz biçimde veri derliyordu. Aristocular genelleme yapmakta aceleci davranıyor, tümevarım yöntemine fazla bel bağlıyordu vs… Eski bir anlayışı tümden tasfiye etmenin kötü bir tarafıysa, tasfiye işlemini gerçekleştiren ve yeni bir anlayışı benimsemesi gerekecek kimselerin üzerine büyük iş düşmesidir. Bacon bile bu işin altından tekbaşına kalkamazdı, çünkü kendisi de Aristo’ya, itiraf etmek istemeyeceği ölçüde çok şey borçluydu aslında. Ancak yine de skolastik düşünceye karşı mücadelesi, Britanya bilim geleneğinin daha sonraki yıllardagayri-yetkeci ve müspet bir istikamette ilerlemesini sağladı.
Bacon’ın, mücadelesinde ne denli başarılı olduğu, Kraliyet Cemiyeti’nin ilk üyelerinden olan John Wilkins’in yazılarına bakarak anlaşılabilir.19Wilkins, bilim ve mekanik üzerine yazılarına genellikle Aristo’nun konuya dair görüşlerini belirterek başlar, ancak ardından oldukça farklı olabilen kendi fikirlerini dile getirirdi. Wilkins şöyle diyordu:
Antik dönemde ortaya atılmış düşüncelere, Kilise Babaları’nın veya antik düşünürlerin kaleminden çıkan her şeyi kutsal birer kanun kabul edecek ölçüde körü körüne bağlı olmamalıyız… Gerçeği arayan herkesin daima felsefi özgürlüğünü koruması, bir kimsenin boyunduruğuna girerek her söylediğini doğru kabul etmekten kaçınması icap eder. Nesneler veya olaylarınardında yatan gerçeği başkalarının söylediğinden değil, kendi deneyimlerimizden yola çıkarak çözümlemeye çalışmalıyız… Böylesine tarafsız biçimde yürüttüğümüz araştırmalar neticesinde, alışılagelmiş anlayıştan farklı, yeni bir anlayış keşfetmemiz kusur sayılamaz ve bizi mutsuzluğa da sevk etmemelidir.
16 ve 17’nci yüzyıl bilimsel devriminde payı olan kimselerin gözlemleri ve tespitleri kimi zaman oldukça “modern” anlayışlar yansıtır. Ancak bu anlayışların 21’inci yüzyıl insanı olan bizler için bu denli “aşikâr” olması, söz konusu kaynakları okuduğumuzda, “Ne olmuş yani?” demeeğiliminde olmamıza sebep olur. Hâlbuki bu devrimin uzun vadede ne kadar kalıcı olduğunu çarpıcı biçimde kanıtlayan da bizzat bu “aşikâr” olma durumudur. Bir devrimin ne denli başarılı olduğunu, o devrim kapsamında savunulan inançların gelecek kuşaklar için ne ölçüde geçerliliğini koruduğuna bakarak tespit etmek mümkündür. Modern bilimin doğuşu bireyin değerinin, toplum ve evren içerisindeki yerinin yenidentanımlanmasını gerektirdi. Orta Çağ’ın antik dönem metinleriyle belirlenmiş yetki odaklarının varlığından yola çıkılarak benimsenmiş tek doğruya dayalı toplum yapısı, çoğulculuğun etkisiyle yıkıldı.
Bilimin insanlığın hizmetinde olması
Yeni gelişen doğa felsefesinin, bireyin önemine dikkat çeken bir diğer öğesi, faydacılık anlayışıydı. Bu anlayışa göre bilim, doğal çevrenin insana hizmet edecek biçimde kontrol edilmesini sağlamaya yönelik değerlendirilmeliydi. Bilgiye erişmeye yönelik çalışmaların temelinde, birincisi dinsel, ikincisi insanlığa hizmet olmak üzere iki ana kaygının yattığını savunan Francis Bacon, bu anlayışın baş savunucusuydu. Yeni bilimin üzerine düşen, insanın, Tanrı’nın kendisine yüklediği doğal dünyaya egemen olma yükümlülüğünü üstlenebilmesi için gerekli koşulları sağlayacak “büyük yenilenmeye” önayak olmaktı.
Bacon’ın, Aristo’nun felsefesine karşı çıkmasında ahlâki nedenler kadar bu felsefenin insanlığın fiziksel rahatsızlıklarının (hastalıklarının)iyileştirilmesi konusunda büsbütün faydasız olması da etkili oluyordu. Bacon, sözlerle sınırlı kalan ve uygulamalı işlere yer vermeyen bir doğa bilimi anlayışının, meyve vermeyen bir inanç kadar ölü olduğu kanısındaydı. Bacon, Historia Naturalisadlı eserinin önsözünü bir duayla tamamlıyordu:
Evrenin Kurucusu, Koruyucusu ve Yenileyicisi olan Tanrı, insana olan sevgi ve merhametiyle bu çalışmayı, hem Kendi yüceliğini aydınlatması, hem de insana fayda sağlaması için biricik Oğlu (Tanrı bizimle) aracılığıyla korusun.
