IV. AKILSIZLAR (Romalılar 1:16-17)


Allah’ı bildikleri halde O’nu Allah olarak yüceltmediler O’na şükretmediler. Tersine, düşüncelerinde budalalığa düştüler; anlayışsız yüreklerini karanlık bürüdü. Akıllı olduklarını ileri sürerken akılsız olup çıktılar. Ölümsüz Allah’ın yüceliği yerine ölümlü insana, kuşlara, dört ayaklılara, sürüngenlere benzeyen putları yeğlediler –Rom.1:21-23


Kendi “benliğine” ilk uyanmış kişi olarak çıkıyor Adem karşımıza. Bu çıkış noktasında Yaratan’dan kopmanın noktası vurgulanıyor. Bu noktada “kişi olarak” “neden olmasın?” sorusunu soruyor Adem ve Yaratan’la yollarını ayırıyor. Yani alma arzusu ilk kez ihtiyaçların üstüne sadece “kendi rızası” için işlev kazanıyor. Bu ana kadar sürekli olarak Yaratan’la birlikteliğinde devam eden kişi “iyiyi ve kötüyü bilme” noktasına elini uzattığı anda işte artık “kendi varlığında” yapyalnız kalıyor. Bir ada gibi ve ancak “ada” kendi varlığını, yerini, konumunu tayin edebilirse ana kara parçasının bir parçası olduğunu idrak edebilecektir.


Aslında kendi ihtiyacı üstünde almayı arzuladığı anda Adem ölüme yönelmiş oldu. Çünkü doğal olarak “kendi için alma” tatminsizliğine kucak açmış oldu. Bu noktada artık arzu toprakla sınırlandırıldığı için ve sınırlı madde ölümlü olduğu için o da ölümlülüğü seçmiş oldu. Ve bu durum sınır oluşturduğu için sınırsızdan kopmayı da beraberinde getirmiş oldu.


Dikkat edilirse Yaratan’ın istemi gerçekten de insanın kendi suretinde olmasıdır. Çünkü yaratma gayesinde Yaratanı yansıtma esastır. Ama öncelikle ilk kopma anında insan öncelikle kendisini Yaratan statüsüne koyma eğilimindedir. Oysa Yaratan’ı yansıtma ile kişinin kendisini Yaratan statüsüne koyması arasında büyük bir fark vardır. Fakat bu farkı ancak kişinin öncelikle tam bağımsız olması, tam kendi kendine hüküm sahibi olduğunu sandığı durum olması gerekmektedir. Çünkü ancak bu durumu fark etmesi halinde Yaratan’ın tezahürü, kendisinden yansıdığı bir durumdan bahsetmek mümkündür.


Kendisini Yaratan konumuna getirmek “benden başkası yok” demektir. Bu da “günah” dediğimiz o insanı Yaratan’dan, var olmasının kaynağı olan konumdan koparması demektir. Zaten ilginç olan yüreğin kötüye olan meylinde bu teşvik vardır; “gerçekten ölecek misiniz” “gözleriniz açılacak ve Yaratan gibi olacaksınız”. İşte kişiyi sola çeken kötü olanın meyli, “benin kendi için almaya çıldırdığı anın en güzel yansıması”.


Aslında istenilen yani “Yaratan gibi olma” durumunda, iyiye ve kötüye kendimizin karar vermesidir. Bu bize çılgın bir haz durumudur. Yaratılışta “hükmet” ve “çoğal” emriyle her ne kadar bu idari yön bize aksettirilmişse de aslında bu sadece akis yani yansıma ya da yansıtma olması hasebiyle uygun olarak belirlenmiş bir durumdur. Bunu yapmak bir anlamda insanın çağrılı olduğu doğasıdır. Diğer tarafta da esas çelişki “yansıtmak mı? Yoksa olmak mı?” sorularının cevaplarında yer almaktadır. İnsan ne yazık ki, varlığını fark eder etmez hemen “olmak” istemiştir. Ve “benden başkası yok” ilkesi arkasına sığınmış ama sanki “O’ndan başkası yok” dermiş gibi bir tavır takınmaktadır. Böylelikle de “kendi gerçeğini yakalamış ve sarılmıştır”. Kısacası “gerçek herkesin kendi gerçeği olduğu” genişliğinde yine kendisini göstermiştir.



