VI. TÖRENSİZ KURTULUŞ (Romalılar 4:9-12)


İbrahim daha sünnetsiz iken imanla aklandığının kanıtı olarak sünnet işaretini aldı-Rom.4:11


İnsanlar olarak görsele olan eğilimimizin bir sonucu olarak hep gördüklerimizin ya da kendi ürettiklerimizin hayranıyızdır. Hatta hiç kuşkusuz onlara kapılır gideriz ve bir de bakarız ki onlar bizi yönetmeye başlamıştır. Bir şeyleri ifade etmek isteriz, bazı hareketlerimizin arkasına mana yükleriz, sonra bunları tekrar etmeye başlarız sonra bir de bakarız ki o ürettiklerimiz yaşamımızın olmazsa olmazı olmuşturlar. Yaşam değerlerimizden unutmak istemediklerimizde bizim için iyi birer hatırlatıcıdırlar. Ama zamanla o hatırlatıcılar o hatırlatmak istedikleri konuları hiç unutmamış olmamıza hatta onlardan konuşup durmamıza rağmen artık bizim için sanki birer olmazsa olmaz olur çıkarlar. Aslında bir gün lazım olur düşüncesiyle evlerimizde topladığımız bir çok naylon torbalar, kavanozlar bile bu tür davranışımızın adeta bir uzantısıdır. Dolayısı ile yaşamlarımızda esasların yerini yavaş, yavaş bize esasları hatırlatan şeyler almaya başlar ve sonra da yavaş, yavaş bu esaslar unutulur gider.


İBRAHİM ÖRNEĞİ


Yaşam hiç kuşkusuz görünmeyen mana aleminin uzantısı olarak maddeye indirgenmiş ve maddede bir tezahür vazifesi görerek geriye yansıma ile Yaratan’a doluluğundan “sevgi ve ihsanını” bahşetme gibi doluluğunu aktarma hizmeti sunmuştur. Bu hizmet esnasında manadan maddeye dönüşümün getirdiği dar görüş alanında insan manada başladığı halde maddeye gelmiş olmasının belki de alışkanlığından ötürü “Yaratan’ın kendisinden ifşası” olan “Yaratan’ı edinme” yani “hakiki manası ile” iman noktasında da ne yazık ki kendi kendini daha kolay bir biçimde maddeye teslim eğilimindedir.


Oysa unutulmaması gereken şey mesela “iman babası” “yüce baba” iken “birçoklarının babası” olan atamız İbrahim’in imanının bölünmüş güçlerden yani maddeye esaretten manaya hareketle başlamıştır. Yani bir başka deyişle “manadan gelen insan esfel-i safilin seviyesinden insan-ı kamil seviyesine doğru Yaratan’a yönelmesinde hareket “maddeden manayadır” ve bu hali ile takdire şayandır. Yani Yaratan yüce Allah, Kadir-i Mutlak bu haliyle insanı olması gereken yerde gördüğünde “vaat kapılarını” açmıştır. Adeta Efendimiz Mesih İsa’nın “kaybolan oğul” meselinde sefil vaziyette eve dönen oğluna “kucak açması” sevincini beyanı gibi bir durumdur bu durum.


Pavlus, dün, bugün ve yarın değişmeyen Yaratan’ın Müjdesinin de aslında dün ve bugün ve yarın aynılığını ilan edercesine “imanlarını madde ile kısıtlamış olan” o dönemin dindarlarına hitaben İbrahim’i bu nedenle örnek olarak sunmakta ve “sevgi ve ihsan” kaynaklı yani “lütuf” dediğimiz yukardan verilişle sağlanılan kurtuluşun “eller ve kollarla” elde edilebilir bir kavram olmadığını vurgulamak istemiştir.


Müjde- Tövbe ve Göklerin Egemenliğidir. Yani Efendimizin kendi üzerindeki o muhteşem kurtaran gösteriminde olduğu gibi “kendine giydirilmiş benine ölüp öz benin üzerine Yaratan’ın edinildiği bir yaşamı” her gün yaşamaktır. Müjde maddeden hareketle Yaratan’la eşit forma O’nu edinmeye ve O’nunla gelinen mana alemine, görünmeyene, yüzde doksan dokuz olan o sahne arkasındaki esasa geçiştir.


