XII. YARATAN’IN KAVRAMLARIN ÜSTÜNDEKİ GÜCÜ (Yeşaya 29:1-24)



Kutsal Yazılarda bizim her zaman Yaratan’ı anlamamız beklenmiyor. Fakat bizden beklenilen, güvenimizin her zaman tam olması. Çünkü artı ve eksiler bize gerçekten Yaratan’ı algılatıyor. Bu nedenle, “Yaratan iyi olduğunu gördü” (Yaratılış 1: 4, 10, 12, 17-18, 21, 25, 31) ifadesindeki o “iyi” kavramı, Yaratan’ın yarattığı her şeyin, aslında kendi içindeki eksikliklerin bile belli bir tamlığın sonucunda olduğunu bize göstermektedir. Çünkü bu haliyle Yaratan’ın dolu dolu yarattığı her şeyde O’nun doluluğu, tamlığı açıklanmaktadır. Bizdeki eksiklik, bizdeki kötülük dahi o tamlığın bir unsuru, bir kısmıdır ve tamlığın devamı için varlığını sürdürmektedir. Bu nedenle, eğer Yaratan bizden gizleniyorsa aslında bu bizim gizliliğimizdir. Ancak Resul Pavlus’un ifade ettiği gibi, “Allah’ailişkin bilinen ne varsa, gözlerinin önündedir (Romalılar 1:19); bütün kutsal kâinat kitabı aslında bize ayet ayet Yaratan’ı ilan etmektedir. Efendimiz, “Baba ve ben biriz”(Yuhanna 10:30) diyerek çok açık bir ifadede bulunmaktadır. Efendimiz, bu birlik içinde gizliliği bize, “Ben gerçek asmayım ve Babam bağcıdır” (Yuhanna 15:1) ve “Ben asmayım, siz çubuklarsınız” (Yuhanna 15:5) sözüyle belirtiyor. “Çubuk asmada kelmazsa kendiliğinden meyve veremez” (Yuhanna 15:4). Eğer bu birlik algısı içinde kişi, gerçekten Mesih’le bütünleşen bir seviyede değilse, gizliliğin kendisine ifşa olunması, açıklanması mümkün değildir. O zaman bu durumda hele hele Yaratan’ı hiçbir unsurda hissetmeyen ve tamamen kendi, “küçük ben”iyle varlığını sürdüren kişi çifte bir gizlilik içindedir. Yaratan onun için tamamen kapalıdır. Aslında kapalı olan kendisidir.


Demek ki, çift gizlilik ve tek gizlilik vardır. Doğal ışık olduğu halde esas Yaratan’ın ışığından hiç haberdar olmamak, sokaktaki çoğu insan gibi, çift gizlilik içinde tamamen Yaratan’dan kopuk bir “ben” olarak var olmaktır. Zaman zaman dinî seviyelerde bir şeyler yapıp, Yaratan’ı aramaya kalkmak ise “tek gizlilik” dediğimiz durumdur. Aslında burada da çok parçalı bulutlu bir havada güneşin çok az ve soluk bir şekilde ışınlarını hissedip hissetmeme gibi bir durum söz konusudur.


Ne kadar garip olsa da işini tamamlayacak, ne kadar tuhaf olsa da yapacağını yapacak (28:21)


Aslında garip ya da tuhaf olan her şey bizi uyandırmaya yöneliktir. Yaratılanın uyanması için garip, tuhaf şeyler olmalıdır. Yoksa doğallıkta uyanma, hele hele aşağıdan, yani insanın kendisini uyandırması mümkün değildir.


29.bölüme geldiğimizde İsrael’in acınacak durumundan uyandırılması için tuhaf olan, garip olan işler daha da artmıştır.


İsrael, yola çıkmış olduğu şekilde, Yaratan’ı edinme seviyelerinde istenilen ihsan ve sevgi düzeyine doğru yol almadı, yani Efendimiz Mesih’in kurtarışını giyinme noktasından Mesih’i, “yol, yaşam ve gerçek” noktasına taşımadı. Böyle yapsaydı, bu düzeyde yukardan uyandırılma ve Mesih’te ve Ruh’ta çalışma demek olan aşağıdan uyandırılmayla, Baba’ya yolculuğunda, “doğru bir yoldan gidecek” ve bu doğrultuda sürekli manevî edinimlerle devam edecekti. Daha dinî bir terminolojiyle, “bereket”, fiziksel olmayan esas hazzı hissetme, Allah’ın nurunun Mesih’inde ve Ruh’unda içte yansıması gerçekleşmiş olacaktı.