Ancak Bacon, bütün bilimsel çalışmalara temel oluşturacak bir saf bilimanlayışının gerekliliğini de asla göz ardı etmedi. “Yeni Atlantis” adlı eserinde, bilimin faydalarının insanlığın ortak iyiliği için kullanıldığı ütopik bir gelecek hayal ediyordu. Bu ütopyada bilim “her şeyin gerçekdoğasını çözmeye yönelik olarak kullanılacak, böylece eserleri aracılığıyla Tanrı’yı daha çok yüceltmek mümkün olacaktı”. Bilginin uygulamada kullanılışı da “insanın refahını sağlamaya yarayacaktı”.
Bacon’ın bilimden faydalanmanın gerekliliği konusundaki ısrarının,büsbütün yeni bir yaklaşım olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. G. Lloyd’un da ifade ettiği üzere, “Francis Bacon’ın yazılarında karşımızaçıkan, bilgi edinmeye yönelik çalışmaların ana hedefinin, bilginin uygulamada sağlayabileceği faydaları ortaya çıkarmak olduğu yönündeki anlayış, antik döneme tamamen yabancı bir anlayıştır.”20Farrington da,Grek ve Roma bilim geleneklerinin gelişmemiş olmasını, içinde yeşerdikleri toplumların yaşam standartlarını iyileştirememiş olmalarına bağlar.21Bacon, “bilimin başlı başına bir faaliyet olabileceği ve halk arasında ve halkın yararına olacak biçimde yürütülebileceği düşüncesine temel oluşturacak felsefeyi geliştiriyordu. 17’nci yüzyıl öncesinde böylesi bir bilim anlayışına rastlamak neredeyse imkânsızdı.”22
Ancak 17’nci yüzyıldan itibaren, çalışmalarının sağlayacağı faydalardan bahseden doğa felsefecilerine rastlamak gitgide sıradanlaşmaya başlıyordu. Kraliyet Cemiyeti, “gıda veya ilaç olarak insanlığa herhangi bir yararlarının olup olamayacağını ve hâlihazırda yararı olanlar varsa, bunların da yararının artırılıp artırılamayacağını saptamak üzere” hayvanların incelenmesini teşvik ediyordu. Kraliyet Cemiyeti’nin ilk genelsekreterlerinden biri olan Henry Oldenberg şöyle diyordu: “Hangi hayvanların insanlarca kullanılmak üzere evcilleştirilebilecekleri ve hangi hayvanların başka hayvanlarla çiftleştirilerek geliştirebilecekleri meselesi, felsefi açıdan basit bir meselesi değildir.” Sosyal tarihçi Keith Thomas da şöyle yazıyordu: “İnsanın doğaya egemen olması, ilk modern bilim adamlarının ortaya attığı bir idealdi. Ancak kullandıkları, ‘hükmetme’, ‘fethetme’ ve ‘hâkim olma’ gibi fiillerde de ortaya çıkan saldırgan ve despotça tutumlarına rağmen kuşaklardır düzenli biçimde aktarılan Hıristiyan öğretisinin etkisiyle yaptıkları işte ahlâken herhangi bir kusur görmüyorlardı. Francis Bacon yaptıkları iş için, ‘Kimseye bir zararı dokunmadı, kimsenin pişmanlık duymasına sebep olmadı’ diyordu.”
Doğal çevrenin dünya çapında talan ediliyor olmasının Bacon’ın dünya görüşünden kaynaklandığı yönündeki ithamlara şaşmamak gerek belki de. Ancak Bacon’ın doğaya egemen olma konusundaki söylemlerini doğru tarihsel bağlam çerçevesinde değerlendirmeye özen göstermeliyiz. Bacon’ın yazılarını kaleme aldığı dönemde doğa felsefesi yoksulluğa, hastalıklara veya açlığa deva olabilecek hiçbir ürün vermemişti.Birçok çocuk, yetişkinliğe adım atamadan ölüyordu. Salgın hastalıklar insan topluluklarını kırıp geçiriyordu ve bu hastalıkların önüne geçilemiyordu. Üniversite öğrencilerinin diplomalarını almadan ölmeleri neredeyse sıradan bir durum olmuştu. Kara Ölüm (veba), 1346 ila 1352 yıllarında Avrupa nüfusunun dörtte birinin ölümüne sebep oluyordu. Bazı kentlerin nüfusunun % 70’i kurban gidiyordu salgına. Doktorlar, kullandıkları yöntemlerin iyileştirmekten ziyade ölüme sebep olacağı korkusuyla kendilerinden sakınılan kimselerdi. Ampütasyon ameliyatları da dâhil olmak üzere, hiçbir ameliyatta anestezi kullanılmıyordu. Kepler, 1599 Ağustosu’nda ikinci çocuğunun menenjitten öldüğü Gratz’ı her zamanki gibi açık bir dille tasvir ediyordu:
Burada dizanterinin etkileri, çocuklar başta olmak üzere her yaştan insanın ölümüne sebep oluyor. Ağaç diplerinde, kavurucu bir rüzgârın etkisiyle dökülmüşçesine kuru yapraklar serilmiş. Ancak ağaçları harap eden sıcaklar değil, kurtlardı aslında.
