Bir gün, tıpkı her günkü gibi, Levi Bey işe çıktı.
Levi Bey bir vergi görevlisi olarak çalışıyordu. Bu meslek bizler için ne çağırıştırıyor dersiniz? Takım elbiseli bir masabaşı çalışanı, yani sıkıcı birisi olmalı, hepsi bu kadar. Fakat o günlerde durum biraz farklıydı, ‘vergi görevlisi’ adını duyunca akla ilk gelenlerin ne olduğunu tahmin edebilir misiniz? Hain, hırsız, dolandırıcı, sahtekar... Kısacası o günlerdü bu meslek belalı ve ayıplı bir işti.
Yahudiler çok gururlu ve milliyetçi bir halktı ve onları işgal eden güç, yani iktidar sahibi olan o günlerde Romalılardı. Yahudiler yabancı ve baskıcı imparatordan ve Romalılardan nefret ediyorlardı. Ve Levi Bey, Romalılar için çalışıyordu, evet Romalılar için! Düşman için! Bu durumda Levi Bey bir vatan haini idi. Çok utanç verici, değil mi? Kendi halkının alınteriyle kazandığı parayı alıp zalime teslim eden bir kişi, düşünebiliyor musunuz?
Kefarnahum İsrail’in kuzey sınırında bulunurdu. Levi’nin işi iki kısımdan ibaretti. Birincisi bildiğimiz gümrükçülük idi. Bütün ihracat- ithalat Kefarnahum’dan geçmeliydi ve Levi onlardan gümrük vergisi alırdı. Bu iş, önceden belirlenmiş sabit bir orana göre yapılmaz, alabildiği kadar alır, kesebildiği kadar keserdi ki muhtemelen kendine de biraz sakal parası kalıyordu.
İkinci görev ‘balık vergisi’ almaktı. Bu yüzden masası sahildeydi ve oradan gelip geçen bütün tekneleri gözetliyordu. Sabahleyin bütün balıkçılar avdan dönerdi ve Levi onlardan vergi isterdi.
İşi nedeniyle Levi sert biri hatta belki de tam bir kabadayı olmalıydı. Açgözlü, cimri ve tabii ki komşularından daha zengin fakat sevilmeyen biriydi.
Ve bu adam, çok da önemli olmayan sıradan bir gün - tıpkı her günkü gibi - sabah 9’da masaya kurulmuş, vergi toplama yerinde yani sahildeydi. Fakat o gün ortam her zamankinden farklı, inanılmaz kalabalıktı. Tam bir Ana Baba Günüydü. Adeta Kumkapı Balık Pazarı gibiydi, üstelik kalabalık sadece Kefarnahum’dan gelenlerden oluşmamıştı, başka kasabalardan, köylerden gelenler de vardı. ‘Ne oluyor? Bir bayram mı bugün? Kaçırdım mı? Sahil neden bu kadar kalabalık ki?’ diye düşünmüştü muhtemelen.
Aslında İsa orada olduğu için sahil kalabalıktı. Markos’un bizler için çizdiği tabloya göre, İsa yürüyerek öğretiyordu. İlk öğrencileri yanında olmak üzere büyük bir kalabalık O’nun ardından geliyordu.
O ana dek havralarda öğreten İsa, giderek din önderlerinin ağırına gitmeye başlamıştı. İsa bir değişiklik yaptı ve halka açık havada öğretmeye başladı. Çünkü İsa artık din bilginlerini açıkça karşısına almaya başlamıştı. Aslında Markos kitabında, bu konu ana temayı oluşturur: ‘İsa’yla din bilginleri arasındaki tartışmalar.’ Aslında, en sonunda İsa’yı öldürtecek olanlar da bunlardır - Yahudi Yüksek Din Başkanlığı Kurulu - yani din bilginleri! Ve Rab İsa işte burada, açıkhavada öğretmeye başladı. Sıradan çalışan insanlara hitap ediyor ve büyük bir kalabalık O’na akıyordu.
Levi’nin oturduğu yerine vardığında, Rab İsa durdu ve ardından gelen kalabalık da durdu. Peki neden durdu? Ardındaki kalabalık şöyle sormuş mudur acaba: ‘Ya Hocam, neden durduk ki şimdi?’ Kelam diyor ki ‘Levi’yi gördü.’ Bir düşünün, kocaman bir kalabalık, her taraftan insanlar. Buna rağmen İsa, bu sıradan, pek önemli sayılmayan, sevilmeyen, hatta dışlanan adamı gördü ve durdu.
Ve arkadaşlar, Rab de sizi görüyor. Rab seni görüyor. Koskoca İstanbul’da nerede çalışıyorsanız, nerede yaşıyorsanız, trende, otobüste milyonlarca insan arasında Rab seni görüyor. O senin farkında. Seni biliyor, seni tanıyor. Bütün endişelerini, bütün acılarını, bütün yüreğini Rab biliyor. O görüyor, onca insanın arasından seni görüyor.
İstanbul’da en büyük his önemsizlik duygusu olmalı ve de yalnızlık. Büyük bir çelişki değil mi, ‘Çevremde milyonlarca insan yaşıyor ama kendimi yalnız hissediyorum.’ Fakat Rab seni önemsiyor, sana değer veriyor.
Ve Rab İsa ona, Levi’ye konuştu. Herkesin, hatta onu hor görenlerin gözleri önünde, İsa ona konuştu ve ‘Ardımdan gel’ dedi! o kadar. Fazla değil. Ardımdan gel. Ve şaşırtıcı olan şey şudur ki, Levi hemen kalktı ve Rab İsa’yı takip etti. Hemen.
Levi o anda ne düşünüyordu acaba? ‘O, beni fark etti ve beni herkesin önünde onurlandırdı. Şu ana kadar hayatım hep utanç vericiydi, ama Rab İsa beni çağırdı. Bundan sonra ne olacağımı bilmiyorum. Neler yapmam gerektiği, onu da bilmiyorum. Ne bileyim ki? Tek bildiğim şey bu, beni gördü ve beni çağırdı ve bana büyük onur verdi.’
Arkadaşlar bazen, normalde diyebilirim, İsa Mesih’i takip etmeye karar vermek zaman alır. Bir süreç var, bir yolculuk, ilk ilgilendiğiniz vakitten ‘evet sen Rab’sın, hayatımı sana teslim ederim’ diyene kadar olgunlaşmak zaman alır. İncelemek, düşünmek lazım, dua etmek lazım, hesaplamak lazım. Fakat bazen bir an gelir ve ‘İşte hayatım boyunca beklediğim kişi budur,’ diyebilirsiniz. İçinizde bir kesinlik, mutlak bir kararlılıkla, ‘ evet, ben İsa Mesih’i izleyeceğim artık, fazla beklememe gerek yok,’ diyebilirsiniz. Ve belki de bugün o gündür. İçinizde bir karar vermek isteyenler olacak. Belki de şu anda içinizde öyle bir his var ki, artık karar vermeye hazır bir durumdasınız.
Öyle bir hissiniz varsa, beklemeyin, Rab İsa’yı izleyin. O hep iyidir. O’nda hiç kötülük yoktur ve emin olun ki hayatında alacağınız en müthiş karar bu olacak. Cesur olun! Kararlı olun! Şüphe duymayın!
İsa ‘Ardımdan gel’ dediğinde bu, Levi için sadece bir karar değildi, bir eylemdi, bir adımdı, herşeyi etkileyen bir kalkıştı.