Pavlus’un ifade etmeye çalıştığı Kadim Antlaşmanın sunduğu ataların hayat örneklerinde ve hocaların mesajlarında hep Mesih’e ve o bütün nefislerin Yaratan’a yürüdüğü altın çağa işaret mevcuttur ve bu işaret Adem seviyesinde işarettir. Bu işarette maddeden hareketle manaya yürüyüş yani Hakka yürüyüş Adem seviyesinde kurtuluş Mesih öncesinde Mesih’i düzeye yükseliştir.


İnsanlar elbette “sünnet” örneğinde olduğu gibi kişinin manevi kurtuluşunu dini olarak gözlerimizin önünde duran bazı görsel olgular ve törenlerle algılamaktadırlar. Ve yukarda da dediğimiz gibi bu törenler adeta manadan doğan maddeler olarak yolu, yürek yolunu kapatan unsurlar olmuşlardır. Bugün bütün bu unsurları dünya dinlerinde mezheplerinde görmek mümkündür.


Bu nedenle Pavlus, özellikle bu unsurları öne koyup insanların esas yürek dönüşüm ve değişimlerine çok da fazla önem vermeyen zihniyetlere bir anlamda cevap vermeye çalışmaktadır. İman atamız olan İbrahim’in maddeden manaya, bölünmüş, parçalanmış çok güçlerden bütünlüğe hareketi esasında en yüksek düzeyde iman öğretisi vermektedir. Herhangi bir unsurun yardımı olmaksızın Yaratan’ı edinme yoluna çıkılabilineceğinin ve “kendi rızası için alma” koşulundan kurtulunabilineceğinin en güzel dersini vermektedir. O zaman bazı dindarların Kutsal Ruh’un o muhteşem yönlendirişi ile Mesih’teki kurtuluşla Yaratan’la bütünleşmenin ancak bir takım dini törenleri yerine getirmekle mümkün olacağı şeklindeki düşüncelerinin arkası hiç de dolu değildir.


Çok net olarak İbrahim’in esas iman hareketi “putperest” ortamdan “çok güçlerin hakimiyetlerinden” tek güce yürüyüşü ile başlayan bir harekettir. Ve bu yer değiştirme transformasyonun yani dönüşümün başlamasıdır. Dönüşüm değişimi beraberinde getirecektir. Bu en olması gereken şeydir. İnsanı düşmüşlüğünden yukarıya çıkaran “esas insan düzeyi olan konuşan düzeye çıkaran” durumdur. Yaratan’ı sevindiren, vaatler düzeyine getiren, vaatlere mazhar olan bu kararlı adımlardır. Avram’ı İbrahim’e dönüştürende bu durumdur.


Mesih İsa’da bize sunulan kurtuluş “Mesih’in Müjdesine”, Ruh’un işleyişinde tövbe ve göklerin egemenliği vaazına ve Mesih’in yaşamında ifşa olunana yani “sevgi ve ihsana”, ölüm ve dirilişe yürekten iman ve elbette bu imanı kendi öz benine nakşederek ifşa yoluyla iman esas olandır. O zaman Adem seviyesinde Mesih’in yeryüzündeki hizmetine kadar insanlar için kurtuluş Mesih seviyesine İsrael olarak yürümeleri ve Mesih’le birlikte de yine Mesih seviyesinde İsrael olarak yürümeleridir. Böylelikle İbrahim’in yürüyüşü hem Yahudiler hem Yahudi olmayanlar için aynı mana yürüyüşüdür. Acıların yürüyüşü ise bu yürüyüşün farkında olamayanlar için var olan ve kendi tecrübeleri ile bir yerlere hareketleridir.


YUKARDAN VERİLEN İŞARET VE MÜHÜRLER


Esasında insan kendi bencil ortamı içinde zaman zaman yüreğindeki cılız ışığın “kalp noktası” kıvamına gelme çabalarında adeta Yaratan’ı hissetme konusunda bazı kıvılcımlar edinir. İşte bu kıvılcım anları akılda tutulsa, bu kıvılcım anları biraz durup üzerinde düşünülme fırsatı elde etse “kalp noktasına” yol açabilecek durumdur.


