Gazete okurken yeni bir fosilin, arkeolojik bulgunun ya da yer altındaki kırığın keşfedildiğine hiç rastladınız mı? Genellikle, makaleler keşfi tarif ettikten sonra, bu keşfin evrim kuramını desteklediğini söyler. Belki milyonlarca ya da miyarlarca yıllık bir yaş da bildirilir. Yaşın doğruluğu sorgulanmaz ve okuyucu da yaşın sorgulanmasını gerektiren bir neden görmez.
Bilim insanlarının bu yaşa nereden ulaştıklarını hiç merak ettiniz mi? Bu kadar zaman önce geçen bir olayı nasıl bilebilirler? Sanki kayalar ve fosiller konuşuyor ya da yaşlarını ve fosilleşme tarihini açıklayan etiketle birlikte bulunuyorlar.
Kaya ve fosilleri araştıran bir yerbilimci olarak bir sır açıklayacağım. Jeoloji meslektaşlarım belki de bunu söylememi istemeyebilirler, ama kayalar konuşmazlar. Etiketleri de yoktur.
Özel koleksiyonumda birçok taş bulunmaktadır ve ICR müzesinde daha da fazlası vardır. Bu taşlara değer veririz ve iyi bakarız. En sevdiğim taşları toplamak, kataloglamak ve temizlemek için saatler harcadım. Bazılarını da cilalayıp serdim.
Ama en sevdiğim taşa, “Taş, sen kaç yaşındasın? Fosil, sen nasıl böyle oldun?” diye sorarsam alacağım cevap ne olacak? Hiç! Taşlar konuşmaz, ne bana ne de evrimci meslektaşlarıma. O zaman bu taşların ve fosillerin yaşları ve özgeçmişleri nasıl ortaya çıkmıştır?
Cevabın basitliğine şaşabilirsiniz. Zaten bu kitap, kayaların ve fosillerin üzerinde nasıl çalışıldığını ve özgeçmişleri hakkında nasıl sonuca varıldığını açıklamaktadır. Ama bu kitapta, sadece bu işin genellikle nasıl yapıldığını değil, nasıl yapılması gerektiğini de açıklamaya çalıştım.
Devam etmeden önce şunu açıkça söyleyeyim: evrimciler genellikle dürüst ve iyi bilim insanlarıdır. Kuramları çoğu zaman karmaşık ve detaylı olmakla birlikte onların çalışmalarından çok şey öğrenebiliriz. Amacım onlarla alay etmek ya da kafaları karıştırmak değildir. Arzum, onların kendileri için geliştirdikleri yanlış düşünce tarzını açığa çıkarmak ve daha iyi bir yol göstermektir.
Güzel bir şekilde korunmuş fosil içeren bir kireçtaşı bulduğunuzu farz edelim. Siz bu taşı, yaşını öğrenmek üzere yakın bir üniversitenin jeoloji bölümünde çalışan profesöre götürürsünüz. Şükür ki profesör fosilinizle ilgilenir ve yaşını bulmak için elinden geleni yapacağına dair söz verir.
Profesörün karbon-14 yöntemini uygulamamasına şaşırırsınız. Bu yöntemin, ancak çoğu karbonlu, eskiden canlı olan organik şeyler üzerine yapılabildiğini anlatır size. Fosiller kaya oldukları için karbon yöntemi uygulanmaz. Üstelik karbon yaş tayini kuramsal olarak ancak binli yıllara kadar geçerlidir, ama profesör, sizin fosilinizin yaşının milyonları bulduğunu düşünmektedir.
Resim: Eğri katmanlar
Bu uzman, taşın yaşını hesaplamak için radyoaktif izotop oranlarına da bakmaz. “Fosilleri içeren kaya çeşidi olan tortul kayanın yaşı, genellikle radyoizotop yöntemlerle doğru saptanamaz” diyerek bunu açıklamaya başlar. “O yöntemler yalnız lav akıntısı ve granit gibi kor kayaçlara uygulanır.” Profesör taşın değil, sadece fosilin şeklini ve niteliklerini inceler. Ardından “Fosilin yaşını bularak kayanın yaşını da buluruz” şeklinde bir ifadede bulunur.
Diyelim ki, sizin fosiliniz bir deniztarağıdır. Tabii ki bugün de birçok deniztarağı vardır ve fosiliniz gördüğünüz deniztaraklarından biraz farklıdır. Profesör, eskiden deniztaraklarının atası olan birçok tür deniztarağının yaşadığını ancak çoğunun neslinin tükendiğini söyler.
Sonra profesör Omurgasız Fosil Bilimi adlı kalın bir kitabı rafından alır ve deniztarakları bölümünü açar. İlk bakışta aynı görünen ama dikkatlice bakınca birbirinden birazcık farklı olan birçok deniztarağı çizimini görüyorsunuzdur. Uzman, her birini fosilinizle karşılaştırır, sonra hemen, hemen aynısını bulunca çizimin altındaki yazıda bu fosilin bir tanıtıcı fosil olduğunu ve 320 milyon yaşında olduğunu okur. Tatmin olmuş ve kesin bir havada profesör, “Sizin fosiliniz aşağı yukarı 320 milyon yaşındadır” der.
Kayanın kendisinin hiç incelenmediğine dikkat edelim. Onun yaşı içindeki fosil aracılığıyla ve fosilin yaşı da varsayılan evrimsel zamana göre belirlenmiştir. Bu kireçtaşı, herhangi bir yaştaki kireçtaşıyla aynı olabilir; bu yüzden kayanın yaşını bulmak için yalnızca kayanın kendisini kullanmak, faydalı olmaz. Fosil, taşın yaşını ve evrim fosilin yaşını vermiştir. Evrimciler, radyoizotop yaş tayini yöntemlerinin düzenlemesinden ve radyoizotop bozunmasının keşfinden önce bile fosillerin evrimsel sırasına ve genel yaşlarına karar vermişlerdir. Sonra fosil sırası radyoizotop yöntemleriyle ayarlanmıştır. Bu yöntemlerle ilgili ciddi sorunlara 5. bölümde bakacağız, ama bugünlerde bu yöntemler, fosillerin yaşlılığına asılsız bir güvenilirlilik sağlıyor.
Düşünmeye başlarsınız. Kireçtaşlarında, fosillerin sıkça bulunduğunu, ama bazılarının hiç fosil göstermeyen ince-taneli bir kalıba benzediğini biliyorsunuz. Diğer birçok kireçtaşında, fosiller sanki ezilmiş gibi görünürler. Kumtaşı ve şeyl gibi bazı diğer tortul kayaçlarda hiç fosil görülmeyebilir. “Böyle taşların yaşları nasıl belirlenebilir?” diye sorarsınız.
Profesör stratigrafi dalına girerek “daha yaşlı” fosilleri barındıran jeoloji katmanlarının nasıl “daha genç” olanların altında bulunduğunu anlatır. Açık olarak eski katmanların yenilerinden önce çökelmeleri gerekirdi. “O halde yaşları nasıl bulunur?” diye sorarsınız. “İçerlerindeki fosiller aracılığıyla” diye cevap verir.
Birçok tortul kayacın yaşı kayaçtan tayin edilemez. Profesör, eğer evrim çerçevesi içerisinde yaşı tayin edilebilen fosil yoksa, “kayacın olası yaşının sınırlarını sağlayabilen, kendisinin altında ve üstünde bulunan fosilli katmanları aramamız gerekir. Gerçek yaş bu sınırlar içinde olur” diye anlatır. Bu katmanlar aynı yerde olmayabilir ama katmanın yatay devamını izleyerek, bazen uzun bir mesafede, deliller bulunabilir.
Profesör, “İyi ki taşınızın içinde iyi bir fosil, evrim tarihinde tek bir zaman diliminde yaşayan tanıtıcı bir fosil vardı” der. “Bu deniztarağı diğerlerinden daha az ya da daha çok gelişmiş gibi gözükmeyebilir ama bir özelliği vardır. Bu özelliği taşıyan deniztarakları yalnız 320 milyon yıl önce yaşadıklarına göre, kayacın da 320 milyon yaşında olduğunu biliyoruz. Fosillerin çoğu tanıtıcı değildir. Deniztarağı, salyangoz, böcek ve tek hücreli olan birçok organizma çeşitleri bile yüz milyonlarca yıl hiç değişmeden birçok ayrı katmanda bulunur. Onun için bunları yaş tayini için kullanamayız. Sadece tanıtıcı fosilleri kullanabiliriz çünkü tek katmanda bulunduklarına göre, jeoloji zamanının az bir sürecinde yaşadıklarını biliyoruz. Biliyoruz çünkü onları tek bir devirde buluyoruz. Onları ne zaman bulsak, içinde bulundukları kayaçta da aynı yaşı tayin ediyoruz.”
Hikâyemizde böyle düşüncelerin döngüsel bir süreç olduğunun farkına varalım. Bunun bilim alanında yeri yoktur. Döngüsel akıl yürütmede, gözlemden başlayarak sonuca varmak yerine, istenen sonuçtan başlayarak gözlemi yorumlar ki, bu gözlem, sonucu kanıtlasın. Evrimin ana delili fosiller olmalıdır. Tersine kayaların yaşları, içlerindeki tanıtıcı fosiller, evreye göre tayin edilmekte ve fosiller kayaçların yaşlarına göre sıralandırılmaktadır. Böylece kayanın yaşı fosilden gelmekte ve fosilin yaşı da kayadan gelmektedir. Tüm sürecin temelinde sorgulanamaz evrim varsayımı durmaktadır.