Yukardan ve aşağıdan uyandırılma aslında Müjde’nin işinin içimizde başlamasıdır. Burada artık kalp noktası bizi hızla, “yeni doğuşa” doğru götürmektedir. Görüldüğü gibi, insan Yaratan’dan ayrılan küçücük bir katre, bir zerre olarak, aslında bütün sınırlı ve eksik haliyle hâlâ Yaratan’ı bir ayna misali aksettirmektedir. Mesela kum üzerindeki küçük kristal parçaların yüzleri gerçekten yansıtmaya meyilli olanları, küçücük olmakla birlikte, koskoca güneşin ışığını içine alıp yansıtır, hem de öyle bir yansıtır ki, kişinin gözünü bile alabilecek güçtedir. Diğer tarafta eğer bu parçacıklar matsa güneşin ısısını üzerinde tutmakla birlikte bu ışığı yansıtmaz. Bu hakikaten güzel bir örnektir.

O zaman Yaratan, “zaferini, sırrını ve hükümranlığını”, daha doğrusu bütün varlığıyla gücünü, Kendi oluşturduğu kavramlarla Yaratılış düşüncesinde, ilan etmektedir. Bu nedenle, bizim anlamamız ya da anlamamamız, bizim değerlendirmemiz ya da değerlendirmemiz, “O’ndan başkası yok” (Yeşaya 45:5) ana temelini ortadan kaldıracak değildir.


Sadece bu durumu görmek ya da görmemek kişinin, Yaratan’dan gizlenmesi ya da gizlenmemesi anlamındadır. Eğer yaratılan gizlenmeye devam ederse bir yolla, “ben”den “BEN”e çekilecektir. Bu ya arkadan itmeyle, “acıların yoluyla çekiş” ya da “önden çekmeyle”, yani kişinin Mesih İsa’yı yüreğine alıp kurtarışını gönenmesi ve Ruh’un rehberliğinde Yaratan’ı, yani Kelam’ı çalışmasıyla olacaktır.


Yeşaya’nın bu bölümünde tuhaflık ve gariplikler aslında İsrael’in Yaratan’ıyla bağını kesmesinin, grupla maneviyat çalışmayı kesmesinin sonundaki uzaklaşmalarının sonucundadır. Bu sebep ve sonuç ilişkisinde tuhaflıklar ve gariplikler öncelikle bakiyenin dikkatini çekecektir.


Bu bölümde adeta Yaratan’ı edinmek için, O’nun aklına tutunma, yüreği O’nun ışığına açma ve sonunda yüreğin yükselişiyle manevi olarak yükselmenin önemi ve gerekliliği vurgulanmaktadır. Ve Yaratan’ın müjdesinin gücü, Ruh’un gücüyle, içimizde Efendimiz Mesih olarak belirir, bize bir hayat deneyimi olur. Yaratan’ın zaferi bizde belirir ve Yaratan’la eşit formda mantık ötesi bir yolda ilerlememizi sağlar. Böylelikle Yaratan’ın sırrı bizde belirir ve Yaratan’ı edinme ve mantık ötesinde O’na yükseliş, bize, “göklerin hükümranlığının” kapılarını açar. Bu durumda da bizde Yaratan’ın “her şeye kadir olma” durumu, yani hükümranlığı belirir.


A. YARATAN’IN ZAFERİ


Sen yıla yıl kat, bayramların süredursun (29:1)


Yukarda değindiğimiz gibi, tek gizlilik aslında Yaratan’ı fark eder gibi olma durumudur. Esas olan, Yaratan’ın insandan gizli olması değil, insanın kendisine Yaratan’ın gizli olabileceği bir koşul oluşturmasıdır. Bu nedenle, Yeşaya’nın bu bölümde Yeruşalim’e, “Ariel”, yani “ey, sunağın kalbi” diye hitap ettiğini görüyoruz. Bir anlamda böylesi önemli bir “ihsan ve sevgi” konumunun hatırlatıldığı yerde insanların yalnızca yılları, ayları ve bayramları tutmak gibi dinî yaklaşımlarda bulunduklarına ve dolayısıyla aslı kaçırdıklarına dikkat çekilmektedir.


