Bu makale dizisinde, dünya görüşü kavramını ve bu kavramın boyutlarını irdeleyip dünya görüşü değişimini anlamaya çalıştık. Umuyorum ki bu konuların ne kadar önemli olduğunu idrak etmeye başlamışsınızdır.
İngiliz düşünür ve yazar G.K. Chesterton, Heretics adlı kitabında şöyle yazıyor:
...bazı insanlar vardır – ki ben onlardanım – herhangi bir kişi hakkında fikir verebilecek en pratik ve önemli şeyin, onun evren hakkındaki görüşü olduğunu düşünürler. Müstakbel kiracıyı değerlendiren bir ev sahibi için kiracının maaşını bilmek önemlidir, ama daha önemlisi kiracının felsefesidir [düşünüşü]. Yakında savaşa gidecek olan bir komutan için düşmanın sayısını bilmenin önemli olduğunu düşünüyoruz, ama daha önemlisi düşmanın felsefesidir. Bizce burada önemli olan, kozmos teorisinin ne derecede fark ettiği değil de, eninde sonunda başka bir şey fark eder midir?[1]
Hayata ve hayatın ayrıntılarına yaklaşımımız ve onlarla ilgili düşünüşümüz gerçekten can alıcı bir öneme sahiptir. Acaba hayata baktınığızda taktığınız gözlükler (dünya görüşü) nasıl? Gerçekliği ve gerçek olanları seçebiliyor musunuz? Worldviews adlı kitapta yazıldığı gibi;
... insanların dünya görüşlerini keşfetmek, kimliklerini anlamak demektir... Chesterton haklıydı. Bir insanın dünya görüşünden başka daha mühim bir şey yoktur. Hem kendimizi hem de başkalarını anlamada dünya görüşü son derece önem taşır.[2]
İsviçreli felsefeci Henri-Frédéric Amiel (1821-1881) diyor ki, “Her dini, siyasi ve eğitimsel sistemin sınavı, meydana getirdiği insandır.”[3] Üstelik, bu analiz dünya görüşlerine de uygundur. Kişinin hayatını – en azından adım adım – iyiye dönüştürmeyen dünya görüşü terk edilmeli.[4]
Peki, bu dönüşüm nasıl meydana gelir? Bu soruyu yanıtlamak üzere Hristiyan antropolog Paul Hiebert’in konumuzla ilgili deneyimli ve kavrayışlı fikirlerinden yararlanalım. Alıntı uzun ama okumaya değer:
Bu durumda dünya görüşünü nasıl dönüştürebiliriz? Gördüğümüz gibi, dünya görüşlerinin dönüştüğü iki temel yol vardır: Bilinçli inanç ve uygulama düzeyindeki değişiklikler, dünya görüşü düzeyine sızdığında ve etkileşime girdiğinde doğal değişim meydana gelecektir. Yüzeydeki kültür ve dünya görüşü arasındaki gerilimi azaltmak üzere, dünya görüşünün iç yapısında radikal bir yenilenme meydana geldiğinde, paradigma veya dünya görüşü kaymaları görülür. Bu paradigma kaymaları yüzeydeki kültürü sırayla tekrardan şekillendirir. İlişki iki yönlüdür: Bilinçli inançlar dünya görüşünü tekrar şekillendirirken, dünya görüşü bilinçli inançları kalıplar.
Normal olarak dönüşümü düşündüğümüzde, radikal paradigma kaymalarını düşünürüz. Dönüşüm, eski inanç ve uygulamaları yenileriyle değiştirir. Bu süreç, eski bir yoldan geri dönmeyi ve yeni bir yola girmeyi içerir. Dünya görüşü düzeyinde, gerçeklik görüşümüzü yapılandırma temel yollarımızı değiştirir. Ancak çoğu dönüşüm, bütün birey ve toplumlarda süreklilik gösteren bir süreçtir. Gelişen teknoloji, yeni deneyimler ve yeni fikirler, altta yatan dünya görüşlerini etkiler. Dünya görüşü dönüşümünü, bir nokta, Rab’be dönüş ve bir süreç, süreklilik gösteren derin bir öğrenim [öğrencilik] olarak görmeliyiz.