Hikâyemize dönelim. Başka bir ortamda yanardağdan, sıcaktan kıpkırmızı olarak çıkmış olan ilginç, sert bir lav parçası bulursunuz. Tabii ki bu parça, fosil içermez çünkü içindeki her şey yanar ya da çok değişirdi. Bu taşın yaşını da öğrenmek istiyorsunuz. Bu kez, jeoloji bölümünde çalışan profesör arkadaşınız sizi jeofizik bölümüne gönderirken, “Ancak onlar bu taşın yaşını tayin edebilirler” der.
Taşınız jeofizik profesörünün ilgisini çeker. Taştaki radyoaktif izotopların detaylı oranlarına göre, özellikle bu çeşit bir taşın yaşının radyoizotop yaş tayin yöntemleri ile tespit edilebildiğini söyler. Bu yöntemler, kayadaki radyoizotop oranlarını tam olarak ölçer. Ardından bu oranlar, matematiksel formülerde kullanılarak kayanın mutlak yaşı hesaplanır.
Grafik: Varsayımlar => VERİLER => Yorumlar
Grafik: Evrim ve yaşlı yeryüzü varsayımları => VERİLER => Evrim ve yaşlı yeryüzüne uyan yorumlar. Aksini gösteren tüm delillerin geçersiz olduğu düşünülür.
Maalesef incelemeler zaman alır. Kaya ezilerek toz edilir. Bunlar, laboratuara gönderilerek izotop oranları ölçülür. Sonra bir bilgisayar bu oranları formüllerle analiz eder ve bir yaş verir.
Jeofizikçi size, incelemelerin çok pahalı olduğunu, ama taşınız çok ilginç olduğu, devletin bir bursu olduğu ve işçiliği yapmak için lisansüstü öğrencisi olduğu için ücretin sizden alınmayacağını söyler. Üstelik, jeofizikçi sonuçları bilimsel bir dergide yayınlayabilirse, belki de kariyer basamaklarını tırmanabilecektir. Kayanız üzerinde uranyum-kurşun, potasyum-argon ve rubidyum-stronsiyum dahil birkaç tane radyoizotop yöntemi uygulanmasını ister. Bu incelemeler tüm kayaya veya kaya içinde bulunan ayrı bir mineral üzerine yapılabilir. Sonuçlar (aşağıda anlatılacak olan) “model” ya da “izokron” (eşoylum eğrisi) teknikleriyle analiz edilebilir. Bu incelemelerin hepsi aynı kaya üzerine yapılabilmektedir. Deneyim hatası gösteren artı veya eksi bir yaşla birlikte, iyi sonuçlar ve kayanın mutlak yaşının bu şekilde alındığını söyler.
Birkaç hafta sonra profesör sizi arar. Artık sonuçları ve kayanızın gerçek yaşını öğreneceksinizdir. Maalesef, sonuçlar birbiriyle çelişerek ayrı ayrı yaşlar verir. “Tek bir kayada bu nasıl olur?” diye sorarsınız.
Uranyum-kurşun model yöntemi kayanın yaşını 500 ± 20 milyon yıl olarak vermiştir.
Potasyum-argon model yöntemi 100 ± 2 milyon yıl olarak vermiştir.
Rubidyum-stronsiyum model yöntemi 325 ± 25 milyon yıl olarak vermiştir.
Rubidyum-stronsiyum mineral izokron yöntemi 375 ± 35 milyon yıl olarak vermiştir.
Sonra profesör, “Bu kayayı nerede buldunuz?” diyerek anahtar soruyu sorar. “Bu lav taşının bulunduğu kaya çıkıntısının altında ya da üstünde fosil var mıydı?” Sizin 320 milyon yaşındaki fosilinizi barındıran kireçtaşı katmanının hemen altında olduğunu söylediğinizde her şey çözülür. “Rubidyum-stronsiyum yaşlar doğrudur; bu yöntem, sizin taşınızın yaşının 325 ile 375 milyon yıl arasında olduğunu kanıtlar. Diğer analizler yanlıştır. Sızma veya kirlenme gibi bir olay olmuştur.” Yine, fosil kayanın yaşını ve evrim de fosilin yaşını belirliyor.
Öykümüz roman gibi olsa da, gerçek dışı değildir. Analizler genellikle böyle yapılır. Evrim kuramı, başta gerçek bir yorum sistemi olarak kabul edilmiştir. Her yaş sonucunu, evrim varsayımında gerekli olan milyarlarca yıl kavramına göre yorumlayarak kabul etmek ya da reddetmek zorunda kalınmaktadır. Tüm yaş tayini süreci yaşlı yeryüzü varsayımı üzerinde durmaktadır.
Kabul edilmiş çerçeveye ters düşen hiç bir delil benimsenmez. Gerçek deliller neyi aydınlatırsa aydınlatsın, evrim sarsılmaz, yaşlı yeryüzü fikri sarsılmaz. Bireysel veriler evrime uyup uymamasına göre kabul edilir veya reddedilir.
Bu ikilemi, evrimcilerden birkaç alıntı ile örnekleyeyim. Birincisi, fosil bilimcisi Dr. David Kitts’tir. Bu kişi, birlikte Oklahoma Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olduğumuzda tanıştığım çok değerli bir insandır. Dr. Kitts, kendini evrimciliğe adamış birisi olmasına rağmen dürüst, iyi bir bilim insanı ve derin bir düşünürdür. Başka birçok kişiyle birlikte yaygın evrimci düşünme tarzına karşı gelmiştir.
Evrim kaydı, diğer tarihsel kayıtlar gibi, özel ve genel varsayımlar bileşiği içinde düzenlenmelidir; evrimin geçtiği hipotez de bu varsayımların en önemlilerinden birisidir.1
Bu da bir sorun yaratır: Eğer kayaların yaşlarını fosilleri aracılığıyla tayin ediyorsak, nasıl oluyor da fosil kaydında, zaman sürecindeki evrimsel ilerleme düzeninden söz edebiliyoruz?2
Döngüsel bir sav ortaya çıkar: fosil kaydı belli bir evrim kuramına göre yorumlanır. Sonra yorumu kontrol ederken onun bu evrim kuramını desteklediği görülür. Tabii ki destekler!3
Bilim, döngüsel akıl yürütmeden daha iyi bir şey sunamaz mı? Daha iyi kararlar mümkün değil mi? Bilim insanları bu düşünce şeklinden kurtulamaz mı? İnsan zekâsı bundan daha akıllı değil mi?
Kutsal Kitap bizlere ümit vermektedir. Gerçekten, “Tanrı'nın görünmeyen nitelikleri -sonsuz gücü ve Tanrılığı- dünya yaratılalı beri O'nun yaptıklarıyla anlaşılmakta, açıkça görülmektedir. Bu nedenle özürleri yoktur” (Romalılar 1:20). Bu nedenle, yaratılışı inceleyerek, bazı şeylerin, özellikle de her şeyin, diğer tüm şeylerin yaratıldığı gibi yaratılmayan ve yaratılıştan ayrı olan birisi tarafından yaratıldığını hassas bir ölçüde belirleyebilmemiz gerekmektedir. Canlıların mükemmel karmaşıklığı, doğal seçilim gibi doğal süreçlerin gücünü fazlasıyla aşmaktadır. Yaratılışın nitelikleri, Yaratıcının niteliklerini (ve başka şeyleri) açığa vurmaktadır.
Kuşkusuz bu ayete göre, dünyevi insan kendi duyuları ve aklını kullanarak, belki bazı sınırlar içinde, doğru gözlem ve yorum yapabilmektedir. Ama gözlemci, yaratılışın hiçbir yaratıcısı olmadığı ya da yaratıcının yaratılışın bir parçası olduğu kanısına varırsa, “özrü yoktur.”
En azından insanların “sonsuz gücü ve Tanrılığı” gibi Yaratıcı’nın bazı sıfatlarını anlamaları gerekmektedir. Ama bu ayetlerden öğreniyoruz ki, insanlar hep doğru bir anlayışa erişmezler. Bazen algılamak istemez ve gördüklerine göz yumarlar. Acaba bu neden böyledir? Bunun böyle olmasını gerektirecek ne olmuştur?
Kutsal Kitap, insanların “Tanrı’nın suretinde” yaratıldıklarını öğretmektedir. İnsan Tanrı değildir, gücü her şeye yetmez, her şeyi bilmez ve her yerde bulunamaz. Yine de Tanrı’nın sureti, insana belli yetenek ve nitelik verir. Tanrı’nın sureti neyi ifade etmektedir?
Tanrı’nın sureti, Tanrı’nın fiziksel bir bedene sahip olduğu anlamına gelmez. Eski Antlaşma’daki bazı olaylarda Tanrı, kendini açıklamak için kendini insan bedenine bürüdü (Yaratılış 18:24), ama kendini en güçlü şekilde, İsa Mesih’in “kul özünü alıp insan benzeyişinde” doğmasında açıklamıştır (Filipililer 2:7). Kutsal Yazılar’ın başka yerlerinde Tanrı’nın kolu, yüzü ya da elinden söz ediliyor. Bunlar Tanrı’nın bir vücudunun olduğunu ima etmek yerine onun niteliklerini ya da işlerini açıklar çünkü “Tanrı ruhtur” (Yuhanna 4:24).
