XIV. BARIŞ İÇİNDE YAŞAM (Romalılar 12:18-20)

Mümkünse elinizden geldiğince herkesle barış içinde yaşayın- Rom.12:18


Günümüzde bazı kelimeler sürekli olarak kullanılmaya başlamış olan kelimelerdir. Aslında bu tarih içinde de hep böyle olmuştur. Sevgi sevgidir, barış barıştır barış olmasına da uygulamalara geldiğimizde sevgi birden nefrete, barış birden savaşa dönüşüverir. Hatta bu bir anlık öfkenin getirdiği çok ağır bedellerle de imzalanır. Çok ilginçtir ama dört bin yıllık bir tarihe baktığımızda hani şöyle toplayıp çıkarma gibi bir şansımız olsa topu, topu üç yüz yılı barış içinde geçmiştir. O zaman insanların bazı kavramları neden bu kadar çok söyledikleri de ortaya çıkmaktadır. Söylemektedirler, kullanmaktadırlar çünkü gerçek hayatlarına bu kavramları oturtmaları hep zor olmuştur. Dolayısı ile zor olan bir şeyde dile vurmaktadır. Eğer tam olarak hayata oturtulmuş olsaydı zaten bu kadar dile dökülmesi mümkün olamayacaktı.


Aslında yaşama indirgeyememek bir bilinmez değil yaratılış gerçeğinde kişilerin hep “alma arzularındaki” o bitmek tükenmek bilmeyen hırslarıdır. Kısacası gönül gözleri, kalp noktaları bu konuda onlara açık bir kapı göstermedikçe de bu hep böyle gelmiş ve böyle devam etmektedir.


Bölünmeler aslında her kişinin kendi anlayışını başkalarının anlayışlarının üzerine bina etmesi noktasında başlamaktadır. Yani “ben bilirim” “ben anlarım” “ben” ve “ben”. Bu noktada dinlerin at başı olduğu bir dünyada dinlerin içindeki hatta aynı inanışların içindeki binlerce bölünmede net bir biçimde görünmektedir. İnsanlar bazen teolojik konular üzerinde incir çekirdeğini bile doldurmayacak konularda bölünmüşlerdir. Bazen de daha büyük konular üzerinde tartışmalarla birbirlerinden kopmuşlardır. Bazen de bu ayrılıkların temelinde pratikler yatmaktadır.


İster öyle olsun ister böyle olsun esasında Efendimiz Mesih’in sözlerinde de esas ruhların dikkatlerinin çekilmek istediği nokta nettir; “Ne mutlu barışı sağlayanlara! Çünkü onlara Allah oğulları denecektir”.


Aslında bu noktadan hareketle işaret yani Yaratan’la birlikteliğin işaretinin “barış” sözünde ifade bulduğu gerçeği vardır. Bu ifadeye baktığımızda “barış” aslında bir sabitliktir. Yani barışta bir hareketten ziyade bir oturmuşluk, bir dinginlik ve bir durağanlık vardır. Burada elbette hepimiz kainatı sorgulayabiliriz. Yani kainatta büyük bir hareketlilik varken durgunluğun esenlik getiren ve övülen bir şey olmasını nasıl açıklayabiliriz. Bunu şöyle açıklamamız mümkündür. Kainattaki bütün hareket belli durağan bir formül içinde, bir düşünce içinde yerli yerindedir. Yani “kaostan ıslah” hareketi durağan, yerli yerine oturmuş bir düşünce içinde, sabit ve değişmez ilahi Yaratan düşüncesi içindedir. O zaman durağanlık içinde hareketlilik, gaye içinde hareketliliktir. Bu da hedefin netliğini ve sabitliğini getirir ki, bu da Yaratan’ı edinme, O’nunla eşit formda olma anlamındadır. Dolayısı ile bu sabitlik Yaratan’ın niteliğini üzerimizde ifşa etmektir.


O zaman Mesih İsa’nın kurtarışını gönenmek Yaratan’ın suretine dönüşüm anlamındadır. Bu suret içinde “dağdaki vaazdaki” bir çok şeyle birlikte “barış” kavramı da esastır. Bu öyle bir durum ifadesidir ki, Mesih düzeyinin sizden yansıyıp yansımaması ile doğrudan alakalıdır.