Evet, esas olan yerin kutsallığı değil, kişinin o yerde “ihsan ve sevgiyi”, yani Yaratan’ı edinip edinmemesidir. Ve eğer sunu söz konusu ise demek ki, simgesel olarak Yaratan’ın “ihsanı” bir anlamda algılanmaya çalışılıyor demektir. Ama diğer yandan bu sunu, “yaşayan bir kent” olarak tanımlanmaktadır. Bir diğer ifadeyle, demek ki, Yaratan’ın ihsan ve sevgisini algılayıp arzularının üstüne çıkıp yaşayanların kentidir Yeruşalim, bunu idrak edenlerin diyarıdır. Bir manada burada, “mana yoluna çıkmışlar”, ihsan ve sevgiyi yaşayanlar vardır. Oysa bu ne kadar doğrudur? İnsanlar böyle bir diyarda “elleri ve kollarıyla”, kendi takvimleri ve alma arzuları ve bencillikleriyle, “yıla yıl katmakta ve bayramlar” icat edip kutlamaktadırlar.


Kısacası, aslında insanlar kendi dinî seviyelerinde, izlenimlerini bile karşılayamaz duruma gelmektedirler ve sonuçta da sürekli alma arzuları Yeruşalim’in, yani alma arzusuna köle olmuş yüreğin her alanını sarar, ona saldırır durur.


Musa, Sina dağına çıkmadan önce Sina dağı kutsal bir mekân değildi. “İhsan”ı gören bir dağ değildi, insan o dağın üstüne, yani kendi benliğinin üstüne ne zaman çıktıysa işte o zaman, “Sina kutsal bir yer oldu”. İşte o zaman, Yaratan’ın huzurunda kendisine, “çarıklarını çıkarması için” uyarıda bulunuldu (Çıkış 3:5). Ve Musa, Yaratan’la artık “yüz yüzeydi”. Ne zaman ki, Musa bu dağdan “nur saçan” yüzüyle aşağıya indi (Çıkış 34:29), yürümeye ve yine yaşamın, günlük işlerin içine girdi, artık “Sina’da hayvanlar otluyordu”, artık o mekân kutsal değildi.


Efendimizin suretinin değiştiği anda Musa ve İlya’yla yüzleşmesinde de, farkındaysak yine, “benlerin üzerinde” ruhta fakirleşmiş bir yürek vardı. Ve o gün orada, “Mesih’in görünümü değişmişti” (Matta 17:2; Markos 9:2; Luka 9:29) , o an o mekân kutsaldı. Ve Öz, Söz’ünün görünümünü Ruh’ta değiştirmişti. Ve geçmiş, bu anda, gelecekle buluşmuştu, Mesih’te Mesih çağı açılmıştı.


Şimdi demek ki, Yeruşalim’in, “Ariel” şeklinde isimlendirilmesinde esas, Yaratan’ın kentinin Yaratan’ı edinmiş kişilerin oluşturduğu bir mekân olmasıdır. Efendimiz, bu anlamda, “Nerede iki ya da üç kişi benim adımla toplanırsa, ben de orada, aralarındayım” (Matta 18:20) demektedir, yani Yaratan’ın o Yüce Allah’ın kenti, mekânı orasıdır. Ve orada o muhteşem Kâinatın Efendisi olan, “göksel Baba’nın ifşa edilişi”, lütufta kişisel olarak Mesih İsa’da ve genel olarak, şahadet olarak Kutsal Ruh’ta gerçekleşmektedir.


Oysa sağa ve sola sapan ve Yeşaya dönemindeki İsrael, yani Allah’ın nurunu ve lütfunu Mesih İsa’da kişisel olarak gönenmeyen ve Ruh’un rehberliğinde tanıklığını vermeyen inanan ise sadece yıla yıl katmakta ve bayramların ardı sıra koşmaktadır.


Olması gereken ise Yaratan’ın ışığının kendi “ben”imiz üzerinde perde oluşturularak yansımasında Mesih’in hayatının hayatımıza intikal edişidir. O zaman yürek eksikliğini görecek ve dolayısıyla Ruh’un açtığı ve Mesih’in nurunun yansıdığı yürek, eksikliğini görecek, dua inşa edecektir. İşte bu dua, insanın Mesih İsa’ya yükselmesi, yani kendisiyle Mesih arasındaki eksikliğinde oluşturduğu duayla kendisini ıslah etmesidir. İşte bu, hakikî duadır ve ıslah hakikî duanın cevabıdır. Bunun sonucunda ise yürek, “ihsana ve sevgiye” doğar, bu da, Yaratan’ı edinmedir. Yeni doğuşun gerçekleştiği bu dua ve ıslah sürecinde Mesih’e transformasyonumuz hamt ve şükranı birlikte getirir, Efendimizin öğrettiği duada yansıdığı gibi, kişi kâinatı artık içinde ve üç boyutta kucaklar. İşte bu, “sunağın kalbidir”, gerçek dua ve şükran ve ibadetin gerçekleştiği mekândır. Kısacası, bu yürek artık gerçek, hakiki, olması gereken Yeruşalim’dir. Bu yürek, “Allah’ın kentidir.”


