Allahın görünmeyen nitelikleri..açıkça görülmektedir. Özürleri yoktur -1:20
Sınır ve sınırsızlık kavramları birbirlerini iteleyen zıt kavramlardır. Birisi tamamen küçük bir alanın varlığına işaret ederken diğerinde ise aslında sınırsızlığın algılanma zorluğunda bir alansızlık söz konusudur. Aslında sınırlılıktaki belirginlik görüneni ortaya dökerken, sınırsızlıktaki açıklık görünmeyi tamamen gizlemekte ve görünmeyen olgusunu oluşturmaktadır.
İnsan kuşkusuz ve aşikar bir biçimde düşünce derinliği içinde, görkemli beden ve ruh yapısı içinde adeta sınırlı bir sınırsızlığı içinde barındırmaktadır. Sınırlıdır çünkü Yaratan dediğimiz bütün kainatı kapsayan düşünce ile karşılaştırıldığında elbette sınırlıdır. Ama yine de alem içinde alem olan bir yapıya sahip olarak inanılmaz derinliğe, ene ve boya ve genişliğe sahip varlığı mevcuttur. Bu varlık içinde mesela bitmek tükenmek bilmez düşünceleri arasında sınırlı da olsa bitmek tükenmek bilmez özürleriyle “benliğini” sürekli beslemekte, adeta kaynayan benlik ateşinin altına sürekli odun atıp durmaktadır.
Aslında insanın özür üretmesi, bazen ne kadar doğal görünse de özellikle bazı algılayamadıklarını, algılayamamakta ısrar etmek ya da işine gelmediği, beninin desteklemediği konularda kendisini konunun sorumluluğundan kurtarmak için özür üretmesi kendini kainatın merkezinde görmesinden kaynaklanmaktadır. Bu kendini merkez görmede de aslında Yaratan’ın suretinde yaratılmış olmadan kaynaklı bir sınırsızlığa eğilim ve sınırsızlık özlemi ya da bizim sınırsızlığı taklit eden, sonsuzluğu taklit eden yanımızın rolü vardır. Bu durum esasında bizi yanıltan bir durumdur da. Çünkü gerçek özürlerimizle, gerçek olmayan özürlerimizin karışmasına neden olur. Bu da “Ruh’un” işleri ile “Ben’in” işlerini karıştırmamız demektir.
YARATAN VAR MI?
Biz çoğu zaman Allah’ın görünmeyen nitelikleri içinde görüneni aramaya kalkarız. Kısacası Yaratan’ın “hiç” yani algılarımızın alacağı ya da hayal edeceği bir şey olmamasından kaynaklı olarak algılamamız mümkün değildir. Ama aynı zamanda o hem “hiç” hem de “var” O’landır. Yani hayalimizin dahi alamayacağı bir varlık olarak “hiç” olmakla birlikte aynı zamanda bütün “görünmeyen nitelikleri” ile “var” olandır.
Bu “görünmeyen nitelikler” aslında esas bizim için özür bırakmayan niteliklerdir. Ama neyin özrünü yani “Yaratan düşüncesi” istesek de istemesek de görünen varlığın görünmeyen iten, işleten arka planıdır. Bu güç ve idare belli bir dizayn ve düzeni içinde mevcuttur. Örneğin; Oksijen hem kokusuzdur hem de gözle görülmez. Ama hayat için çok ama çok önemlidir. Onu keşfetmeden önce de o hayatiydi ve keşfettikten sonra da hayati olmaya devem etti. Yani bugün oksijenin varlığı bilim aracılığı ile onun ne olduğunu bilen için de bilmeden havayı soluyup yaşayan içinde tartışmasız ve kuşkusuz çok önemlidir. Onu görmediği için ve bu konuda okumadığı için ve hatta bilmeye de ihtiyaç duymadığı için bazı insanlar için oksijen hiç yoktur. Kokusu da varlığı da göz önünde değildir, hatta şekli şemalı de aklında olmadığı için “yoktur”. Oysa o keşfedilene kadar bir “hiçti” sonra keşfedilince “var” oldu. Ve şekli şemali bir manada ortaya dökülmüş