Aynen bunun gibi “kalp noktasının” açılımından sonra da Yaratan’ı edinme yolunda bir çok önemli hadiseler cereyan etmektedir. Bu hadiselerde aslında sürekli olarak hatırlanması gereken hadiselerdir. Çünkü bu hadiseler manevi yükselişin basamaklarıdır. İnsan düşe kalka Yaratan’a Mesih’in de ve Ruh’unun işleyiş ve rehberliğinde yükselirken birer mihenk taşı olmak durumundadır. En azından bu noktaların sürekli işaret ve mührü altında varılan en düşük ama Yaratan’a doğru ilk basamak diyebileceğimiz yine de yüksek noktadan daha alta geçilmemek için bu noktalar bir çizgi oluşturmaktadırlar. O nedenle gerek sünnet ve daha sonradan aynı temsili durumun ifadesi olan ve Efendimizin görsel ifade buyruğu olan vaftiz ve şükran sofrası bu çizgiler ve bu ruhsal ve simgesel hatırlama basamakları işaret ve mühürleridir.


Yani işaretler adı üstünde olduğu gibi esasında kendisinden daha önemli bir olaya işaret etmektedirler. Mesela sünnetin işaret ettiği o koskocaman kainatın yegane sahibi O’lan’ın toz misali benzeyişinde yarattığı o küçücük insanı kale alıp onunla “antlaşma” yapışını hatırlatmaktadır. Bu antlaşmanın soydan soya taşınması anlamında da adeta soyun devamını sağlayan organ üzerine bir işaret konulmuştur. Bu “imanla” yani “Yaratan’ı edinme” ile olan kurtuluşa çekilen insanın aslında Yaratan’a doğrudan halk olduğunun güzel göstergesidir. Bunun için çok güçlülüğü terk ve tek güce ilhak, yöneliş esastır. Aynı şekilde en son nokta olan Mesih düzeyi içinde nefse ölmek ve sürekli fizikte ve manada “sevgi ve ihsan” yaşamını yaşamak anlamında vaftiz ve sofra sakramentleri karşımıza çıkmaktadır. Ruhsal ve simgesel anlatımların yüklendiği bu üç temsili olay aslında esas arkalarındaki manalara işaret edip kişiyi o mana ile bütünlerler yani adeta mühür rolü üstlenirler.

Sünnet, Yaratan’ın kendine yönelenlere yani halkına soydan soya olan vaadine işaret edip kişinin “hakiki bir imanla antlaşmayı” kabul etmesi durumunda da ciddi bir aidiyet mührü görevini üstlenmiş olur.


Vaftiz’de ise Müjde’nin birinci basamağı olan “tövbe” yani “hakiki dönüşüm ve değişim” ile nefse ölmek, kişinin yalnız kendi beni, bencilliği için almasına yani günaha ölmesine işaret edilmekte ve ruhsal ve simgesel olarak Mesih’in kurtarış vaazında ve kurtarışında kişi bu ölümle bir bağ kurmaktadır. Bu manada bu işaret ve mühür öncesi esas transfer yani değişim ve dönüşümdür esas olan bunun adeta bir işareti, bir coşkusu, bu olayla olan hakiki ve samimi bağın simgesi ise vaftiz olarak dışarıya vurmuş olmaktadır. Yani önce iman ve sonra imanın akdi ve elbette bunu fiziksel bir şeylerle ifade esastır. Fiziksel bir işaret olmuş olmasa dahi yüreğin hakiki tasdiki kabulu kişiyi gerçek yürek sünneti ile sünnetli kılmakta, gerçek yürek vaftizi ile vaftizli kılmaktadır.


