I. İnsanlığın İlk Hali


İnsan kendini bildi bileli kafası hep bir soruyla meşgul oldu, o da şu: “İnsan ne için vardır?” ya da “İnsan ne amaçla yaratıldı?” Bu tür sorular aslında bizim için son derece önemli yoksa başka türlü nasıl yaşamamız gerektiğini bilemeyiz. Bu son derece kritik soruya değişik cevaplarla da karşılaşıyoruz.

Kimisi Allah’ı yüceltmek için yaratıldık der. Elbette ki insanın en önemli ayrıcalıklarından biri yüce Yaratanı övmektir ama tam burada bir sorun var. Çünkü Allah zaten yücedir dolayısıyla birinin O’nu yüceltmesine ihtiyacı yoktur. Ya da Yüce Rabbin kendini yücelttirmek gibi bir takıntısı olmaz.

Bir başkası Allah’ın insanların kendisine hizmet etmeleri için yarattığını söyler. Doğru, insanın en yüce görevlerinden biri Tanrı’ya hizmet etmektir ama bu yine önemli bir soru uyandırır. Her şeye gücü yeten Allah’ın birinin kendisine hizmet etmesine ihtiyacı var mı ki?

Hayır bunlar insanın yaratılmaktaki sebebi olamaz. Çünkü Allah’ın her hangi bir ihtiyacı olmadığı gibi bizim de onu karşılamamız da imkânsızdır. O halde yüce Allah insanı neden yaratmış olabilir?

Bu ilk bölümde özellikle bunun cevabını araştıracağız. Yalnız bunu yaparken en eski ve sağlam kaynaklara başvuracağız. Dikkat edersek, edindiğimiz bilgilerin çoğuna ikinci, üçüncü hatta bazen onuncu elden sahip oluyoruz. Ne yazık ki, “kulaktan dolma” bilgiler çok yaygın ve yanıltıcı olabiliyor. Hatta bu benim prensibim, felsefem ya da siyasi düşüncem dediğimiz şeyler de aslında bizim değil, ancak öğretmenlerimiz, dostlarımız ya da medya gibi belirli etkenlerden kaynaklanan düşüncelerdir. Dini konulara gelince çoğu vatandaş hararetle tartışmayı sever, ama ne yazık ki esas kaynakları okuyup araştıran kişiler azınlıktadır. Oysa insanın yaradılışı ve amacı gibi bizi çok yakından ilgilendiren önemli konularda kesin ve emin kaynaklara başvurmak gerek.

Bu yüzden insanın başlangıçta nasıl ve ne amaçla yaratıldığını araştırmak için Tanrı’nın değişmez ve ebedi sözü olan Tevrat’ın ayetlerini birinci ağızdan inceleyeceğiz. İnsanlığın öyküsünün başlangıcı binlerce sene önce Tevrat’ın ilk bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde kaydedilmiş bulunuyor. Kutsal Kitap’ın ilk sözleri şöyledir:

Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu.” (Yaratılış 1:1-2)

Tevrat’ın bu ilk ayetlerinden Tanrı’nın tüm evreni hiç yoktan, tek bir söz ile yarattığını görüyoruz. Fakat ilginçtir Tanrı’nın kocaman evreni yaratmasının hemen ardından, ikinci ayetin başında, Tanrı’nın doğrudan insanların yaşayacağı küreye yani bizim dünyamıza yöneldiğini okuyoruz. Tanrı tüm ilgisiyle dünyanın yaratılışına odaklanıyor. İkinci ayet yaşadığımız yeryüzünün başlangıçta diğer tüm gezegenlerin şu an olduğu gibi ‘boş’ ve ‘şekilsiz’ olduğunu belirtiyor. Fakat Rab, muazzam evrenin içinde önemsiz ve değersiz gibi görünen bizim yaşadığımız bu küreyi seçip üzerine yoğunlaşmaya karar verdi. İlk bölümün devamında Tanrı’nın dünyamızı altı gün içerisinde nasıl mükemmel ve yaşanır bir hale getirdiğini okuyoruz.