AKILSIZLIKLAR


Allah’ı bildikleri halde O’nu Allah olarak yüceltmediler…anlayışsız yüreklerini karanlık bürüdü-1:21


Romalılar 1.bölümde de ifade ettiği gibi insanlar tarih boyu Yaratan ve O’nun düşüncesiyle ilişkilerinde hep özden ziyade ayrıntı ve uzantı konulara meyletmişler ve bir türlü doğrudan varlıkları içinde “Yaratan’ı edinme” yoluna gidememişlerdir. Oysa Yaratan bizi iliğimize kadar dizayn eden o muhteşem “düşüncedir”.

Daha önce de dediğimiz gibi sınırsızı sınırlıda değerlendirme çabası ve birden bire “Yaratan gibi olma fikri” insanın algılarını yeterince zorlamaktadır.


Bu zorlama içersinde ve her zaman “benin kendine pratik çözümler” üretme eğiliminde olmasından dolayı daha doğrusu kolaycılığından ötürü Yaratanla ilişkisinde insan hep kolaya kaçmayı tercih etmiştir.


1.Yaratan hakkındaki gerçeği kendi gerçekleriyle değiştirmiştir.

2.Yaratan düşüncesini değerlendiremediği için O’nu edinmekle yüceltememiştir.

3.Yaşam armağanını bütün kalitesiyle değerlendirememiş, yaşam şükranı sunmamıştır.


Şimdi doğal olarak olması gereken bir durum yerli yerinde olmadığı zaman otomatik olarak o durumun zıt koşulları ortaya çıkacaktır. Örneğin, kışın gerekli yağış olmazsa yazın suya muhtaç olan bütün sistemler bu durumdan etkilenmiş olacaklardır. Kısacası kışın koşullarının yerli yerinde gelişmemesi buna olumsuz bir sonuç getirmiş olacaktır.


Bu manevi manada insan için de böyledir. Sistem olarak insan doğar büyür gelişir ve ölür. Aslında ölen kabıdır. Yani kendisini maddi alem içinde olduğu süre zarfında takdim eden, varlığını görünür kılan kabıdır. Ama manevi olarak öz olarak o şahıs sonsuzluktan sonsuzluğa yolcudur. Şimdi bu yolculuk esnasında da yukarıdaki üç koşul yerli yerinde değerlendirilemezse sonuçları elbette olumsuz olacaktır. Yani bu dini terminoloji de “Tanrı’nın gazabı” olarak ifade edilmektedir. Ama “sevgi ve ihsan O’lan Yaratan” için aslında bu terim pek de yerli yerinde kullanılan bir terim değildir. Sevgi ve İhsan’da iyi ve kötünün iyiliği içinde, sebep ve sonuç ilişkilerinin gerekliliğinde bu durum olması gerekendir. O zaman manevi doğamızın da gereklerini doğal koşullarına uygun bir biçimde değerlendirdiğimizde, yerine getirdiğimizde de bizim “olumsuzlanmamız” elbette mümkün olmayacak. Aksine bu “Yaratanı yüceltme ve O’ndan sonsuza kadar haz alarak bir yaşam sürmemize neden olacaktır”.


Aslında Adem örneğinde kendi alma arzusunun işlerliği ile Yaratan’dan kopan insan diğer parçasından da kopmaktadır. Yani “ben” farkındalığında “alma arzusunun” işlerliği artık “biz” kavramını ortadan otomatik olarak kaldırmaktadır. Adem Havva’dan da kopmuştur. Yani yalnız Allah’tan değil, diğer insan kardeşinden de kopmuştur.


Bu tablo bize “bütün” gerçeğini göstermektedir. Bütünü ayırmaya kalktığınızda yanınızda tutacağınız başka parçalar olmayacaktır. Bir anlamda ya hep vardır ya da hiç. Bu nedenle “Baba ve ben biriz” ifadesinde Efendimiz bir anlamda bu gerçeği bir kez daha yüzümüze çarpmaktadır. Özellikle sistematik teoloji de ilahiyat aracılığı ile Yaratan tarifini çok fazla parça, parça ele almanın sonucunun hüsran olmasının hatta esas ilahiyatı bile ortadan kaldıracak noktaya gelinmesinin temel sebebi budur. Bütünü ele almak yerine parça, parça etüt etmeye kalkmak bir yap bozu çerçevesini tespit etmeden yapmaya kalkmak gibi bir hadisedir.