Bunu…paylaşın…uğrunuza feda edilen bedenimdir..bu kase..yeni antlaşmadır – Lk.22:18-20


O ikinci önemli sakrament yani Mesih İsa’nın üzerine anlam yüklediği tören olan “şükran sofrasında” da durum aynıdır. Orada Efendimizin hayatı “sevgi ve ihsan O’lan” Yaratan’ın hayatının aksidir. Yani Mesih İsa bizlere bu kurtuluş yolunu bahşetmek için bizim uğrumuza kendi canını ve kanını feda etmiş durumdadır. Bu sofrada bu kendisi tarafından simgelerle ifade edilmiştir. O bir lokma ekmek kişinin bedenini ve bir yudum içecek ise kişinin kanını yanı canını simgelemektedir. Yani bu “Feda sofrasında, bu kurban sofrasında” “kişinin dostları uğruna kendisini feda” etmesinden daha büyük bir seviyenin olmadığı gerçeğinde efendimiz Mesih İsa’nın bütün hayatı, öğretisi ve mücadelesi ve elbette Müjdesi bize ulaşmaktadır. O zaman bu sofrada gaye ruhsal ve simgesel olarak esas Mesih’in hayatını hayatımızda sunmak yani “sevgi ve ihsan O’lan” kainatın Efendisinin doluluğundan verdiği bir yaşam tarzını benimsemektir. Görüldüğü gibi bu sofranın uygulamasından önce esas olan bütün bu öğretileri, hayatı hayatımıza tamamen almak esastır. Yoksa sofrayı almamızla kurtuluşumuzun gerçekleşmesi yani bir maddeyle, dini bir törenle böylesi içsel bir kurtuluşu edinmek hele hele Yaratan’ı edinmek yani O’nun suretine dönüşmek, O’nun istediği düzeyi yansıtan bir insan olmak mümkün değildir.



MESİH’İN DOĞRULUĞUNUN MÜHRÜ


İbrahim daha sünnetsizken imanla aklandığının kanıtı olarak sünnet işaretini aldı- 4:11


Bu işaret, bu mühür aslında gözle görülmeyen bir tasdikin yine gözle görülmeyen bir yerde yani “gönlün” içinde olması anlamındadır. Yani “iman” “Yaratan’ı edinmek” dediğimiz o muhteşem deneyim aslında Ruh’un “yüreğin derinliklerine o küçücük noktasını” “işaretini” “mührünü” koyması ile başlar o noktadan içeriye ışık süzer ve Mesih girmiş olur. İşte aynen böyle bir kurtuluş işareti ve mührü gözle görülmeyen bir biçimde “kalp noktası” ve bu noktanın tekamülünde edinilmiş işarettir. Yaratan oradadır. Bu gözle görülmeyen bir iç çalışmasıdır. İç değişimidir. O nedenle dıştan bunların elle ve kolla işaretleri ancak dıştaki insanlara içte olan olayların ciddiyetinin beyanı için söz konusudur.


Esas dönüşüm ve değişimin yerli yerinde olması ve imanın “mana çalışması” dediğimiz bir biçimde yapılan çalışmalarla “hayatın her bir noktasına yayılması”, bütün varlığımızın mana aleminin aydınlanmasını sağlayana kadar ulaşmamız artık sünneti, vaftizi ve şükran sofrasının asıl manaları itibari ile üzerimize nakşetmemiz demektir. Esasında bu işaret ve mühürler bütün bu iç değişimin neticesinde için dışa vurumu mananın sizde kesin mevcudiyeti mahiyetinde birer ifade olarak ve elbette “böyle bir seviyede dışa vurulması buyrulduğu için” yerine getirilmelidir.


Fakat ne yazık ki, dini seviyelerde görsellik her zaman manayı geçmiş ve görünmeyen iç alemler sadece görülenlerin herkese daha net olması sebebiyle daha büyük değer ve önem kazanmıştır.Ama burada gördüğümüz ve hatta İbrahim’in tecrübesinden ve birçoklarının tecrübelerinden de edindiğimiz ve Efendimizin de hayatı ile ifadesi ile gördüğümüz gibi esas olan sonuç olarak gördüğümüz sünnet, vaftiz ve sofranın sebebinin varlığı ve tekamülü ve bizi “mantık ötesine” taşıması yani “egolarımızın üstünde esas Yaratan’la eşit forma geleceğimiz” o alana ulaştırmasıdır.