“Tabiat Ananın” belirleyiciliğinin kabulüne dayanan kaderci anlayışın egemen olduğu yüzyılların ardından, Bacon’ın, doğal çevrenin insanlığa hizmet etmesini sağlayacak biçimde kontrol edilebileceği yönündeki tasavvuru çok farklı bir anlayış getiriyordu. Bilimin sağladığı faydaların insanların gündelik yaşamına yansıması için birkaç yüzyıl daha geçmesi gerekse de, Bacon’ın doğru istikamete işaret ettiğini söylemek mümkündür.
Bilim nasıl ilerler?
Grek felsefesinin mantıkçılığıyla, 17’nci yüzyıl bilimsel devrimi arasındaki diğer bir kopma noktası, bilimsel bilginin nasıl elde edildiği meselesidir. Bilimsel hareketin şimdiye kadar değerlendirdiğimiz diğer hususlarında olduğu gibi, bilimsel bilginin elde edilmesi konusunda varılan mutabakatta da teolojik değerlendirmelerin etkisi önemliydi.
Grekler’in bilim anlayışı büyük ölçüde mantıksal ve düşünsel bir dizi kavrama dayanıyordu. Gillespie’in de vurguladığı üzere, bu anlayış “amaç, ruh, yaşam ve organizma gibi zihinde oluşturulan birtakım kavramların izdüşümlerinden yola çıkılarak, evrende gözlemlenen olgularınöz bilinç diye nitelenen bu genel bağlamda yorumlanmasına dayanıyordu. Bu bağlamda, bir açıklamanın yeterliliği, evrensel olarak ne kadar geçerli olduğuna ve mantıksal açıdan ne kadar tatmin edici olduğuna bağlıydı.” Grek biliminde argümanlar ortaya atılırken, aşikâr olduğuna inanılan aksiyomlar temel alınırdı ve bu aksiyomlardan yola çıkılarak bir dizi sözde sonuca varılırdı. Gözleme dayalı veriler bu sözde sonuçların doğrulunu kanıtlayan örnekler olarak sunulabilirdi, ancak bilginin teşkilinde önemli bir rol oynadıkları pek nadir görülürdü.
Orta Çağ skolastik görüşünde bu tür tümdengelime dayalı süreçler önemli yer ediniyordu. Aristo ve Platon’un felsefelerini temel alarak çok sayıda tümdengelimi bir araya getiren felsefeciler “mantıklı” addediliyordu. Tümdengelim matematik alanında sorun yaratmasa da, bu anlayışın bilimin ilerlemesine engel olan kısır bir anlayış olduğu zamanlaortaya çıkacaktı. Bu anlayışla birlikte gelişen bir diğer eğilim de, benzeşim yoluyla mantık kurmaydı. İnsanın dört sözde evresi ve dört sözde elementi, sürekli şekilde dünyanın dört mevsimi ve dört pusula noktasıyla kıyaslanıyordu ve bu kıyaslama işlemi zincirleme olarak başka unsurlarla devam ediyordu. Benzeşimin, bir kavramı izah etmek üzere bir modelin veya örneğin kurgulanmasında kullanılması, anlaşılması güç olan konuların izahını kolaylaştırmıştır. Ancak bilimsel ilerleme söz konusu olduğunda Orta Çağ anlayışında olduğu gibi varsayımları benzeşimlerle ispat etme mantığı, tümdengelim dizileri kadar verimsiz olmuştur.
Grek mantıkçılığının doğurduğu sonuçlardan biri, Tanrı’nın, evrenin özünde bulunan birtakım iç gereklilikler dolayısıyla belirli biçimlerde hareket etmek zorunda olduğu inancıydı. Bu inanç zamanla “gerekircilik” diye anılır olacaktı. Platon’un demiurgosunun yaratıcı güçlerinin, içsel gereklilikleri tarafından belirlenen kurallara uymak zorunda olan inatçı madde sebebiyle kısıtlı olduğunu daha önce aktarmıştık. Bu durum söz konusu ‘gerekircilik’ anlayışına iyi bir örnektir. Grek felsefesindeki bu anlayışın, Tanrı’nın yaratıcı faaliyetlerinde tam manasıyla özgür ve sınırlandırılamaz olduğu yönündeki Kutsal Kitap öğretisiyle doğrudan çeliştiğini fark eden Orta Çağ kilisesi kimi zaman “gerekirci” felsefelere karşı etkin mücadeleye girişmiştir.23Bu doğrultuda 1277 yılında Paris Piskoposu, birçoğu, Tanrı’nın yaratma güçlerini sınırlandıran Grek felsefesinden alıntılanmış olan ifadeler içeren 219 tezin okunmasını yasakladı. Bu tezlerde, Tanrı’nın boş bir uzay yaratmayacağı, yeni bir canlı türü yaratamayacağı, birden fazla gezegen sistemi yaratamayacağı ve göksel cisimlerin dairesel hareketten farklı biçimde hareket etmelerini sağlayamayacağı yönünde iddialara rastlanıyordu. Bu tezler, Grek felsefesinin tercümeler ve Arap felsefecilerinin yazıları aracılığıyla Orta Çağ Avrupası’na girmesinin yarattığı sarsıcı etkilere dair gerektiğinde başvurulabilecek etkileyici kaynaklar teşkil ediyordu.