Bu yaklaşım yani bütünü görmek, hükümranlığın farkında olmak yerine sınırlılığımızın sonucu kısıtlı ve kısmi bakış açıları ve parçaları yerli yerinde değerlendirememek doğal olarak bize akıllı olduğumuzu düşünürken “akılsız” olma durumunu getirmektedir. Hem de daha kötüsü “yüreklerin kararmasıdır”.


Bu terim çok önemli bir terimdir. Çünkü Yaratan’ın saran ışığının ilk işlevi yüreğin içindedir. Yani “kalp noktası” “gönül gözü” dediğimiz nokta açılmaksızın Mesih’in nurunun yüreğimize yerleşmesi ve bizim de gayretimizle orada “yeniden doğuşun” gerçekleşmesi mümkün değildir. O zaman durum böyle olunca bütünü parçalama, görememe eğilimi “yüreklerin kararması” demektir. Bu da “saran ışığın” yani Kutsal Ruh’un aslında yüreğimizde bir nokta oluşturmamasıdır.

Bütünü parçalamış olanlar ve kendi yüreklerinde ve benliklerinde kutsal Ruh’un işlediğinden bahsedenler bazen bunu bir “sanı” olarak yaşamaktadırlar. Aslında “kutsal Ruh’muş” gibi “saran ışıkmış” gibi bir işleyiş sanısı içinde aslında kendi egolarının aldatıcı oyunlarının, aldatmacalarının hissiyatını duyumsamaktadırlar.


Bu bizim ağzımızdan çıkan bir yargı değildir. Eğer öyle olsaydı “Rab, Rab” diyen her kişiyi Efendimiz Mesih İsa’nın tanıdığını söylemesi gerekirdi. Oysa “kapının darlığında” bir de her Rab, Rab diyen ve hatta mucizeler yapan kişilerin kapı dışında kalması gerçeği gözlerimizin önündedir. O zaman bütünden hareketle, yani önce tam bir transformla “göklerin hükümranlığına” bütün gönül gözümüzü yönlendirmemiz gerekmektedir.


Şimdi bu noktada aslında durup Pavlus’un kullandığı üç kelimeyi biraz irdelememizde fayda vardır:


1.Düşüncelerinde- Bu kelimede aslında “göksel olmayan” yani “yüksek değerlerden” “Yaratan’ın o ilahi vahyinden” uzakta bir düşünceden hareket vurgulanmaya çalışılmaktadır. Burada bahsedilen kişi yani Adem gibi “kendi alma arzusunda” “Yaratan’ı yansıtan olmak” yerine “Yaratanın kendisi olma” eğilimindeki kişi her şeye kendi “ben merkezli” bakış açısından başlamaktadır. Bu düşünceleri “görüş açıları kadardır”. Bu düşünceleri “kendi sınırlı algıları daha doğrusu her şeyi algıladıkları kadardır”.


2.Akıllı – Buradaki “akıllı” kelimesi aslında “hikmet” anlamında bir kelimedir. Çeviriden çeviriye ne yazık ki, esas söylenilmek istenilenler orijinal kaynağından oldukça uzaklara doğru çekilir giderler. Oysa bu sözcüğün ifade etmek istediği şey çok açıktır. Bu kelime ile bu tarz insanların yani “genel vahyi” göremeyen, “kainat kitabını” okuyamayan ve kendi kendilerine “özürler” bulan insanların esasında yalnızca kendi düşüncelerinin doğrultusunda oluşturdukları bir hikmet anlayışı ile hareket ederek görünende görünmeyeni görmeme gibi büyük bir sınırlılık hatasına düştüklerini vurgulamaktadır. Çünkü düşüncelerinde kendi hikmetleriyle kendi sonuçlarını çıkaran bu insanlar kendilerini de sınırlılıkları içinde sınırlayan kişilerdir. Ve bu nedenle akıllı olduklarını ileri sürerken aslında “bütün” o muhteşem ana tabloyu göremedikleri ve değerlendiremedikleri için akılsız olup çıkarlar.


