Yıldızlar oldukça basit bir yapıya sahiptir. Büyük oranda kimyasal elementlerin en basiti olan hidrojen ve helyum gibi yanıcı gazlardan oluşurlar. Metal elementlerin oranı oldukça düşüktür. Evrimciler, bu basit yapıların bile nasıl var olduğunu açıklayamamaktadır. O halde daha karmaşık yapıları açıklama şansı olabilir mi?
Daha karmaşık elementleri incelemekle başlayabiliriz. Birçok evrimci bu metal elementlerin, henüz hiç metal içermeyen hidrojen-helyum karışımından oluşup patlayan yıldızların merkezinde oluştuğuna inanır. Bu açıklamanın en zayıf yönü şu ki, bugün bu şekilde hiç metal içermeyen yıldızların hiçbiri ortada yoktur. O halde bu yıldızların bir zamanlar var olduğunu düşünmek için de bir neden yoktur.3
Daha ağır olan bu elementlerin bir an için bu şekilde oluştuğunu varsayalım. Buna rağmen evrimciler, canlılığın nasıl başladığını hala açıklayacak durumda değildir. Canlı hücrelerin yapıtaşları amino asitlerdir. Birçok evrimci amino asitlerin dünyanın ilk atmosferinde oluştuğunu düşünüyor. Bu pek olası görünmüyor. Bunun olmuş olabileceğini düşünsek bile, bu asitlerin birleşip canlı hücreyi oluşturma olasılığı pratikte sıfırdır.
Bugün evrimcilerin çoğu, yaşamın bu yoldan başladığını zaten kabul etmiyor. Örneğin bu alanda dünyanın ileri gelen uzmanlarından bir evrimci şöyle yazmıştır:
"Yaşamın başlangıcına ilişkin olarak kimyasal ve moleküler alanda 30 yılı aşkındır yapılan deneyler, dünyada yaşam sorununa bir yanıt getirmemiş, aksine sorunun büyüklüğünün daha iyi kavranmasını yol açmıştır. Bugün bu alandaki temel teori ve deneylere ilişkin tartışmalar ya gelip bir çıkmaza dayanıyor ya da bilgi yetersizliği itirafıyla noktalanıyor."4
Yıllar önce yaptığı deneylerle amino asitlerin dünyanın ilk atmosferinde ortaya çıktığı düşüncesini destekleyen Stanley Miller bile yaşamın başlangıcına ilişkin bu teorilerden vazgeçmiş görünüyor. John Horgan, Scientific American dergisinde Miller'e ilişkin şunları yazmıştır:
"Kırk yıldır yaşamın büyük sırrını çözmeye çalışan Miller, bu alandaki başıboş varsayımların dizginlenmesi için çarpıcı bulgulara ihtiyaç duyulduğunu kabul etmektedir."5
Yaşamın başlangıcı sorunu o kadar can sıkıcı ki, kimi evrimciler hayali açıklamalara başvurmaktan çekinmiyorlar. James Watson'la birlikte DNA molekülü alanındaki buluşlarıyla Nobel Ödülü’nü alan Francis Crick, canlılığın başka gezegenlerdeki uygarlıklar tarafından dünyamıza aktarıldığını ileri sürer. Horgan'a göre, Crick bu teorisini şu başlangıç sözleriyle yayınlamıştır:
"... bir çeşit şaka!" Ama Crick'e göre, bunun ciddi bir niyeti de vardı: Amaç, dünyasal yaratılış düşüncesinin ne kadar yetersiz olduğunu vurgulamaktı. Crick'in bir keresinde yazdığı gibi, "Yaşam, neredeyse bir mucizedir; çünkü yaşamın başlaması için o kadar çok koşulun gerçekleşmesi gerekiyor ki..."6
Dr. Crick, ateist olduğu için mucizelere inanmaz; bu nedenle yaşamın başlangıcını, "neredeyse mucize" şeklinde açıklamak zorundadır. Bununla birlikte yaşamın kaynağına ilişkin öne sürülen ve bilimsel bir fanteziden öte olan doğal yoldan oluşumun da imkansız olduğunu kabul etmektedir.
Evrim kavramının yaşamın kaynağına ilişkin bilimsel bir açıklama sağlayamamasının önemli bir nedeni var. Tüm bilimsel ilkelerin temelinde neden-sonuç yasası vardır. Bu yasaya göre her sonucun uygun bir nedeni olmalıdır. Bu nedenle, insanın bugüne dek yaptığı buluşların hepsinden sonsuz kez daha karmaşık olan yaşam ancak yaşamdan kaynaklanabilir. Canlı yaratıklar için yapılabilecek tek açıklama, bunların yaşayan Tanrı tarafından yaratılmış olduklarıdır.
Kutsal Kitap'ın da söylediği budur. Tanrı kaynaşan canlıları türlerine göre yarattı (Yaratılış 1:21). İnsanların bu bilimsel açıklamayı reddetmelerinin tek nedeni, Tanrı'dan uzaklaşmak istemeleridir; ya da zaman ve uzay boyutunda ellerinden geldiğince O'nu en geri plana itme düşüncesidir. Her şeye rağmen yaşamın kökeni için yapılabilecek gerçek açıklama sadece Tanrı'nın kendisidir.