Yüz yıl sonra, “nominalizm” diye anılmaya başlanacak bir hareket kapsamında bir grup teolog gerekirciliğe yeniden savaş açtı. Nominalizm savunucuları, Grek felsefesinde olduğu gibi, şeylerin son hallerinden yola çıkarak tümdengelimle sistemler türetme yöntemine karşı çıkıyordu. Onlara göre şeylerin son hali, nomina’dan ibaretti (Latince’de, “isim” anlamına gelir). Jean Buridan (yaklaşık 1300-1358) ve Nicole Oresme (yaklaşık 1320-82) gibi düşünürler, Tanrı ile doğal olgular arasında bir gerekirlik ilişkisi olduğu yönündeki düşünceyi şiddetle eleştiriyordu. Oresme, Aristo’nun ileri sürdüğü önermelerin, gökcisimlerinin dairesel biçimde hareket ettiklerini veya dünyanın sabit olduğunu kanıtlamadığını, çünkü Tanrı’nın evren konusundaki tasarısının başka yönde olabileceğini ve Kutsal Kitap’ta bahsi geçen yaratıcının bu hareketleri başlatmasını zorunlu kılan herhangi bir gereklilik olmadığını söyler. Kabaca söylemek gerekirse, Tanrı ne isterse onu yapar. Nominalizm savunucuları, antik dönem düşünürleri ve bu düşünürlerin aksiyomlarına karşı daha eleştirel bakışın gelişmesinde etkili olmuştu. Bu eleştirel bakış açısını oluştururken bir yandan da, deneye dayalı verilerin daha fazla kabul gördüğü bir düşünsel ortamın oluşmasına da ön ayak oluyorlardı. Böylece, Grek mantıkçılığının tümdengelime dayalı “nasıl olması uygun düşer?” şeklindeki yaklaşımının yerini, “bu işin aslı nedir?” şeklindeki deneysellik yanlısı yaklaşım alıyordu.
Bu gelişmeler ışığında değerlendirdiğimizde bilimsel devrimin, ilk yıllarında neden mantıkçılık karşıtıbir hareket olarak algılandığını anlamakta zorlanmayız. Daha sonraki dönem tarihçilerinin yorumlaması değildi bu. Yeni doğa felsefecilerinin antik dönemden kalma düşünce biçimlerini tasfiye etmelerine karşı çıkan “eski rejim” yanlılarının ifadelerinden türeyen bir yorumdu.24Daha önceden değişmez kabul edilen göklerde yeni yıldızların belirmesi, gezegenlerin dairesel hareket etmiyor olmaları ve yeryüzünün hareket ediyor olması (gerçekten de “tutarlılık yitirilmişti” ve bu sarsıcı “gerçekler”) yüzyılların Orta Çağ skolastik düşünce biçimi çerçevesinde yapılan mantıkçı tümdengelimlerle tamamen çelişiyordu. Antik düşünürlerin, insan duyuları açısından tamamen aşikâr olduğuna inandıkları, yeryüzünün hareket etmediği yönündeki gözlemlerinin ve buna benzer diğer gözlemlerinin yerine, başka önvarsayımlardan yola çıkılarak yapılan gözlemler sonucu ulaşılan yeni düşünce biçimlerinin getirilmesi söz konusu olduğunda bazı istisnai durumlar oluşabiliyordu. Daha evvelden de belirttiğimiz gibi, Galileo’nun Diyalog’unda Aristocu anlayış kurmaca bir karakter olan Simplicio tarafından temsil edilir, Galileo’nun görüşleriyse Salviati tarafından dile getirilir. Eserde, Simplicio gözlemin önemini savunurken, Galileo, kendi görüşlerini dikte ettirdiği Salviati’ye duyulara dayanan iddiaları reddettirir ve mantıkçılığın gücünü savundurur:
Bu görüşü [Kopernikçilik] benimseyen ve doğru kabul edenlerin olağanüstüzekâsını ne kadar takdir etsem azdır; makul deneyimler aksi istikamete işaret etse de, mantıkçı yaklaşımlarla vardıkları sonuçlara inanmayı tercih ederek düşünsel bir hırsla kendi duyularına ihanet ettiler.