Kısacası Yaratan’ı görebilmek bir dini görebilmek, bir dine girmek değildir. Aksine dinlerinde içinde olduğu bütün kainatı madde ve ruh alemi açısından doğru yerde değerlendirebilmektir.


3.Akılsız- Akılsızlıkla aptallık arasında bir bağlantı vardır. Hikmetli olma gayreti kişinin her şeyi yalnızca kendi kabında değerlendirmesi sonucu aptallığı getirmektedir. En azından Pavlus’un vardığı sonuç budur. Ama aslında bütünü görememenin ve kısıtlı bakış açısının insanın başına açtığı bütün dertleri görebilirsek bu gerçekten de böyledir. İnsanın özrü yoktur. Kendine göre yaratılışı amaçsız gibi görünmektedir. Yaratan eğer varsa adaletsizdir. Başı sonu belli olmayan bir hayat vardır. Bu amaçsızlıkta hep insanlar eziyet çekmektedirler. İşte gördüğümüz gibi bu ve benzeri cümleler bizi yerden yere serecek olan cümlelerdir. Oysa bütün bunların arkasındaki hikmet Yaratılmışlığın bütün formüllerinin tamlığında, bütün dengelerin dişlilerinin doğru dürüst ve hatta pürüzsüz işlemesinde görülen “Yaratan düşüncesidir”. Parçalara böldüğümüzde amaçsızlık oysa bütün kainatın işleyen çarkları ile baktığımızda ise muhteşem “akıl”, muhteşem “doluluktur”, “sevgi ve ihsandır”.. İşte bu nedenle kısmi görüşle yarım yamalak dini bakış açılarıyla koskoca “kainatın Efendisini” değerlendirmeye kalkmak ve Baba ile Oğul’u ve Kutsal Ruh’u birbirinden apayrı noktalarda değerlendirmeye kalkmak dahi “akılsızlığa” çıkan yola girmek demektir. hatta bunu dahi kendi hikmet anlayışlarına yükleyip bunu “inancın olmazsa olmaz sistematik ilahiyat dersleri” haline getiren ve kendilerini saf dinin yegane olmazsa olmaz öğretmeni görenlerde dahi görmek mümkündür. Yani yorumları yaparlarken Pavlus’un şapkasını giyinen birçokları dahi Pavlus’un o çizdiği resmi “dinin en üst düzey öğretmenliğini” yaparken dahi vermektedirler. Ya hakikaten farkındadırlar da böyledirler ya da hakikaten farkında olmaksızın “hikmetli” görünme kaygısında “gerçekleri” görürken bile “yanlış görüntü” verirler.


Buradaki aptallık entelektüelliğin tam olmaması esas yerli yerinde değerlendirilmemesi anlamındadır. Elbette yüce Allah’ı o muhteşem “hiç-varlık” sınırsızlığında algılamak mümkün değildir. Fakat “O’ndan başkası yok” düşüncesini ve kavramını “kainat kitabının, bilimin o ışıl ışıl varlığında” görmemek ve görmeden ve görmek istemeden yaşamı algılamaya çalışmak işte eksik olan budur. Çünkü “Allah’ın görülmeyen nitelikleri” tamamen çevremizi varlığımızı sarmaktadır.

Aslında bunun bir nedeni de dinlerin bağnazlığı ve Yaratan öğretisinin hep dinlerle sınırlanmasındadır. Oysa Efendimizin “Yol, gerçek ve yaşam Ben’im” öğretisinde dinlerin üstüne çıkılmakta ve “gökteki değerlerin ardınca” yönlendirilen yani “Allah’ın gözle görülmez” niteliklerini içeren “yüksek değerlere” doğru bir yöneliş söz konusudur.



SOLA ÇEKİM


Düşüncelerinde budalalığa düştüler, anlayışsız yüreklerini karanlık bürüdü- 1:21


Mecazi bir dille ifade edersek sağa çekim Yaratılışın bütün pozitif iyi olan tarafıyla kainat gerçeklerini gözlemlemektir. Diğer tarafta sola çekimse Yaratılışın bütün negatif ve sınırlılıklarını görmek ve o görüşlerle değerlendirmelere gitmektir. Aslında esas olan sağın ve solun ortasında “her şeyi iyi olarak gören” o ana yola çıkmaktır.


