V. DOĞRU SAYILMA YOLU (Romalılar 4:3)


İbrahim Allah’a iman etti ve böylece doğru sayıldı -4:3


Bazen manevi çalışmada çalışmanın içindeki örneklemeleri esas verilmek istenilen, esas anlatılmak istenilen konudan daha üstün tutarız. Ve elbette çalışmaların, oradaki hayati tecrübelerin zaman, mekan ve kültürel farklarını dahi düşünmeden bugüne taşır ve sonrada şaşırır kalırız. Hatta bütünün farkında bile olmadan kendi küçük dini pencerelerimizden bakarak Mesih İsa öncesi kurtuluşun nasıl olabileceği hususunda sorular sorar ve hatta çoğu zamanda kendi sorduğumuz soruların arasına sıkışıp kalarak kendi kendimizi karıştırırız.


Bu karışıklıkların en büyük nedeni bütünü görememektir aslında. Çünkü yaratılan Yaratan’ın dışında değildir her şeyden önce ve her bir zerre doğrudan Yaratan ile ilişkilidir ve bir bütünün parçasıdır. Yaratan’ın düşüncesi tamamile bütün yaratılmış alemi kapsamaktadır. Aynı hava gibi hava görsek de görmesek de her yerdedir ve her şeyi kapsar ama mesela taş gibi bazı varlıkların içindeki yoğunlukta olmasa da yani taşa kendi karakteristik farklılığı sunulmuşsa da yine hava o taşın çevresini kuşatmış bir vaziyettedir. Tabi bütün bunlar bir benzetmedir ve “teşbihte hata olmaz” derler. Yani benzetmede amaç sadece bir şeyi ifade içindir.


Efendimiz İsa’dan önce de Efendimiz İsa’dan sonra da aslında Yaratan’a yürüyenler ve Yaratan’a henüz yürümeyenler diye esasında iki insan grubu mevcuttur. Yani İsrael- (bugünkü millet anlamında değil)- Yaratan’a doğru yönelen ve İsrael olmayan – milletler (bugünkü anlamında değil) kendi doğruları etrafında yürüyenler şeklinde iki grup insan vardır. Bir başka deyişle mananın yolunda yürüyenler ve henüz bu yolda yürümeye başlamamış olan, doğal olarak yaşamın darbeleri ile yürümeyi seçmiş olanların oluşturdukları iki grup insandır bunlar. Şimdi durum böyle ise o zaman “iman” kelimesi Yaratan’la yürümek ve yürümemek arasında anahtar kelime olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yalnız burada her şeyde olduğu gibi “iman” kelimesini de farklı şekillerde algılamamız mümkündür. Ve çoğu zamanda gerçekten iman kelimesini özellikle “kutsal yazılarda” ifade edilmeye çalışılan imandan çok farklı algılıyoruz. Mesela bu farklı algılayışlarımızdan bir tanesi ve hatta bayağı yaygın olanı şu şekildedir: “bizim dışımızda olan, bize anlatılan ya da bizim gözlerimizle gördüğümüz” bir şeyleri “hakikat” kabul edip üzerinde kuşku duymuş olsak da kuşkulara aldırmadan kabulümüzdür.


Böyle bir “iman” algılayışında ya da tasdikinde çoğu zaman“olmasını istediğimiz” bir şeyi “olmuş gibi kabul” etmek de esas olabilmektedir. Bunun tasdik edişin arkasında aslında kuşkularımız vardır ama bu kuşkuları adeta “olmasını istediğimiz şekli ile kabul etmenin” bize hissettirdiği ağırlığı ile kabul ederiz. Yani kuşkular bir anlamda tamamen susturulup bastırılmıştır. Elbette böyle bir imanda sorgu suale yer bırakılmamıştır. Bu nedenle de bu imanın kaybolmaması için, elimizden uçup gitmemesi için sürekli korumacılık ve savunmacılık ve hatta saldırganlık görmek mümkündür.