Ama seni sıkıntıya sokacağım (29:2)


Kâinatta bu noktaya ulaşmayan kişiler için ise “acıların yolu” nettir. Bu insan, “rüyada yemek yediğini gören aç kişi gibi”, uyandığında hâlâ aç olacaktır. Kendi “benliği için almaktan” kurtulamayacak ve sonunda krize girecektir. Dünyanın bugünkü krizi gibi, çünkü “ben için alma arzusu” doğru yerde değilse ya aşırı dincilik, milliyetçilik ya da aşırı ekonomik çöküş halinde karşımıza çıkacaktır. Öyle de olmuştur. Dünya öğrenecektir. Ama acıların yoluyla kendi düşüşleriyle öğrenecektir.


Yaratan’dan kaçabileceğimiz yegâne yer yine Yaratan olacaktır aslında ama bunu eğer yürek Yeruşalim’i Ariel olarak görmüyorsa o zaman bir başka yolla, acılarla öğrenecektir. “Çünkü O’ndan başkası yoktur” (Yeşaya 45:5). Zaten bu nedenle Efendimiz O’na, “Benim değil, Senin isteğin olsun” (Matta 26: 39; Luka 22:41-42) demektedir.


Ruh güçsüzlüğümüzde yardım eder (Romalılar 8:26)


Ne zaman acılar yolunda sağa ve sola çarpmaya başlar ve Yaratan’ın şefkat tokatlarıyla karşılaşırsak o zaman, “Ben kimim? Neyim? Nerden gelip nereye gidiyorum?” diye sorgulamaya başlarız.. Ve dikkat ederseniz, “Ruh” bizim için “aracılık etmeye başlar”. Yaratan’ın nuru bizi aydınlatmaya, konumumuzu bize göstermeye başlar ve Efendimiz İsa’yla da olmamız gereken insanî seviye bize gösterilir. Yaratan ve yaratılanın bir olduğu nokta, “Baba ve ben biriz” (Yuhanna 10: 30) noktasıdır. İşte artık Kâinatın Efendisi’ni fark etmeye, O’nun Mesih’indeki müjdesini, Ruh’unu fark etmeye başlarız.

Kısacası, O’nun zaferi, “her bir can üzerinedir”. Çünkü bu, “ikinci gelişe” dek sürecek olan bir farkındalık sürecidir ve dibe vurmadan elde edilemeyen bir koşuldur, yani “her insan diz çökecektir” (Romalılar 14:11). Efendimizin ifadesinde olduğu gibi, bize düşen, kendimizi inkâr edip haçı yüklenmek, kendimize ölümümüzü yüklenip Efendimizi izlemektir (Matta 16:24; Markos 8:34; Luka 9:23). Bu, galip bir yaşamdır. Bu yaşama, ya “mana yoluyla”, yani “kalp gözümüzün açılıp Mesih’in yüreğimizde yansımasıyla, “Mesih olmaya çalışmakla”, “mana çalışmasıyla” gelebiliriz ya da dediğimiz gibi, “benimizin farkındalığı için ağlayış ve diş gıcırtısı (Matta 8:12; 13:41-42; 13:49-50; 22:13; 24:48-51; 25:30; Luka 13:28) köşesine çekiliriz.”


Ve hele hele Allah’a dindarlık yaparak, yağcılık ve hatta dua rüşvetleriyle gelmeye kalkanlar için hiçbir yol yoktur.