Allah’ın Mesih’inde saran ışığın yani Ruh’un rehberliğinde “Yaşamın amacını görememek” bizi yalnız sola çekecektir. O zaman insan Yukarıdan verileni yani Ruh’un yürekleri delen ışığını ve Mesih’in o ışığın rehberliğinde yüreklerde doğuşunu alması algılaması mümkün değildir. Böyle olunca bütün değerler “ölümlü maddenin” “ölümlü yani geçici değerleridir”. Elbette haz içermeyen değerlerdir. Yani maddi olarak bir sofra açlığımızı diğer bir maddi yapı olan midenin dolmasına kadar cezp edecek ve maddi olan bedenimize haz verecektir. Ya sonra sonrası midenin doluluğunda açlık bitecek, açlık hazzı da gidecektir. Yani haz ölecektir.


Piramidin üstüne yani “konuşan düzeye” ulaşmak ki bu da mecazi bir tabir olarak esasında Mesih düzeyini işaret etmektedir ki esas olan budur. Mesih düzeyi nedir? Bu düzey “ışığı yansıtmak için” yani olması gerektiği gibi çeken düzeydir. Efendimizin “ışığı kile altına koyamazsın” dediği düzeydir.


Özrü olmadan insanlar aslında gerçekten “kainatın Efendisini” görme durumundadırlar. Bunu görmek vardır görmek vardır. Yani olması gerektiği gibi gören insanlar Mesih’in nurunu kendi benliklerinde eninde sonunda görecek olanlardır. Bu düzeyde olmak Yaratan suretinde yaratılmış aklıyla, fikriyle, düşüncesiyle insan-ı kamil düzeyinde Efendimiz İsa Mesih’i giyinmiş olmak demektir.


Fakat gördüğünü göremeyenler ise ve hatta kendi sınırlılıklarında sola çekilip duranlar ise ya bunlar ne durumdadırlar? Bunlar ise yaradılışlarının kaba sıkıştığı ve beden düzeyinde yani et ve kan olarak “memeli hayvanlar alemi” düzeyinde bir yaşam sürmektedirler. Bu manevi düzeyleridir. Çünkü hayvanlar “daha ziyade yalnız kendilerini hissederler”. Ve bu insanlar her zaman “özür olmayan özürlerle” hep esası olması gerekeni olmaması gerekenle değiştirip dururlar. Oysa hakiki konuşan düzey yani insan-ı kamil düzeyde “karşı tarafı da yürekten hissetme” söz konusudur. Zaten insanı hayvandan ayıran unsur bu çizgidedir. Bu noktada Pavlus’un bir kelimesi üzerinde daha durmamız iyi olur;


4.Yeğlediler- Bu kelimeyi aslında “değiştirdiler” şeklinde almak çok daha doğru olacaktır. Yani insanlar içinde bulundukları kısır ve kısmi görüşlerinden ötürü daima her şeyi sadece görünenle algılamaktadırlar. Bu hep böyle gibi görünmektedir. Ama insanın çağrılı olduğu görünmeyen niteliklerle birlikte görüneni algılamaktır. İş her zaman böyle olmayınca Yaratan düşüncesini de, O’ndan başkası yok kavramını da bu tarz insanlar hep görünen hem de kendi düzey ve seviyelerinde gördüklerine indirgemişler ve bunu “yaşamlarının hedefleri, amaçlarının” ortasında şekillendirmişler, görüntü ve şekillerle değiştirmişlerdir. Bunun en büyük nedeni düşme anının korkusunun bilinçaltına yerleşmiş olmasıdır.