Eğer çoğumuzun “iman” ile anladığı bu şekilde ise o zaman çoğumuzun imanı ya dışımızda olan bir şeye, dışa bakış cihetinde bir iç kabuldur ya da bir takım bilgilendirmelerin bizim için “olmasını istediğimiz” şeylerle paralel olmasından kaynaklı bir iç kabuldur. Bunların ikisinin de bir araya gelip daha da sorgusuz sualsiz radikal bir kabul oluşturması da söz konusu olabilir ki biz buna artık “kör iman” diyoruz.


Aslında gerek Efendimiz öncesi gerekse Efendimizle ifşa edilen “iman” bunların hiç biri olarak karşımıza çıkmaktadır ki, bu da birden bire dini tecrübelerimizdeki imanı bir anlamda sıfırlamaktadır. Çünkü esas itibariyle “özel vahiy” olan “Yazıların” tecrübi anlamında ifade edilmeye çalışılan “İman” kişinin tamamiyle “Yaratan’ın karakteristik özelliklerinden küçükte olsa bir kısmını edinmesi ile söz konusu olabilir.


Çünkü insan bir bilgiyi dahi hayatı içinde edindiği, içinde hakikaten hissettiği değerlerle algılar. Mesela “kedi” kelimesi zihninde gördüğü bir canlının ifadesidir. Eğer böyle bir canlıyı görmese o zaman “kedi” kelimesi günümüzde uydurulmuş uzaylı tarifleri ve çizimleri şeklinde bir çizimden öteye gidemeyecek bir algılamadan başka bir şey ifade etmiş olmayacaktır.


Buradan hareketle “iman” kelimesi bizim bir şeyi yüreğe yansımış bir bilgiyi sağa ve sola bükerek algılamamız yerine “kendimizi bir öz ben ve benle bir isim altında hissedip yaşamamız” şeklinde bir “hissediş ve yaşayıştır”. Kısacası benim farkında olduğum, edindiğim bir şeylerin varlığını ifademdir.


İşte Yaratan’ı bir bilgi, bir ilahiyat, bir dışarıdaki olayın sonucu olarak algılamak değil de Yaratan’ı mesela “sevgi, ihsan, merhamet, lütuf, ışık, aydınlık, sonsuzluk..” gibi kavramları ile içimde bu kavramların yansımalarını belli düzeylerde “benle bütünleşmiş haliyle fark etmem” ve hatta yansıtmam sonucu edinmemdir. İşte bu iman “doğru” sayan, “doğru” kılan bir imandır. “Aklayan” derken yani “kendi giydirme beni ile yaşayan” insanın bu “kendi gözünde doğru olanı yapma” yolu olan yaşamından “Yaratılış gayesine –suret olma- Yaratanla eşit formda olma” noktasına döndüren bir edinimi deneyimlemektir.


Mesih öncesi Yaratan’ı Adem düzeyinde edinenler “Yaratan’a yönelenler” olarak kurtuluşa yürümüşlerdi. Mesih sonrası Mesih düzeyinde edinenler “Yaratan’a yönelenler” olarak kurtuluşa yürümüşlerdi. Adem düzeyinde edinenler bir anlamda “acıların yolunda” belli zorluklara ve darbelere başlarını vura vura yürüdüler. Mesih yolundakiler ise “mananın yolunda” darbeler öncesi Mesih’in en üst düzey Yaratan’ı edinmeyi öğretişi ile hayatlarının önden Yaratan’a çekilmeleri şeklinde kısacası çok daha mükemmel bir biçimde bir deneyimle, bir kurtaranla yürüdüler.