oldu. İnsanlığa tarif edilmeye çalışıldı. Ama aslında “keşfedilmesine de ihtiyaç yoktu” çünkü o zaten vardı. Ve hatta insan onu deneyimliyordu bile. İçine çekiyor, onunla yaşıyor ve onunla bütün varlığı bir anlam taşıyordu. Sonra bu yaşatan gazın ne olduğunu merak eden bazıları deneyimleri derinleştirip görünmeyeni bir manada görünür kıldılar. İşte bu kadar.. Şimdi bütün bu örneği olduğu gibi Yaratan’ın var olup olmama konusu üzerine düşünmeye taşıyabiliriz. Ve ilginçtir bu konuda da aslında üç aşağı beş yukarı söyleyeceklerimiz aynı sözcüklerdir. O zaman bir deyişle “Yaratanı görme ve hatta görememe de aslında Yaratanı görme” anlamına gelmektedir. Ve “aslında inanan ve inanmayanda” Yaratan’ın varlığını bir anlamda bağırıp durmaktadır. Bu denli Yaratan düşüncesi ile kuşatılmış ve bu düşüncenin içinde varlığını sürdüren bir insan için aslında özür çok da büyük bir anlam ifade etmemektedir. Yaratanı şimdi bilmemek biraz sonra bilmemek demek değildir. Dün hissetmemek, bugün hissetmeyeceğim anlamında da değildir.
SORULAR?
Doğal olarak insanlar Yaratan’ın düşüncesinde sınırlı olan içinde sınırsıza olan eğilimleriyle sorular sormaktadırlar. Ve soruları özellikle ilkel algılardan, dini seviyelere ve o seviyelerdeki belli tatmin ve algılarından sonra ise daha üst düzeylere doğru yükselip durmaktadır. Ve “Adem’de dünya düzeyinde “benlerini” fark etme gayretinde Yaratan’ın kendisinde gördüğü cılız ışığı algılamaya çalışan insan özellikle Ruh’un yüreğinde oluşturduğu kalp noktasının hazırlanmasında bu soruların cevaplarında Mesih’e doğru yükseltmeye çalışmaktadır. Yani yukardan verilen aşağıdan algılandığı anda ve bunun üzerinde çalışıldığında “özür” olmadığı belirginleşerek Yaratan’ın nurunun aydınlığı Mesih İsa’da bizde biçimlenmeye başlar.
Ama soruların olması, cevapların ve arayışın içimizdeki cılız ışığı Ruh’un ışığında harekete geçirmesi demektir. Sorular birer “özürken” cevapların yukardan gelen ışığın kalp noktasını açması ve bu noktada hareketin başlamasıyla bize “özürsüzlüğü” getirir. Çünkü “benliğin işlerinde” bir çok özür aslında bizim sadece “ben merkezden” bakışımızın eseridir. Ve aslında “özürlerimiz” bizim kendi kendimize esaretimizdir.
Mesela şöyle sorularla Yaratan’ın varlığını ve Ruh’unun rehberliğinde ve Mesih’inin kurtarışında bizimle olan ilişkisini sorgular ve böyle bir bağlantı içinde yer almama bencilliğinde kendimize özürler ararız;
YA İŞİTMEYEN NE OLACAK?
Yasamı içlerine yerleştirecek, yüreklerine yazacağım…küçük büyük hepsi tanıyacak BENİ- Yer.31:34
Burada verilmek istenilen kainatta her düşünen insanın aslında Yaratan’ı aramaya yönelik harekete geçeceği gerçeğidir. Çünkü burada İsa’ya inanır ya da inanmazsa ne olacak şeklinde bir sorgulamadan ziyade esasında daha ilk ve esas adım sorgulanmaktadır. Yani ilkel de olsa gelişmiş bir toplumda da olsa “eğer benim rahat soluk almama neden olan bir gaz varsa, bu gaz neyin nesidir?” diye sorgulamak bir çokları için esas olmalıdır. Sorgulamak aslında insanın İsrael olmasıdır. İbrahim’in sorgulaması onu Yaratan’ın ışığına doğru hareket ettirmiş ve kendi toplumundan ayrı kılmıştır. Çünkü orada sorgulama artık “özrü” ortadan kaldırmıştır.