İÇTEN DIŞA YANSIYAN IŞIK


Birbirinize sevginiz olursa, herkes bununla benim öğrencilerim olduğunuzu anlayacaktır-Yuh.13:35


Barış sadece sözde ifade edilebilecek ya da törensel birlikteliklerle görsele dökülebilecek bir kavram değildir. Bugün günümüzde dinler arasında ya da dinlerin mezhepleri arasında bir manada zorlama ile bir diğer manada belli bir görüntü ortamı olması için koşulların zorlamasında bir takım birlik söylemlerinden bahsedilmektedir.


Bunlar kalıcı olmadığı gibi herkes o birlik görüntüsü dağılımında hala birbirini rencide etme ve incitme peşindedir. Oysa Yaratan’ın Mesih İsa’da da çok net bir biçimde ifade ettiği “sevgi ve ihsan’ı” boşaltan olması dolayısı ile yarattıklarında da bu muhteşem Yaratıcılık özelliğini ifşa ettirme arzusudur. Çünkü ifşa olunursa Yaratan doluluğuna karşılık bulmuş olacaktır. O zaman bu ifşa bir manada mecburiyettir, bir diğer manada ise ifşa giyinilmediğinde bir eksikliğin mevcudiyeti söz konusudur. Yani her bir beden üstünde işleyen ruh düşmüş konumundan Yaratan’a yönelişe başlamaya davet edilmiştir. Ama bu davet edilişte yukarıdan verilen kalp noktasının açılma düzeyine gelmesi esastır. Bu düzeye geliş dahi bir başlangıç olup esas sulh noktası dediğimiz barış noktası Mesih’le birlikte yükseliş noktası olmaktadır. Bu noktada saran ışık yani Yaratan’ın Ruh’u artık Mesihleşmiş kişi ile bütünleşerek dışarıya ışığı yansıtmaktadır. Bu ışığın en etkin huzmesi, en iyi ışıması “barış, esenlik yüreğindedir”. Yani Osmanlıca aynı kökten hareketle bu sıralamayı aslında bize daha net göstermektedir. Kısacası ruhun barış noktasına gelmesi evvel emirde ıslaha geçişle söz konusudur. Her bir arzunun ıslahı o noktaya sulhu getirecektir ve sulhta selameti getirecektir. Biri olmadan bir diğerinin olması mümkün değildir.


Bu nedenle Efendimizin “Ne mutlu” demesindeki sebep buradadır. Çünkü “elden geldiğince barış içinde” olmak büyük bir aşamadır. Çünkü burada hadise içte başlamaktadır. Kendi ile ıslah, sulh ve selamet bağlantısı içinde olmayan kişinin diğer insan kardeşi ile ıslah, sulh ve selamet bağı oluşturması mümkün değildir. Oluyor görünse bile her an kopmaya hazır ya da dışa vurulmasa da daima eksik, düzensiz ve problemlidir. Hatta kişideki bir çok sorunun kaynağı da bu noktadan kaynaklanmaktadır.




DOSTUNU KENDİN GİBİ SEVMEK


Herkesle barış içinde yaşayın..


Burada Pavlus ilk kez insanlar arasındaki barışı dile getirmektedir. Bu ilişki aslında bütün yaratılış temelinde kutsal yazılarca ifade edilmeye çalışılan bir gerçeği de bize getirmektedir. Bu gerçek Yaratan’ın muhteşem varlığını “sevgi ve ihsan O’lmasını” karşımdaki insanda görme gerçeğidir.