Tersine, “Tanrı’nın sureti” özellikle insanı hayvanlardan ayıran, insanın kişisel, zihinsel ve ahlaksal nitelikleri ve Tanrı’nın varlığının bilincinde olma gerçeğini ifade etmektedir. İnsan, fiziksel ve duygusal niteliklerinin birçoğunu (bir dereceye kadar) hayvanlarla paylaşır. Hayvanlar “cinslerine göre” yaratılmışlardır ama insan Tanrı’nın yüceliğini ve niteliklerini yansıtmak üzere “Tanrı’nın suretinde” yaratılmıştır. Başlangıçta bu suret “çok iyi” idi (Yaratılış 1:31). Dikkat edelim ki, ne geçmiş zamanda ne de şimdiki zamanda insan Tanrı değildir, ancak onun suretinin bir sunumudur.
Tanrı’nın sureti, Adem ve Havva’dan beklenildiği gibi (Yaratılış 1:26, 28), Tanrı’nın yaradılışını araştırmak ve anlamak için büyük potansiyel sağlamaktadır. Eğer Adem ve Havva, Tanrı’nın buyruğuna boyun eğselerdi, onların ve soylarının neler yapabileceklerini hayal etmemiz bile zordur.
Ama boyun eğmediklerini biliyoruz. Yaratıcılarına isyan etmeyi seçmiş ve onun gazabına uğramışlardır (Yaratılış 3). Ölüm cezasına çarptırılmış ve tüm yaratılışla birlikte ölmek üzere çürümeye başlamışlardır. İnsanın sahip olduğu Tanrı’nın sureti hasar görmüş, ruhsal ve zihinsel yetenekleri zincire vurulmuştur. Havva ile başlayarak her insanın doğal arzusu, günahın cezasından kaçmak ve Tanrı’yı Yaratıcı olarak anımsamayarak kendisini yüceltmek olmuştur. Bugün Ademoğlunun yanlış sonuçlara varmasına şaşmıyoruz, çünkü “Tanrı'yı bildikleri halde O'nu Tanrı olarak yüceltmediler, O'na şükretmediler. Tersine, düşüncelerinde budalalığa düştüler; anlayışsız yüreklerini karanlık bürüdü. Akıllı olduklarını ileri sürerken akılsız olup çıktılar” (Romalılar 1:21-22). “Akılsız içinden, "Tanrı yok!" der” (Mezmur 14:1), çünkü “bu çağın ilahı onların zihinlerini kör etmiştir” (2. Korintliler.4:4). “Artık öteki uluslar gibi boş düşüncelerle yaşamayın. Onların zihinleri karardı. Bilgisizlikleri ve yüreklerinin duygusuzluğu yüzünden Tanrı'nın yaşamına yabancılaştılar” (Efesliler 4:17, 18). İlgili verileri keşfetmek ve kavramak için yetersiz olanak ya da istek ve kusurlu mantık araçları, bu eksik akıl yürütme yeteneğine ve eksik gerçeği öğrenme isteğine eklendiğinde “yalan bilgi” ortaya çıkar (1. Timoteos 6:20).
Prensipte, hasar görmüş olan Tanrı’nın sureti sınırlı gerçeği keşfedebilir, ama uygulamada, insan nihai gerçeği nadir keşfeder ya da hiç keşfedemez. Tanrı vardır; her şeyi var etmiştir, ama anlamak istediğimiz kadar anlayamıyoruz. Genellikle bulanık yuvarlamalardan fazlasına kavuşamıyoruz.
Kayanın yaşını tayin etme olayının, insan gözlemcilerin var olmadığı ya da ilgilenmediği çok eski zamanları araştırma olduğunu hatırlamak gerekmektedir. Yorumcu, özellikle tanrıtanımaz temelinden kaynaklanan yeryüzü tarihiyle ilgili iddiaları değerlendirirken, geçerli gözlemlerle bu gözlemlerin yorumlarını birbirinden ayrı tutarsa, iyi olacaktır.
Tanrı’nın suretindeki insan, sınırlı da olsa, geçerli gözlemler yapabilmektedir. Bir bilim insanı kayadaki elementlerin miktarlarını duyarlı bir şekilde ölçebilmekte ve kayanın diğer katmanlar arasındaki stratigrafik yerini kavrayabilmektedir. Bilim insanı, var olan fosilleri düzenleyebilmek ve onları başka fosillerle karşılaştırabilmektedir. Ama kayaçların ve fosillerin çökelim süreci ve zamanı gözlemlenmemiş olduğu için yaşlarını ve kökenlerini yorumlamak çok zor ya da imkânsızdır ve yorumcular sıkça döngüsel bir şekilde akıl yürütmektedirler.
Bir yaratılışçı, döngüsel bir şekilde yürütülen akla nasıl bir tepki göstermelidir? Aslında, herhangi bir bilim insanının inandığı şey ne olursa olsun, döngüsel olarak yürütülen akla nasıl bir tepki göstermelidir? Açıkça ondan şüphelenmelidir ve hatta onu reddetmelidir. Döngüsel olarak yürütülen mantığın bilim alanında yeri yoktur. Daha iyisi vardır.
En önemli şey, varsayımlarımızı anlamamızdır. Bilimsel araştırma yapabilmek için evrimi varsaymamız şart mıdır? Günümüzün bazı evrimcilerin beyanlarına karşın kesinlikle şart değildir. Elbette başka varsayımlar olabilir. Kaliteli bilimsel araştırmalar yapmak için doğalcılığı tek geçerli varsayım olarak kabul etmek gerekmez. Ama hangi varsayımların doğru olduğunu nasıl ayırt edebiliriz?
Bu konuya girmeden önce çok az insanın dikkat ettiği ve evrimcilerin nadiren itiraf ettiği bir gerçeği vurgulayayım. Bilim gerçekten şimdiki zaman ile ilgili ve sınırlıdır. Bilimsel kuramlar, başka şeylerle birlikte, şimdiki zamanda gözlemlenen süreçlere ve verilere bağlıdır. Çok eski zamanları kim görmüştür? Kayaların ve fosillerin varlığı şimdiki zaman ile ilgilidir. Hep günümüzde onları toplarız, dizeriz, araştırırız ve üzerlerinde deneyler yaparız. Bilimsel yöntem şimdiki zamanın işidir.
Tabii ki, insanlık tarihinden gelen gözlemlerin kayıtları da, gözlemcilerin güvenilirlik derecesine kadar, kullanılabilmektedir.
Kuramlar test edilebilmeli ve çürütülebilmelidir. Yani, kuramı çürütebilecek bir sınama düşünülebilmelidir. Ama geçmiş zaman hakkındaki bir fikri kim çürütebilir? Evrimin ya da yaratılışın imkânsız olduğu sonucuna varan nasıl bir test olabilir ki?
İyi bir bilimsel yöntemin bir diğer koşulu tekrarlanabilirliktir. Yani, belli bir olay veya nesnenin bugünkü gözlemleri, yarınki benzer olay veya nesnenin gözlemlerine bezemelidir. Benzer olay, benzer sonucu ve gözlemi vermelidir.
Tek bir kez olmuş olaylar gözlemlenmiş ve araştırılmış olabilirler, ama tekrarlanamazlar. Dünyanın kökeni gibi bazı olaylar hiç gözlemlenmemiş olabilir. Bilim insanlarının ellerinde araştırmak üzere sadece bir olayın yan etkileri veya sonuçları varsa, bu bir kez olan olayın yeniden yapılandırma detayları eksik kalmaktadır. Birisi eski bir olayı gözlemlemişse ya da gözlemlediğini söylerse, gözlemlerinin doğru olduğunu nereden bilebiliriz? Yazılı kayıt tam ve güvenilir midir?
Bu zor kavramı biraz daha genişleteyim. Ben bilimi geçersiz kılmaya değil, sadece onun sınırlarını göstermeye çalışıyorum. Örneğin, jeoloji bir bilimdir. Var olan kayaların ve fosillerin doğasını ve üzerlerine işleyen süreçleri araştırmak bir bilimdir. Kayanın geleceği hakkında öngörüde bulunmak başka bir şeydir. Benzer bir şekilde, gözlemlenmemiş kayaların ve fosillerin geçmişi, yani tarihsel jeoloji de bilimden başka bir şeydir. Biyoloji, ekoloji, astronomi, arkeoloji ve benzer dallarda da benzer sorun vardır.
Evrim süreci, eğer gerçekten olmuş ise, gözlemsiz geçmiş zamanda olmuş ve sözde her ana evre tek bir kez olmuştur. Yaşamın, cansız kimyasallardan gelen kökenini hiç kimse görmemiştir. Bir çeşit canlının tamamen başka bir çeşit canlıya evirilmesini (makro-evrim) hiç kimse görmemiştir. Hiç kimse anlamlı evrimsel değişimleri gördüğünü iddia bile etmemiştir. Bitki ve hayvan topluluklarındaki küçük değişimler (mikro-evrim), örneğin, böceklerin DDT’ye karşı direnci ve benekli güvelerde hakim olan rengin kayması evrimsel değişimler değildir.