İlkin Rab Allah, bir sözle ışığı yarattı ve onu “gündüz” diye adlandırarak karanlıktan ayırdı. İkinci günde Tanrı dünyayı saran suları ikiye ayırıp, yeryüzünü koruyacak bir çardak olsun diye gökyüzünü yarattı. Üçüncü günde ise yeryüzünde toplanan engin sularına sınırlar belirleyip karadan ayırdı ve böylece kıtalar ve okyanuslar oluştu. Aynı günde Rab karayı kaplayan bitkileri, meyve veren ağaçları ve her türlü otu yarattı. Dördüncü günde Tanrı yeryü-

zünü aydınlatacak, zamanın şeklini ve durumunu işaretleyecek olan takvimi ve mevsimleri belirleyecek gök cisimlerini göğe yerleştirdi. Beşinci günde Rab engin suları dolduracak deniz yaratıklarını ve canavarları yarattı. Aynı zamanda göklerde uçacak kuşları ve onların türlerini yarattı. Altıncı güne gelince Rab Tanrı karada yaşayacak her türlü evcil ve yabanıl hayvan ve sürüngen türlerini yarattı. Buraya kadar her şey müthiş bir özenle düzen-

lenip mükemmel bir ahenk içerisinde yaratılmıştı. Fakat Yaratılışın birinci bölümünün 26. ayetine gelince büyük bir sürprizle karşılaşıyoruz:


Tanrı, “İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım” dedi, “denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.” (Yaratılış 1:26)


img

Burada yaratılışın zirvesine varıyoruz.Demek ki Tanrı bu müthiş dünyayı kendi yüce benzerliğini taşıyacak olan insan için yaratmıştı, çünkü diğer her şeyi mükemmel yaratan Tanrı, sadece insan üzerine kendi ilahi damgasını vurdu. Burada insan tüm yaratılışın doruğu ve tacı olarak çok ayrı bir konuma yükseltiliyor. Ayetin devamına baktığımızda insanın Tanrı’nın yarattığı her şeyin üzerine “egemen”, yani Tanrı tarafından dünya üzerine reis olmak üzere atandığını görebiliyoruz. İşte ilk imginsanın konumu, gerçekten muhteşem ve görkemliydi.

Tanrı’nın dünyayı ve tüm evreni insan için özellikle yarattığını söylemek çok iddialı gibi gelebilir, fakat bu konuda bilim de Kutsal Kitap’ın dediklerini doğruluyor. Burada bilim adamlarının keşfettikleri ilginç bir gerçeğe kısaca değinmek istiyorum. Buna “Antropik İlke” denilir. Bilim adamları evrenin dengelerinin ve tabiatın genel düzen ve ahenginin tümüyle insanın dünyada rahatlık ve güvenlik içinde yaşayıp türemesi için düzenlendiğine dikkat çekiyorlar. Başka bir deyişle, evrenin hassas dengelerinden her hangi birinde en ufak bir değişiklik olursa, insanın dünya üzerinde yaşayışı tehlikeye girer.

Örneğin, dünyamızın uzayda bulunduğu konumuna bakarsak, dünyamız güneşe bir az daha yakın olsaydı, dünyadaki ortalama sıcaklık dayanılmaz derecede olurdu. Aynı şekilde dünya güneşten bir az daha uzak olsaydı, soğuktan insan yeryüzünde yaşayamazdı. Buna benzer daha nice örnekler var. Atomik alanda, fizik, kimya ya da biyolojik kurallarında her hangi bir değişiklik ya da dengesizlik olsa, yine evrenin ahengi bozulur ve insanlık ortadan kalkar. Anlatılanlardan şunu anlıyoruz ki, sadece bu dünya değil, evrenin tümü insanın yaradılışına uygun bir şekilde tasarlanmıştı. Burada anlatılan gerçek, dünyada yaşayan insanın şans ya da tesadüf sonucu ortaya çıkıp kendiliğinden oluşmadığının kesin bir kanıtıdır. Sonuç olarak insanın çok büyük bir özenle belirli bir amaç uğruna yaratıldığını anlıyoruz.