Bu gerçekte madde içinde sınırlılığımla göremediğim o muhteşem Yaratan’ı kutsal yazılardaki bir çok kutlu insanın edinimlerinde gözlemlediğim ve Efendimizin yaşamında gözlemlediğim gibi bir gerçektir. Göremediğim Allah’ı aslında gördüğüm insan ve iman kardeşlerimde nitelikleri açısından gözlemlerin. Doğruyu eğriyi bu yaklaşımlar içinde algılarım. Ama bu algılamamda insanları farklı koşulları ile, algıları ile, anlayışları ile kısacası renkleri ile algılayıp kabulüm esas olmak durumundadır. Eğer bu esas yerli yerinde değilse o zaman benim karşımda o hiçbir tarif ile ifade edemediğim Yaratan’ı ve O’nun Mesih’indeki kurtarışını ve Ruh’undaki ışımalarını ve işleyiş gücünü algılamam ve hatta değerlendirmem mümkün olamayacaktır.


O zaman bu algılayışın gerçekleşmesi için benim dalgalı bir deniz olmamam ufku net bir biçimde görmemle alakalıdır. Bu da “ıslah edilmiş arzularımda sulh’u yani barışı yakalamamla” mümkündür. Çünkü ondan sonra sulh’un uzantısı ve sonucu olan ve esas varmak istediğimiz şabat noktası olan yani durma noktası olan selamet denizleri gelmiş olacaktır. Bu da Yaratan’ı Mesih’inde edinerek Ruh ile O’na yükselmek anlamındadır. Bu da sonsuz yaşamın dünyada başlaması anlamına gelmekte ve zaten gelirken sonsuzluğun içinden geldiğim gibi giderken de yine bir plan ve program dahili sonsuzluğa doğru yolculuğa çıkmaktır.


Kısacası insanda Yaratan’ı ve Mesih’inin kurtarış gerçeğini ve Ruh’unun işleyişini görmem her şeyden önce insanla konuşan düzeyde ilişki kurabilmemle bağlantılıdır. Bu her şeyden önce benim yararımadır. Bu benim içindir.



MÜMKÜN OLMAYANI MÜMKÜN KILMAK


Mümkünse, elinizden geldiğince…


Pavlus, burada iyi bir öğretmen olarak aslında gerçekçi bir yaklaşımla konuyu ele almaktadır. Çünkü esas olanı burada yansıtmaktadır. İmanın sadece anlatılan sözleri tasdik olmadığı ancak Yaratan’ı edinme yani O’nun suretinde O’na benzememizi sağlayan niteliklerimizi ifşa da etkin olmamızla alakadar olduğunu dile getirmektedir. Eğer bizler gerçekten diğer insanlarla barışçı isek, huzur içindeysek, onların bizden bir şikayeti yoksa o zaman hakikaten Yaratan’ı edinmiş bir durumdayız demektir. Mesih İsa’nın bizi “benliğimizden, kötüden” kurtararak gerçekten “aflığa” “Yaratan formuna” “O’nun istediği standart a” getirdiğini görüyoruz demektir. Ama bu kolay mıdır?


İnancı edinim düzeyinde algılamak zordur. Çünkü gerçekten doğal bir yaşam içinde Yaratan’ın mesela herkesle sulh içinde olma, barış içinde olma bağlamındaki o muhteşem “sevgi ve ihsan” kaynağından kaynaklanan niteliğini yansıtmamız ancak edinim anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi bu aşağıdan gayret ve yukardan verileni birleştirmekle mümkündür. Bu “kötü gören gözü” çoktan kör etmiş olmakla mümkündür. Bu maddenin kamaştırdığı gözlerimiz üzerine gözlük takmamızla mümkündür, bu “ben, ben, ben” diye bağıran “benimizin çığlıklarına mecaz anlamında ifade etmek gerekirse kurşun döküp susturmak” demektir. Bu da hiç kolay değildir. Ve Pavlus Resul bu noktada bunun için üstüne basa basa, daha başından “mümkünse, elinizden geldiğince” gibi gerçekçi bir yaklaşımı irdelemektedir.