B. YARATANIN GİZEMİ


Şaşırın şaşkına dönün, çünkü RAB size uyuşukluk ruhu verdi (29:9-10)


Yaratan’ın Ruhu capcanlı bir Ruh’tur, kâinatın bütün canlılığı O’ndadır, O’ndandır. O zaman durum çok nettir. Özellikle tek ve çift gizlilik içindeki kişi üç aşağı beş yukarı aynı durumdadır. Yaratan’ı gören gözü bir manada kendisi kör etmiştir. Dolayısıyla, içindeki koşulların böyle bir gizliliği getireceği de kâinat formatının yazılışında belirgin olduğu için, “ o koşulda olan Yaratan’ı göremez, edinemez” formülü doğrultusunda, bu koşul aynı zamanda Yaratan tarafından doğal olarak zaten mühürlenmiş bir koşuldu.


Yeşaya bu koşul içinde inandığını söyleyen dindarından sokaktaki adama kadar insanların içinde bulunduğu bu gaflet ortamından oldukça rahatsız olduğunu ifade etmektedir. Çünkü dikkat ederseniz, dünyadan kopmamış ve Mesih’in, “kendini inkâr” prensibini ve “dostları uğruna kendini feda” ilkesini bilmeyen inanlıların geldiği durum, sokaktaki adamın durumundan çok farklı değildir. Biraz Yaratan’ı, Mesih’i ve Ruh’u duyması açısından, “tek gizlilik” diyebileceğimiz bir koşulla, “hiçbir şeyden habersizin” “çift gizlilik” koşulu arasındaki fark söz konusudur burada.


Bu iki tip kişi görüntüsünü 11 ve 12.’de açıkça görüyoruz. Eğitimlinin cevabı, “Okuyamam çünkü mühürlenmiş” ve eğitimsizin cevabı ise “Okuma bilmem” şeklindedir. Görüldüğü gibi, aslında her ikisinde de bir canlılık, Yaratan’ın o capcanlı Ruh’unu hissetmek mümkün değildir. Efendimiz İsa, “Bol yaşam için geldim”(Yuhanna 10:10) derken bu kişilerde adeta “dar bir yaşam” söz konusudur. Çünkü “Ben niye varım? Nerden geldim nereye gidiyorum? Kâinat ne? Yaratan kim?” gibi soruları sorma cesaretini bırakın, bu konuda en ufak bir kaygı, bir gayret bile görülmemektedir. Kısacası, bu koşulda üzerlerine çektikleri Yaratan’ın ışığı yoktur. Sadece her insanın doğal olarak aldığı ışıkla devam etmektedirler. Dikkat ederseniz, yüreğe Mesih İsa’yı aldığını söyleyen kişiler bile bu durumda sadece doğal ışığı, “bir inancı, bir dini kabul edecek kadar” var olan insanın kendini boşlukta hissetmemesi için var olan ışığı edinmişlerdir o kadar.


Bu halk bana yaklaşıp, ağızlarıyla dudaklarıyla beni sayar, ama yürekleri benden uzak (29:13)


Bu ifade zaten her şeyi özetleyen bir ifadedir. İnsanlar bir gruba katılım zihniyetiyle, anlasın anlamasın, sorgulasın sorgulamasın, tatmin olsun olmasın “aidiyet” duygusuyla kendilerini, inançlara, felsefelere, mezheplere, dinlere atarlar ve birbirlerinden gördüklerini duyduklarını taklit ederek uygularlar.


Oysa Yaratan bütün Kâinatın Efendisi’dir. Gözden kaçırılan budur. Böylesi muhteşem sistemlerin arkasındaki o muhteşem Yaratan düşüncesi hiçbir zaman dar yollara sığdırılabilecek bir yapıda değildir. Olmadığı gibi, kâinatta her insanın düşüncesi dediğimiz düşüncelerin kökeninde de Yaratan düşüncesi olduğuna göre, “O’ndan olmayan, O’ndan gelmeyen bir düşünce, bir ışık yoktur”. Aksi takdirde “her şeyi Yaratan” olması, “alfa ve omega”, yani “başlangıç ve son” olması (Vahiy 1:8; 1:11; 21:6; 22:13) ve “her şeyin iyi olduğunu” görmesi söz konusu olamaz.


O zaman insanların 13. ayetteki gibi, “birbirlerinden öğrendikleri buyruklar sonucu korkular” oluşturdukları, kısacası, Yaratan’ı O’nun Mesih’ini, Ruh’unu, kurtarışını, bağışlamasını, lütfunu, sevgisini hep birbirlerine göre değerlendirmeleri söz konusudur.