Resim: Büyük Kanyon gibi kanyonların oluşumları hakkında iki farklı görüş vardır. Evrimciler Büyük Kanyon’un milyonlarca yılda oyulduğuna inanırlar; yaratılışçılar ise Tevrat’taki Yaratılış kitabında söz edilen tufandan dolayı oyulduğuna inanırlar.
Resim: Bilimsel bir kanıt, gözlem ve yinelenebilirlik gerektirir.
Dahası, yaratılış kuramı yaratılmış türler içinde çevreye uyumu ve çeşitliliği kabul ettiği için, küçük değişimler yaratılış kuramına uyumlu ve kesinlikle evrime kanıt değildir. Büyük değişimler (makro-evrim) bilimsel olarak hiç gözlemlenmemiştir; bu nedenle ortak bir atanın soyundan evrim geçirerek gelme, bilimsel bir şekilde hiç kanıtlanmamıştır ve kanıtlanamaz. Bu evrimin geçmiş zamanda gerçekleştiğini gösterecek nasıl bir deney kurulabilir ki? Veya evrimin gerçekleşmediği nasıl kanıtlanabilir ki? Evrim, bazı bilim insanlarının geçmiş zaman hakkında benimsedikleri bir inanç sistemidir. Onlar bu tarihsel görüşü şimdi bulunan verileri yorumlamak için kullanmaktadırlar.
Aynı şekilde, yaratılış, gerçekten olmuş ise, gözlemsiz geçmiş zamanda olmuştur. Yaratılış günümüzde devam etmemektedir. Hiçbir insan dünyanın yaratılışını gözlemlememiştir. Bu nedenle yaratılış bilimsel bir şekilde hiç kanıtlanmamıştır ve kanıtlanamaz. Bu da bazı bilim insanlarının geçmiş zaman hakkında katıldıkları bir inanç sistemidir.
Kanıt olarak Kutsal Kitap’ın yetkisine başvurmak Kutsal Kitap’a güvenen Hristiyanlar için uygun olsa da, modern anlamda gözlem ve yinelenebilirliği gerektiren bilimsel bir kanıt oluşturmaz. Ama Kutsal Kitap gerçekten Tanrı Sözü ve Tanrı güvenilir ise, o zaman ona mutlaka güvenebiliriz. Peki, Kutsal Kitap’ın gerçekten Tanrı Sözü ve Yazarı’nın güvenilir olduğunu nereden biliyoruz? Bu konuda birçok değişik açıdan kitaplar yazılmıştır ve sonsözün bende olduğunu ileri sürmüyorum. Ama şunu belirteyim, Kutsal Kitap’a güvenimiz temelsiz ve kör bir inanç değildir. Hepimiz gerçek bir dünyada yaşıyoruz ve gerçekler her zaman temiz bir felsefe çerçevesine kolay yerleşmezler. Bize mantıklı ve elverişli gelen fikirleri gözlemleyebiliriz, gözlemleriz de. Bir fikir devamlı başarısız ya da mantıksız gelirse, onu reddederiz.
Kutsal Kitap kontrol edilebilen ve potansiyel olarak çürütülebilen birçok ifade içerir. Her araştırdığımızda, Kutsal Kitap’ın doğru olduğunu, ya da en azından tüm verilere ve mükemmel akıl yürütme yeteneğine sahip olsaydık, doğru olabileceğini görmekteyiz. Kutsal Kitap’ı küçük düşüren birçok kişiye karşın, Kutsal Kitap’a yöneltilen hiçbir suçlama, dikkatlice ve tarafsız incelendiğinde doğrulanmamıştır. Kutsal Kitap öğretilerinin tıpta ve iktisatta, bilimde ve tarihte geçerli olduğunu görüyoruz. Çok önceden bildirilen peygamberlerin sözlerinin yerine geldiğini görüyoruz. Kutsal Kitap’ın ilkelerini izlediklerinde toplumların, ailelerin, üstelik hukuk, devlet ve eğitim kuruluşlarının başarılı olduklarını görüyoruz. Sevgi, dürüstlük ve gerçek gibi Kutsal Kitap değerlerinin doğru olduğunu ruhumuzda anlıyoruz.
Kısacası, Kutsal Kitap verimlidir! Her alanda iyi sonuçlar ve iyi meyveler verdiğini görüyoruz. Başka düşünceler ve öğretiler bu kadar verimli değildirler. Yine de bu olgu, Kutsal Kitap’ın doğruluğunu kanıtlamaz; O’nu imanla kabul etmeliyiz. Anlayışımız ilerledikçe yorumlarımıza ince ayar çekmeye daima razı olmalıyız, ama Kutsal Kitap’ı, Tanrı’nın gerçek ve güvenilir Sözü olarak kabul etmekte çok haklıyız. Bu nedenle, Kutsal Kitap’ı bilimsel bir şekilde kanıtlayamamamıza karşın, imanla Kutsal Kitap’ın doğruluğunu ve her alandaki geçerliliğini varsaymamız yerindedir. Kutsal Kitap, genç bir yaratılıştan söz ettiği için, araştırmalarımıza ve kavrayışlarımıza yol gösterebilen temel bilimsel bir model ya da çerçeve sağlamaktadır. Bu model, düşünce pazarında saygıya layıktır. Doğaüstü yaratılış, insanların gözlemleyemedikleri geçmiş zamandaki bir seferlik bir olayla ilgili olduğu için, bilimsel olarak kanıtlanamaz.
Sonuç olarak, hem evrim hem de yaratılış, deneysel bilimin ve bilimsel yöntemin dışındadır. Hiç birisi gözlemlenemez ve tekrarlanamaz. Yine de, şimdiki zamanda yaşayan ve araştırma yapan bir bilim insanının “Acaba bugünkü gözlemlediğimiz durumu, geçmişten günümüze getiren, gözlemlenmemiş etkenler ne olabilir?” diye merak etmesi yanlış değildir. Bilim insanları, tarihi en mantıklı şekilde yeniden inşa etmeye çalışabilirler, ama bunların hiçbiri kanıtlanamaz ve çürütülemez. Kökenlerle ilgili görüşler en sonunda imanla kabul edilmektedirler.
Bununla birlikte, bir bilim insanı olarak, yaratılışın tarih görüşünün doğru olduğuna tamamen ikna olmaktayım. Hiçbir kuşku duymadan, benim bir Mesih imanlısı ve Tanrı’nın çocuğu olduğumu biliyorum, ama bunu bilimsel bir şekilde kanıtlayamam.
Yaratıcıyı kişisel olarak tanıyorum ve O’nun geçmiş olaylar hakkındaki açıklamasına güveniyorum. Unutulmamalıdır ki O oradaydı ve her şeyi O var etti. O’nun açıklaması olan Kutsal Kitap tüm bilimsel detayları vermese de, kendi bilimsel çalışmalarımı yönlendiren genel bir çerçeve sağlamaktadır. Kutsal Kitap’ın, gerçek olayların doğru bir kaydı olduğuna eminim.
Bunun nedeni şu olgudur: Bir Hristiyan’ın, Hristiyan olmayan kişinin faydalanamadığı, adı Kutsal Ruh olan bir yardım kaynağı vardır. İsa Mesih, “Gerçeğin Ruhu gelince, sizi tüm gerçeğe yöneltecek… O beni yüceltecek” diye öğretmiştir (Yuhanna 16:13-14).
Ruh’un hazır bulunması, hep doğru bir sonuca varacağımızı garanti etmez, çünkü Hristiyanlar’ın da uygulamalı kısıtlamaları vardır. Hepimiz, ele geçirilen eğitim ve medya kuruluşları aracılığıyla sıkça sahte bilginin yayıldığı bir dünyada yaşamaktayız. Hristiyanlar hâlâ günahın egemen olduğu bir dünyada yaşamakta ve hasar görmüş Tanrı’nın suretini taşımaktadırlar. Günahtan kurtuluş bunu değiştirmez. Üstelik hepimiz, vatandaşlarının beyinlerini tanrısız bir görüş ile yıkamakta olan bir toplumda yaşamaktayız ve kafalarımıza yerleşmiş yanlışlıklardan arınmakta zorluk çekeriz. Ya kişisel günahın etkisi? Bağışlanabilir ve kötü alışkanlıkları yenebiliriz ama günah hâlâ düşünce süreçlerimizi bulandırmakta ve Kutsal Ruh’un işine karşı gelmektedir.
Ama bir Hristiyan, doğru bir bakış açısından başlayabilmekte ve değişen derecede Ruh tarafından aydınlanmaktadır. Ruh’un çalışmasıyla imanlının düşünceleri yönlendirilmekte ve gerçeğin fark edilmesi sağlanmaktadır. Yeni bilgiler bize ulaştıkça ve Mesih’teki olgunluğumuz derinleştikçe, anlayışta büyümeye ve düşüncelerimizi değiştirmeye hazır olmamız gerekmektedir. Ama en azından Hristiyanlar’ın gerçeğe ulaşabilme potansiyeli, Hristiyan olmayanlarınkinden daha yüksektir.