Bu gerçekçi yaklaşımda aslında bu yaklaşımı zor konuma getiren iki nokta vardır: a) Başkalarının davranışları barışı, sulhu negatif hale getirebilir ve b) samimi imanlı bir kişinin içinde bulunduğu koşullar bu kişinin barışı, sulhu negatif hale getirmesine yol açabilir. Görüldüğü gibi bu hiç de kolay bir adım değildir. Çünkü her şeyden önce her iki taraf içinde geçerli doğrular, paklık anlayışları gibi temel kaideler vardır. Bu doğrudur. Hatta gerçekçi olduğumuzda bazen barışın olmasının mümkün olmadığını gördüğümüz hallerde vardır. Ama gerçekçi olma durumumuzda bile gerçekçiliği “olumluluk” sınırları içinde ele almanın bütün kainat için ve hatta olmayacak bir durumu bile en azından ıslah sınırları içinde tutabilecek bir gücü olduğu muhakkaktır. Yani en azından barışın hiç olamayacağı noktalara varıldığında bile çatışmayı oldurmamakta barışı korumak anlamında ve insanla konuşan düzeyde insanca irtibatı korumak anlamındadır. Esasında kutsal yazılar içersinde bu “olumlu” yaklaşımlar için birçok ruhsal hikmet sözleri bulmak mümkündür.


Mesela Süleyma’nın Mesellerinde “ Nefret çekişmeyi azdırır, sevgi her suçu bağışlar” sözü buna güzel bir örnektir.



EGO’YU KULLANMAMAK


Kimseden öç almayın…


Barış içinde yaşamın en önemli temel unsurlarından biri de gerçekçi olabildiğimiz kadarıyla aynı zamanda egoyu da kullanmamaktır. Bu mümkün müdür? Aslında gerçekçi olduğumuz da elbette mümkün olabilir. Çünkü her şeyden önce “ego’suz” yaşamak mümkün değildir. Ama hep söylediğimiz gibi “ego” kainatta iki yönlü işlemektedir. Bir bunun düşmüş insan düzeyindeki “kendi rızası için” alma yönü bir diğeri ise “başkası rızası için” alma şeklinde olan Yaratan yönüdür. O zaman “ego’yu” anlık durdurmalar bile esasında bizi, bizim yönümüze doğru taşımayı durdurma anlamına geleceği için o noktada aslında kötüye harekettense durma karı diyebileceğimiz bir kar söz konusu olmuş olacaktır.


Aslında barışçılığı, onun içindeki esenliği bozan en büyük unsur hiç kuşkusuz “kendi rızam için almak” olduğuna göre “benimi” rencide eden her bir olayda “olayı doğrudan benime hakaret addettiğim” için savunmaya ve öce yöneleceğim kesindir. İşte bu yönelişte doğal olarak beni barışçılıktan uzağa atmış olacaktır. O zaman burada Pavlus’un da söylemeye çalıştığı budur. Yani öncelikle yine bir ıslah söz konusudur. Bu işin zorluğunun bilincinde bir ıslah önemlidir. Bu ıslah, sulhu getirecektir ve sulhta selameti getirecektir. Bunlar zincirleme olarak birbirlerine bağlıdır.


Bu zor durumda aslında “boomerang” yani kişinin yaptıklarının sonucunu aslında dünyada görmesi gerçeğini hatırlamak çok önemlidir. Genelde bütün sorunların temelinde benim “benime” olan bağlılığım ve bu bene yapıldığını düşündüğüm saldırılar bulunmaktadır.

Oysa “benimi” aşağıya çekebildiğim durumlarda karşıdan geldiğini düşündüğüm bir çok atağın beni tam olarak yaralamadığını görmem mümkündür. Aynı şekilde karşıdaki kişinin eğer gerçekten bana haksızlık yaptığını düşünüyorsam o zamanda yapılan bu haksızlık aslında kişinin kendine yaptığı haksızlık olarak görülmelidir. Çünkü kainat ister istemez bir “geri ödeme, bedel ödeme” sistemine göre çalışmaktadır. O zaman bu sistem içinde doğaya aykırı davranmanın bedeli çoğu zaman insanlığın mahvına yol açtığı gerçeği hep önümüzde durmaktadır. Ve bu kişiler içinde geçerlidir. Yani ferden ferda kendi hayatlarımızda da aslında her yaptığımız davranışın karşılığı olarak bize geri dönecek bir şey olduğunu hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Eğer bu yaklaşımla bizi iten, rencide eden, zarar veren, haksızlık içine sürükleyen olaylara tepki vermemiz. Yani daha dini bir terminolojiyle her şeyde olduğu gibi bu gibi konularda da “öcü sahibine” devretmemiz aslında otomatik olarak insan düzeyinde barışı sağlayacak olandır.


