Konsey, 20 Mayıs 320’de İznik’te toplandı. Konstantin’in çağrısını 230 piskopos kabul etti. Siyasal gücü elinde tutan birinin Hıristiyanlıkla ilgili işlere karışması ilk kez oluyordu. Peki, konu neydi? Konu, Tanrı Oğlu / Tanrı Sözü ilişkisinin nasıl anlaşılması gerektiğini ve Tanrı’nın tekliğini açığa kavuşturmaktı.
İmparator Konstantin, Hıristiyanlık’ı, imparatorlukta özlediği birliği sağlamak için etkin bir araç olarak görüyordu ve bu nedenle Hıristiyanlık’ın gelişmesi için çok şey yaptı. Bu nedenle Mesih’in kişiliğiyle ilgili anlaşmazlıkları sadece tanrıbilimsel açıdan rahatsız edici görmekle kalmadı, siyasal açıdan da çok tehlikeli sayıyordu. Konsey için ilk seçilen yer Ankara’ydı; ama İznik Konstantin’in askeri karargahına daha yakındı. İznik Konseyi’ne katılan ilginç kişilerden biri Myra (bugünkü Demre) piskoposu Nicholas (Noel)’di. Noel, daha sonraları Noel Baba diye anılmaya başladı.
Konsey’de öne çıkan iki kişi vardı: İskenderiye’den piskopos Arius ile piskopos yardımcısı Athanasius. Arius’un iki hayati kaygısı vardı. Bir tanesi Baba Tanrı’nın mutlak üstünlüğü ve yüceliğiydi; diğeri Tanrı’nın birliğiydi. Athanasius ve yandaşlarının kaygısıysa şuydu: Kurtarıcı olarak Mesih’in kişiliği, yaptıklarını etkiler. Mesih, Tanrı değilse günahkarları kurtarabilir mi?
Konsey, bu tanrıbilimsel soruya değişik çözümler aradı. Yaklaşımlardan biri, Tanrısal üyelerin birliğini vurgulamaktı. Bu görüşe yatkın olan katılımcılar, Tanrı’nın “üçlüğü”, Tanrı’nın kendi tasarısını gerçekleştirirken kendini açıklamak için seçtiği “üç değişik biçim”i simgelediğini söylediler. Bazı katılımcılarsa Tanrı’nın İsa’yı oğulluğa kabul ederek onu “ilahi” bir doğaya kavuşturduğunu savundular. Bu açıklamalar yetersizdi; çünkü İsa’nın kişiliğini ve tümüyle ilahi bir doğaya sahip olduğunu inkar ediyordu. Başka bir yaklaşım, Baba ve Oğul’un ayrılığını vurguluyordu.
Arius, “Kutsal Yazılar’ı sabırla ve dikkatle inceleyen, İsa’ya derin bir saygı duyan ve Tanrı’ya hayranlığını her fırsatta dile getiren” biriydi. Bu olumlu tavrı, karşıtlarını işini ve itirazlarını zorlaştırıyordu. Ama böylesine etkileyici bir kişiliğin tanrıbilimsel bir hatayı yayma tehlikesi gözardı edilemezdi. Arius diyordu ki, “Tanrı’nın mutlak varlığını, ebediliğini, gerçekliğini, ölümsüzlüğünü, bilgeliğini ve mutlak iyiliğini kabul ediyoruz...”. İsa’yı aşağı derecede bir varlık, önemli ama yaratılmış ve günah işlemeye eğilimli biri kabul ediyordu. “Oğulun olmadığı bir zaman vardı” sözü, ünlüdür. Arius, İsa’yı, sadece rolü açısından değil, doğası açısından da Baba Tanrı’nın altında görüyordu.