Dünya görüşünü dönüştürmenin bir yolu da, onları “yüzeye çıkartmak”, yani sahip olduğumuz, irdelenmemiş varsayımları, bilinçli bir şekilde incelemek ve üstü örtülü olanları açığa çıkarmaktır. Dünya görüşleriyle ilgili sorun, bunların büyük oranda isimlendirilmemiş, irdelenmemiş ve saldırılmamış olmasıdır. Düşüncelerimizi tekikleyenler hakkında düşünmenin zor olmasından dolayı, kendi dünya görüşümüzü irdelemek özellikle zordur.[5]
Burada vurgulanması gereken şudur: Tanrı bize rötuş yapmak istemiyor. Ay aydın, hesap belli... Tanrı bir miktar düzeltme yapmayı değil, bizi tamamen dönüştürmeyi ister. Öngörülen dönüşüm insan için gerçekten zordur – doğal olarak imkânsızdır –
bundan ötürü Mesih, kurtarıcı olarak, bize kendini vermiştir. İsa, İmmanuel’dir, yani “Tanrı bizimle” (Mat. 1:23).
Bu dönüşümümüz, gittikçe daha Mesih-merkezli olmamıza bizi sürüklemelidir. Dikkat ederseniz sözünü ettiğim Tanrı-merkezlilik değil, Mesih-merkezliliktir.[6] Niçin? Mükemmel kurban olması ve eşsiz hizmeti ile bizi dünyadan kendine ayıran, bize yeni kimlik bağışlayan Mesih’in kendisidir. O;
İmanlılar, hatta tüm insanlar için bu tabirlerin hepsi derin ve önemli anlamlar taşımaktadır. Bunların her birini kendi bağlamında irdelememizde, derin derin düşünerek anlamamızda fayda vardır; bireysel veya toplu ibadetinizde bunlar hakkında konuşup düşünelim. İçten, Ruh’ta tapınmak imanlıyı dönüştürür, çünkü Tanrı’nın kendisiyle, gerçek gerçeklikle yüz yüze gelmiş olur.
İsa ruhsal hayatımızın ve dünya görüşümüzün esası olduğundan, tapınmamızın da öznesi ve nesnesi olmalıdır, olacaktır. Vaiz ve yazar John Piper, Think adlı yeni kitabında şu keskin ve doğru tespitte bulunur: “İsa’ya tapınılmıyorsa, Tanrı sevilmiyordur”.[8] Bu gerçek aklımızdan çıkarsa, kimliğimizi ve yaşam kaynağımızı unutmuş oluruz. Kitabında Piper defalarca Mesih’i “en üstün hazine”miz olarak adlandırır. Asıl servetimiz İsa Mesih’in kendisidir. Mezmur 124’ün sözleri aklıma geliyor:
RAB bizden yana olmasaydı, desin şimdi İsrail:
RAB bizden yana olmasaydı, insanlar bize saldırdığında,
Diri diri yutarlardı bizi, öfkeleri bize karşı alevlenince.
Sular silip süpürürdü bizleri, seller geçerdi üzerimizden.
Kabaran sular aşardı başımızdan.
Övgüler olsun bizi onların ağzına yem etmeyen RAB’be!
Bir kuş gibi kurtuldu canımız avcının tuzağından, kırıldı tuzak, kurtulduk.
Yeri göğü yaratan RAB’bin adı yardımcımızdır.
Önceki bölümümüzde de açıkladığımız gibi, Mesih İsa sadece bir yardımcı değildir; biz, sanki bir işi tek başımıza halledemediğimizde O’nu çağırıp yardımıyla istediğimiz sonucu elde edebilirmişiz gibi görürüz onu. Ama Mesih çırak değildir. Mezmurda da söylendiği gibi, O insanlığın biricik olmazsa olmazı ve tek umududur.