Kutsal Kitap’ın, çok eski tarih ile ilgili görüşünü kabul ettikten sonra bir Hristiyan, yaratılmış bitki ve hayvan türlerinden oluşan Tanrı’nın yaratışının sonuçlarını araştırabilmektedir. Dünyanın fosil içeren tortul kayaçlarının kuşkusuz çoğunu oluşturan Nuh’un zamanındaki tufanınsonuçlarını da araştırabilmekteyiz. Yaratılış ve Tufan olaylarını gözlemlemesek bile, bu olayların gerçekten de tarihte geçtiklerine eminiz. Gerçek tarihsel bir çerçeve aracılığıyla, geçmiş olayların sonucu olan şimdiki delilleri yorumlamaya çalışabilmekteyiz. Böylece, bilgimizdeki eksikliği giderebilmek, geçmiş olayları daha derin anlayabilmek ve şimdiki durumlardan anlam çıkarabilmekteyiz.
Diğer tarafta ise, Kutsal Kitap doğru olduğu ve Yaratılış, Lanet, Tufan ve Babil’deki dağılma, gerçekten meydan geldiği halde bir kişi evrimsel bir tarihi varsayarsa, sonuç ne olacaktır? Açıkçası, birisi gerçek tarihi inkâr edip onun yerine yanlış bir görüşü varsayarsa, onun tarihi yapılandırma çabaları başarılı olmayacaktır. Bu yapılandırma sadece yanlış değil, gerçek olaylara göre bir yapılandırmadan aşağı olacak, iç tutarlılığı eksik olacak ve bilimsel açıdan tatmin edici olmayacaktır. Veriler bu tarihsel yapılandırmaya iyi uymayacak, ama çürütülemeyecektir. Delilleri açıklamak üzere bir hikâye hep uydurulabilecektir.
Son yıllarda bilimsel çalışmaların değişkenlik sınırlarını kısıtlayan ağır bir değişim meydana gelmiştir. Aslında, meydana gelmek yerine, bu değişim bize dayatılmıştır. Önce, bilim “gerçeğin arayışı” olarak tanımlanıyordu. Şimdi bilim neredeyse daima doğalcılık ile, yani kolay yanıtlanamayan çok eski zamanlarla ilgili nihai sorular dâhil, tüm sorulara doğalcı yanıtların arayışı ile eşit sayılmaktadır. Doğaüstü bir etkileşimin olanağı, tanım gereği dışlanmaktadır. Buna göre doğalcı evrim bilim sayılmakta, ama yaratılış, bilimsel sohbetlerde uygunsuz bir din sayılmaktadır.
Yukarda sözlerini aktardığım eski öğretim emektaşım, Dr. David Kitts, bu konuyu benimle hevesli bir şekilde tartışırdı. Kendini Tanrı’ya inanan dindar bir insan olarak tanıttı, ama inançlarını titizlikle dünya tarihi hakkındaki düşüncelerden uzak tuttu. Onun ısrarlı görüşüne göre, yaratılış doğru olsa da, Tanrı’nın her şeyi Kutsal Kitap’ın anlattığı gibi altı gerçek günde yaratması, Nuh Tufanı’nın kaya katmanları ve fosilleri çökeltmesi mutlak gerçek olsa bile yine de bilim sayılmaz ve bilimde yerleri yoktur. Doğaüstü açıklama doğru ve verilere çok daha uyumlu olsa da, bilim her şeyin doğalcı açıklamasının arayışıymış!
Benim savım şudur: Evrim doğalcılık dinidir – evrim en az yaratılış kadar dinseldir ve yaratılış en az evrim kadar bilimseldir.
Şunu aklımızda tutalım: gerçekler gerçeklerdir, delil delildir. Sadece imanla yaratılışa inanan Hristiyanlar, gerçekleri incelemekten olması gerekenden daha çok korkmaktadırlar. Birçoğu, imanlarına karşı gelen bir gerçeğe rastlayabileceklerinden korkarak gerçeklere bakmamayı tercih etmektedir.
Ama şimdiki zamanda var olan gerçeklerin, geçmiş zaman hakkındaki varsayımlarımızla bağdaşmayacağı konusunda kaygılanmamalıyız. Gerçekler kaya gibi konuşmazlar; varsayımlara göre yorumlanmalılardır. Benim lisansüstü profesörlerim, özellikle gözlemlenmemiş tarih konusunda, değer yargısı taşımayan gerçeğin var olmadığını sıkça söylerlerdi. Gerçekler yorumlanmalıdır; bir dünya görüşüne yerleştirilmeden pek anlamları yoktur. Hristiyanlar gerçekler hakkında Tanrı’nın yorumunu keşfetmeye çalışmalıdır. Hem bilimdeki hem de Kutsal Yazılar’daki kavrayışımız büyüdükçe, varsayımlarımıza ince ayar yapmaya razı olmalıyız. Gerçek vardır; Tanrı’nın yardımıyla eksikliklerimizi yenme ve gerçeği ayırt etme konusunda çabalamalıyız.
Daha kötüsü, gözlemlenmemiş geçmiş zamanla ilgili ham gerçekler veya veriler çoğu zaman birden fazla dünya görüşüne göre yorumlanabilmektedir, ama zıt yorumların ikisi de doğru olamaz. Bu bölümün başında konuşulan deniztarağı fosili evrimsel bir tarihin yeniden yapılandırmasına göre, başka hayvan türlerinden evrim geçirerek ve bundan daha önce de tek hücreli organizmalardan evrim geçirerek oluşmuş bir deniztarağı olarak yorumlanabilmektedir. Bu görüşe göre bu deniztarağı, 320 milyon yıl önce yaşamış ve nesli ya tükenmiş ya da modern deniztaraklarına dönüşmüştür.
Deniztarağı, yaratılış tarihinin yeniden yapılandırılmasına göre de yorumlanabilmektedir. Buna göre bu deniztarağı, Nuh tufanı sırasında tortullu maddelere çökeltilmiş ve yaratılış haftasındaki beşinci günde yaratılmış deniztarakları türünün soyudur. Başka deniztarakları tufandan sağ kalmış ve soyları günümüze ulaşmıştır.
Bu tasarıda Hristiyan bir yaratılışçı, Tanrı’nın yaratılış kaydını imanla kabul etmektedir. Bazı kişilerin düşüncelerinin tersine, bu kişinin yaratılışçı görüşünden kaynaklanan bilimsel araştırmalar, hiç de bayağı ve verimsiz değildir. Görüşün detayları henüz tamamlanmamıştır ve öğrenilecek çok şey vardır. Ama Kutsal Kitap olayları gerçekten gerçekleştiyse, belli bir fosil yatağının detaylarını yeniden düzenlememizin bir olanağı vardır; tarihi yadsıyanların hiçbir şansı yoktur. Onlar, mantığımızı gücendiren ve şimdiki zamandan anlam çıkaramayan verimsiz bir yeniden yapılandırmayı tekrarlayıp durmaya mahkûmdurlar.
Hristiyan birinin, bilim ve tarihi yeniden yapılandırmaları dâhil, hayatın tüm alanlarında Kutsal Kitap’a boyun eğmesi gerekmektedir. Bilimsel verilere, Kutsal Kitap’ın çerçevesine uyarak yorum yapmak zorundayız.
Her iki tarih görüşü, bilimsel bir şekilde ne kanıtlanabildiği ne de çürütülebildiğine göre, umut var mıdır? Yaratılış-evrim tartışması sonsuza kadar mı devam edecek, yoksa uzlaşılabilinir mi? Bireyin zihninde de bu uzlaşma gerçekleşebilir mi?
Bir gün bir seminerde konuşma yapıyordum. Yerel ateist derneğinin bir temsilcisi de bu konuşmaya katıldı. Yanına lisansüstü bir üniversite öğrencisini getirmişti. Ön sıraya tam kürsünün altına oturdular. Birbirlerine bir şeyler fısıldıyor, el kol hareketleri yapıyor, kendilerine ve memnuniyetsizliklerine dikkat çekiyorlardı. (Sanıyorum ki, kendime ve savlarıma olan güvenimi sarsmak istediler, ama diğer dinleyiciler onların çirkin davranışlarından bezerek, onların görüşü ne olursa olsun taraflarında olmak istemediler. Etkinliğime köstek olmaya çalışırken destek oldular).
Grafikler:
VERİ
=> Yorum A
Bu deniztarağı uzun zaman süren bir evrimin sonucudur.
=> Yorum B
Bu deniztarağı ilk olarak yaratılmış deniztaraklarının soyu olup Nuh tufanında ölmüştür.
Kutsal Kitap’ta anlatılan tarih varsayımına göre =>
VERİ
=> Yorumlar Kutsal Kitap’a uymaktadır.
Dersim sona erince birçok kişi soru sormak üzere etrafıma toplandı. Bu iki ateist kalabalığı yararak öne kadar geldi ve genç olanı beni soru yağmuruna tuttu. Bu gencin, daha yaşlı olan tarafından yetiştirildiği görülüyordu. Kibar davranmaya çalıştım, ama sorduğu sorusuna yanıtımın hazır olduğunu görür görmez, sözümü kesip başka bir soru soruyordu. Sonunda, bana yöneltebilecek en zor soruyu sormasını ve sonra cevap verebilirsem de onun beni dinlemesini kendisinden isteyerek ona (onlara) meydan okudum. Sorusunu duymak üzere kalabalık susuverdi, ama ağzından bir şey çıkmadı. Belki de daha yaşlı olanından almış olduğu rehberliği onu bağımsız düşünmek için hazırlamamıştı.
