Hiç düşündünüz mü, neden insanlar dinlenmek ya da tatil yapmak için genellikle şehirden uzak doğayla iç içe olan yerlere kaçar? İlginçtir ki, insanlar huzur bulmak için kalabalıklardan kaçıp tenha ve sessiz göl kenarlarında ya da dağlık bir manzara karşısında oturmayı severler. Neden? Çünkü nerede çok insan varsa orada karışıklık, kavga ve her türlü sorun da var. Tabiat ise içimizde müthiş bir ferahlık ve huzur yaratıyor.
Evet, bir önceki bölümde gördüğümüz gibi ilk insan ve içinde yaşadığı dünya gerçek anlamıyla şahaneydi, oysa insanın şimdiki haline baktığımızda çok farklı, hatta zıt bir manzarayla karşılaşıyoruz. Tanrı’nın benzerliğinden kaynaklanan olağanüstü zihniyeti ve yaratıcılığı kısmen görülse de, insan Aden bahçesindeki barışçıl uyumu ve kutsallığı yitirmiştir. Tanrı’dan aldığı bütün ruhsal ve zihinsel kabiliyetlere rağmen şu anda yeryüzünde bulunan insan son derece gaddar ve acımasızdır. Bunun bariz örneklerini her gün gazetelerde okuyabiliyoruz. İnsan hakikaten garip bir mahlûktur. Bazen en zengin, akıllı ve başarılı insanlar bile en korkunç cinayetlere ve tecavüzlere girişebiliyor. Tabiat ise çoğunlukla güzelliğini ve masumiyetini koruyabildi, ama insan genel anlamda yozlaştı. Demek ki, insan bir yerde büyük bir değişikliğe uğradı, çünkü ilk başta biz böyle yaratılmadık. Tanrı’nın Sözü, Yaratılış 3. bölümde bu faciaya sebep olan olayı bizlere ayrıntılı olarak aktarıyor:
“RAB Tanrı’nın yarattığı yabanıl hayvanların en kurnazı yılandı. Yılan kadına, “Tanrı gerçekten ‘Bahçedeki ağaçların hiçbirinin meyvesini yemeyin’ dedi mi?” diye sordu.
Kadın, “Bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz” diye yanıtladı, ama Tanrı, ‘Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz’” dedi.
Yılan, “Kesinlikle ölmezsiniz” dedi, “çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilererek Tanrı gibi olacaksınız.” Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunun gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar.” (Yaratılış 3:1-7)
Bu olay ile tüm insanlığın kaderi değişti. Peki, bu ağacın ne önemi var ki? Bir önceki bölüme bakacak olsak Rab’in bir tek bu ağacın meyvesini Adem ve Havva’ya yasakladığını ve ondan yiyeni ölümle cezalandıracağını söylediğini görebiliyoruz. Mesele belirgin bir meyveyi yiyip yememek değildi; asıl mesele itaat ve sadakat sınavıydı. Doğal olarak Tanrı, insanların Kendisine güvenip tapınmalarını istiyordu, fakat daha da önemlisi bunu kendi özgür iradeleri ile yapmalarını arzuluyordu.
Düşünün, tehdit ederek ya da şekerle kandırarak çocuğunuza her istediğinizi yaptırabilirsiniz. Fakat bu şekilde çocuğunuz itaat ettiğinde bunu size olan saf sevgisinden mi yoksa mecburiyetten mi yaptığını kesinlikle bilemezsiniz. Ancak çocuğunuzu özgür bırakırsanız ve kendi iradesiyle sizin istediklerinizi yerine getirirse, o zaman sizi gerçekten sevdiğinden tam olarak emin olabilirsiniz. Benzer şekilde, Tanrı insanların kendisine olan sevgi ve sadakatini denemek için önlerine bir seçim koydu ve istediklerini seçmekte onları tamamen özgür bıraktı. Ne yazık ki yılan kılığına girmiş Şeytan’ın ayartması sonucunda, Adem ve Havva onlara her türlü nimet sağlayan Tanrı’ya güvenmek yerine, kendi hayallerinin peşinden gidip İblis’e uymayı seçtiler. Gurura kapılıp bencilliklerine yenik düştüler. Bunu yapmakla sadece masum bir hata yapmadılar, aslında Tanrı’ya karşı isyan ettiler, çünkü O’nun bariz ve güvenilir sözüne inanmak yerine Şeytan’ın yalanına inanmayı tercih ettiler. Daha da önemlisi, kendilerini Tanrı’nın üzerine çıkarmaya kalkıştılar, yani Tanrı gibi olmayı düşündüler. Ne korkunç bir günah!
Dikkat edersek Havva’nın bu günahı tek başına değil kocası Adem’le birlikte işlediğini fark edebiliyoruz. Adem müdahale etmesi gerekirken eşine uydu. Hemen bunun ardından ikisi çıplak olduklarını anladılar, yani ilk masumiyetlerini ve kutsallıklarını yitirdiklerini hemen fark ettiler. Bir anda suçluluk duygusu oluverdi. Sonra kendilerine önlükler yapıp çıplak bedenlerini örtmek istediler. Esas ayıplarını ört pas etmek için çözümler uydurmaya çalıştıklarını görüyoruz. Aslında o günden bu yana insanlar hep günahlarını örtecek ve gururlarını koruyacak çareler peşindedirler, ama bunların hiçbiri işe yaramıyor. Çünkü kendi gücümüze dayalı yöntemlerle içimizdeki günahı örtmek ya da ortadan kaldırmak mümkün değildir.