PARÇADAN BÜTÜNE


Pavlus daha önce Müjde’den bahsederken Müjde’den utanmadığını söylemişti. Efendimiz Mesih İsa’nın Müjde’sinin “tövbe” ve “göklerin egemenliği” yani “kendine ölmek-transform-tam bir değişim” ve “ bu değişimde yani kendi nefsine ölmüş olarak Mesih’te her gün Yaratanı edinerek” yaşamak olduğunu da açıklamıştık. Aslında Pavlus burada bir kez daha özellikle “kadim antlaşmayı” yani ‘Tora’yı-Tevrat’ı” dini kalıpları içinde gören ve daha sonra bu kalıplarla Mesih’in yoluna gelenler için İbrahim’in örneğini vererek onlara Müjde’nin “nefse ölmek” ve “her gün Yaratan’ı edinerek” devamın esas olduğunu anlatmayı istemektedir.


İbrahim Allah’a iman etti ve doğru sayıldı.


Burada “iman” etme bir şehadet kelimesini içi doldurulmamış olarak tekrar etme tarzında ifade edilmemiştir. Burada “iman” tam anlamıyla edinimdir. Peki İbrahim neyi edinmiştir? İbrahim bütünlüğü hissetmiştir. Yani yaşadığı toplumda her kişi kainatın bütün getirilerini ayrı ayrı güçler olarak değerlendirirken Yaratan’ın Ruh’u ile yüreğine dokunması sonucu İbrahim bu parçaların ayrı, ayrı yaşam güçleri olmadığını fark ettiğinde birden bire bütünü “hissetmiş, fark etmiş, idrak etmiş ve içine alarak bütünle yaşama yoluna hareket etmiştir”.


İşte burada eğer görebiliyorsak edinimin manası adım, adım bize ifşa edilmektedir. Putperest toplumu sadece birer batıl inanç temsilcisi olarak görmekte yine dini pencereden bakmaktır. Oysa bizler yaşadığımız çağdaş toplumlarımız içinde de etrafımızda bizi etkileyen, bize hitap eden şeyleri ayrı, ayrı güçler olarak gördükçe aynı putperest düzey dediğimiz o düzeyde yaşamış olmuyor muyuz? Yani putperestlik kainatı paramparça görmek ve her bir parçayı da ayrı bir güç olarak değerlendirmek demektir. Oysa Yaratan’ın muhteşem yaratışında ve daha doğrusu Yaratan düşüncesinde her şey bir yekparedir. Yani bir bütünün içindeki ayrışmış parçalardır. O zaman Yaratan’ı edinmeğe başlamak yani “iman” kainatı ayrışmış parçalar halinde görmenin yanlışlığını görmektir. Bir başka deyişle “görmemizi” düzeltmek demektir. Bu da kişiyi olması gereken yere “suret” formuna getirir ki bu da kişiyi “doğrultmaktadır”. Kainatı mahvetmekten “aklamaktır”.


Bu yola çıkış, bütüne dönüş vaadi getirmektedir. Yaratan düşüncesinde bütüne hareket edenler için “bir kavim” sözü vardır. Bu kavim aslında “gökteki yıldızlar kadardır”. Yani milyarlarca insan o tek Ruh’tan hareketle önce “kendinin farkındalığı” için düşmüş olanlar “eninde sonunda” “her diz çökecek ve her dil diyecek” ilkesinde parçalardan bütüne yol alacaklardır. Bulundukları paramparça durumda kurtarış planı dahilinde Efendimiz “Baba ve Ben” biriz formatında bu yolun kapısı olarak önümüzde durmaktadır.


Burada İbrahim’in Ur’dan ayrılması gerekliliği de “kalpteki noktanın” yani “bütünün farkındalığının” bir sonucu yeni diyarlara harekettir. Aslında maddeden manaya harekettir. Acıların yolundan mananın yoluna harekettir. Saran ışığın yani kutsal Ruh’un yüreğimizde kalp gözünü açışı sonucu Mesih’in yani “bütünlüğün” yüreğimizde belirmesi de bizi artık “maddenin hükümranlığından” “mananın hükümranlığına” “yüksek değerlere” yani “göklerin egemenliğine” taşımaktadır. Bütünlük için parçaya yani Yaratan’dan madde içinde ayrı olan “nefse” ölmek esastır. Yani tövbe esastır, değişim esastır bu değişim yani “tövbe” ile “ göklerin egemenliği” arasında ise esas olan tam değişim yani madde aleminden mana alemine doğuş yani “yeni doğuş” vardır.


