ullanabileceğimiz tüm yaş tayin yöntemlerinden yalnız birkaçının sonuçları milyonlarca ve milyarlarca yıl çıkmaktadır. Böylesine büyük yaş veren yöntemlerin içerisinde, karbon-14 hariç, yukarda baktığımızın yanı sıra birkaç tane de bakmadığımız yöntem vardır. Bununla birlikte, birçoğunun bilimselliği radyoizotop yöntemlerden daha sağlam olan, dünyanın ve sistemlerinin yaşlarını ölçmek için kullanabileceğimiz başka birçok yöntem vardır. Bu kitapta eleştirdiğimiz tekbiçimci varsayımlara maruz kalmalarına rağmen bu yöntemlerin büyük bir çoğunluğu, dünyanın azami yaşının, evrimin gerçekleşmesine yetmeyeceğini gösteren küçük sonuçlar vermektedir.
Tüm yaş tayin teknikleri, dikkatlice yapılan ölçümlere ve sağlam kurama dayalıdır. Ancak hepsi, radyoizotop düzenlere tabii olan aynı tekbiçimci, doğalcı varsayımlara bağlı oldukları için, şüpheli sonuçlar vermektedir. Radyoizotopla ilgisi olmayan yaş tayin yöntemlerinin birçoğu, radyoizotop yöntemlerinden daha güvenilirdir ancak doğrulukları kesin değildir. Dünyanın, birey kayaların, ya da toplu olarak fiziksel sistemlerin yaşlarını tayin etmek için kayaları ve başka sistemleri kullanmak hiç güvenilir bir yöntem değildir. Çünkü yaş tayin yöntemleri, kanıtlanamayan ve bazen de Kutsal Kitap’a aykırı olan varsayımlara bağlıdır. Ama bu ve sonraki bölümde anlatacağımız yöntemler, bu varsayımlarla ilgili, radyoizotop yöntemlerinden daha az sakıncalı olan uygulamalar içermektedir. Bu yöntemler gerçek tarihe, yani yazılı ve gözlemlenmiş tarihe, daha fazla dayandıkları için çok daha güvenilirdir.
Etkin bir tartışma tekniği, karşı tarafın kullandığı varsayımların, karşı tarafın bile beğenmeyeceği mantıksız sonuçlara nasıl maruz kaldığını göstermektir. Bu yüzden, yaşlı-yeryüzü yanlılarının kullandığı varsayımları kullanılarak, bu düşünme yolunun nasıl içsel tutarsızlığa düştüğü gösterilebilmektedir. Bu yöntemi uyguladığımızda, onların varsayımları kullanıldığı halde, delillerin genç yeryüzü tarafına daha ağır bastığı görülmektedir. Delillerin çoğu dünyanın, evrimsel dünya görüşüyle bağdaşamayacak kadar genç olduğuna işaret etmektedir.
İşte, kayaların yaşları kesin olmadığı için, oluruyla yetinerek, kayaların ve sistemlerin belli bir dünya görüşüyle uyumlu olmadıklarını gösterebiliriz. Bununla birlikte, kabul etmemiz gerekiyor ki, bir dereceye kadar radyoizotop teknikler, dünyanın ve sistemlerinin milyonlarca veya milyarlarca yaşında olduğunu kabul eden görüşle gevşek bir şekilde uyumludur. Bununla beraber anlıyoruz ki, belirsizlikleri, sonuçlarına güvenmememizin nedenini oluşturmaktadır. Birçok delil, tekbiçimci teknikler aracılığıyla alındığı halde, yaşlı-yeryüzü düşünceleriyle hiç bağdaşamamaktadır. Yaşlı-yeryüzü düşüncelerini tamamen çürütemeyiz, ama bu modelin iç tutarsızlıklarını gösterebiliriz.