Ancak diğer yazılarına bakıldığında, Galileo’nun deneye dayalı delillere, matematiksel bir çerçeveye oturtulmaya çalışıldıkları takdirde büyükölçüde önem verdiği anlaşılır. Yani yukarıdaki alıntıda eleştirdiği şey deneye dayalı veriler değil, gündelik yaşamımızda edindiğimiz “tecrübelere” dayalı gözlemlerin doğa felsefesine temel oluşturmaya yetebileceği düşüncesidir. Kepler’in, yeryüzündeki gelgitlerin Ay’ın çekim gücünden kaynaklandığı yönündeki iddiasını eleştiren Galileo, bu eleştirisiyle deneysellik ilkesinin tutarlı biçimde uygulanmasının ne kadar zor olduğunu da vurgulamış oluyordu. Galileo bu iddiayı saçma buluyordu ve Kepler’in “ayın sular üzerinde egemen olduğu yönündeki inanca rıza göstermekle, büyü yanlısı ve çocuksu birtakım inançlara kulak vermekte” olduğunu söylüyordu.
Francis Bacon insanların “özenle hazırlanan ve onaylanan doğal ve deneye dayalı bir tarih anlayışı yerleşene kadar felsefeden ya tümüyle vazgeçmeleri ya da medet ummamaları gerektiğine inanıyordu”. Bacon için “doğa tarihi”, araştırmaların ürünü olan veriler bütünüydü. Aristocu anlayışın takipçileri, Bacon’ın “çekim”, “oluş” ve “element” gibi Aristocu anlayışın temel önermeleri veya aksiyomlarını tanımlamada çok başarısız olduğuna, bu önermelere dayanan çıkarımların da bu sebeple işlevlerini yitirdiklerine inanıyordu. Bacon da Aristocuları, bilimi tümdengelime dayalı bir anlayışa indirgemekle suçluyordu. Aslında bu tam olarak doğru değildi, çünkü Aristo’nun kendisi, birincil ilkelerin gözleme dayalı delillerden elde edilmesi gerektiğini vurgulardı (ama buöğretisi öğrencilerince büyük ölçüde göz ardı edildi). Bacon, bilimin ilerlemesi için kademeli ve aşamalı çıkarımlara dayalı yeni bir yöntem geliştirmenin şart olduğuna inanıyordu. Doğa tarihini yazarken izlenecek en doğru yöntem, verileri piramit modeline uygun biçimde temelden tepeye uzanacak biçimde incelemekti. Yeni bilim anlayışında, piramidin temelinden başlayarak doğal olguları tanımlayacak düzenli bir “deneye dayalı tarih” anlayışı inşa edilmeliydi. Belirli bir alanda olgulara dair gerçekler tespit edildiğinde, doğa felsefecileri bu gerçekler arasında bağıntı olup olmadığını araştırmalı, ardından piramidin daha üst seviyelerine doğru ilerleyerek gitgide daha geniş kapsamlı olacak genellemeler türetmeliydi. Karşılaştığı tanımlanabilir sonuçlar ne denli geniş kapsamlı iseler, piramidin tepesine de o denli yaklaşmış olmalıydı inceleyen kimse.
Önerdiği bu yöntem iddia ettiği kadar yeni olmasa da, her zamanki gibi ateşli biçimde savunuyordu önerisini Bacon ve güvenilir genellemelerin yapılabilmesi için yeterli ölçüde verinin toplanması gerektiğini de vurguluyordu bu yöntem kapsamında. “Doğanın gizemleri, kendi hallerine bırakılmaktan ziyade bilim aracılığıyla araştırıldıklarında daha kolay ortaya çıkar” diyordu Bacon. Durağan bir deneycilik anlayışı değildi Bacon’ın önerdiği. Kendi deyimiyle, deneyciler, topraktan tepecikler inşa eden karıncalar gibiydi. Orta Çağ skolastik anlayışının doğa felsefecileri de, keselerinden çıkardıkları ipliklerle ağ ören örümcekler gibiydi. Bacon’a göre yeni doğa bilimcilerse, çiçeklerden aldıkları maddeye kendi emekleriyle yeni biçimler kazandıran arılar gibi olmalıydı. Bacon, oldukça safça bir iyimserlikle yeni bilimsel araştırma yönteminin sınırlı sayıda deney gerektireceğini, dolayısıyla da bilimseldevrimin on sene zarfında tamamlanabileceğini düşünüyordu.
