Gördüğümüz gibi, Adem’in o ilk isyankârlığı yüzünden yalnız kendisi değil tüm insanlık olumsuz yönde etkilendi. Bu gerçek bize haksız gelebilir, çünkü o ilk günahı işleyen biz değildik. Fakat unutmayalım ki, Adem atamız olarak hepimizi temsil ediyordu. Aslında bu kavram bize çok yabancı olmaması gerek çünkü benzerini her gün yaşıyoruz. Örneğin bizler de anne ve babalarımızın hatalarından ötürü acı çekeriz. Kimi insan babasının hikmetsizliği ya da tembelliği yüzünden dilenmeye mecbur kalıyor. Kimi çocuk, ahlaksızca yaşayıp AIDS hastalığına yakalanmış annesi ya da babası yüzünden aynı hastalığa yakalanıyor ve sonuçta acılar içinde ölüyor. Kimi vatandaş ülke yöneticilerinin vermiş olduğu kararlar sonucunda kendini savaşın ortasında bulup bir anda her şeyini kaybedebiliyor. Buna benzer örnekleri çoğaltabiliriz; gerçek şudur ki, bizim büyüklerimizin yaptıkları bizi derinden etkiliyor. Bu hayatımızın en acı gerçeklerinden bir tanesidir ve bunu inkâr etmek ya da kabul etmemek hiçbir şeyi değiştirmez. Adem günah işledi ve günah virüsü hepimize geçti. Atasözünde denildiği gibi, “Balık baştan kokar.”
Peki Adem’den sonra ne oldu? İnsanlar hatalarını görüp Tanrı’ya döndüler mi? Hayır, tam aksine Tanrı’dan gittikçe uzaklaştılar. Bunun en canlı ve çarpıcı örneğini Adem ve Havva’nın ilk oğlunda görebiliyoruz. Aden bahçesinden kovulduktan sonra Havva’nın iki çocuğu olmuştu: Kayin ve Habil.
Kayin çiftçiydi Habil ise çobandı. Büyüyünce ikisinin Rab’e bir kurban sunusu verme zamanı geldi. Habil Tanrı’nın gösterdiği gibi kusursuz bir kuzu hazırlayıp getirdi, Kayin ise isyan edip belirlenen kuzuyu getireceğine kendi bildiğini okuyup toprak ürünlerinden bir sepet sebze ve meyve sunmak istedi. Habil’de alçakgönüllü bir yürek vardı, ama Kayin isyankâr bir tutumla ibadetini yapmaya çalıştı. Rab Habil’in kurbanını kabul etti, ama Kayin’in sunusunu reddetti. Kayin buna çok öfkelendi ve öfkesini Habil’in üzerine boşaltmaya karar verdi. Rab’bin Kayin’i sıkı sıkıya uyarmasına rağmen Kayin kardeşini tarlaya çağırıp ona saldırdı. Böylece Kayin öz kardeşini hunharca öldürdü.
Biz bu olayın benzerini her gün gazetelerde okuyoruz, fakat Aden bahçesinden yeni çıkmış bir insan emsalini hiç görmediği böyle bir cinayeti nasıl işleyebildi? Bu olay bizlere insan hakkında çok önemli şu gerçeği öğretiyor: Eğer Kayin benzerini hiçbir yerde görmediği bu tür bir günahı, kendi kardeşine karşı işleyebildiyse, Kayin’in bu günahı bozulmuş çevresinden ya da zorlu geçmişinden değil ancak kendi öz yapısından yani kirli yüreğinden kaynaklandığı kesinleşir. Anlaşılan şu ki, insanlığın mayası ta baştan bozulmuştu. Kayin babasından almış olduğu bu günah virüsü yüreğinde taşıyordu. Aynı şekilde Adem’in günahkârlığı nasıl ki ilk doğan oğluna geçmişse, aynı şekilde onun torunları olan hepimize de geçmiştir. Bir atasözümüzün de dediği gibi, “İnsan, yedisinde neyse, yetmişinde de odur.” Evet, her insanın mayasında karşı konulmaz bir günah meyilliği vardır, çünkü hepimiz Adem’in çocuklarıyız.