Bir diğer husus eğer bize karşı olduğunu düşündüğümüz durumlara bir karşı atak gerçekleştirirsek bize karşı oluşturulan sebebe sonuç olmaktan başka bir şey yapmamış oluruz. Oysa Efendimiz Mesih İsa’nın “bir yanağınıza tokat atana öbür yanağınızı çevirin” şeklindeki öğretisinde olduğu gibi sebeplerin sonuçları değil, sebeplerin karşısında siz sebep olarak karşı taraftakini sonuç durumuna koymanız gerekmektedir. Çoğu zaman Mesih’in bu tarz öğretiş ve tavrı bir aşırı abartı bir alçak gönüllülük hatta aptallık olarak yorumlanmaktadır. Oysa burada tokat atana diğer yanağını çevirmek zor olandır ve karşı tarafı allak bullak edecek bir durumdur. Yani karşı taraf bir hareketin esas sebebi ve güçlü tarafı iken birden bire bu güç ve sebep olma durumu elinden gitmektedir. Oysa sizin sinirlerinize hakim olamayıp karşı tarafa saldırmanız ise kolay olandır. Çünkü bu anlık reaksiyondur ve karşı tarafı çok daha fazla tahrik edip memnun edecek bir durumdur. Karşı taraf zaten sizin sonuç olmanızı ve böylelikle gayesine ulaşma derdindedir ve bir çok savaşın, kavganın, dövüşün, hakaretin, aşağılamanın ardı arkası kesilmez nedeni de zaten bu noktada gündeme gelmektedir.

Görüldüğü gibi burada sebep olmak Yaratan’a ait bir nitelik olarak karşımıza çıkmakta ve eğer Mesih’in nitelikleri içinde ve Ruh’un rehberliğinde ve elbette kutsal yazılardaki tecrübi öğretime sadık bir biçimde olmak kaydıyla kişiyi sürekli olarak toplum içinde barışçı kılmaktadır. Çünkü Yaratan iyidir. O’nun bütün sebeplerin ardında herşeyi iyi için işlettiği bir gerçektir. Barış Prensi olan Efendimiz Mesih İsa’nın Kelam olarak yansıttığı o dingin ve esenlikli yaşamın, ölüme bile giderken bize sunduğu sükünetin arka planı bu noktadadır. Ve esas Mesihi yaşamda olması gerek olan Yaratan’ın ışığını yansıtma düzeyinde bir “sebep” olabilme ve hemen “sonuç” olmama gerçeğidir.



İYİNİN SÜREKLİ ETKİNLİĞİ


Düşmanın acıkmışsa doyur..


Buraya kadar edinmeye çalıştığımız Yaratan niteliğinde yani “barışçı” olabilme ve etrafımızın da “barışını” koruyabilme niteliğinde aslında üç aşağı beş yukarı belli bir çizgiyi takip ettiğimiz açıktır. Bu çizgide her şeyden önce fizik bedende manevi varlığımızın kurtarıcımız Efendimizin varlığı ile dolu olması yani her şeyden önce “sevgi ve ihsan O’lanı” edinmemiz çok önemlidir. Bu edinime de gerçekçi yaklaşmak yani dindarlık giysileri giyip çıkararak değil manevi edinimin Yaratan’la form eşitliğinin, Mesih İsa’daki kurtuluşun gönenilmesinin, Ruh’unda yaşamın esasında “benimize” aykırı olmasından kaynaklı sürekli bir zorlanma içinde olduğumuzun bilincinde yaklaşmamız gerektiği nettir. Bu gerçekçilik manevi edinimin yani Yaratan niteliklerin fizik dünyamıza doğal bir hayat olarak yerleşmesidir. Aksi takdirde “sokma akıl kar etmez” misali sokma maneviyatta bize sadece bir takım el kol ile idare ettiğimiz ve cennet çıkarı peşinde koştuğumuz basit bir din seviyesi getirmiş olacaktır.