Bütün bunlar anlık meseleler değildir. Ama hakikaten olduğu zamanda “İbrahim hareketi” görülür. Yani Ur terk edilir, putperest geçmiş yani parçalar halinde görme terk edilir. Bütüne yürüyüş başlar ve bütüne yürüyüş vaadi getirir vaatte “bütünlüktür”. “İsrael” olmadır (millet anlamında değil kelime manası olarak) yani Allah’a “Hakka yürüyüştür”.. Bu yürüyüş “seyrü süluktur”(Yaratılışı seyredip Yaratan’ı görebilme). Bunun sonucunda “Mesih’te diriliş ve göğe yükseliş ve Yaratan katında O’nunla birlikte oluştur.

BÜTÜNDEN ÖTEYE


Seni büyük bir ulus yapacağım, Seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım- 12:2


Kalp noktasının açılması ile başlayan “İbrahim Yürüyüşü” sonunda, sonunda “Yaratan’a yürüyenlerin gurubunu” Yaratan ışığını çeken gurubun oluşmasına yol açmıştır. Bu yol açışta ilginç olarak bugün bile dünyanın büyük dinlerinde şöyle ya da böyle bu yürüyüşün sonucu görünmektedir. Milletlere yani “kendi gözlerinde kendilerini iyi olarak gören” her kişiye aslında ufacıkta olsa çok büyükte olsa bir manevi değer katmış ve hala katmaktadır.


Pavlus, burada özellikle “kadim antlaşma” bakış açısında kainatı yalnız din penceresinden gözlemlemeye kalkmasınlar ve Mesih’in Yaratan’la olan o “Baba, Oğul ilişkisinde Ruh’un saran ışığındaki” bütünlüğü fark etsinler diye “İbrahim’i” bir “iman” dersi olarak ortaya koymaktadır.


Aslında İbrahim parça güçler altında sürdüğü yaşamda sadece bir “yüce Baba” iken bütünlüğe doğru yürüyüşünde “çokların Babası” yani İbrahim’e dönüşmesi konusu da yine başlı başına Pavlus’un anlatmak istediği esas iman ve sonuçları konusuna bir ders oluşturmaktadır.


Bu noktada aslında esası kavramak “çağrıya kulak vermek” sadece “bütüne doğru yürümek” değil hatta “çoklara Baba” olabilmek ve asırlar üzerine etki oluşturmak gibi “bütünden de öteye” bakabilmektir.


İbrahim’i Ur’dan Harran’a, Avram’da İbrahim’e taşıyan parça güçlerin arkasındaki yegane gücü görebilmesiydi. Bu da yukardan verilen ışıkla, Yaratan’ın lütfuyla sağlanmıştı. Ve bu harekette etkin olan Yaratan’ı edinme farkındalığı yani imanın üç adımla hareket ettiğini görüyoruz.

a.İbrahim Müjde’yi algılamıştı: Yani parçadan bütüne “transform-değişim” gerekliliğini fark etmiş ve bu değişimde “manayı edinerek ilerlemesi” gerektiğini algılamıştı. Bu edinimdi bu imandı. Yani Efendimiz Mesih İsa’nın “tövbe” ve “göklerin egemenliği” şeklindeki Müjdesini kendi yaşamı ile göstermesi gibi.