Yaratılış kitabının ilerleyen bölümlerinde manzara pek değişmiyor, tam aksine insanlığın hali daha da vahimleşiyor. Uzun ömrün birkaç nesil devam etmesiyle insanlar alabildiğine çoğaldılar ve ne yazık ki günah da beraberinde çoğaldı. İnsanlık öyle perişan ve rezil bir duruma geldi ki, Yaratılış kitabı o dönemki insanlığın halini şöyle özetliyor:
“RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte.” (Yaratılış 6:5)
Bu vahim durum karşısında Rab yeryüzüne olağanüstü bir tufan göndererek tüm insanları yok edip yeni bir başlangıç yapmaya karar verir. Bu ara Nuh adında biri Tanrı’nın yolunda yürüdüğü için Rab’bin lütfuna erişti. Dolayısıyla Nuh’la ev halkını ve hayvanları kurtarmak için Tanrı Nuh’tan devasa boyutta bir gemi yapmasını istedi. Gemiye her tür hayvandan birer çift binecekti. Gemiyi tamamlamak nerdeyse 100 sene sürdü ve geminin yapımı sürerken Nuh’un komşularının kendisiyle ne kadar alay ettiklerini tahmin edebiliriz çünkü ne yaptığını anlamamışlar. Günahla körelmiş yürekleri yüzünden kimse başlarına böyle bir felaketin geleceğine inanmak istemedi. Herkes normal hayatına devam etti. Eğlenceler, düğünler ve partiler hiç durmadı. Ancak gemi tamamlandığında Nuh’la ev halkı ve toplanmış hayvanlar gemiye bindiler ve sağanak yağmurlar başladı. Rab geminin kapısını kapattı ve kısa bir süre sonra tufan yeryüzüne bastı.
Sular öyle yükseldi ki yeryüzündeki en yüksek dağlar bile su altında kaldılar. Nuh’un gemisi sayesinde kurtulan hayvanlar ve Nuh’un ev halkı dışında yeryüzündeki her can ölmüştü. Şiddetli yağmurlar 40 gün sürdü. Ancak uzun bir süre sonra Nuh’un gemisi Türkiye’nin doğusunda bulunan ve eskiden Urartu dağları diye bilenen yere oturdu.
Tufan bittikten sonra Nuh’la ev halkı düzenlerini kurup yine çoğalmaya başladılar. Ama ilginçtir ki, Nuh’un oğulları başta olmak üzere insanlar da yine günaha devam ettiler. Demek ki günah da Nuh’la beraber gemiye binip hayatta kaldı.
İnsanlar çoğaldıkça büyük şehirler kurmaya başladılar. Tanrı’nın “dağılın ve yeryüzünün her yerini doldurun” buyruğuna karşı insanlar hep bir arada kalıp Tanrı’ya meydan okudular. Bu arada eski Babil’de (şimdiki Bağdat yöresi) insanlar toplanıp göklere erişecek bir kule yapmayı kararlaştırdılar. İnsanlar kendilerini ilahlaştırmakta kararlıydılar. Kendilerine nam yapmak ve gururlarını okşamak için insanlar muazzam bir kule yükseltmeye başladılar. O dönemde dil ya da ırk farkı olmadığı için yeryüzündeki tüm insanlar rahatlıkla beraber çalışabiliyorlardı. Fakat niyetleri bozuktu. “Artık Allah’a ne ihtiyacımız var ki” diyerek Tanrı’yı hor gördüler. Bu arada Tanrı göklerden küstahlıklarına bakıp planlarına son vermeye karar verdi.
O zamana kadar tüm insanlar aynı dili konuşup kolayca anlaşabiliyorlarken Tanrı herkesin dilini karıştırdı. Birden kimse komşusuyla anlaşamadı, herkes farklı dillerde konuşmaya başladı, dolayısıyla işler karıştı ve Babil kulesinin inşaatı da durup yarıda kaldı. Zamanla insanlar dağılıp farklı uluslar ve halklar oluşturmaya başladılar. Bundan anladığımız şu ki, insanların arasında farklı diller ve ırklar olması esasında atalarımızın gururu ve küstahlığından kaynaklanan bir durumdur. O yüzden etnik farklılığımızla gurur duyacağımıza bunun acı kökünü anlayıp esas bu duruma üzülmeliyiz. Sonuçta görüyoruz ki, insanlığı bu bölünmüş ve içinden çıkılmaz duruma getiren kendi içimizdeki kibir ve isyankârlıktır.