grafik:
Kozmik Işınlar =>
=>Atom=>
=>Proton
=>Nötron
Nitrojen Atomu (N14) (7 proton ve 7 nötron) =>
Karbon Atomu C (6 proton ve 8 nötron)
Bugünlerde C14/C12 = 1/1.000.000.000.000
Karbonun küçük bir oranı radyoaktiftir
Bu alternatif yaş tayin yöntemlerinin bazıları sadece binler, başkaları da birkaç milyon yıllık sonuçları vermektedir. Bu tekniklerin hepsinin yaratılışı ve Nuh Tufanı’nı büyük ölçüde dışlayan varsayımları içerdiğini unutmayınız. Evrimcilerin de tuttuğu bu geçersiz varsayımlara rağmen, deliller yaşlı-yeryüzü görüşünden çok, genç-yeryüzü görüşünü desteklemektedir. Veriler kesin bir yol gösterememekte, ama genç-yeryüzü görüşü daha tercih edilebilir gibi görünmektedir. Bu ve sonraki bölümler, evrimi olanaksız kılan genç bir dünyaya işaret eden, zamanı saptamaya yarayan kronometrelerden birkaçını anlatmaktadır. İlk olarak insan uygarlığıyla ilgili olanlarına bakalım.
Birkaç yazar, kesin olmasa da ikna edici olan, çeşitli yaş tayin yöntemleri sunmuştur. Bunlardan birisi uygarlığın yaşı ile ilgilidir. Uygarlık ancak yazılı tarihin başlangıcına kadar uzandığı için, yaşının aşağı yukarı beş bin yıl olduğu gerçektir. Evrimci ısrarlara göre ise, insan yaklaşık üç milyon yıl önce maymunsu atalardan ayrılıp yavaş yavaş bir kültürel ilerlemeden geçerek Taş Devri insanlarına, ardından Tunç Devri, Demir Devri ve sonunda da modern devir insanlarına gelişmiştir. Teknoloji ve kültür alanlarında böyle kademeli bir gelişme arkeoloji keşiflerinde sergilenmiş olmalıdır.
Ama böyle bir gelişme doğrulanmamıştır. Tersine arkeologlar, birçok gelişmiş kültürlerin aniden, aynı zamanlarda dünyanın birçok yerinde ortaya çıktığını göstermiştir. Araştırmalara göre bu uygarlıkların her birinde karmaşık bir lisan, çok yönlü kültür, tarım bilgisi, dikkat çekici teknoloji ve çoğunda da yazılar vardı. Bu kültürler ayrıntılı takvimleri, piramitleri, etkileyici binaları ve denize açılan gemileri üretmeye başarmışlardır. Zamanla birçoğu, gelişmiş teknolojilerini kaybetmiş ve ancak son birkaç yüzyılda insanlık o bilgiyi geri kazanmaya başlamıştır. Bazı noktalarda modern teknolojiyi aşan bu eski teknolojiye göre, insanların gerçekten kalın kaşlı, düşük omuzlu, uzun kollarındaki eklemleri üzerinde yürüyen, her gün ava çıkan ve yemek toplayan bir varlık olması beklenen bir durum değildir.
Buna karşın, gerçek tarih, yani insanın gözlemi ve bunların kanıtlanması üzerine kurulan yazılı tarih, dikkat çekecek derecede Kutsal Kitap’ın anlattığı tarihe uymaktadır. Kutsal Kitap’a göre başlangıçtan beri insanlar zekiydi ve medeniyet erken gelişmiştir. Bu görüşle çelişen iddialar, yukarıda anlatılan yaş tayin yöntemlerinin geçersiz bir şekilde uygulanmasından ve insanlığın gelişimi konusundaki evrimsel varsayımlardan kaynaklanmaktadır. Ama ilkel kültürlerle ilgili delillere daha iyi bir yorumu getirilecek olunursa; Babil kulesinde insanların dillerinin karıştırılması sonucu oluşan farklı toplumlar birbirlerinden uzaklaşınca, aralarında zeki insanlar olmasına rağmen önceki yaygın teknolojiden artık yoksun kalmışlardı. “İlkel” insan grupları, yanlış kullanım ya da sıkıntı yüzünden tamamen teknolojilerini kaybeden, dil gruplarıyla daha büyük, daha iyi konumdaki ileri dil gruplarıyla rekabet edemeyenlerdir.