Kraliyet Cemiyeti kurucularının, Bacon’ın önerdiği piramit modelinin temelini sağlam atma konusunu ciddiye aldıkları kesindi. Cemiyet’in ilk toplantı tutanaklarında, çok çeşitli konularda gözlemler ve deneylere dair kayıtlara rastlanır. Ancak bu kayıtlardan bazısında, günümüz bilimsel dergi eleştirmenlerinden geçer not almakta zorlanacak türde tuhaf ve olağanüstü olgulardan bahsediliyordu. Boyle, 1665 ile 1666 yılları arası kısa dönemde dahi, Cemiyet’in Felsefe Raporları’nda yer alacak on beş makale yazıyordu. Bunlar arasında “Azman dana rivayeti”, “Bir tayın/sıpanın devasa kafasına dair”, “Damarlarda kan yerine süt bulunması durumu” başlıklı makaleleri yer alıyordu. “Garip havadislere” ilgi duyan tek kişi Boyle değildi. Aynı dönemde yayınlanan makaleler arasında Nehemiah Grew’in, “kanatları derisinden sızarak çıkan ürinöz kan öğesi sayesinde oluşan” kümes hayvanı üzerine raporu ve “erkek bir kedi ile dişi bir tavşanın çiftleşmeleri sonucu doğan yavrular” üzerine süren tartışmalar sayılabilir. Cemiyet’in, daha sonrakiyüzyıllarda gerçekleşecek “korkunç kocaayak” avlarını çağrıştıran İsviçre Alpleri’nde ejderha keşfetmeye yönelik seferini Newton da desteklemişti. Daha birçok rapor sunuluyordu, ama bunlarda çoğunlukla deniz suyunu içilir kılmaya yönelik yöntemlerin ayrıntıları, Hooke’un at arabalarının tasarımı üzerine çalışmaları ve Wilkins’in yeni vida, tekerlek, çark, mancınık ve daimi hareket makineleri üzerine çalışmaları gibi sıkıcı konulara değiniliyordu.25Kraliyet Cemiyeti’nin ilk üyelerince derlenen “olgusal gerçekler”, bütünlük arz eden bir kuram oluşturamayacak kadar münferit ve farklıydı. Bacon’ın, piramidin temelinde vızıldayarak bir o yana bir bu yana uçuşan arıları arasında, piramidin tepesine doğru uçuşarak aşama kaydedenlerin sayısı ilk başlarda oldukça sınırlıydı.
Çok farklı bir bilimsel yöntem öneren René Descartes (1596-1650) ise, çalışmalara piramidin temelinden değil tepesinden başlamanın daha doğru olduğunu öne sürüyordu. Descartes, Fransa’nın La Fleche bölgesinde bulunan Cizvit Okulu’nu bitirmiş, ardından hukuk okuduğuPoitiers Üniversitesi’nden 1616’da mezun olarak diplomasını almıştı. Mezuniyetinin ardından, ömrünün geri kalan bölümünü geçireceği, düşünme faaliyetlerini hızlandıracağı ve yazılı eserlerini vereceği Hollanda’ya yerleşti. 1619 yılının Kasım ayında bir dizi çarpıcı rüya gören Descartes, Gerçeğin Ruhu tarafından, matematiğin kesinliğinden yola çıkarak insanlığın bilgi anlayışını tepeden tırnağa yeniden kurgulamak üzere çağrıldığına inanıyordu. Yöntem Üzerine adlı meşhur eserinde, kuşkuculuğu teşvik etmek için değil, doğa felsefesini daha sağlam temellere oturtabilmek için sistemli ve yöntemli bir sorgulama usulünü benimseyişini anlatır. Bacon, öngördüğü piramit modeli çerçevesinde, temelden tepeye doğru, “olgusal gerçeklerden” yola çıkarak “genellemelere” varmayı hedeflediği bir tümevarım anlayışını benimsiyorken, Descartes ise tepe noktası kabul ettiği “tek büyük gerçekten” başlayarak, tümdengelim yöntemiyle temele doğru ilerleme yöntemini benimsiyordu. Descartes’ın, “tek büyük gerçeği”, herkesçe bilinen, “Düşünüyorum, öyleyse varım” şeklindeki sözünde ifade buluyordu. Descartes bu sözüyle, her şeyden şüphe edilse bile, düşünsel bir unsur olan öz benliğe dair sezgisel bir kavrayışın her zaman varlığını koruduğunu ve kişinin, kendisinin varlığına dair bu birincil kesinlikten yola çıkarak başka kesinliklerin de olabileceği sonucuna varabileceğine işaret eder. Descartes’ın yeni “yönteminde” öngördüğü ilk kural şudur: “Vardığım hükümlerde, hiçbir şekilde şüphe etmeyeceğim biçimde kesin ve net biçimde zihnimde canlanmış olanın haricinde hiçbir şeye yer vermemek.” Descartes’ın zihninde canlanan birincil düşüncelerden biri “Tanrı” düşüncesi olduğu için, “tanrıyı” piramidin tepesinde yer alan kesinlikler arasına yerleştirdi ve bir Mükemmel Varlık’ın insanı, duyuları ve mantığı yüzünden sürekli aldanacak biçimde yaratmayacağını savundu. Descartes bu tür birincil ilkelerden yola çıkarak (tümdengelimle), piramidin daha alt seviyelerinde yer alan doğal dünyayı da izah etmeye girişti:
Geometri uzmanlarının en zor deneylerinde bile kullanmaya alıştıkları, oldukça basit ve kullanımı kolay olan bu uzun mantık zincirleri, insanın bilgi dağarcığına eklenmesi mümkün olan her şeyin bu şekilde birbirine bağlı olabileceğini düşünmeye sevk etti beni.