Peki, Tanrı insanlığın bu duruma düşeceğini bilmiyor muydu acaba? Ya da tufanı boşu boşuna mı gönderdi? Hayır! Aslına bakarsak, Rab bu olaylarla bizlere zavallı halimizi göstermeye çalışıyor. Ayrıca yargının mutlak ve korkunç sonuçlarını da ortaya koyuyor. Tarih boyunca ve özellikle kendi çağımızda insanlığın özünün masum ve iyi olduğunu savunan çok insan var. Bu felsefeye hümanizm denir ve birçok ideoloji bu düşünce üzerinde kurulmuştur. Dıştan çok çekici ve mantıklı bir görünüşü vardır. Fakat içine bakınca gerçeğe uymadığını görüyoruz. Bu felsefeye göre insan masumca doğuyor ve sonradan ne sorun yaşarsa, sorunun sebebi kendisinden değil, ya bulunduğu çevreden ya hükümetten veya başka bir etkenden kaynaklanıyor olmalıdır. İnsan doğal haliyle saf ve temizdir, diye öğretirler. “Okulda kaldımsa bu öğretmenimin suçu, doğuştan çirkinsem bu annemin suçu, işsiz kaldımsa bu da devletin suçudur” mantığıyla insanlar hep kendilerini aklamaya çalışırlar. Fakat Rab’bin sözüne baktığımızda suçun öncellikle insanın kendisinde olduğunu görüyoruz. Elbette çevremizin etkisi de var ama insan ilkin kendi günahlarından sorumludur. Evet, insan ilk yaratıldığı haliyle mükemmel ve kutsaldı, ama günaha düştükten sonra dünyada ne kötülük varsa insanlardan kaynaklanmıştır. Ayrıca bu dünyayı ve doğal ahengini bozan biziz. İnsanlık yozlaşarak tamamıyla bozulmuştur. Bizi bu hale getiren yine kendi gururumuzdur. Bunda hepimizin payı var, çünkü hiçbir insan özünde pak ve masum değildir artık.
Çok eskiden Eyüp peygamber de bu acı gerçeği tespit etmiştir: “İnsan gerçekten temiz olabilir mi? Kadından doğan biri doğru olabilir mi” (Eyüp 15:14). Aynı şekilde hikmetiyle ünlü olan Süleyman peygamber de şu şekilde yazmıştı: “Çünkü yeryüzünde hep iyilik yapan, hiç günah işlemeyen doğru insan yoktur”(Vaiz 7:20). Başka bir yerde yine de Süleyman şöyle yazıyor: “Tanrı insanları doğru yarattı, oysa onlar hala karmaşık çözümler arıyorlar” (Vaiz 7:29). Aslında hümanizmin öğrettiği gibi kendi insanlığımıza güvenip hep başka yerlerde kusur bulduğumuz zaman, Adem ve Havva’nın yaptığı ilk hatayı tekrarlıyoruz. Onlar da gururlarını görmezlikten gelerek hatalarını örtmek için kendi çözümlerine başvurdular. Sonra günahlarıyla karşı karşıya kalınca birbirlerini suçlamaya başladılar. Fakat bunu yaptığımızda gözlerimizi gerçeklere kapayıp Şeytan’ın yalanlarına yeniden inanıp körü körüne Rab’bin gazabına doğru ilerlemeye devam ediyoruz.
Kabul edelim artık, insan olması gerektiği gibi değil – hatta o ilk mükemmel çizginin çok uzağındayız. İnsan olmak ya da insani davranmak yetmiyor çünkü artık hiç birimiz tam anlamıyla “insan” değiliz. İnsanlığımızın gerçek masum yüzünü Aden bahçesinde bir kere kaybettik. Evet, Tanrı’nın eşsiz benzerliğini kısmen olsa da hâlâ taşıyor olabiliriz, ama ilk insanın sahip olduğu kutsallık, ilişki, yetki ve güç artık yoktur bizde. Tabii ki biz kendi bakış açımızdan insanlığı gözlemlediğimizde bunu çok fazla fark edemeyebiliriz, çünkü bu zavallı durum içinde doğduk büyüdük bir kere. Ancak olaya Tanrı’nın bakış açısından bakacak olursak çok şaşıracağımız kesin. Tanrı’nın bakış açısından insanlığın durumu öyle perişan ki, Davut peygamber şöyle yazıyor:
“İnsanlar bozuldu, iğrençlik aldı yürüdü, iyilik eden yok. RAB göklerden bakar oldu insanlara, akıllı, Tanrı’yı arayan biri var mı diye. Hepsi saptı, tümü yozlaştı, iyilik eden yok, bir kişi bile!” (Mezmur 14:1-3)
Demek ki Tanrı kendi yüce konumundan insana baktığında “iyilik eden” diyebilecek bir insan bile göremiyor. O derece yozlaşmışızdır. Bu manzara ne kadar hoşumuza gitmezse de bu Tanrı’nın gördüğü manzaradır. O ki ilk halimizi de hatırlıyor ve şimdiki halimize baktığında farkı çok net görebiliyor. Biz kendimizi böyle görmezsek de ne yazık ki bizim gerçek halimiz budur. Peki insanlığın hiç bir ümidi yok mu? Elbette var!