Ve Yaratan için esas olan bu değildir. Mesih’i giyinen her bir fert, bağışlanmaktadır, “bencilliğinden ötürü kendisi için almaya gösterdiği dikkatin” ortadan kaldırılmasıyla, yüzünü, esasında bütün yüreğini, “ihsana” çevirmektedir. Bu da Yaratan’dır. Yaratan, “ihsan ve sevgidir”. Efendimiz İsa Mesih’in yaşamıyla aksettirdiği de budur.


Fakat dikkat edersek, burada, “saran ışığın”, yani Allah Ruh’unun, Kutsal Ruh’un öncelikle açtığı kalp noktası Efendimizin sözü, yaşamı, öğretisiyle büyür, Ruh’la yeniden doğuş başlar ve Mesih orada büyür ve kişi o noktada Yaratan’a yürür. İşte bu, hakiki gerçek İsrael olmaktır. Bu, “ben”ine düşürülmüş insanın, “ben”ine bakan bütün iç gözlerini, Kâinatın Efendisi olan Yaratan düşüncesinde Yaratan’a yükseltmesidir. Bu başarı yukardan ve aşağıdandır. Önce yukardan gelen ve yüreği açan Yaratan’ın ışığı ve sonra Mesih olmayı Ruh’la çalışarak arzulayan “ben”in gayretidir.


Lütuf ve kurtuluş elbette Yaratan’dan, Ruh’la Mesih’te yüreğe gelir. Diğer taraftan, “on bakire meselinde olduğu gibi”, gayretle kurtuluşu gönenmek ise aşağıdan, yani kişinin ferdi olarak,“ihsan ve sevgi”yle mana çalışmasından kaynaklanır.


İşte şu din, bu din, bu mezhep, şu mezhep, bu felsefe, şu inanç bütün bunlar, atmosfer gibi sadece dünyayı saran adeta insanî fısıldaşmaların, dedikoduların, “ben” çekişmelerinin, “alma arzusunun bencil mücadelelerinin” sonucudur. Bu nedenle, “halk bana yaklaşıp ağızlarıyla ve dudaklarıyla beni sayar” denmektedir. Oysa esas olan, “yürekleri…” sözcüğüdür. Peygamber Yeremya’nın ifadesinde de esas bu vurgulanmaktadır; “(esas yürünecek yol-şeriat yani yasa) yüreklere yazılacaktır”. İşte o vakit Efendimizin aramızda doğduğu andır. Mesih’in, “iki ya da üç samimi yürek imanlısının arasında” bulunduğu andır. Aynı zamanda bu, birçok inanç ve dinin sahiplenerek kullanmaya kalktığı şu meşhur, “altın nesil, aslında Mesih çağıdır”. “Kimsenin kimseye Yaratan’ı bilin diye öğretmediği” o meşhur çağ... Dikkat edin, eğer kimse böyle bir gurur içinde değilse, yani “Benim inancım senin inancını yener”. “Biz ilkiz, biz sonuz, biz en iyiyiz, en gerçeğiz” diyemiyorsa o zaman bu çağ Mesih çağıdır. Dinlerin, mezheplerin, felsefelerin, inançların üstünde Yaratan’ın edinildiği, “Kâinat Kitabı’nın okunarak keşiflerle, bilimle, ilimle” Yaratan’ın Mesih’inde olunduğu ve O’nun Ruh’uyla kâinatın özellikle manevi manada üstüne çıkıldığı dönemdir. Esas yüreklerin derinliklerinde istenilen, arzulanan ama hep insan etkisiyle ve bir yığın insan öğretilerin etkisiyle dile gelmeyen, esasında bu inanılmaz arzudur. Kısacası, bu program yüreklere çoktan yüklenmiş ama insan bütün öğretilerin, birbirini bilgilendirmenin sonucunda “tek ve çift gizlilik” nedeniyle bu küçücük noktanın kendisini ifşası henüz sağlanamamıştır.


Bunun ifşası da ancak ya yukardan ya da aşağıdan şafağın sökmesiyle başlayacaktır. Ya Efendimiz İsa’nın, Petrus’a, “Bu sırrı sana açan…göklerdeki Babam’dır (Matta 16:17) dediği gibi açılacak ya da aşağıdan sadece O’nu öğrenme, yürekle O’nun esas kurtarışını, Mesih’i ve Ruhu’yla yaptıklarını algılama ve yaşama indirgeme gayretleriyle açılacaktır.