Kendi sözlerine göre, “yaratılışçılıkla savaşmakta” uzun bir geçmişi olan daha yaşlı profesör, himayesindeki adamı bağımsız düşünmekten kurtarmak üzere söz aldı. Yaratılışçılığı Stephen Gould, Carl Sagan, Isaac Asimov gibi (ve hepsi ateist olan) günümüzün büyük bilim insanlarının görüşleriyle çeliştiği için sevmediğini söyledi. Benim görüşüm onlarınkinden farklı olduğuna göre hatalı olmam gerekiyormuş.
Onun ana savı benim görüşümün dini bilim ile karıştığı, ancak herkesin yalnız doğalcı evrimin (yani ateizm) bilim olduğunu ve yaratılışın din olduğunu bildiğidir.
Belli ki bu adam dersimi dinlememiş. Birçok kez üniversitelerdeki bilim insanlarının çoğunun görüşüme katılmadıklarını ve farklı bir yorumu savunduğumu vurgulamıştım. Tartışmamın bilimsel veriler ile değil, yalnız bazı bilim insanlarının bu veriler hakkındaki dini görüşleri ile, yani onların doğalcılık ile ve onların gözlemlemedikleri tarihin yeniden yapılandırmaları ile olduğunu belirtmiştim. Özellikle, modern bilim tanımlamasının uygunsuz, önyargılı ve zararlı olduğunu belirtmiştim. Üstelik evrim görüşüne iyi bir şekilde uymadığı için evrimci emektaşlarım tarafından sansür edilmiş ve genellikle göz yumulmuş birçok veri göstermiştim. Ama gerçeklerle çelişmemiştim.
Ayrılık noktamız yorum sürecindeydi. Farklı varsayımlarla başlayarak veriler üzerinde iyi bilimsel araştırmalar yapmıştım ve dünya görüşüme uyan bir yoruma ulaşmıştım. Varsayımlarımın birçok bilim insanınkinden farklı olduğu konusunda ısrar etmiştim. Kendisinden varsayımlarla başlayarak yorumlarımın yanlışlığını göstermesini istediğimde susuverdi. Söyleyebildiği tek şey, doğaüstücülüğün bilimde yeri olmadığı ve Tanrı’ya iman edersem bir bilim insanı olamayacağım gibi yaygın bir suçlama oldu.
Varsayımlarımın geçerli olabileceğini ele almaya razı değildi ama bilimimde ve yorumlarımda hata bulamadı. Yüreğim, bilim adında sahte bir inanca kabul ettirmek üzere doğalcılığın propagandacıları tarafından beyinleri yıkanmış ve rahat bırakılmamış milyonlarca öğrenci için sızladı ve hâlâ sızlamaktadır.
Bir kişi tahmin veya varsayımları üzerinde düşünmeye razı oluncaya kadar, bu konuda ilerlemek pek mümkün değildir. Veriler her iki tarih modeliyle de aşağı yukarı bağdaşabilmektedir. Her iki grup da iyi bir bilim ortaya koyabilmektedir. İlgili yorumlar birbirinden epey farklı olmalarına rağmen, kendi modeline uyabilmektedir. Önceki sayfadaki şema bu durumu iyi bir şekilde göstermekte ve birçok farklı alanda, şimdiki zamanda bile, uygulanabilmektedir. Örneğin, siyasi liberaller ve muhafazakârlar bundan dolayı vardır.4
Gördüğümüz gibi, Hristiyan birinin varsayımları, Kutsal Ruh’un yönlendirmesiyle ve öğretilerine boyun eğmesiyle, dikkatli ve dürüst olan Kutsal Kitap’ın yorumundan kaynaklanmalıdır. Evrimcinin varsayımları, başta bilim insanlarının gerçeği algılayabilme gücünü abartmasından kaynaklanmaktadır. Bugünkü fani insanlar, geçmiş tarihi gözlemleyemedikleri, verilerin yalnız bir kısmına ulaşabildikleri ve yanılabilen mantıksal aletlere sahip oldukları için, geçmiş zamanları tam anlamaları beklenemez. İnsanoğlu, Tanrı’nın suretinde yaratıldığı için birçok şeyi yapabilmektedir, ama bir takım sınırlar vardır. Birçok evrimci evrime, sadece kendilerine başka bir kavram öğretilmediği için inanmaktadır. Genç evrimciler, liseden itibaren akıl hocalarının, yalnız yassı Yer’e inanan cahil, aşırı tutucu olanların yaratılışa inandığı yanlış düşünceyi kafalarına yerleştirdikleri için, yaratılışı araştırmadan reddetmektedirler. Yaratılışın ciddi bir savını hiç duymadıkları için, evrimin tek geçerli görüş olduğu şeklindeki yalanı devam ettirmektedirler. Bu yanlışlık, yaratılışın olanağını yadsıyan bilimin doğalcılık olarak tanımlanmasıyla desteklenmektedir.
İki modelin şu ilginç uygulamasını düşünelim: Güneş sistemimizde, güneşin etrafında eliptik yörüngeleri izleyen kuyruklu yıldızları gözlemlemekteyiz. Kuyruklu yıldızların, her geçtiklerinde kütlelerin bir miktarını kaybettiklerini gözlemlemekteyiz. Kuyruklu yıldızların kütlelerini ve zaman içindeki kayıp miktarlarını ölçerek, (özellikle güneşten sıkça geçen kısa süreli kuyruklu yıldızlar) birçok kuyruklu yıldızın çok yaşlı olmadıkları sonucuna varabiliriz.
Genç yeryüzü yanlılarının yorumuna göre bu sonuç genç bir güneş sistemini ima etmektedir. Güneş sistemi milyonlarca yıl yaşında olsaydı, kısa süreli kuyruklu yıldızların hepsi yok olurlardı. Bu kuyruklu yıldızlar hâlâ var olduğu için güneş sisteminin genç olması gerekmektedir. Yeteri kadar basit görünüyor.
Yine de, güneş sisteminin yaşlı olduğunda ısrar edenler, görüşlerini kuyruklu yıldızlarla ilgili delile karşı tutmaktadırlar. Bu kişiler, şimdiki kuyruklu yıldızların genç olmaları gerektiğini kabul etmektedir ama güneş sisteminin yaşlı olduğunda kararlıdır. Getirdikleri çözüm, teleskopla görülemeyecek ve herhangi bir algılama aletiyle ölçülemeyecek kadar uzaklıkta, güneş sisteminin uzak sınırlarında farazi bir kuyruklu yıldız deposudur. Bu farazi (yani hayali) kuyruklu yıldızlar bulutuna, bu öneriyi ilk öne süren adamın onuruna Oort Bulutu ismi verdiler. Oort, yıldızlar arasındaki olayların, genellikle sabit buluttan ara sıra bir parça çıkartıp onu güneşin yakınından geçen bir yönergeye fırlattırdığını ve böylece güneş sistemimiz için tükenmez bir kuyruklu yıldız kaynağının olduğunu ileri sürmüştür.
Mantığı kavradınız mı? Varsayım: Güneş sistemi yaşlıdır. Gözlem: Kuyruklu yıldızlar kısa sürelidir. Sonuç: Genç kuyruklu yıldızlar uzak, görünmez bir kaynaktan gelmektedir.
Genç güneş sistemi yanlıları kuyruklu yıldızların yaş konusunu açtıklarında, yaşlı güneş sistemi yanlıları, “Onu çözdük ya. Kuyruklu yıldızlar Oort Bulutu’ndan yenileniyor” derler. Böylece gözlem varsayım kadar önemsenmemektedir. Bir kişiyi, Oort Bulutu arkasındaki varsayımdan kuşkulandırmadan, onu nadiren hayali Oort Bulutu’ndan kuşkulandırabilirsiniz.
Çok eski zamanlarda tek bir kez oluştuğu, bilimsel gözlemin dışında olduğu önerilen olayların çözümü daha da zordur.
Maalesef, evrimciler bunların varsayım olduğunu nadiren itiraf etmektedirler. Bu kişiler, tarih görüşlerini ve yorumlarını sanki gözlemlenmiş gerçekler gibi sunmaktadır. Öğrenciler ve bilim insanı olmayan yetişkinler neler olduğunu fark etmeden ustalıkla, felsefi ve dini imalarıyla birlikte bir dünya görüşünü kabullenmeleri konusunda kandırılmakta ya da gözleri korkutulmaktadır. Basitçe söylemek gerekirse, insanların çoğu evrime, diğer insanların çoğu evrime inandıkları için inanmaktadır. Başka bir şey onlara öğretilmemiştir. Yaratılıştan söz edilse bile, onunla alay edilir ve haksızca gülünçleştirilir. Bu şekilde, evrim kanıtlanmadan varsayılmakta; yaratılış ise çürütülmeden inkâr edilmektedir. Örneğin, Newton ve Pasteur gibi eski zamanların dikkatli gözlemcilerinin gözlemleri, o günkü sınırlar içinde geçerlidir. Her zaman bilimsel verileri, o verilerin yorumlarından ve gözlemlenmiş geçmiş zamanı gözlemlenmemiş, tahmin edilmiş geçmiş zamandan ayırt etmek gerekmektedir. Söz açılmışken, yukarıdaki iki deha dahil, bilimin fikir babalarının birçoğu Kutsal Kitap’a ve yaratılışa inanan Hristiyanlar’dı ve çalışmalarını Kutsal Kitap’tan kaynaklanan bir dünya görüşünden yapmışlardı. Böyle birçok bilim adamının kısa yaşam öyküleri için, Henry M. Morris’in yazdığı Men of Science, Men of God adlı eseri öneririm.5
Bununla birlikte, her iki taraf da kendi varsayımları ve yorum süreçlerini tanırsa, karşılaştırma, değerlendirme ve akla yatkın sohbetler mümkün olacaktır. Kendi düşüncelerinin varsayım olduğunu itiraf etmek istemeyen birisiyle ilerlemek zordur. Gözlemlenmemiş geçmiş zamana ait evrim ile yaratılış modelleri arasında nasıl bir seçim yapabileceğimize ve yapmamız gerektiğine bir göz atalım.