İnsanın Yaratan’dan kopuş anı olan “kendi rızası için gereksinimlerinin üstünde almaya başladığı an”, bir çocuğun annesinin ya da babasının kollarını bırakıp yürümeye başladığı an gibidir ve bu andaki o ilk düşüş şuur altında yer etmiştir. Bu nedenle insan hep belli korkuları ile yaşam sürmekte ve kendi o ilk yürüyüşündeki düşüşün etkisinde her ayağa kalktığında aynı düşüşü yaşamamak diğer taraftan da olması gerektiği gibi kendi başına yürümeye mecburiyetinin stresi içinde bir yaşam sürerken bütün konsantresini kendisine ve ayaklarına vermekte ve esas kabiliyetinin Yaratan vergisi olarak kendisinde var olduğunun farkına varıp onun esas sahibinin muhteşem “düşüncesini” ve bu nedenle korkularından azat olup devamlı bir biçimde yürümeye gayret etmesi gerektiği bilincine varamamaktadır.


Diğer taraftan bu korku bize hep düştüğümüzde kendi kendimize kalkabileceğimiz farklı taktikleri denememizi de beraberinde getirmektedir. Bu taktiklerde bir yığın din ve inanıştır. Aslında bütün bunlar bizi Yaratana getirmemektedir. Aksine esas olarak Yaratan’dan bizi uzaklaştırmaktadır. O nedenle gerek ilkel tapınışlarda, gerekse daha sonraki çok tanrılı tapınışlarda hep insanın kendi korkularının akisleri ve korkularını giderebilecekleri kendi oluşturdukları ve hatta yönetebilecekleri tanrılar vardır. Bu tanrılar adeta insanın ruh haletine, kültürlerine, hayat algılarına kısacası korkularının boyutlarına göredir.


Efendimiz Mesih’in bu nedenle “doğruluğunuz Ferisilerin doğruluğunu aşmadıkça” şeklinde bir ifade ile dediğimiz gibi insanlığa o üst düzeye doğru olan yolu gösterdiğini görüyoruz.

KARANLIKTAN IŞIĞA


Düşüncelerinde budalalığa düştüler, anlayışsız yüreklerini karanlık bürüdü – Rom.1:21


Bu çalışmamızı tamamlamadan önce bu bölümde üzerinde durmamız gereken bir başka kelime de karanlık kelimesidir;


5.Karanlık: Karanlık ışığın olmadığı durumdur. Işık Yaratan’ın kendi ifşasıdır. Yani bütün kaosun ıslahı olan yegane nedendir. Bu yegane neden harika ışımadır. O zaman bu ışımayı “özürleriyle” görmezlikten gelmek katiyen ışığın aydınlığını ne dimağlarında ne de bağırlarında hissedecek değillerdir. Bir yaratılmış “hayvan” için hayat bir anlamda içgüdüseldir. Manası düşünülecek değildir. Sadece yaşanılacak, var olunacak ve yok olunacak bir durumdur. Oysa gaye insandır. İnsanın yaratılış amacına ulaşması esastır. Ruh’un yürekleri fethi bunun içindir. Efendimiz Mesih İsa’nın kurtarışı bunun içindir. O zaman esas olan ışığın ifşasını görmedir. Görüldüğü an görmeyen gözlerin gördüğü, işitmeyen kulakların işittiği andır. Mesih’in yani Saran Işık kendisinde olanın dokunuşudur. Bu da bizi aydınlığa yürek ve dimağ aydınlığa taşıyacak olandır. Sonlu madde içinde esasa yani sonsuzluğumuza dönüştür.


Pavlus, diğer Efeslilere yazdığı mektupta şöyle demektedir:


Boş düşüncelerle yaşamayın, onların zihinleri karardı. Bilgisizlikleri yüzünden Allah’ın yaşamına yabancılaştılar. Bütün duyarlılıklarını yitirip açgözlülükle her türlü pisliği yapmak üzere kendilerini sefahate verdiler…Ama siz Mesih’i böyle öğrenmediniz. O’ndaki gerçeğe uygun olarak O’nun yolunda eğitildiniz-4:18-19


Bir zamanlar karanlıktınız, ama şimdi RAB’de ışıksınız. Işık çocukları olarak yaşayın-5:8


Yaratanı bilmek, Yaratanı edinmek, O’nunla eşit forma girmek demektir. Bu da saran ışığında yani Kutsal Ruh’ta Mesih’i giyinmekle gerçekleşecek olan hakiki insanlık düzeyidir ve bizi geldiğimiz mutlak Işığa doğru taşıyacak olan ve “ağlayış ve diş gıcırtısı olmaksızın” taşıyacak olan budur.