Descartes, piramidin en tepesinde yer alan “temel ilkelerden” yola çıkarak daha alt seviyelerdeki olguları izah etmeyi istiyordu, ancak bunu yapabilmesi için öncelikle bu ilkelerin gerçek dünyada nasıl işlediklerine dair çekişen kuramlar arasında karar vermesine imkân tanıyacak deneysel verilere sahip olması gerektiğinin de gayet farkındaydı. Genellemelere olan düşkünlüğü sıklıkla hataya düşmesine sebep oluyordu.Örneğin, üç hareket yasası öngörüyor ve bu üç yasadan yola çıkarak, çeşitli çarpışma durumlarında geçerli olacak yedi farklı çarpışma yasasına varıyordu. Bu yasaların hepsi de hatalı çıkacaktı. Descartes’ın, örneklere dayanarak kuramlar önerme eğilimi de yanıltıcı olabilmekteydi.Örneğin, kan dolaşımı kuramını, kalbin, adeta bir saman yığını gibi sürekli ısı ürettiği ve bu ısının toplardamarlar aracılığıyla kalbe giren kirli kanı buharlaştırmak vasıtasıyla kalbi genişlettiği, böylece kanın atardamarlara yönlendirildiği önermesine dayandırıyordu. Bu kuram, kanın atardamarlara akışının kalbin kasılması sonucunda gerçekleştiğini deneylerle ispat eden William Harvey’nin gözlemleriyle çelişiyordu. Ancak Descartes, Harvey’nin kan dolaşımını konu alan meşhur kitabını okumuş olmasına rağmen, kendi varsayımını savunmayı yeğliyordu. Descartes için deneyler büyük ölçüde, birincil ilkelerden çıkarımla elde edilmiş genel kuramların sergilenmesinden ibaretti. İşte Descartes’ın somut bilimsel çalışmalarından ziyade, matematik ve felsefe alanlarına olan kuramsal katkılarıyla anılır olması da bu şekilde deneysel verileri göz ardı etmiş olmasından kaynaklanır.
Bugünkü duruma baktığımızdaysa, Bacon ve Descartes’ın savundukları yaklaşımların ikisinin de genel özellikleriyle günümüz modern bilim anlayışı çerçevesinde uyarlanarak kabul edildiklerini görürüz. Araştırılan konuya ve araştırma safhasına bağlı olarak bu anlayışlardan biri diğerine kıyasla daha öne çıkacaktır. Örneğin, biyoloji alanındaki çalışmaları konu alan bilimsel dergiler, henüz kuramlaştırılmamış birtakım olgular veya henüz birleştirici varsayımlar kapsamına alınarak anlamlandırılamadıkları için havada kalmış olan ilginç gözlemlerle doludur. Tam aksine, matematiksel fizik alanındaysa ana hedef, madde veenerjinin bilinen bütün özelliklerinin harmanlandığı, evrene dair birleştirici kuramlar geliştirmektir. Böylesi kuramlar genellikle piramidin en tepesinde yer alır ve zarafetlerinden dolayı veya esaslı bir bütünlük sergiledikleri için seçilir; üstelik kesin olarak doğru olup olmadıkları bazenancak yıllar sonra yapılan testlerle ortaya çıkarılabilmektedir. Örneğin, fizik alanındaki “süper sicimler kuramı”, evrende var olan bütün kuvvetler için geçerli temel bir kuram olduğu iddia edilen ve birçok fizikçitarafından doğru kabul edilen bir kuramdır. Ancak aynı kuram, deneysel dayanaklarının yetersizliği sebebiyle bazılarınca da şiddetle eleştirilir. Roland Dobbs’ın da işaret ettiği üzere, süper sicim kuramcıları “kuantum kütleçekim kuramından yola çıkarak, ‘kütlesiz’ temel parçacıkları izah etmeye çalışır (tümdengelim). Bu yaklaşımdan şüphe edenlerse,bilinen deneysel gerçeklerden yola çıkarak geniş kapsamlı bir kurama ulaşmayı tercih eder (tümevarım).26Anlaşılacağı üzere Bacon’ın piramit modeli kesinlikle geçerliliğini yitirmiş değildir. Neyse ki, hangi alanda olursa olsun bilimsel topluluklar, genellikle kuramcı ve deneycilerin karması niteliğindedir ve bu taraflar, aralarındaki iletişimi sürdürdükleri takdirde, piramit er ya da geç inşa edilecektir.