İlk önce, modellerin temel kavramlarında anlaşalım. Görüşlerin içinde birçok farklı fikir olduğunu bilerek ilk önce anlaşabileceğimiz ana hatları sıralayalım.
Evrimsel kuramlar genellikle ya yoklukla ya da kaosla başlar. Maddenin birleştirmesine neden olan bir şey olup parçacıklar, atomlar, moleküller, yıldızlar, galaksiler, gezegenler ve yaşam oluşur. Zaman ilerledikçe, yaşam adım adım daha çok karmaşık olur: tek hücreli organizmalardan bitkiler ve deniz omurgasızları, sonra balıklar, iki yaşayışlılar, sürüngenler, kuşlar, memeliler ve sonunda insan çıkar. Günümüzde ve nesli tükenmiş olanlar dahil tüm yaşam, sayısız evrelerden geçerek, doğal, amaçsız süreçleriyle ortak bir atadan gelmiştir.
Kutsal Kitap kaynaklı yaratılış fikirleri sadece Kutsal Kitap’ta tanıtılan, gücü her şeye yeten Tanrı’yla başlar. Yaratılış öncesi durum bilinemez, ama bir noktada Tanrı, kendi tükenmez gücüyle, uzay-kütle-zaman evrenini var etmiştir. Dünyayı yaşama hazırlamak üzere ışığı, suyu, kıtaları, atmosferi ve gök cisimlerini yaratmıştır. Çoğalma yetenekleriyle birlikte her ana yaşam cinsini diğerlerinden ayrı olarak yaratmıştır. Hayvanlardan ayrı olarak insanı kendi suretinde yaratmıştır. Başlangıçtaki durum mükemmeldi; insan Tanrı’nın yetkisine karşı isyan edince düzen bozulmuştur.
Açıkçası, her iki görüş gözlemlenmemiş ve gözlemlenememiş geçmiş zamanla ilgili olduğu için hiç birisi deneysel olarak kanıtlanamaz. Yapabileceğimiz en güzel şey, hangi görüşün en üstün olduğunu saptamak ve hangisine inanacağımızı seçmektir.
Modellerin ana hatlarına göre artık tahminler yapabiliriz. Bu tahminler gelecek zaman ile değil, bulacağımız veriler ile ilgilidir. Taraftarlar, “Varsayımlar doğru ise, verileri incelediğimizde filan nitelikleri bulacağız” gibi bir şey söylemeliler. Delilleri daha iyi tahmin eden model daha büyük olasılıkla doğru olandır. Yine de, ikisi de nihai olarak kanıtlanamaz ve çürütülemez.
Tahminleri iç tutarlılığa bakarak değerlendirmekteyiz. Model kendi içinde tutarlı mıdır? Tutarlı olabilmesi için ikincil ayarlamalara gereksinimi var mıdır? Tüm veriler modele uyumlu mudur? Bir türlü uyum sağlanamayan veriler var mıdır? Daha temel ve sezgisel seviyede ilgili model, bilim ve hayat alanlarında verimli midir? Model sağduyulu mudur, yoksa hayali içeriklere mi ihtiyacı vardır? Modelin uygulamalarıyla yaşayabilir miyim? Amaca ve umuda olan kişisel ihtiyacımı karşılar mı? Modelden uygun ve pratik bir yaşam felsefesi çıkar mı? Bu değerlendirme süreci, hem bilimde hem de hayatta faydalı ve uygun bir modeli seçmemize yardım etmektedir.
Yaratılış modeli ile ilgili üç tane savım vardır. Bilimsel bir şekilde kanıtlandığını iddia etmiyorum; iddia ettiğim şeyler şunlardır: (1) verileri iç tutarlılığı ile ele almaktadır, yani kendisiyle çelişkili değildir; (2) bunu evrim modelinden çok daha iyi yapmaktadır ve (3) yaşama anlam vermekte ve tatmin edici bir yaşamın temelini atmaktadır.
Grafikler:
Ara formlar
Faydalı mutasyonlar
İlerlemeye eğilim
Yeni türler
Ayrı, farklı türler
Doğadaki akıllıca tasarım
Çürümeye eğilim
Türlerin soylarının tükenmesi
1990 yılında, üniversite kampüslerinde ve bilimsel araştırma enstitülerinde ders vermek üzere Moskova’ya gidip konuşma yapma ayrıcalığı kazandım. Komünizmin çöküşünden hemen önce oradaydım. Değişim rüzgârları esiyordu.
Moskova Üniversitesi’nde birkaç yüz biyoloji öğretmenine ve öğrencisine ders verdim. Rus öğrencilerin Amerikalı öğrencilerden ilginç bir üstünlüğünün var olduğunu düşünmeye başlamıştım. Amerika’da öğrencilerden, profesörlerin öğrettiklerini ezberleyip sınava dökmeleri beklenirken, Rus öğrenciler genellikle varsayımsalca düşünmektedir. (Belki de, Amerikalı öğrenciler çizgi romanlar okuyup video oyunları oynarken, Rus öğrenciler Tolstoy okuyup satranç oynayarak yetişmiştir). O zamanlarda, Ruslar tanrıtanımazlıkları ve bilimin doğalcı görüşlerini açıkça itiraf ediyorlardı, ama bugünlerde birçok Amerikalı öğrenci ve profesör doğalcılığı bilinçaltında kabul etmektedir. Yani, Rusların, Amerikalılardan daha çok varsayımsalca düşündükleri ve farklı bir model karşısında daha az tehdit edildikleri görülmektedir.
Yine de, o zamanki Ruslar tamamen evrimsel düşüncelere bağlıydı. Komünizmin değişmez temeli ateizmdir ve komünist hükümetin çöküşüne kadar bu kuşak başka bir şey duymamıştı. Evrim de komünist dünya görüşüne bir bilimsel güvenilirlik havası katıyordu.
Bu konuyla ilgili olarak Oklahoma Üniversitesi’nde lisansüstü bir öğrencimi hatırlıyorum. İran’da Şah’ın hükümeti altında büyürken, bir genç olarak komünizmi seçmişti. Öğrenci Komünist Partisi’nin bir lideri olarak bir yıllık yoğun komünist eğitimi için Moskova’ya götürülmüştü. Ona neler öğretildiğini biliyor musunuz? Marks değil. Lenin de değil. Tüm yıl kafasını sadece evrimle doldurmuşlar! Evrim Marksizm’in vazgeçilmez temelidir. Marksizm’e göre, evrim doğrudur, her şey doğal süreçlerden kaynaklanmaktadır (maddecilik bu kavramın Marksist ismidir) ve zamanın akışında evrimsel ilerleme kaçınılmazdır. Marksizm’in en çok evrimleşmiş sosyal ve siyasal sistem olduğu iddia edilmektedir.
Rus halkı ders ortamında genellikle sanki heykelmiş gibi çok sessizdirler, ayrıca misafir olarak gelen profesör gibi yetkililere karşı mutlaka saygılıdırlar. Sanırım, yetmiş yıldır duygularını serbestçe dökememişler. Bundan dolayı ben ders verirken dinleyicilerin tepkisi çok azdı.
Dersim bilimin varsayımsal doğasına, yaratılışçı varsayımların haklılığına ve onlardan çıkan yorumların bilimsel mantığına odaklanıyordu. A ve B varsayımlarından çıkan A ve B yorumlarını gösteren şemayı kullandığımda dinleyicilerin, tepki göstermemelerine rağmen çok dikkatlice dinlediklerini görebiliyordum.
Ama Rusya’daki öğretim durumunu, tek bir varsayımla ve tek bir yorum gösteren bir şema ile anlattığımda odanın her köşesinde başlar sallanıyordu. Jeton düşmüştü.
Bundan yüreklenerek, tercüman aracılığıyla, “Bu eğitim değil, beyinleri yıkamadır!” dedim. Tedirgin ve anlayışlı gülüşmeler patladı. Tepkiye sevinerek, “Bu, parti politikasına bağlılıktır.” ifadesi ağzımdan kaçtı. Bundan sonra sanki hiç gülmekten ve aralarında konuşmaktan vazgeçmeyecek gibi oldular. O şemada kendilerini ve aldıkları eğitimlerini gördüler ve görmüş oldukları şeyi beğenmediler. O andan itibaren hem öğrenciler hem de öğretmenler gerçek dünyaya ve kendisiyle uyumlu olan yaratılışçı dünya görüşü sunumumu dikkatlice dinlediler. Dersim biter bitmez muhabirler bana akın ettiler. Pravada’da dersim hakkında bir makale ve bu gazete için bir ilk olarak geri kalan ders programım bile çıktı.