Yaratılış kitabının ikinci bölümüne geldiğimizde ilk insanın yaratılışıyla ilgili ayrıntıları öğreniyoruz. Yedinci ayette Tanrı’nın ilk insanı nasıl yarattığını öğreniyoruz:


RAB Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu.” (Yaratılış 2:7)


Tanrı kendi Ruhundan insana can yani hayat verdi ve böylece yaşayan bir varlık oldu. Dolayısıyla ilk insan, yalnızca Tanrı’nın benzerliğini almakla kalmadı aynı zamanda içinde Tanrı’nın yaşam soluğunu da taşıyordu. Bundan sonra Rab “Aden bahçesini” yeryüzünde, insan için özel olarak hazırladı. Bu bahçede insan her türlü meyveli ağaçtan yiyor, tüm hayvanlarla barış içerisinde yaşıyordu.

Kutsal Kitap’a göre Aden bahçesi içerisinden dört büyük ırmak akıyordu: Pişon, Gihon, Dicle ve Fırat nehirleri. Yani Aden bahçesi eskiden büyük olasılıkla Türkiye’nin doğu civarında bulunuyordu. Tanrı Adem’i Aden bahçesine yerleştirdikten sonra bahçeye bakması ve tüm hayvanları adlandırması için onu görevlendirdi. Bu şekilde bir gün içerisinde Adem tüm hayvanları teker teker önünden geçirip adlandırdı. Görülüyor ki, ilk insan çalışan ve Tanrı’ya karşı sorumlu bir varlıktı. Adem tüm hayvanlara isim verdikten sonra kendisine uygun bir eş bulunmadığını fark etti. Tanrı büyük ihtimalle Adem’in, eşine ihtiyaç hissetmesi için onu bilerek önce yalnız yarattı. Sonra Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi ve uyurken onun kaburgalarından aldığı kemiğe şekil vererek kadını yarattı. Uyanınca Adem kadını gördü ve gayet hoşnut kaldı. İkisi cennet bahçesinde mükemmel bir uyum ve paydaşlık içinde yaşıyorlardı. Bu arada Adem ve karısı bahçede çıplaktılar, ancak günahın etkisi altında olmadıkları için utanc nedir bilmiyorlardı. İkisi de tam anlamıyla masum ve kutsaldı. En önemlisi Tanrı’yla tam ve kesintisiz bir iletişimde bulunuyorlardı. Tek kelime ile her şey mükemmeldi.

Şimdi ister istemez insanın bu orijinal haline bakınca kendi insanlığımızdan birazcık şüphelenmeye başlıyoruz. İlk insan ne kadar farklı ve harikaydı! İnsanın özellikle Tanrı’nın suretinde yaratılmış olması onu bambaşka bir konuma yükseltmişti. Tabii ‘Tanrı’nın sureti’ cümlesi hemen kafamızda bir soru işareti uyandırabilir. Tanrı ruhtur dolayısıyla fiziksel yönden O’na benzemek mümkün değildir. O zaman, insan hangi yönden Tanrı’nın benzerliğini taşıyabiliyor?

Kutsal Kitap’ın ayetlerine ve insanlığın genel niteliklerine baktığımızda insanı diğer hayvanlardan ayrı kılan ve Tanrı’nın suretini yansıtan birçok özellik fark edebiliriz. İlk olarak iletişim ve sosyalleşme konusunda Tanrı’ya benziyoruz. Tanrı konuşan, dinleyen ve iletişim kuran biri olduğu gibi ilk insan da hem eşiyle hem de Tanrı’yla mükemmel bir iletişim kapasitesine sahipti. Günümüzde de insanın iletişim kurmaya yönelik öyle dinmeyen bir merakı var ki, diğer gezegenlerde bile hâlâ bir yaşam belirtisi keşfetmeyi umuyor. Nedeni basittir, çünkü insan sosyalleşen ve iletişim kurmak için çabalayan bir varlık olarak yaratılmıştır. En önemlisi, ilk insan Tanrı’yla çok sıcak ve samimi bir diyaloga sahipti.