Aslında kendi halkından, ailesinden, dünyevi mirasından uzaklaşması aslında bunları terk etmesi bir anlamda kendi nefsine ölmesiydi. O zaman bu ölüm Efendimiz İsa’da bize sunulan kurtuluştaki “sevgi ve ihsanın” bize intikali olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun bereketi “milletlere bereket” olmada anlam buluyordu.


b.İbrahim hareketi ile kendisinden ayrılmıştı: Yani İbrahim’in Yaratan’ı edinmesi, onun imanı onu kurtuluşa doğru harekete teşvik etmişti. Kendisini bağlayan bağlardan kurtulmayı amaç ederek, “kendi için almayı” terk etmesine yol açmıştı. Kulluktan – oğulluğa doğru bir “sonsuzluk haccına” doğru “iman hacısı” olmuştu.


c.İbrahim Adem seviyesinden Mesih’i seviyesini hedeflemişti: Kendisinin “yüce baba” olmaktan “çokların babası” olma aşaması aslında Mesih’e doğru yükselişin bir göstergesi olarak önümüzde durmaktadır. Çünkü İbrahim’in “imanında” bulunduğu noktayı terk ve başkaları uğruna kendini feda eden bir bilinmeze doğru bilerek adım atmak söz konusudur. Bir manada Efendimizin bizler için yaptığının ön bildirgesi, gölgesi zaten burada görülmektedir. Bu yürüyüşte özellikle vaat edilen ve uçsuz bucaksız toprakların üstünde bile İbrahim’in Lut’a dilediğini seç diyebilmesinde bu Mesih’i düzeye yürüyüş, olamasa da o düzey uğruna ölesiye devam edişi görmek mümkündür.


Pavlus, özellikle Musa’nın yasasını “iman” için sanki olmazsa olmaz gibi dayatan insanları düşünerek Yasa’dan önce var olan İbrahim’in “iman örneğini” hem o dönemdeki yeni iman etmiş Musevilere hem de bugün hali hazırda “imanı” hep dışta olana iman olarak algılayanlara önemli bir “mana çalışma” konusu olarak ortaya koymaktadır.



ÖTE VE ÖTESİ


Tanrısızı doğru kılana iman eden kişi imanı sayesinde doğru kılınır- 4:4


Doğru olanın yokluğundan imanla doğruluğa doğru hareket eden kalemi ile Pavlus bir yandan Mesihi yeni izlemeye başlayanların dini algıları arasında sıkışıp kalmalarına yardımcı olmaya çalışmaktadır. Çünkü onların esas görmelerini istediği şey efendimiz İsa Mesih’in Yaratan’la olan ilişkisindeki iç içe geçmişlik gerçeğidir. Çünkü o iç içe geçmişlik noktasında Yaratanla bütünlük söz konusudur. Zaten esas amaç, esas haz o bütünlükte değimlidir.


Efendimizde sunulan kurtarış “Yaratan’ın sevgi ve ihsanının” bende yani benim “giydirilmiş benimin” üstünde “öz benime” sirayet edip oradan yansıması, orada Mesih olması demek değilmidir. Bu nedenle Efendimizin şükran sofrasında “şükredilen” “ihsan ve sevginin” ifşası değil midir? Bu ifşanın bizde tamam olması “Efendimizin” biz de tamam olması yani bizim maddeye, dünyasal her şeye “beden ve hayatımızla” ölmemiz “bir lokma ekmek ve bir yudum içecekte” ifade edildiği gibi feda olmamız değil midir?

İmanla öteye hareket Adem’den Mesih’e geçiştir. Ötenin de ötesi Mesih’le göğe yükseliş ve saran Işığın muhteşemliğinde Yaratan katına ulaşmaktır. Bu aslında yaşamında esas gayesidir. Yaratan’ı hakikaten varlığımız yani beden ve ruhumuzla, madde ve manada yüceltmek ve O’ndan sonsuza kadar haz almak..


Göklere bak..yıldızları sayabilir misin? İşte, soyun o kadar çok olacak..

Bu toprakları sana miras vermek için .. seni çıkaran RAB benim-Yar.15:8