Bölümün devamında günaha bulaşmış Adem ve Havva’nın Tanrı’yla karşılaşmalarını okuyoruz:
“Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen RAB Tanrı’nın sesini duydular. O’ndan kaçıp ağaçların arasında gizlendiler. RAB Tanrı Adem’e “Neredesin?” diye seslendi.
Adem, “Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim” dedi.
RAB Tanrı, “Çıplak olduğunu sana kim söyledi?” diye sordu, “Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?”
Adem, “Yanıma koyduğun kadın ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim” diye yanıtladı.
RAB Tanrı kadına, “Nedir bu yaptığın?” diye sordu.
Kadın, “Yılan beni aldattı, o yüzden yedim” diye karşılık verdi.” (Yaratılış 3:8-13)
İnsan ancak bir yere kadar kendi çözümleriyle Tanrı’dan gizlenebilir, ama eninde sonunda Tanrı’yla hesaplaşmak zorundadır. Bundan sonra Rab’bin soru sorarak onlara şefkatle yaklaştığını görüyoruz. Olaydan haberdar olmamış gibi davranıyorsa da esasen insanlara günahlarını fark edip tövbe etmeleri için bir fırsat vermek istedi. Ama Adem ve Havva günahlarını itiraf edeceklerine hemen birbirini suçlamaya geçtiler. Hatta Adem, “yanıma koyduğun kadın” diyerek dolaylı yoldan Tanrı’yı suçlamaya kalkıştı. Kadın da suçunu görmeyip topu yılana attı. Oysa ki her biri kendi günahı için sorumluydu, ama ne yazık ki, hiç birinde tövbe edecek cesaret yoktu. Böylece Rab onları cezalandırmak zorunda kaldı. Bölümün devamında verilen cezaları okuyoruz:
“Bunun üzerine RAB Tanrı yılana, “Bu yaptığından ötürü bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisi sen olacaksın” dedi, “karnının üzerinde sürünecek, yaşamın boyunca toprak yiyeceksin. Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın.”
RAB Tanrı kadına, “Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim” dedi, “ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek.”
RAB Tanrı Adem’e, “Karının sözünü dinlediğin ve sana, meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için toprak senin yüzünden lanetlendi” dedi, “yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. Toprak sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin. Toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın ve yine toprağa döneceksin.” (Yaratılış 3:14-19)
Rab her birini önüne alıp tek tek cezalarını bildirir. Yılanla başladı ve bundan böyle hep yerde sürüneceğini ve topraktan besleneceğini söyledi. Fakat ayetin devamında, Rab’bin aslında yılan kılığına girmiş Şeytan’a yöneldiği anlaşılıyor. Şeytan insanlığı Tanrı’ya karşı cephe almaları için kendi tarafına çekmeye çalışmıştı, fakat Tanrı’nın İblis’le insanlar arasında aşılmaz bir düşmanlık kurduğunu görüyoruz. Hatta, daha Kutsal Kitap’ın bu ilk bölümlerinde Tanrı, Şeytan’ın yıkımla sonuçlanacak kaderini belirtti. Kadının soyu denilen birinin gelip onu başını ezerek bozguna uğratacağını söyledi. Aynı şekilde kadına da yönelerek özellikle kocasını tamamlamak ve çocuklarını doğurup beslemek üzere yaratıldığı için Tanrı onu bu iki konuda cezalandırdı. Kadın o günden bu yana hem doğum yaparken hem de evlilik ilişkisinde hep acılar ve zorluklar yaşamaktadır. Son olarak erkeğe de yöneldi. Erkek çalışmak ve yönetmek üzere yaratıldığı için Rab bundan sonra bu konularda hep hüsran ve sıkıntılarla karşılaşacağını belirtti. Hatta onun yüzünden insanın hükümdarlığında olan tabiat ve bütün hayvanlar bile olumsuz etkileniyor. Bundan sonra, dünyada artık barış ve huzur tam anlamıyla yaşanmayacaktır. Toprak da artık çalılar ve dikenler verecektir. İnsan ve hayvan bundan böyle ölüme mahkûm edildi. Yani Adem ve Havva günah işlememiş olsaydılar hiç ölümü tatmayacaklardı. Çünkü onlar esas ebediyen yaşamak üzere yaratıldılar.
Ölüm derken sadece bedenen ölüp dünyadan kopmaktan söz etmiyoruz. Ölümün birkaç farklı boyutu vardır. Bedenen ölmüş her insan, Tanrı’nın önüne çıkıp yargılanır ve günahlarına karşılık makbul bir bedel gösteremezse, sonsuza dek ateş gölünde ıstırap çekmek üzere cehenneme atılır. Bu ikinci ölümde insan sadece dünyadan değil Tanrı’dan ve O’nun tüm nimetlerinden de sonsuza dek kopar. Çünkü cehennem esas Allah’ın olmadığı yerdir. Fakat insanın bedensel ölümünden önce bile Aden bahçesinde gördüğümüz ruhsal bir ölüm söz konusudur. Çünkü onlar o anda fiziksel olarak ölmedilerse de ruhsal olarak Rab’den kopup içlerinde öldüler. Daha kötüsü Adem’den doğacak tüm insanlar ruhsal yönde Tanrı’dan kopuk bir hayata mahkûm kılındılar. Sonuç olarak Tanrı, Adem ve Havva’yı Aden bahçesinden kovmak zorunda kaldı.
Bu şekilde Aden bahçesi sona erdi, insanlığın masumiyeti ve kutsallığının sona erdiği gibi. Böylece insanların Tanrı’yla olan o ilk mükemmel beraberliği ve kesintisiz ilişkisi kayboldu. İşte bu ilk isyan sonucunda Adem ve Havva ölümlü kılındı ve beraberlerinde tüm dünyayı ve onlardan doğacak insanoğullarının hepsini de günaha sürüklediler.