Bu tarz dindarlık taslayarak yaşayanların sonuçsuz yürüyüşlerini, Matta 15’de Efendimiz Mesih İsa’nın da Yeşaya’daki sözlerle net bir biçimde yüzlerine vurduğunu görüyoruz. Bütün bu sözlerin, öğretişlerin, inançların ve mezheplerin hepsinin üstündeki esas, Yaratan’ı edinmektir ve biz Mesihleşerek Yaratan’ı edinebiliriz, bu da Ruh’la olur. Burada sır budur. Aslında insanların kendi öğretileri, dindarlıkları ve dar görüş alanlarının yarattığı tek ve çift gizlilik bu sırrın üzerini örtmektedir. Yaratan’ın bütün bu ruhları Kendisini daha net algılamaları için, “benlerinde düşürmesinin” ve sonra bütün kâinatla, Ruh’uyla ve Mesih’iyle Kendisini ifşa ederek, ruhları “kalp noktaları”yla Kendisine geri çağırmasının” sırrı ve süreci gizlemektedir. Bu gizleme ise bu alenî hakikati, “Yaratan’ın Sırrı” olarak bir giz perdesi arkasındaymış gibi bir hale sokmaktadır.


İnsanlar ve günümüz kiliseleri bütün bu gerçeklerden bihaber kendi oluşturdukları, “İsevî bir inancın ardı sıra” kendi kendilerine günah, tövbe, lütuf, özgürlük, tapınma, yürek yaraları, günahları itiraf, kilise sırları, bayramlar, oruçlar, tapınma şölenleri, toplantılar icat edip devam edebilirler. Ama bu anlatılanlar, Kutsal Yazılardaki esas vurgular, hep “gözle görünmeyen bir iç noktasında gerçekleşen hadiselerdir”. Esas her şey orada olmaktadır. Bu nedenle, Efendimiz Mesih İsa, “Dua ettiğiniz zaman iç odanıza çekilin” (Matta 6:6) gibi bir ifade kullanmış ve çoğu geceler tek başına çekilmiştir. Bu noktalara bakmak bile, samimi bir Mesihî anlayışın günümüzün anlayışlarından, inanç öğretilerinden ne kadar uzak olduğunu göstermeye yetip artmaktadır.


Şaşılacak bir şey yapacağım, bilgelerin bilgeliği yok olacak (29:14)


İnsanların değerleriyle Yaratan’ın değerlerinin aynı şekilde çalışmadığının en güzel örneği, İsa Mesih’in müjdesinde açıkça belirgindir. Efendimizin öğretişleri sözlerden ziyade yaşamındadır ve zaten etkin olan da budur. Yaratan, “ihsan ve sevgi” olan varlığını “oğul”da, yani “birlikteliği o denli” belirgin “İnsanoğlu’nda” ifşa etmişti. Böylelikle gerçek ilahî yaşam, O’ndan başkası yok (Yeşaya 45:5) kavramının bizden ifşasındadır. Böylelikle Yaratan’ın zaferli yaşamı, sır perdesini yırtıp, esas gerçeklerin öne çıkmasıyla bizden ışımaya başlamış olacaktır.


C. YARATANIN HÜKÜMRANLIĞI


Ne isterse yapar (Mezmur 115:3)


Yaratan her şeyi doluluğunun ihsan ve sevgi olarak Kendisinden taşması sonucu bütün ayrıntılarıyla kâinatı yaratmıştır. Bu tamamen içten kaynayan bir olgudur ve Ruh, taşkınlığında küçük ruhlara bölünerek, her bir ruh, “ben” denilen, kişinin kendini algılama noktasına getirilmiştir. Bu, “Yaratan düşüncesinin” harikalığıdır. Çünkü bu noktada artık insana düşen, en dibe, yani “benin en üst arzularına” temas edip yukarıya, esas bütün olan “BEN”e zıplamasıdır. Bütün bu iniş ve çıkış aslında tamamen “düşüncenin” aktivasyonudur. Her şey plan dâhilindedir ve bu planda özgürlük yoktur. Özgürlük sadece bu planı görüp, bu planı etüt ederek ilerlemeyi ya da itilmeyi beklemekti.


Mesih İsa’da kurtuluş bu planı algılamak, önden çekilmek, mantık üstüne çıkarak Yaratan’a yürekte kavuşmaktır. Bu “kalp noktası” açılmadıkça kişinin yalnızca kendi dar görüş alanında gördüğü kadar hareketi söz konusudur.