HERKESİN BABASI


Kendisi sünnetsizken sahip olduğu imanın izinden yürüyen sünnetlilerin de babası oldu- 12


İbrahim’in samimi başlangıcı bir çok gücü arkasında bırakıp tek bir gücün esas etken olduğu bütünlüğün farkında O’na yürümeye başlaması arkasından da aynı iman yolunu yani “Yaratan’ı edinmeyi” takip eden ve hatta bunun soylara aktarılacağının iman ve bilincinde sünnet olarak takip eden bir çoklarının olmasına neden oldu.


Görüldüğü gibi Yaratan’a hareket aslında Adem düzeyinden Mesih düzeyine doğru bir hareket olduğunu şimdi bütün kutsal yazılardan daha da rahat görüyoruz. Mesih’e kadar antlaşmanın ışığında sünnetsizken başlayan samimi imanın daha bir bilinçle yani sünnet gibi bir işaret ve mühürle devamı arkasından sünnetli ya da sünnetsizliğin değil, esas “Yaratan’ı edinmenin” “O’nunla –sevgi ve ihsan O’lmasını- yansıtmak manasında eşit formda olmanın” esas olduğu noktasına taşıdı bütün samimi olarak Yaratan’a yürüyenleri yani İsrael’i.


Çünkü Yeremya’nın dediği gibi “yasanın yüreklere yazılacağı” çağ, Efendimizin açtığı Mesih çağı daha İbrahim’in Harran’dan çıkışında hedeflenen noktaydı. İlk etapta bu görsel olarak algılanabilecek bir toprak vaadi ile ifade edilirken sonradan bunun da ötesine “göklerin egemenliği” şeklinde bir mana vaadine dönüştü.

Bütün bunlardan bahsederken hep bugünkü “milliyetçilik” ve “İsrail’i bir devlet olarak görme” ve “Yahudiliği” bir kavim dini şeklinde algılamanın getirdiği bir büyük duvar anlayışı elbette bizim kutsal yazıları ruhsal olarak algılayabilmemize büyük bir engel oluşturmaktadır. Bu aslında aşırı dindarlığın ve inancın özellikle “bencilce” milliyetçiliğe kurban edilmesinin bir sonucudur. Acaba İbrahim “ilk adım attığında” ve “Musa Tora’nın o muhteşem ışığını” yakaladığında bugünkü anlayışta bir Yahudiliği mi hedeflemişti. Bu soruyu artık sormak bile zorlaşmış olmasına rağmen gerek Efendimiz İsa Mesih’in yolu ve gerekse milyonlarca insanın Yaratan yolunu asırlar boyunca koyu dindarlık ve milliyetçiliğin ve kültürel din kavramlarının dışında tutmaları ve bu uğurdaki ciddi gayretler zaten bu duvar algıların bütün kutsal yazılara hakim tek görüş olabilmesinin mümkün olmadığını ve esasının da bu olamayacağını bize çok net bir biçimde göstermektedir. Çünkü bugün kavim manasında bile İsrail zaten kavimler karışımıdır. Aynı zamanda bugün İsrail bile kutsal yazıları aşırı dindarlık ve milliyetçilik algısı içinde yaşayamadığı gibi dünyaya da Tora’nın ışığını bu bağlamda veremediğinin farkındadır. O zaman kainat Yaratan’ın olduğuna göre Yaratan’ın ışığı olan Tora ve Mesih’in kurtarışı ve Mesih çağı da hiç kuşkusuz O’na iman eden herkesi içermekte herkesi kucaklamaktadır. Kainatın Efendisi kavramında Yaratan’ın “sevgi ve ihsan O’lması” da zaten ancak bu noktada söz konusudur.


Kutsal Yazılara bakıldığında da Mesih’e kadar aslında kavim manasında, soydan İsrail olmayan ama Ruh’un kalplerini teşviki ile Yaratan’a yürüyen yani gerçek manada Ruh’ta ve Gerçekte tapınan hakiki, samimi İsra-el (yani Yaratan’a doğru yürüyen) hep vardır. Eriha’lı Rahap’tan tutunda Moav’lı Rut’a ve Suriyeli general Naaman’a kadar bir çok samimi imanlılar İbrahim’in ardı sıra yürümüşlerdir. Kaldı ki, İbrahim henüz İsrail oğulları öncesi bu samimi iman yolculuğunu insanlığa duyuran kişi, atamız, iman Babamızdır.