Arius dikkatini daha çok Özdeyişler 8. Bölüm (bilgeliğin kişileştirilmesi, Mesih olarak kabul edilmesi), Yuhanna 14:28 (Babayı daha üstün gösteren ayet), Luka 2:52 (İsa gelişiyor) ve Koloseliler 1:15-20 (İsa’nın “ilk doğan” diye nitelendirilmesi) gibi ayetler üzerinde yoğunlaştırdı. İleri sürdüğü görüşler insan mantığı açısından güçlü görünüyordu: Eğer Baba Tanrı tek yaratıcıysa ve her şeyi O yarattıysa, İsa da bu ikinci kategorinin içindedir. Bu yaklaşım, kilise tarihinde vahyi insan aklına tabi kılan yaklaşımı yansıtıyor.
Peki, Arianism’in bu iddialarına nasıl yanıt verildi? Öncelikle “kurtuluş”un kendine özgü bir mantığı olduğu ifade edildi: Eğer İsa gerçekten Tanrı değilse, İncil’de vaat edilen kurtuluş umudu boştur, kesinliği yoktur, tüm insanlık için yetersizdir ve mükemmel olmaktan uzaktır. Aynı şekilde, eğer İsa Tanrı değilse, nasıl O’na dua edebiliriz, tapınabiliriz ya da O’nun adıyla vaftiz edebiliriz? Athansius’un takındığı tavır çok önemliydi. Tüm dünyanın Hıristiyanlık’tan kopup “akılcı yapay bir dinin” kucağına düşmek üzere olduğu bir çağda Kutsal Kitap’taki üçlük öğretisini tartışmaya açıyordu.
Konsey, İsa’nın, Tanrı’nın özünden Tanrı olduğunu ilan etti. Baba ve Oğul özde değil, rolde ayrıdır. Böylece Konsey İsa’nın Tanrı’yla aynı özden olduğunu vurguladı. Bu anahtar ifade, aralarında sadece bir harfleri farklı olan iki Grekçe sözcükten birini seçmek durumunu doğurdu. Ama bu tek harf, “aynı” ile “benzer” sözcükleri arasındaki farkı yaratıyordu. İsa, Oğul olmak üzere yaratılmadı; O, ebedi Oğul’dur. Kurtuluşumuz için insan bedeninde dünyaya geldi.
Konsey’in kararları, evrensel bir kabul görmedi; çünkü “aynı öz” ifadesi, benimsenmiş İncil metninden değil de felsefi düşüncelerden kaynaklanmış görünüyordu. Bunun yanı sıra, kilisede üst mevkilerde yer almak ve kimi liderlerin, görüşlerinden kurtulmak için sürgüne gönderilmeleri konusunda sert siyasal manevralar yaşandı. Athanasius beş kez sürgün edildi. Ama Konsey’in Mesih’in uluhiyeti ve üçlükle ilişkisi konusundaki kararı çok açıktı. İznik Konseyi’ndeki tartışmalar, insan aklını ilahi vahyin üstüne çıkarma gayretlerinin de altını çizdi.
Yine İznik Konseyi, bugün de bütün şiddetiyle sürüp giden bir tartışmayı başlattı: Sivil yönetimdekilerle kilisenin ilişkisi nasıl olmalıdır? Hatırlayalım, Konstantin, imparatorun (yani kendisinin) her sözünün kutsal sayılmasını istedi; halbuki Ambrose, ‘imparator vazedilen Tanrı sözüne boyun eğen sürüdeki koyunlardan biri olmalı’ diyordu. Konsey kararı, bu mantığı destekleyen bir unsur olarak kullanıldı: Eğer İsa Baba’yla aynı yetkiye sahipse, piskoposlar da imparatorun yetkisine sahiptir. Bu yaklaşım, kilisenin imparatorluk içinde bir dereceye kadar özerk olmasına yol açtı. Buna göre dua, tapınma, Kutsal Yazılar’ın öğretilip vazedilmesi ve kutsal törenler (vaftiz, Rabbin Sofrası...) devletten bağımsız biçimde yürütülürdü.
Sonuç olarak, İznik Konseyi’nin kararı, kilisenin öğretiler konusunda Kutsal Yazılar’a sadık olması gerektiğini gösterdi. Ama aynı karar, sivil yönetimle dinsel yönetim alanlarının örtüşmesine, kilisenin sivil yönetimin servet, istikrar ve başarı özlemleriyle kirlenmesine de neden oldu.