Bir yazar Hristiyan hayatını şöyle özetler: “Mesih’in Müjdesi’nin geçerli bir deneyimi her şeyi kapsar. Mesih, iman edenlerin yaşam tarzlarına ve değerler sistemine yeniden yön verir.”[9] Tamam ama bu nasıl başlar ve nasıl tamamlanır?
İngiliz piskopos ve yazar J.C. Ryle (1816-1900), Hristiyan hayatının başlangıcı şöyle özetliyor:
Tanrısal çağrı olmazsa hiç kimse kurtulamaz. Hepimiz günaha o kadar batmış, o kadar da dünyaya evlenmişiz ki O, lütfuyla önce bizi çağırmazsa, Tanrı’ya asla dönüp kurtuluşu aramayız.[10]
Bu “ilk adım”ın sonrasında ne olur? Petrus’un şu sözlerini unutmayalım: “Kendi yüceliği ve erdemiyle bizi çağıranın tanrısal gücü, kendisini tanımamız sonucunda yaşamamız ve Tanrı yolunda yürümemiz için gereken her şeyi bize verdi” (2Pe. 1:3, vurgu eklenmiştir). Verilen sadece bir başlangıç veya bir temel değil, iman hayatı için gereken her şey bize verdi. Pratik olarak bu nasıl olur? Hristiyan antropolog David Burnett, bir kitabında “Rab’be dönüş” konusunda şu değerli gözlemleri sıralar:
Aynı bağlamda Ryle’ın başka bir perspektifi de yararlı:
“Tanrı’dan doğmak”, kalp sanki yeniden var oluyormuş gibi eksiksiz bir içsel değişim maruz kalmaktır. İnsan ruhuna, cennetten gelen bir tohumun, yeni bir ilkenin, İlahi bir doğanın, yeni bir iradenin eklenmesidir. Bunun bedensel bir dönüşüm olmadığı kesin olmakla birlikte, yüreğin tümüyle dönüşümü olduğu da bir o kadar kesindir. Aklımıza yeni yetiler eklemez; eski aklımıza tamamen yepyeni bir eğilim verir. “Tanrı’dan doğan”ın zevk ve görüşleri, günah, dünya, İncil, Tanrı ve Mesih hakkındaki görüşleri o kadar yenidir ki, tüm niyet ve amaçlar açısından, Pavlus’un “yeni yaratık” olarak adlandırdığı şeydir.[12]
Daha önce gördüğümüz gibi, içinde bulunduğumuz kültürün bize sunduğu bazı değerler ve düşünceler yanlış, kendi duygularımız da yanıltıcı olabilir. Peki, zor anlarda O’nun karakteri ve vaatlerine mi sığınacağız, yoksa kendi kararlarımıza mı? Bu sürecin çok soyut olmasına gerek yoktur, hatta çok pratik olması mümkündür. Nasıl mı? Bir benzetmeyle konuyu açmaya çalışayım.