Resim: Yaşı 60 milyon olarak tayin edilen kaya içindeki taşlaşmış tahtaya gömülen metal bir çivi
Antropologlar neredeyse tüm kültürlerin tarihsel öyküleri arasında dikkate değer benzerlikler bulmuştur. Dünyaya dağılmış olan yüzlerce halkın benzer tufan efsaneleri vardır. Bu efsanelere göre bu tufan insanın kötülüğü nedeniyle Tanrı tarafından gönderilmiştir. Dürüst, seçilmiş bir aile sağ kalabilmek için çok büyük bir gemi inşa etmiş ve gemi tufan sonunda yüksek bir dağa oturmuştur. Efsanelerin paylaştıkları temalar, tüm insanların, tufandan sağ kalıp bu olayın öyküsünü soylarına anlatan aynı atalardan gelme olduğunu göstermektedir.
Aynı şekilde, dünyanın dört bir köşesinde bulunan ama daha az bilinen çeşitli toplumların benzer yaratılış öyküleri de vardır. Bu efsanelerde genellikle yiyeceğin bol, ömrün uzun ve insan dilinin tek olduğu çok bereketli eski bir çağdan söz edilmektedir. Bu harika durum insanların başkaldırmasının sonucu olarak verilen bir ceza yüzünden kaybedilmiş ve ardından büyük bir su afeti gerçekleşmiştir. Daha az ama önemli kabul edilecek sayıdaki bazı efsaneler, Tanrı’nın başlattığı kabilelerin dağılımı ve uygarlığın yeniden kurulmasından da söz eder. Bu öykülerin Yaratılış kitabına olan benzerlikleri açıktır ve varlıkları bugün yaşayan tüm insanların Nuh’un soyundan geldiği ve tarihlerini hatırladığı tezini desteklemektedir. Zaten yaratılış, günaha düşüş, tufan ve dağılım kolay unutulacak olaylar değildir. Nesilden nesile anlatılarak sürdürülmüşlerdir. Bununla ilgili öyküler anlatıla anlatıla değişmiş, ama özleri kalmıştır. Bu durum zaten Kutsal Kitap’ın anlattığı tarihin doğruluğundan beklediğimiz bir şeydir.
Dünyanın nüfusu ile nüfus artmasıyla ilgili gözlemler de genç yeryüzü kavramını desteklemektedir. 6 milyarı aşan dünya nüfusuna tek bir çiftten başlayarak erişmek için şimdiki, yıllık %2 olan nüfus artışı oranıyla sadece 1.100 yıl gereklidir. Bu süre, Nuh tufanından bugünkü zamana kadar olan süreye kabaca benzer bir zaman dilimidir.
Diğer tarafta, evrimcilerin öğrettiği gibi insanın bir milyon yıldan beri var olduğunu farz edelim. Bugünkü nüfus artış oranları normal ise, bugün 108600 adet insan yaşamakta olacaktı! Bu da 8.600 basamaklı büyük bir rakamdır. Açıkçası, bu sayı saçmalıktır ve hiçbir evrimci bu sonuca güvenmez. Ama bu tekbiçimli düşüncenin nasıl uygulandığının bir örneğidir.
Tabii ki, kıtlıklar, vebalar ve savaşlardan dolayı geçmiş zaman boyunca sabit bir nüfus artışını varsaymak mantık dışı görünebilir. Ancak birbirine bağımlı toplumların, sayısız silahların ve kalabalık şehirlerin gelişimini gören son birkaç yüzyılın insanlığı, milyonlarca insanın öldüğü en vahşi katliamları, durdurulamaz kürtaj oranlarını, en şiddetli savaşları, en kötü kıtlıkları ve en kötü salgınları da görmüştür. Bunlara rağmen nüfus artma oranı fazla değişmemiştir.
Resim: İnsan kalıntıları, iradeli gömme dışında, tüm olarak nadir gömülmektedir. Hassas olan bu kalıntılar nadiren korunabilmektedir.
Resim: Yaklaşık 50 milyon yıl olarak yaşı tayin edilmiş bir kaya içinde bulunan maymun benzeri oyulmuş heykel
Fosillerinin %95’i, çoğu deniz kabuğu olmak üzere, deniz omurgasızlarıdır.
Geri kalan %5’in %95’i deniz yosunu ve bitki fosilleridir. (%4,75)
Geri kalan %0,25’in %95’i böcekler dahil diğer omurgasızlardan oluşmaktadır. (%0,2375)
Geri kalan %0,0125, çoğu balık olmak üzere, tüm omurgalıları içermektedir. Çok az kara omurgalısı bulunmuştur, bulunanların hemen, hemen hepsi bir kemikten bile az olan bir maddeden ibarettir. (Örneğin, bir çok dinozor kemiği parçası bulunmuş ama yalnızca yaklaşık 1.200 dinozor iskeleti bulunmuştur.) Memeli fosillerin %95’i Tufanı izleyen Buzul Çağı’nda tortulaşmıştır.