Ders gezimi kısmen finans eden yeni ve cesur Gidyonlar’ın Moskova Şubesi az önce ilk Kutsal Kitap kargosunu almışlardı. Öğrenciler bu kitap hakkında uyarılmış ama hiç görmemişlerdi.
Yaratılışa işaret eden sadece mantıklı ve bilimsel bilgileri içeren dersim sona ererken, öğrenciler ve profesörler konunun imalarını düşünmüşlerdi. Birçoğu, “Yaratılışı destekleyen bu delillere göre bir Tanrı var olmalıdır. Peki, bu Tanrı kimdir? Onu nasıl tanıyabilirim?” diye seslendi. Hemen hemen hepsi ruhsal nitelikli olan soruları ile kürsüye aceleyle geldiler. Gidyonlar da oradaydı ve kutuları açıp Kutsal Kitap’ları dağıttılar. Karanlığın ortasında bile yaratılışın özgür eden ışığı güçlüdür.
Öbür tarafta, evrim düşünceleri bol kölelik ve keder getirmiştir. Marksizm şüphesiz, evrim ve doğalcılık üzerine kuruludur. Marx, Darwin’in Türlerin Kökeni adlı eserini kendi toplumsal evrim görüşleri için bilimsel bir doğrulama olarak görmüştür. Das Kapital adlı kitabını Darwin’e adamayı teklif etmiştir. Evrim adına, özellikle Marksist ve totaliter ülkelerde, akla gelmez kötülükler işlenmiştir. Batı dünyasının birçok sosyal sorunu da Yaradan’ın hayatları ve eylemleri üzerindeki yetkisini reddetmiş ve evrimi benimsemiş bir toplumdan kaynaklanmaktadır. Geçmiş zamanla ilgili düşünceler bile zararlı olabilmektedir.
Evrimi öğretenlerin çoğu sadece kendilerine öğretilenleri tekrarlamaktadır. Belki de iyi bir şeyi yapmaya çalışmakta olsalar da, bazıları bu kavgayı anlayarak bilinçli hareket etmektedir. İsa Mesih dedi ki, “Dünyaya ışık geldi, ama insanlar ışık yerine karanlığı sevdiler. Çünkü yaptıkları işler kötüydü” (Yuhanna 3:19). Bu bilgiyle kökenler tartışması anlaşılır hale gelmektedir. Sadece düşünce sistemleri değil, yaşam tarzı alışkanlıkları da tehlikededir. Birçok kişi, kararları ve eylemleri sınayacak Yaratıcı Tanrı’yı benimsemektense, balıktan türediklerine inanmayı yeğlemektedir.
1993’te Pekin (Çin)’de devlet idarecileri, üniversite öğrencileri ve Komünist Parti Memurları’nı içeren 2.700 kişilik bir kalabalığa ders verme fırsatım olmuştu. İster inanın, ister inanmayın, Çin devleti yüksek eğitimli Hristiyanlar’ın gelip Hristiyanlık’ın Çin için olanaklı bereketleri konusunda konuşmalarını rica etmişti. Konferansın düzenlenmesi, ders konularının belirlenmesi ve konuşmacıların seçilmesi işlemi bana düşmüştü. Diğer konuşmacılar eğitim, ekonomi, tıp ve benzeri konularda konuşacakken, ben yaratılışçı dünya görüşünün bilim için faydaları konusunda konuşacaktım.
Hazırlık ayları süresinde, Çin devleti birkaç kez, benim ki dahil, birçok konuyu iptal etti. Ama her seferinde, konferansın hazırlıklarındaki görevimden dolayı benim ders vereceğim konu tekrar kabul edildi. Vereceğim ders yüzünden tedirgindiler, ama onu iptal ederek rezil olmaktan çekiniyorlardı. Konferansın önceki gecesinde dersim bir daha iptal oldu. Komünist düzenleyiciler haklı olarak dersimi onların dünya görüşüne bir cephe taarruzu olarak gördüler.
Resim:
Bilim Çerçevesi
Öğrencilerin tüm görüşleri duymalarına razı mı olacağız?
Tabii ki. Tüm öğrencilerin görüşlerimizi savunması lazım!
Şükürler olsun ki, son görüşmelerde, adım bastırılmış programda geçtiği için, şu şartlarını kabul edersem konuşmama izin vereceklerdi: yaratılıştan, evrimden, Hristiyanlık’tan ve Kutsal Kitap’tan söz etmeyecektim. Ancak kişisel jeoloji araştırmalarımı anlatmaya razı olursam ders vermeme izin vereceklerdi. Diğer tüm esas konular tamamen iptal edildiği ve herhangi bir şeyi sunabilmem için bu tek fırsat olduğu için razı oldum. St. Helens yanardağının 1980 yılındaki patlaması ve bu olayın geçmiş zamanın gözlemlenmemiş jeoloji yorumlarıyla ilgili akıl yürütmelerini içeren slayt gösterili bir ders sundum. Bu şaşırtıcı delillerin bazıları bu kitabın ilerleyen kısımlarında sunulmaktadır.
Ancak sunum geçmiş olayların yorumlarından biraz fazlasını içeriyordu. Amerikan eğitimimin, doktora derecesi dâhil, tüm seviyelerde nasıl eksik olduğunu gösterdim. St. Helens dağında keşfettiğimiz bilgiler gibi birçok bilgi, aldığım eğitimde, dahası jeoloji eğitiminin genelinde sansürlenmiştir. Afetler hakkındaki bu yeni fikirlerin jeolojideki faydası kanıtlanmaya başlanmıştır. Öğrencilerden bilgilerin ve düşünce yollarının sansürlenmesi, hem öğrencilere hem de böyle beyin yıkamaları yapan ülkeye zararlı olmaktadır. Ön sırada oturan Komünist Parti yüksek memurları neyi kime söylediğimi anladılar. Çok kızgın görünüyorlardı ve daha sonra öyle oldukları bana açıkça söylendi. Öte yandan öğrenciler çok seviniyorlardı. Kendilerinden alıkoyulmuş şeyleri duyuyorlardı. Bilim insanlarına gelince, dersim biter bitmez Bilim Akademisi müdürü dâhil, birkaçı etrafıma toplanıp uzunca bu yeni (ve daha önce hiç duymadıkları) fikirler hakkında bana sorular sordular. Üniversitelerde tekrar konuşmaya ve afetçiliğin, petrolün ve minerallerin tespit edilmesindeki faydasını denemek için Tibet’e gidecekleri bir araştırma gezisine katılmaya beni gayrı resmi bir şekilde davet ettiler. Sansürlemeyi ve beyin yıkamayı onaylayan tek kişi, dünya görüşünü, yani bu örnekte evrimsel ateist dünya görüşünü, koruma gereğini hissedendir.
Evrimi bir bilim olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Evrimsel doğalcılık, tarihte ve bugünde bizim nasıl bir Yaratıcı Tanrı’ya hesap vermeden burada olabildiğimizi telaşla açıklamaya çalışan, dinsel imalarla dolu olan, geçmiş zaman ile ilgili felsefi bir dünya görüşüdür. Bu görüş, kötü bilimle, gerçek tarihi inkâr etmekle ve onu benimseyen halk ve ülkelere çok sayıda acı getirmekle sonuçlanmaktadır.
Tanrı tüm ülkeler için ışığa ve mantığa bir dönüş sağlasın.
BUGÜNKÜ YARATILIŞA KARŞI EN İDDİALI KURULUŞ, MERKEZİ BERKELEY, CALIFORNIA’DAKİ BİLİM EĞİTİMİ ULUSAL MERKEZİDİR. MÜDÜRÜ, DR. EUGENIE SCOTT, KONUNUN DOĞASININ GERÇEKTEN DE DİNSEL OLDUĞUNUN FARKINDADIR VE KENDİNİ FELSEFİ BİR MATERYALİST OLARAK TANITMAKTADIR. BU, TEMELDE ATEİZMLE AYNI OLUP DOĞADAN BAŞKA BİR ŞEYİN VAR OLAMADIĞINI İLERİ SÜREN DOĞALCILIĞA DİNİ BİR ADANMIŞLIKTIR. MAALESEF, AMERİKA’NIN GENELİNDE, SIKÇA DİN-DEVLET AYRIMI ADINA BİLE, BAYAN SCOTT VE DİNİ, OKUL YÖNETİM KURULLARINA, MECLİSLERE VE ÜNİVERSİTELERE HOŞ GELMEKTEDİR.
Kayalar konuşamaz. Yorumlanmaları gerekmektedir. Öyleyse yorum sürecinin en önemli içeriği nedir?
İnsanın geçmiş zamanı yorumlayabilmesini kısıtlayan şeyler nelerdir?
Aşağıdaki olguların her biri, nasıl yaratılış modelinin önemli bir parçasıdır?
Altı günde yaratılış
Günahtan dolayı her şeyin lanetlenmesi
Nuh zamanındaki büyük tufan
İnsanların Babil kulesinden dağıtılması
“Bilimsel model” ifadesi ne anlama gelmektedir?
Bilimsel bir model nasıl “tahminler” yapabilmektedir?