Bizi kim görecek, kim tanıyacak? (29:15)


Bu düşünce, “insanın benini besleme” koşuludur. Oysa hava bütün dünyayı kapsamakta ve içinde yaşam sağlanmaktadır. Eğer hava yoksa yaşam yoktur. Ve kimse bu havadan özgür değildir. Özgür olmaya kalkan ölecektir. Tek özgürlük temiz havalı yerleri seçmek ya da kirli havalı yerlerde kalıp yaşamaya gayret etmektir. Bunun dışında özgürlük yoktur. Kısacası, hayatımıza “hava” hâkimdir, hükmetmektedir. İşte, aslında Yaratan’ın, “her şeye kadir olması”, “O’ndan başkasının olmaması” kavramı da budur. O’nun gücü bütün bu kavramların üstündedir. “Yaratan düşüncesinde” her şey ama kâinattaki her şey yerli yerinde, düzeyinde, formülleri ve koşullarıyla kayıtlıdır. Bu aynı zamanda inanılmaz bir güvenceyi de beraberinde getirmektedir.


Doğa eğer kendisiyle ters gidilmediği ve ona uyum sağlandığı sürece, farkındaysanız, kendini temizler, yeniler. Yaratılmış olan insan da, Yaratan’ın Mesih İsa’da sunduğu ve Ruh’uyla pekiştirdiği yaşamında Yaratan’ın doğasına uyum sağladığı sürece, aslında, Yaratan’ın suretine dönüşüm sağlamış olacak ve lütuf kurtuluşu onu gönendirmiş olacaktır. Böyle bir yaşamda hâkim olan doğadır. Sıkı giyinmiş, palto giymiş kişi için yağmur, soğuk, fırtına artık sağlıksız değildir. Yaratan’ın doğasına uyumlu olmak O’na benzemektir, O’nu edinmektir. Kısacası Mesih’i giyinen kişide Yaratan’ın hükümranlığı hâkimdir, çünkü O’nun hükümranlığı karşılıksız doluluktan saçılan, dökülen bereket ve ihsandır. Aynı şekilde hakiki sevginin kaynağı karşılık beklememekte, sadece verme aksiyonunu hiçbir alma beklentisi olmaksızın sunmaktadır. Bu, kâinatla uyumlu, dolayısıyla Yaratan’la uyumlu yaşamdır. Efendimizin haçta ölümünde uyum için, “ben”ine ölmesi sonucunda dirilme bu şekilde gerçekleşmiştir. “Tohum bereketli toprağa ancak böyle bir koşulda düştüğünde” ürün veren bir biçimde dirilmiş, meyvedar bir ağaç ortaya çıkmıştır.


O gün sağırlar kitabın sözlerini işitecekler (29:18)


Alçaltılan yükseltilecektir, insan önce, “beninde alçalmalıdır ki”, yüksekliği algılasın. Toprağa düşen İsrael, bütün “benlik” çıkıntıları yontulduktan sonra Mesih’te yepyeni bir nesil, “yeni antlaşma çocukları” olarak yeniden tamlığa doğru hareket haline gelmiş olacaktır. Bu nedenle, bu bölümün sonunda, her zaman ifade edildiği gibi, yine umut dolu bir tablo çizilmektedir. Ruh’un rehberliğinde ruhların Mesihleşerek Yaratan’ı edindiği ortam hep, “kurtla kuzunun bir arada yaşadığı” (Yeşaya 11:6) ve “kimsenin birbirine Yaratan’ı bilin diye öğretmeyeceği” bir ortam olarak karşımıza çıkmaktadır.


“Göklerin egemenliği”, Ruh’un rehberliği ve Mesih’in kurtarışının gönenilerek Mesih’in giyinildiği, Yaratan’la eşit forma dönüşümün sağlandığı o maneviyatın en üst derecesinde edinilen Mesihî yaşamdır. Bu yaşam tablosunda Yaratan’ın zaferinin etkin kıldığı lütfun Yaratan’ın sırrını ifşa ederek kişiyi Hükümranlığa taşımasıdır. Ve bu tablonun sonucunda Yaratan’ın kâinattaki bütün kavramların üstündeki etkin gücü açıkça ilan edilir.

Bu güçle, “düşkünlerin RAB’de buldukları sevinç artar ve yoksullar İsael’in kutsalı sayesinde, yani “ihsan eden ve seven Yaratan’ın” sayesinde coşar”.


Bu, “Baba ve Oğul’un Ruh’ta” bir oldukları andır. Biz de, o birde bir oluruz.