Gerçekçilik yaklaşımı aşamasından sonra bir diğer aşama ise her konuda sonuç olmak yerine sebep olmanın esas Yaratan niteliği olduğu gerçeğidir. O zaman adım adım bizi barışa taşıyacak ve Mesihi bir yaşama taşıyacak yol önümüze konulmaktadır.


Gerçekçi olmak, sonuç değil sebep olmak ve şimdi de üçüncü basamakta tamamen iyide sürekli etkin olmak.


İyide etkin olmak aslında bir anlamda kendimize ikinci bir doğa oluşturmak gibi bir şeydir. Bu doğa da yeme içme alışkanlığımızdır. Mesela sonuç olmak birden bire hareket etmemiz ve düşünmeden gelen etkiye hemen tepki göstermemizdir. Bu sadece oturup dua etmekle ortadan kalkacak olan bir durum değil, kelamın dediği gibi “işittiklerinizin uygulayıcıları olun” kapsamında hareket gerektirmektedir. Bu hareket gün içinde Mesih’i giyinmek ve efendimizi hayat içinde normal yaşamda, günlük yaşamda dindarlık emaresi yani işareti olarak değil hakiki, kaliteli, değerli bir yaşam örneği olarak taklit etmektir. Ama bu taklitte elbette Kutsal Ruh olmaksızın olması mümkün değildir. Yani gönül gözü açık olmak durumundadır. Bu ancak oradaki kıvılcımla dışarıya yansıyacak bir harekettir.


İyide etkinlikte “kendimizi ıslah’tan geçmektedir yine” ve dolayısı ile ıslah, sulh ve selamet çizgi hattı üzerindedir ve diğer önemli tarafı karşı tarafta eğer hakikaten bizim ıslah öncesi halimiz gibi kötü bir hal varsa ona da etkisi büyüktür. Bu kötü hali de “iyilikte sürekli etkinlik” üç noktada ıslaha davet edecektir.


a) Kötü hal iyi hal önünde derecesini belirgin kılacaktır. Böylelikle bu hale sahip kişi söylemese de, ifade edemese de içselliğindeki suçluluk sinyallerini duymaya başlayacaktır.

b) Kötü hal iyi hal önünde farklılık farkındalığından ötürü utancı hissetmeye başlayacaktır.

c) Kötü hal iyi hal önünde eğer bu iyi hal sürekli etkin bir biçimde sergilenirse belki de kendini ıslah kapısına getirecektir.


Aslında bir noktada hepimiz zaten bu durumdaydık; Petrus Resul bu durumu çok güzel tarif etmektedir; Çünkü yolunu şaşırmış koyunlar gibiydiniz, şimdiyse canlarınızın Çobanı’na ve Gözetmeni’ne döndünüz -1.Pet.2:25.


Dikkat ederseniz efendimiz Mesih İsa’daki “iyinin sürekli etkinliği” aslında karşı tarafı samimi bir biçimde bu “sebep olma” gerçeğini görüp yüreğine alan kişiyi tamamen Mesih’e döndürmüştür. Mesih’te Baba’yla bütünlüğünde yani “Yaratan’la eşit form’da” olduğuna göre kişi o zaman “Yaratan’la eşit forma” “Yaratan’ı edinmeye” dönüşmeye başlamıştır.


Bu örnek bizim hayatımıza indirgenecek ve her bir insanın “acılar yolundan” “mana yoluna” dönmesi için gerekli olan bir durumu bize aktarmaktadır. Bu nedenle Efendimizin kurtarışı “günahın pençesinden” yani “kendi rızamız için sürekli almaktan” bizi kurtarması dini bir inanış değil “kişinin günlük, hatta anlık hayatı ile” alakalı olan bir gerçektir. Bütün bunlar kişinin “mümkün olduğunca, elden geldiğince herkesle barış içinde yaşaması” anlamındadır. Bu da “dönüşüm ve değişim” demektir. Yani “tövbe” ile “göklerin egemenliğine” o huzur, sükünet, haz ve Yaratan’ı yücelten bütün niteliklerin üzerimizden aksettirildiği hayat demektir.