Mesih İsa’nın doğumunun müjdesini almak için gelen yıldız bilimcilerde kavim anlamında İsrail değil İsra-el’dirler. Zaten Efendimizin yaşamı ve öğretişleri etrafında da Romalı yüzbaşı gibi bir çok farklı milletlerden insanlar olmuştur.

Mesih İnancının yayıldığı dönemlerde de mektuplarda gördüğümüz gibi hep esas İsrailli olma ve olmama tartışmaları arasında esasın Yaratan’a yürümek Mesih’inin kurtarışını gönenmek ve hakiki bir suret olarak insani bir hayat sürdürmek olduğu hep vurgulanıp durmuştur.


Gerek İbrahim’le birlikte Mesih öncesinde Adem düzeyinde Yaratan’ı edinmeye yola çıkanlar olsun gerekse O yüce O’lanın Mesihinin kurtarışında artık esas nokta olan Mesih düzeyinde Yaratan’ı edinmiş ve kurtuluşu gönenmiş olarak Yaratan’ı edinmeye yola çıkanlar olsun bütün bu insanlar İbahim’in iman adımında adım atmış olanlar olarak sünnetsizlikte iman edip yürek sünnetliliğinde ya da yürek artı beden sünnetliliğinde yürekten bir bağlılıkla göklerdeki Babamızı Mesih’inde ve Ruh’unda ifşa edenler olmuşlardı.


Bu nedenle aslında “Yahudi ve Yunanlı yani İsrail kavmine soy anlamında bağlı olanlar ve Yunanlılar o günkü medeniyet itibariyle bu medeniyette bulunan milletler anlamında Yunanlılar yoktur”. İnanç ve Yaratan’a yürüyüş ve bu yürüyüşün samimi olmak kaydı ile şekli ya da şemali aslında kimsenin tekelinde değildir. Yaratan’ın muhteşem ilanı, çağrısı ve önce Tora’nın ışığında ve sonra Tora’nın ışığında gönülleri kurtarmaya gelen Mesih’inin kurtarışında davet bütün kainata hatta elleri ile kolları ile bir yığın inanışları üretmişte olsa bütün insanlığadır. Bu bağlamda kainatta sadece Yaratan’a yürüyenler ve Yaratan’a henüz yürümeyenler vardır. Mana yolunda yürüyenler ve kendi tecrübeleri ile henüz kendi benlerinde yani acıların yolunda yürüyenler vardır.


Ama hala İbrahim’in iman yolculuğu bugün gibi taze, bugün gibi gerçek ve bugün gibi öğreticidir. İşte bu nedenle Pavlus Romalılar mektubunda özellikle bu konuda kafası karışık olan hem soy manasında İsrail olup Mesih’e gelenler hem de İsrail olmayıp Mesih’e gelenlere o “evrensel mesajı” “kurtuluşun bütün insanlık için bir lütuf” olduğu mesajını Yaratan’ın “sevgi ve ihsan O’lan” olduğu ve bizim de suretinde esas bunu yansıtma manasında yaratıldığımız mesajını vermeye çalışmaktadır.


Ademden Mesihe esas insanlığın hedefi Mesih’i giyinmek ve Ruh’un işleyişinde Mesih’i Mesih çağı tamamlanıncaya dek yansıtıp durmaktır. Bu nedenle Müjdenin nuru yani “tövbe” ve “göklerin egemenliği” Efendimiz İsa Mesih’in uğruna ölerek bizlere kurtuluş sunması gerçeğindedir.


İbrahim’de başlayan bu gönül yolculuğu yolda bir çok durağa, olaya, insanlara, tecrübelere rağmen Mesih’e ulaşmış ve Efendimizin haç üzerinde bizler uğruna kendini feda etme noktası bizle bütünleşerek kurtuluş dediğimiz “kişinin kendisine ölüp kendisinde Mesih’in yaşadığı bir biçimle ” yavaş yavaş bizleri yerin ve göğün yegane sahibine doğru bizi yükselterek bizi esas hedefe yani “göklerdeki (yüksek seviyelerdeki) Babamıza” ulaştırmayı hedeflemişti.


Bu da bize “sonsuzluğun hacıları” olma ayrıcalığını vermektedir.