O zaman esas olan işitmeyen olmasının çok zor olduğu gerçeğidir. Çünkü Pavlus burada özel vahiyden ziyade genel vahye işaret etmektedir. Genel vahiy, kainat kitabının anlattığı o muhteşem Kainatın Efendisidir ve bu noktada görünen yani kainat bütün dev mekanizma ve işletilme gücüyle arkadaki görünmeyen motor gücüde ortaya dökmektedir. Dolayısı ile “insanlığın” öncelikle dinlerden, inançlardan, felsefelerden önce “özrü söz konusu değildir”. Hiçlik ya da varlık kavramında “Yaratan’ı ret ettiği anda bile aslında kabul etmektedir”. Çünkü “hiçliğin” farkındadır. Kabul ettiğinde de zaten doğal olara “varlığın farkındadır”.
Kendini fark eden, benliğini fark eden her insan “Yaratan’ı” fark etmeye başlayacaktır. Yaratan’ı “beni” üzerinde fark edense bu noktadan hareketle “benin” üzerine çıkmasının gerekliliğini fark edecektir. İşte o noktada Adem’de “benini fark eden” Mesih İsa’da “beninin üstüne” çıkarak “Yaratan suretinde” esas olması gerektiği gibi “insan-ı kamil” olacaktır. Bu da Mesih İsa’da biçimlenmiş Yaratan’ın kurtarış gerçeğidir.
Ve insan her bir düzeyde o düzey için seçilmişliğe tabidir. Çünkü o düzeyde o düzeye ulaşmışlığı, o düzeye erişmişliği ve o düzeye seçilmişliği içinde yolculuğuna aşama, aşama devam etmek durumundadır. Aksi takdirde “Adem’de düşmüşlüğün Mesih’te Yaratan suretine” dönüşümü söz konusu olamaz. Bu anlık bir kalp noktası açılışı olmakla birlikte “yeni doğuş” ve “düşüncenin yenilenmesi” gibi bir sürekli gelişimi de beraberinde getirmektedir. Bu adil O’lan için, güneşini iyiye kötüye doğuran için her insana takdim edilen bir kurtuluş çizgisidir. Bu çizginin sonunda Mesih İsa’ya erişmek ve Mesih’te Mesih’le ölüp dirilmek vardır.
Yüceliğim için yaratıp adımla çağırdığım herkesi, evet, oluşturduğum herkesi getirin diyeceğim- Yeş.43:7
Bu anlamda Yaratan’ı fark etme bütün insanlık için aslında kaçınılmazdır ve ancak arkası yani Adem düzeyi ve benin fark edilmesi ve ondan sonra “benin inkarı ile diriliş” yani Mesih kurtarışı gelmektedir.
Her diz önümde çökecek, her dil bana ant edecek- Yeş.45:23
O zaman bu çok nettir ki, Yüce Allah’ın kurtarışı bütün insanlığa açıkça önceden ilan edilmiş ama kalp noktası açılıp kendi içlerindeki cılız ilk yaratılış ışığı aydınlanana kadar giden yolculuk çizgisi ise ancak bu düzeye eriştirilenler için bariz olmuştur.
KUTSAL YAZILAR DOĞRU MU?
Başlangıçta Kelam vardı. Kelam Allah’la birlikteydi….Kelam insan olup aramızda yaşadı- Yuh.1’den
Özürler günlük yaşam düzeylerinin bilgilerinin birikimine göre şekil değiştirir dururlar. Bir zamanlar dünya üzerinde en çok varlığından bahsedilen yazılı metin “kutsal yazılardı”. Bu yazılarda özellikle sadece mabetlerde ya da belli zengin kişilerin ellerinde bulunuyordu. Hatta bir çok insan içinde ne yazdığını bilmeksizin kulaktan dolma sözlerle Yaratan’ın varlığına, Ruh’un işleyişinde Mesih İsa’daki kurtarışına iman ediyorlar. Ve yine kulaktan dolma şekillerde Mesih İsa’da bir yaşam sürmeye gayret ediyorlardı. Ama yazıların doğruluğu ya da yanlışlığı eksikliği ya da tamlığı bir anlamda sadece o dönemin bir takım din adamlarının hatta politik önderlerinin tartışma alanı içinde kalıyordu. Oysa günümüzde bu kadar bilimin ilerlediği bir dönemde ve bu kadar iletişimin hızlandığı bir çağda artık “yazılar” herkesin gözü önüne serilmiş bir durumdadır.