Deniz fosillerinin hemen, hemen tümü kıtalarda (yani karada) bulunmaktadır. Okyanuslarda ise hemen, hemen hiç deniz fosili bulunmamıştır.
Fosil kayıtlarını, kıtaları ve tüm karada yaşayanları yok eden bir deniz afetinin sonucu olarak görmek, bu duruma getirilebilecek en iyi yorumdur (Yaratılış 7:18-24; 2 Petrus 3:6).
Yine de, insanın bir milyon yıldan beri dünyada bulunduğunu farz edecek olursak, bu süre içinde bugünkü nüfus sayısına ulaşmak için tek bir çiften başlayarak sabit bir nüfus artış oranını hesapladığımızda, yıllık oran yalnız %0,002 olmalıdır. Bu oran tüm yazılı tarih içinde hesaplanan nüfus artış oranlarından çok farklıdır.
Böylece yaşamın bir milyon yıl önce başlandığını, bu çok düşük %0,002 nüfus artışı oranının geçerli olduğunu, nüfusun sonunda 6 milyar kişiye erişildiğini varsayarsak, tüm bu farazi tarih boyunca kaç kişinin yaşayıp ölmesinin gerekeceğini tahmin edebilir misiniz? Sayı anlamsız derecede o kadar büyüktür ki, bu kadar çok ceset ancak tüm gezegenimizin iç hacmini doldururdu. Bu kadar çok insan yaşayıp öldüyse, bu kadar insanın kemikleri nerededir? İnsan kemikleri neden bu kadar azdır?
Grafik:
İnsan kemikleri neden bu kadar nadirdir?
Fosiller, hareket eden su altındaki tortu arasına bir gömülme olunca oluşur.
Kara omurgalılarının, özellikle memelilerin, leşleri şişer ve suda yüzer.
Sulu bir ortamda kara omurgalılarının leşleri yenir ya da kolayca parçalanarak yok olur.
Tufan süreci yumuşak bedenli organizmaların yok olmasına, sert dış kabuklu olanların ise korunmasına yol açmıştır.
Tüm canlılar arasında insanların sayısı en az olanlardandır. (Bazı tahminlere göre Tufanda yalnızca 350 milyon kişi ölmüştür, ancak sayı daha büyük de olabilir).
İnsanlığın yok oluşu Tufanın ana amacı idi.
İnsan cesetlerinin fosilleşebilme olasılığı düşüktür.
Hepsi korunmuş ve Tufanın 1.430 km karelik tortuları arasına dengeli bir şekilde dağıtılmış olsalar bile, tek bir insan fosilinin yüzeye gelmesi, keşfedilmesi, tanınması ve kaydedilmesi olasılığı yine de çok az olurdu.
Resim:
Pennsylvania’dan yaşı 250 milyon yıl olarak tayin edilen kömürün içinde bulunan bir zil
Sadece Taş Devri’ni ele aldığımızda sayılar daha verimli değildir. Evrimciler bu devirde Neandertal ile Cro-Magnon uygarlıklarının hakim olduğunu söylemektedir. Bu insan grupları ölülerini gömerlerdi; bu da kemik ve dişlerin korunma şansının artmasına yol açardı. Eğer Taş Devri gerçekten 100.000 yıl sürdü ise ve bu süre içerisinde 1 ila 10 milyon arası bir nüfusu barındırdıysa, bu halkların yeryüzünün en üst topraklarına yaklaşık 4 milyar ölüyü gömmüş olmaları gerekmektedir. Ancak çok az sayıda fosil bulunmuştur.