ZORLUKTAKİ KOLAYLIK


Uysallığınız bütün insanlarca bilinsin….


İçten dışa yansıyan ve dostunu yani insan kardeşini gönül gözü ile sevmeyle kendini gösteren bu “barış yaşamı” elbette Mesih’in yüreğe gelmesi ve Ruh’un işlemesiyle üç basamakta bizde netleşen bir Yaratan niteliğidir. Mesih’in bizde yürümesi ve bizim de onunla Ruh’un saran ışığında Yaratan’a yürümemiz demektir.


Bu da “mana hayatının” egomuza karşı bir savaşım olduğunun bilincinde öncelikle bu gerçeği algılamamızla başlamaktadır. Sonra da bu durum “ego’yu” durdurma etkinliğimizi gündeme getirmektedir. Bu noktadan sonra da “iyiyi” aktif kılmak esas olmaktadır. Bu üç adım da böyle yazıldığında oldukça kolay gelmektedir. Oysa hemen konuştuğumuzda bile aklımıza gelen şey bunların ne kadar zor hayata alınabileceğidir.


Zaten daha önce de dediğimiz gibi aslında Pavlus’da bunun bilincinde cümlelerine “mümkünse” ve “elinizden geldiğince” gibi ilavelerde bulunmaktadır. Evet, Mesih’in Yaratan’a yönelen ve O’ndan aldığı ışığı halka veren yaşam modeli, “Ben’ine” ölüp “BEN’e” dirilme örneklemesi esas “insanın” “Yaratan suretinde” yaratılmışlığının esasıdır. İnsan eğer hakikaten yaratılış gayesinde bir insan olmak istiyor ve sonsuzluğa Yaratan’a dönmek istiyorsa olması gereken, geçmesi gereken yol, dar kapı budur. Mesih bu kapıdadır. Mesih’i giyinmek bu kapının ötesine yolculuk etmektir.


Bu zor olandır ama zor olan aşıldığında arkasında binler kolay olan açık yollar vardır. Oysa insan sonuç olarak kolay olanı, kızmayı, öfkeyi, hakareti, nefreti, sevmemeyi tercih eder. Bunlar o anlık kolaydır ama arkasında binler zor olan yolları açar. O zaman bu anlattıklarımıza hareket öncelikle “Ben’den” başlamalıdır. Kişi öncelikle Mesih’in kurtarışında Yaratanı ile barış içinde olmak durumunda olmalıdır. Yani öncelikle “alma arzusunu” kendi benliğinden “sevgi ve ihsana” yani Yaratan niteliğini edinmeye çevirmeli ve Yaratan gibi kendi insan sınırları içersinde “sevgi ve ihsan olma” için Mesih’i giyinip Yaratan Ruh’unda bunu tam edinme yoluna çıkmalıdır. İkincisi Yaratan’la iç barış, kişinin kendisiyle de iç barışını getirecektir. Bu da Yaratan ışığını “kainata aksettirmek için alan bir yüreğe sahip olmak demektir”. Bu yürek azla sevinen ve çoğunu da yine kendi çıkarı için istemeyen bir yürektir. Yaratan’ın hazzını yani ışığını edinen bir yürektir. Tatmin olmuş Yaratan ışığında bulunduğu yer ve koşuldan haz almış bir yürektir. O olması gerektiği yerde olduğunun bilincinde olan bir yürektir. İşte bu iki koşulda kişi “gerçekçi” ve “kendi rızası için olan egosunun üstünde” ve “ iyiyi sürekli etkin” bir halde Yaratan’da Yaratan’a doğru Mesih’inde ve Ruh’unda sonsuzluk hacısıdır. Ve Pavlus Resul’un şu sözleri işte o Yaratan’ın gerçek esenlik pınarında yaşayanların, gerçek barışçıların, Allah evlatlarının hayatını çok net bir biçimde ifade etmektedir;


Uysallığınız bütün insanlarca bilinsin…hiç kaygılanmayın.. o zaman Allah’ın her kavrayışı aşan esenliği Mesih İsa vasıtasıyla yüreklerinizi ve düşüncelerinizi koruyacaktır- Filipililer 4:5-7