Hatta bu öylesine büyük bir teolojik çarpıklığı ve kopukluğu da beraberinde getirmiştir ki, aynı inancı ya da mezhebi paylaştığını söyleyenler arasında bile aynı metin ya da cümle üzerinde birbirinden farklı görüşler sunmalarına neden olmaktadır. Dolayısı ile insanlar “kutsal yazılar içinde çelişkiler var? Bu yazılar doğru mu?” gibi bir çok sorular sorma ihtiyacı hissetmektedirler.
Oysa “genel vahiy’i” öne çıkaran ve Romalılara her şeyden önce Yaratan konusunda düşünmelerini öneren Pavlus bu görüşleri ile “özre yer bırakmayan” bir biçimde “bilimsel kainat gerçeklerini gözler önüne sermektedir”.
Bizler genelde “kutsal yazıları” hep bilimsel metinlermiş gibi ele almaya kalkarız. O zamanda orada bir çok mecazi anlatım ve hayat izlenimleri ve Yaratan’la olan kişisel deneyimleri hep her duruma, her izlenime ve her tecrübeye uygulamaya kalkarız doğal olarak da oldukça çarpık sonuçlarla karşılaşırız. Oysa “kutsal yazılar” “özel vahiylerdir”. Yani Yaratan’ın hükümranlığının, insanın “benliğindeki” düşmüşlüğünün farkındalığı yolundaki çabalarının ve sonuçta “insan-ı kamil” olma yolunda yani Yaratan suretine dönüşme yolunda Yaratan’ın Ruh’unun işleyişinde Mesih İsa’da sunduğu kurtuluşun anlatıldığı ve kişilerin bütün bunları kendi koşullarında ve ortamlarında deneyimledikleri ve bize kadar Ruh’un rehberliğinde ulaşan, erişen ve bize de Yaratan yolunda Mesih’in kurtuluşunu gönenerek Ruh’la devamımız için teşvik ve rehber olan yazılardır. Bu yazılar olsa da olmasa da sınırlılığımız içinde sınırsızın varlığında görünmeyen niteliklerde Yaratan’dan kaçmamız mümkün değildir ve O’nun Mesih’indeki kurtarışında O’na dönüşmemiz esasında yazıların varlığına bağlı olan bir şey değildir. Mesih İsa’nın varlığı ve vaazları ve ölümü ve dirilişi metinlerin haricinde önceden vaat edildiği şekliyle zaten metinlerden bağımsız gerçekleşmiş metinlerse bu gerçeği bize “özel vahiy” olarak nesillere takdim etmiştir.
O zaman konu zamana, durumlara, kültürlere ve o günkü anlayış ve izlenimlere göre çelişkilerin olması olmaması, metinlerin doğruluğu doğru olmamalarından ziyade “kainat kitabında anlatılanla” “metinlerin anlattıkları” arasındaki o Yaratan’ın ışığının yüreklere hitabı ve yüreklerdeki kişisel benlerin üstünde Yaratan’la Mesih’inde ve Ruh’unun teşvikinde buluşabilme gerçeğidir. Yazılar her bakış açısına, her yoruma göre renkten renge girebilir, farklı algılanıp anlatılabilir. Ama Yaratan’ın gerçek ışığında ve Mesih İsa’nın öğreti ve hayatı ile sunduğu anlatım arasında yüreğe hitap eden gerçekler “genel” ve “özel” vahyin tartışmasız ve görünende görünmeyen tarafının yansımasıdır. Esas olan bu iki vahiy arasında Mesih’te biçimlenip Ruh’ta ve gerçekten Kainatın Efendisi ile bir bütün olduğumuzun farkına varmak ve “sevgi ve ihsan O’lanı” “sevgi ve ihsan Olarak” yansıtmaktır. Bu Mesih’in kurtarışında ve Ruh’un gücünde Yaratan Suretine evrimledir. Bu nedenle insanların esasında özürleri yoktur. Hele hele artık bu denli teknolojinin ilerlediği çağda bilimi her an izleyebilirlerken ve insan izlenimlerini kolaylıkla takip edebilirlerken Mesih’in yolunu “dini çerçeveler üstünde” Mesih İsa’nın kendi sözlerinden hareketle görebilmek ve bunu değerlendirebilmekle bu gerçek artık daha da bir netleşecektir.