Sözde çok daha uzun bir zaman boyunca, çok daha büyük bir hacimde kalıntı bırakmaları beklenen bitki ve hayvanlar için bu sav daha da kuvvetlidir. İnsan kalıntıları gibi bitki ve hayvan kalıntıları da çürür, yenir, çevreye geri kazandırılır. Bu yüzden kalıntıların korunması özel şartları gerektirmektedir. Ama kuşkusuz bu şartlar ara sıra gerçekleşirdi. Aslında, kıtalarda tortul kayaçlar arasına afetsel bir şekilde bırakılan deniz organizmaları başta olmak üzere, fosil kalıntıları bolca bulunmuştur. Ancak bu trilyonlarca fosil, sözde milyarlarca yıllık bir süre için beklenen trilyon çarpı trilyon adet fosille kıyaslanamaz. Hemen, hemen tümü deniz fosili olmak üzere bugünkü fosil dizilimi, dünyanın eski bir zamanda bolca yaşam türlerini beslediği, bunların da afetsel bir tufan aracılığıyla aynı zamanlarda gömüldüğü düşüncesiyle daha iyi uyuşmaktadır. Peki milyarlarca yıla ait fosil delilleri nerededir?
Bu hesaplamalarda çok fazla öznel koşul olmasından dolayı kesin sonuçlar ortaya çıkmamaktadır. Ama şunu diyebiliriz: Dünya ve fosiller, Tufan ve genç-yeryüzü modeliyle oldukça uyuşmakta, yaşlı-yeryüzü modeliyle hiç uyuşmamaktadır. Nüfus hesaplamaları ile hacim miktarları ancak anormal şartlar ve geçmiş hakkında gerçek dışı varsayımlar benimsenerek yaşlı bir dünyaya uyuşturulabilmektedir.
ICR’de yapılan araştırmalar, tesadüfen genç yeryüzü için yeni ve güçlü bir sav ortaya çıkartmıştır. Her bitki ya da hayvan çeşidinin kendine ait eşsiz bir kodu, yani DNA’sı vardır. Birçok bilgi taşıyan bu kod, hücrenin diğer kısmının okuyabildiği ve anlayabildiği sayısız “harfler”den oluşur. Bu kod her hücreye nasıl işlev göreceğini, nasıl büyüyeceğini ve nasıl üreyeceğini anlatır. Üremede DNA kendini kopyalar; bu da ortaya çıkan ürünün aynı canlı türüne gelişmesiyle sonuçlanır. Harflerdeki değişiklikler (mutasyonlar) de sonraki nesle farklı bilginin iletilmesiyle sonuçlanır. Evrim, farklı bitki ve hayvan çeşitlerinin evrim geçirmesi için bu değişikliklere muhtaçtır.
Ancak DNA kodu ayrıntılı bilgiyi içerir. Bu bilgi düzen ve tasarımı aşan akıllı, yazılı bilgidir. Bu yazılı bilgideki mutasyonlar “yazım hataları”na neden olur. Bir kod, kullanışlı bilgiden yoksun olmadan kaç tane yazım hatası kabul edebilir ki? Eninde sonunda canlı ve canlı nüfusu işlev göremeyecek ve/veya üremeyecektir; sonuç olarak nesli tükenecektir.
Son yıllarda insan genomunun tümü çözülmüş ve yaklaşık 3 milyar “harf”ten (nükleik asit baz çiftinden) oluştuğu öğrenilmiştir. Bilim insanları 2006 yılında (yaklaşık dört milyar baz çifti uzunluğundaki) şempanze genomunun kodunun neredeyse tümünün çözüldüğünü duyurmuşlardı. İnsan ile şempanze genomlarının %99’a kadar benzer olduğu ve bunların ortak bir atadan geldiğinin bu oranla kanıtlandığı iddia edilmişti. Sözde, özgün DNA’daki mutasyonların hem insanı hem de şempanzeyi ortaya çıkartmış olması gerekiyormuş. Dikkatli bir analiz ise bu iki genomun iddia edildiğinden çok daha farklı olduğunu göstermiştir.
Institute for Creation Research, verimli olabilecek bu konu üzerine büyük bir araştırmaya başlamıştır. Ön analiz, şempanze ile insan DNA’sının evrimci sözcülerin iddia ettiğinden çok daha farklı olduğunu göstermiştir. Üstelik bugünlerde her ikisinde de mutasyonlar hızla çoğalmaktadır. Genomdaki bu değişiklikler genoma zarar vererek evrimle değil, doğum kusurlarıyla sonuçlanmaktadır. Dahası, genomlar o kadar hızla bozuluyor ki, her ikisinin de neslinin tükenmesine az kalmıştır.