İkinci olarak Tanrı mutlak bir iradeye sahip olduğu gibi Adem’e da benzer şeklinde tam anlamıyla hür bir irade verilmişti. İnsan, Tanrı’nın kendisine verdiği düşünme ve tasarlama kapasitesiyle kararlarını bağımsız bir şekilde verir, her türlü planı yapar, teknolojik cihazlar icat edip aya bile seyahat edebilir. Günümüzde dahi insanın yapabilecekleri bu denli sınırsız ise, mükemmel yaratılan ilk insanın daha ne kadar güçlü ve engin bir zekâya sahip olduğunu tahmin edebiliriz.

Üçüncü olarak Tanrı sevebiliyorsa ya da acıyabiliyorsa demek ki duyguları da vardır. İnsan da aynı şekilde her türlü duyguya sahiptir. İnsan çok farklı ve çeşitli duygular hissedebilir. Dördüncü olarak nasıl ki Tanrı her şeyin egemeniyse, Adem de aynı şekilde dünyanın üzerine yetkili kılındı. Adem yeryüzünde Tanrı’nın temsilcisiydi. İnsan Tanrı’nın verdiği akıl, irade ve iletişim kapasitesiyle en karmaşık durumlara bile mükemmel çözümler yaratabiliyor. Elbette bunların dışında daha birçok benzerlikler var, ama dikkat edersek bu ortak noktalar fiziksel değil daha çok ruhsal ve zihinseldir.

Sonuncu ve en önemli özellik, ilk insanın Tanrı gibi kutsal ve pak yaratılmış olmasıdır. Ahlaki yönden tamamen masumdu. Kısacası ilk insanla Tanrı arasında ortak özellik bakımından dört büyük sıfat YETKİ, GÜÇ, İLİŞKİ VE KUTSALLIK olarak sıralanabilir. İşte insanı tüm diğer yaratıklardan ayrı kılan yani ilk insanı insan yapan bunlardı ki bu özelliklerin birçoğu hâlâ öz yapımızda görünüyor.

İlk atalarımızın yaşadığı Aden bahçesini düşünün… Sıkıntı, kargaşa, hastalık, facialar ve ölüm nedir bilinmiyordu. Adem denizdeki yaratıklar, gökteki kuşlar ve yeryüzündeki hayvanların tümü üzerinde yetkiliydi. Mükemmel aklı ile tüm hayvanlara hükmedip muhteşem ve barışçıl bir düzen sağlamıştı. Özellikle kendi eşiyle ve en önemlisi Tanrı’yla mükemmel bir ilişki içindeydi. Sonuç olarak öyle müthiş bir kutsallığa sahipti ki, utancın ne olduğunu bile bilmiyordu. İşte, insanın ilk hali böyleydi. Bu konuyu düşünürken Tanrı’nın yaratıcılığına hayran kalmış olan Davut peygamber, Mezmurlarda Tanrı’nın Ruhu’nun esinlemesiyle şunu yazdı:

Seyrederken ellerinin eseri olan gökleri, oraya koyduğun ayı ve yıldızları, soruyorum kendi kendime: İnsan ne ki, onu anasın, ya da insanoğlu ne ki ona ilgi gösteresin? Nerdeyse bir tanrı yaptın onu, başına yücelik ve onur tacını koydun. Ellerinin yapıtları üzerine onu egemen kıldın, her şeyi ayaklarının altına serdin; davarları, sığırları, yabanıl hayvanları, gökteki kuşları, denizdeki balıkları, denizde kıpırdaşan bütün canlıları. Ey egemenimiz Rab ne yüce adın var yeryüzünün tümünde” (Mezmur 8:3-9)


Evet, insan hakikaten mükemmel yaratıldı. Fakat ne yazık ki, etrafımıza baktığımızda, bu ilk modelden ne kadar çok uzaklaştığımızı hemen fark edebiliyoruz. Bir yerde bir şeyler çok yanlış gitmiş ki, Kutsal Kitap’ın ilk bölümlerinde gördüğümüz bu muazzam dünya manzarası ve ilk masum insan artık ortalarda görünmüyor. Peki, insana ne oldu ki?