İnsanın kurtuluşu insanın Mesih İsa’da Yaratan’ı ile form eşitliğine dönüşmesindedir. Bu da bir din değil bir oluştur. Bu bütün kainatın insanlarının bu forma dönüşümüne kadar sürecek olan bir süreçtir. Çünkü sonuçta “her diz çökecek ve her dil diyecektir”.
PEKİ NEDEN KÖTÜ VAR?
Yeryüzü şekilleri yoktu..karanlıklarla kaplıydı .. “Işık olsun” dedi ve ışık oldu- Yar.1’den
Kötünün varlığını ve ne olduğunu algılamak için her şeyden önce başlangıca gitmemiz esastır. Çünkü başlangıçta kaostan bahsedilmektedir. Kaosun ıslahı ve ıslahın aşamaları ve her aşamada kaosun varlığından ıslaha geçiş bize kötünün var olması konusunda yeterince bilgi vermektedir. Çünkü karanlık olmaksızın ışığın değeri yoktur. Işık olmaksızın da karanlığın değeri yoktur.
Allah yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü- Yaratılış 1:31
Bu noktada bütün bu karşıtlığın aslında maddenin şekillenmesinde bir başka deyişle maddenin içinde yaşayan alemin devamlılığında bir gereklilik olduğunu görüyoruz. Yani Yaratan bütün zıtlıklarıyla yarattığı her şeyin birbirlerini zıtlayarak işlev kazanmalarına neden olan bir sistem ve formül içinde her şeyin iyi olduğunu daha doğrusu bunun yani bu zıtlıklar durumunun iyi bir şey olduğunu söylemektedir.
Çünkü kötü iyinin, iyi kötünün varlığını pekiştirmektedir. Tamlık ancak eksiklik varsa fark edilecek bir gerçektir o zaman bize kötü olarak görünen her şey elbette çok kötüdür. Bizim için gerçekten acıdır, acı çekmedir, ızdıraptır. Ama diğer taraftan bütün hücreleri ve zerreleri ve duyguları ve duygulanmaları ile işleyen bütün alem sistemi için birbirini işleten adeta çarklılardır. Beden eninde sonunda madde olarak kendisini zaten gelişimini tamamladığı anda geldiği yere yani maddeye terk edecektir. Bu sistem içinde bütün hücreler zaten defalarca ölmekte ve yerine yenileri gelmekte ve hatta ölenlerin bazıları acılar çekerek ölmektedir. Ama sistem yenilenmekte ve insan sistemi yani insan bir bütün olarak varlığını sürdürebilmektedir. Yani nasıl insanın varlığı için hücrelerin ölüp dirilmesi ya da zedelenmesi acı çekmesi esassa nasıl bir diş ağrısı aslında oradaki mikrop yuvası bir dişi bize bildirerek vücuttan atılmasını sağlıyorsa ama ağrısı ile bizim için çok kötü bir durumsa aslında kötü ve iyi biz anlasakta, anlayamasakta bütün kainat çarklarının dönmesi içinde iyidir.
Kısacası “kainat kitabı ile birlikte” “özel kişisel edinimlerin” iyi okunmasında esasın Ruh olduğu gerçeği ve esasın “mana yolu” olduğu gerçeği kavrandığında “bedenin ızdıraplarının” sadece ve sadece bize sonsuzluk denizinde belli bir süre eşlik edeceği kesindir. O zaman seyahatini sürdüren ve Efendimiz Mesih İsa’nın ifadelerinde olduğu gibi “kapı önünde hazır bekleyen bakireler misali” esas içeri alınacak olanlar yani geldikleri yere dönecek olanlar bunun farkında olup “her şeyin sevgi ve ihsanda” iyi olarak yaratıldığını. Ve zerrede aslında “O’ndan başkası yok” kavramının yansıdığını bilenler olduğudur. Bütün bunların bilinci ve gerçeğinde Yaratan’da Mesih’inde “günahın bedelini ödemiş” yani “benliği kendi için alma noktasında öldürüp” Yaratan rızası için almaya diriltmiş kişi “Ruh’ta ve gerçekte tapınan” olarak maddenin ve dolayısı ile bedenin özürlerinin esasında özür olamayacağını idrak edebilecek bir duruma çekilmiş demektir.