“Erken modern bilimin” gelişiminde etkili olan teolojik hususlar, doğa felsefecilerinin, bilimsel bilginin ne şekilde genişletilmesi gerektiği konusundaki yaklaşımlarına da önemli ölçüde yön veriyordu. Evrenin bütünüyle Tanrı’nın yaratıcı ve sürdürücü faaliyetlerinin etkisindeolduğu yönündeki inanç, daha önceden de belirttiğimiz üzere, insanlarıevrende bütünlük ve düzen aramaya sevk ediyordu. Ayrıca bu inanç doğrultusunda fiziksel varlıkların Tanrı’nın faaliyetlerinin yansıması oldukları, dolayısıyla incelenmeye değer oldukları kanaati oluşuyordu. Doğa felsefecisinin işi, dünyanın nasıl işlemesi gerektiğine dair mantıkçı kuramlar ortaya atmak değil, dünyanın gerçekte nasıl işlediğini çözmekti. Descartes’ı, kesin ve net biçimde zihinde canlanan akla yatkın şeylerin mutlaka doğru olacağı yönündeki düşüncesinden dolayı paylayan çok sayıdaki bilim adamından biri de Blaise Pascal’dı. Pascal’ın insan aklına güveni tamdı. Hatta şöyle diyordu Pascal: “Bizi saygın kılan, düşünebiliyor olmamızdır.” Ancak doğada akla yatkın görünmeyenbirçok fiziksel olguya da rastlandığına işaret ediyordu. Örneğin, ışığın boşluktan (uzay boşluğundan) geçiyor olmasının felsefecilere mantıksızgelebileceğini, ancak netice itibariyle ışığın böyle hareket ettiğini vurgular Pascal; dolayısıyla mantıkçıların diretmelerine boyun eğmemeli, ışığın hareketi konusundaki deneye dayalı verileri kabullenmeliyiz. Bir düşüncenin “mantıklı” kabul edilmesi çoğu zaman yalnızca o düşüncenin yerleşmiş olmasından kaynaklanır. Cote de, Newton’un Principia Mathematicaadlı eserine yazdığı önsözde,bilim alanında belirleyici olanın insan mantığındansa deneye dayalı deliller olmasının daha doğru olacağı düşüncesine temel teşkil eden teolojik anlayışları vurguluyordu:
Hiç şüphesiz ki bu dünya… Tanrı’nın, tümüyle özgür olan iradesinin bir ürünü olabilir ancak… Dolayısıyla bunları (doğa yasalarını) belirsiz varsayımlarda değil, gözlemler ve deneyler aracılığıyla elde ettiğimiz verilerde aramalıyız. Fizik yasaları ve doğal işleyişleri düzenleyen yasaları yalnızca kendi aklına ve içsel mantığına dayanarak keşfedebileceğini düşünecek kadar küstah olan kimseler ya dünyanın gereklilik nedeniyle var olduğunu veaynı gereklilik dolayısıyla belirlenmiş olan yasalara uyduğunu zannediyor olmalı, ya da Doğa’nın düzeninin Tanrı’nın isteği doğrultusunda kurulmuşolduğuna inanıyorsa, zavallı bir sürüngen olan kendisinin en uygun işleyişin ne olması gerektiğini kestirebileceğini zannediyor olmalıdır [vurgu tarafımdan eklenmiştir].
Paris Bilimler Akademisi’nin başkan yardımcısı Bernard le Bouvier deFontenelle, Descartes’ın, açıkça anladığı şeylerden yola çıkarak gördüğü şeylerin temelinde yatan nedenleri saptamaya çalıştığına, Newton’unsa, gördüğü şeylerin temelinde yatan nedenleri (anlaşılması güç olsalar bile) keşfedebilmek için doğrudan bu şeyleri incelediğine işaret ediyordu. Robert Hooke da, “Bilim, Eller ve Gözlerle başlamalı, sonra Mantığa havale edilmeli, ardından tekrar Eller ve Gözlere teslim edilmelidir” diyordu.
Hooykaas’ın da dediği gibi, eski skolastik felsefenin savunucularının, yeni doğa felsefecilerini “dine zarar vermekle, yerleşmiş olan ve daha ruhani olan ‘Form, öz, idea ve amaç’ gibi ilkelerin yerine daha maddeci ilkeler getirmekle” suçluyor olmaları pek de şaşırtıcı değildir. Doğa felsefecileriyse, “bilimi laikleştirerek, Hıristiyanlık’a daha uygun hale getirdiklerine inanıyor, çünkü laikleştirme aracılığıyla bilimi, teologlar ve felsefecilerin hâkimiyetinden ve eski putlarının (formlar ve ideaların) boyunduruğundan kurtarıyordu”.
Yeni bilim anlayışı mantık dışı değildi, ama kesinlikle mantıkçılık karşıtıydı.