Şempanze ve insan genomlarının çoğununun sağlamlığı, her ikisinin de yaratılışının yakın zamanlarda olduğuna işaret etmektedir, yoksa ikisinin de nesli şimdiye kadar tükenirdi. Bu yüzden, deliller Kutsal Kitap’ın yakın tarihte gerçekleşmiş olan yaratılış gerçeğini desteklemektedir. Şempanzeler “türüne göre” yaratılırken, insan “Tanrı'nın suretinde” yaratılmıştır. Ortak bir atadan gelmemişlerdir. Kitabın bu basımında araştırmalar yeni başlamıştır ve ilk veriler heyecan vericidir. Bu konu genç yeryüzünün en güçlü savlarından birisi olabilmektedir; Bu konuyla ilgili gelişmeleri hep birlikte dikkatli bir şekilde takip edelim…
İnsan fosillerinin korunabilmesi için gerekli olan koşullar Tufan boyunca nadir olduğu halde, insan eserlerinin bulunabilmesi olanaklıdır. Yaratılış 5:22 diyor ki, Tufan öncesi insanlar hem demir hem de pirinç nesneler kullanmışlardır. Metal gereçler çalkantılı suda bile kolayca batardı ve bu gereçlerin Tufan tortulları arasına gömülmüş olma ihtimali vardır. Bunların çok azı açığa çıkacak şekilde az sayıda keşif olmuştur. Ama Tufan öncesinden kalabilen birkaç keşif vardır. Hiçbirisi etrafındaki tortullardan çıkarılmadan önce yeterince belgelendirilmediği için, bunlara güvenmeyenler olacaktır. Yine de, bu eserler vardır ve güvenilir tanıklara göre sözde milyonlarca yıl yaşındaki kayaçlardan çıkmıştır. Burada bunlardan söz etmemizin nedeni, ilgiyi uyandırıp benzer eserlerin varlığını bilenlerin böyle eserleri paylaşmalarını teşvik etmektir.
Unutmayalım ki, tortul kayaçların hemen, hemen tümü deniz kökenlidir ve içlerindeki fosiller denizdendir. Çok nadir olan kara kalıntılarının çoğu denizden gelen fosillerle ve tortullarla çevrilidir ya da yanardağ tortullarına gömülüdür. Bir istisna dışında, kara ortamları bir bütün olarak korunmamıştır.
Tufandan önceki biyosferin çok verimli olduğuna dair bir takım izlenimler vardır. Ovaları kaplayan geniş ormanlar Tufan sularında yüzmüş olabilir. Bu yemyeşil ortamlar, Tufan gelince, kökten çıkmıştır ama belki de birbirine dolaşmış kökler aracılığıyla bir bütün olarak kalmıştır. Bu yüzen kara parçaları zamanla ya çürümüş ya da Tufan suları azalırken sahile çekilmiştir. Bunlar, modern dünyanın çok geniş kömür yataklarına dönüşmüştür. İçlerindeki tabakalar, karasal bir ortama uymayan volkanik kilden ve deniz fosillerinden ibarettir. Bazen bu kömür yatakları içerisinde kara fosilleri bulunmaktadır. Bu keşifler, hayvanların sağ kalmak için yeşil kara parçalarına beyhude bir şekilde sarıldıklarına işaret etmektedir.
İşte, nadir keşfedilen insan eserleri, tarif ettiğimiz bu ortamda nadiren bulunmuştur. Kömür madenciliğinde çok fazla kömür miktarı ortaya çıkmıştır. Geçmişte, madencilik elle yapılırken, fosil keşif haberleri ara sıra kulağımıza gelirdi. Ama modern makinelerin kullanımı, eserlerin tahrip edilme olasılığını arttırmaktadır. Yine de, hiç birisi doğru belgelenmeyen ve çok faydalı olmayan keşifler bildirilmiştir.
SORULAR
1. Yazılı insan tarihi ne kadar geriye uzanmaktadır?
2. İki kişiyle başlayarak, bugünkü nüfus artış oranıyla, bugün kaç kişinin yaşaması gerekmektedir?
3. Neden insan kemikleri ile dinozor kemikleri birlikte bulunmamaktadır?
4. Gerçek fosil kaydı nasıldır? Neden o şekilde olması beklenmektedir?