SONUÇ SEBEP VARSA VARDIR
Kimsenin mahvolmasını istemiyor, herkesin tövbe etmesini istiyor- 2.Pet.3:9
Doğal olarak bütün kainat bir sonuçtur. Kainatın bir sebebi varsa bu sebep elbette bütün sebeplerin içinde toplandığı esas kaynak sebeptir. Bu da “Yaratan düşüncesidir”. Yaratan bütün düşüncelerin düşüneni olarak dinlerin ve felsefelerin ve hümanizm gibi bütün akımlarının da üstünde onların düşüncelerini kapsayan düşüncedir. Ve bu düşünce kendi muhteşem düşünce haznesinde kainat, evren ve bütün zerreleri belli formüller karmaşası içinde kutsal yazıların dediği gibi ama kaosu düzene sokarak yani inanılmaz bir düzenle yaratarak kendisini yansıtmıştır.
Bütün varlık “sevgi ve ihsan” sonucudur. “Sevgi ve İhsan” alan varsa “sevgi ve ihsandır”. O zaman bu noktada kainatın mevcudiyeti aleni ortadadır. Bütün bu tabloda her yaratılış düzeyinin kendi ışık haznesine göre ifşa edilmiştir. En büyük ifşa’da “Kendi suretinde yarattığı insanda” zahir olmuştur. Bu zahir noktanın en üst örneği Yaratan’ın Ruh’unun işlevinde Efendimiz Mesih İsa’da dinlerin üstünde “sevgi ve ihsanın esas ne manaya geldiği” en üst ve en son şekliyle ifşa olunmuştur.
Şimdi bu bağlamda “alan ancak aldığını vermek için aldığında” yani “doluluğundan takdim ettiğinde” Yaratan’ı edinmekte daha doğrusu O’nu edinip Mesih’i giyinmiş olmaktadır. Bu da işte sonsuzluğa kavuşmaktır. Ruh’un işlerinde Mesih’te Yaratan’ı edinmek O’nunla eşit forma dönüşmektir.
Kainatta her şey çok karmaşık görünmekle birlikte aslında basit formüllerle birbirine bağlıdır. O zaman bizlerde bütün bu formüllerden başlamak kaydı ile yani “kainat kitabından” “Mesih İsa’nın bol yaşam” kitabına kadar ulaşmamız mümkündür. Bunun içinde bütün bu maneviyat yolu “mana yolu” Mesih’in kurtuluş yolu aslında gözler önündedir. Bunun için, bunun başlangıcı olan en evvela “Göklerdeki Babamızı” bilme konusunda aslında hiç birimizin özrü yoktur olmayacaktır. Sonra Ruh’un yönlendirişinde Mesih’in İsminde Göklerdeki Babamızla bir olmamız bizim “bende” düştüğümüz noktadan “BEN’E” yani esas kaynağımıza ulaştığımız noktaya dönüşümüz gerçekleşmiş olacaktır.
Bu aynı suyun buharlaşıp göğe yükselişi gibi. Sadece vakit buhar seviyesine bizi taşıyacak olan ortam ve koşullardır. Bu koşulların oluşumunda her bir zerre Mesih İsa’nın kurtarış düzeyinde Ruh’un yükseltişinde Baba’yla bütünleşecektir. Bu manada her diz çökecek ve her dil diyecektir. Bunun olması için de “vaktin tamam olması gerekmektedir”. Vaktin tamamı suyun kaynama noktası gibi olan “olması gerektiği seviyeye varılması ile mümkündür”.
Bütün bunların başlangıç noktası ise “Kainatın Efendisinin” Kainattaki tezahürünün aleni görülmesinin gören gözlerce ve gönüllerce görülüp algılanmasıdır. Daha bu başlangıç noktasında bütün “insani özürler” zaten kendiliğinden iptal olunmuştur.