Belki biliyorsunuzdur, uzmanlar tarafından “Stockholm sendromu” adlı paradoksal ama gerçek bir ruh hali tanımlanmaktadır. Osman İkiz’in yaptığı bir röportajda bu beklenmedik ve anormal durum şöyle nitelendiriliyor:
Rehinelerin, kendilerini rehin alanların duygularını anlama noktasına gelmelerine Stockholm sendromu deniyor. Rehine, kendisini rehin alan kişiyle geçirdiği süre içinde onunla konuşarak öyle bir hale geliyor ki, sonunda ona yardımcı olmaya başlıyor.[13]
Böyle bir durum tıpkı Mesih imanlısının Rab’be güvenme (iman etme) noktasından itibaren yaşanan olaylara benzemektedir. Şeytan rehin alan, rehine ise Rab’be güvenmek üzere kendini adayandır. Daha önce gördüğümüz gibi Şeytan, Mesih’teki huzurumuzu kaçırmaya çalışan düşmandır. Ve o, ne olursa olsun, Rab’be ait olan görkemi ve yüceliği çalmayı çabalamaktadır. Yeni yaratık olan Mesih imanlısı bunları nasıl görmez ve niçin bu yalancının üçkağıdına gelir?[14]
İşte rehinelik bazen öyle. Rehine, rehin alanı bir koruyucu veya iyi bir patron (ya da bakıcı) olarak görmeye başlayabilir. Tuhaf mı? Tuhaf mı tuhaf! Kendisine ışık meleği süsü veren bu düşman gerçekten kurnaz ve ona alıştığımız için onu hoş görürüz. Ama artık Mesih’e ait olduğumuz için bu görme engelliliğinin değişmesi, hatta dönüşmesi lazım. Biz kör değiliz, miyop bile değiliz. Yani rehine değiliz. İçimizde olan, Mesih İsa, muzafferdir. Zaferinin içinde yaşamak bize düşen paydır.[15]
Önceki bölümde yeni kimliğimize yoğunlaşmamızın nedeni bu. Artık net ve doğru görebilecek durumdayız, hâlâ görmüyor olsak bile. Bu durumda imanın öneminden de söz etmiştik. Tanrı’nın elindeyiz ve Mesih içimizdedir. O’nun için tabii ki imkânsız diye bir şey yoktur. Kurtuluşumuzun asıl manası bunlardan ibarettir. Başka bir deyişle, Tanrı’nın Kendisi Müjde’dir. Tanrı – Baba, Oğul ve Kutsal Ruh arasındaki – yani Kendisi’nde olan mükemmel birlik, iletişim, işbirliği ve sevgiye bizi dahil etmek istemişti ve Mesih’in aracılığıyla etti. O’na hamtlar olsun!
Bizde başladığı işe devam edip onu bitirecektir.[16] Başladığı işin temelinde sevgi ve lütuf var; dolayısıyla aklanmamız, kutsallaşmamız ve sonunda yücelmemiz O’nun sevgisine ve lütfuna dayanmaktadır, kendi çabalarımıza değil. O’nun işinde kusur ve gecikme olmaz, defolu eseri yoktur. Bir atasözümüz şöyle der: Misk yerini belli eder. Yani, değerli kişi nerede olursa olsun varlığını gösterir. Ve Mesih, bizde olan kendi varlığını gösteriyor, gösterecek de. Böylece kendi karakterinin eşsizliğini, kendi kurtuluş tasarısının mükemmelliğini ilan edip kanıtlamaktadır. Şeytan ve yandaşı sayılan her yaratık bunu görecek ve eninde sonunda ister istemez kabul edecektir.[17] Evet, yine bir atasözümüzde dendiği gibi, “Gem almayan atın ölümü yakındır”. Başkaldıranların hepsi mahva dört nala gidiyor...
“İnsanlık dramına tek bir varlık yön vermekte ve onu anlamaktadır: Yüce Tanrı. Dünyayı nereye götürdüğünü O bilmektedir. Tanrı’nın düşüncesini anlamak için, Tanrı olmak gerekirdi.”[18] Peki, iyiliği mükemmel olan Egemen’e boyun eğip O’na yapışacak mıyız? Şükürler olsun Kutsal Kitap’ta Tanrımız kendini ve tasarılarını vahyetmekte olduğundan dolayı korkacak bir şey kalmadı. O’na güvenerek, lütfunu benimseyerek, yani içimizdeki Olan’ın gücüyle yaşayarak, Tanrı’yı, kendimizi, başkalarını ve dünyayı gerçekte olduğu gibi görebiliriz. Ve tümüyle öyle görebildiğimizde, dönüşümümüz tamamlanmış olacaktır.[19]
...son günde gerçeklikten başka bir şeyin hesaba katılmayacağını unutmayalım.[20]