Karl Barth bir zamanlar, düşmüş insanın işlediği tüm günahların kökünde üç temel günahın olduğunu söylemişti. Bunlar, gurur (kibir), tembellik, ve yalancılıktı. Barth'ın doğru olup, olmadığı tartışılır ancak bu üçlünün çok dehşet verici olduğuna şüphe yoktur. O çirkin kafalarını farklı şekillerde dışarı çıkarırlar ve gerçek tanrısallığa ulaşmada verdiğimiz tüm uğraşları mahvetmeyi arzularlar.
Bu bölümde, yukarıda bahsettiğimiz üçlünün birincisine bakacağız. Gurur hakkında Kutsal Kitap'tan sıkça gösterilen bölüm Süleymanın Özdeyişleri'nden olsa gerek: "Gururun ardından yıkım, kibirli ruhun ardından da düşüş gelir. Mazlumlar arasında alçakgönüllü biri olmak, kibirlilerle çapul malı paylaşmaktan iyidir" (Sül. Özd. 16:18-19).
Gururun ardından yıkım gelir. Yıkım, düşüş ifadesidir. İnsanlar ileri doğru gidiyor olabilirler, imparatorluklar kuruyor, ünvanlar kazanıyor, yüksekten uçuyor olabilirler. Güçlü bir temeli gurur zayıflatırsa, bunların hepsi çöker. Düşmüş insan, "Mahvoldum!" diye ağlar. Hayatlarını hurdaya çevirmiş insanların dehşet verici ağlayıştır bu.
Bir sabah gururla ilgili komik bir şey oldu. Sabahın köründe, daha şafak sökmemişken karım ve ben alışveriş yapmaya gitmiştik. Otoparka gelip, arabayı parkettiğimde, Vesta bana şöyle dedi, "Herhalde arabadan inmemi beklemiyorsun. Benim de bir gururum var herhalde." Şafak öncesi görünümünden ötürü eşim arabadan inmek istemiyordu. Üzerine bir eşorfman, fazlaca büyük bir erkek kazağı giymişti ve makyaj da yapmamıştı. Tabi saçını da taramamıştı. Ona baktım ve muzurca bir gülüşle şöyle dedim, "Birşey sorabilir miyim?" "Ne?" dedi. Kıyafetlerine bakıp, "Neden?" dedim.
Kafama bir kitap indiriyordu neredeyse. Luther'in bir zamanlar karısı Katy Von Bora için söylediği en ünlü sözünün doğruluğunu kanıtlamıştı eşim: "Eğer Tanrı yumuşak huylu bir eşim olmasını isteseydi, onu taştan oyması gerekecekti!"
Fakat Vesta'nın göstermekte olduğu gurur, Kutsal Kitabın sözünü ettiği gurur değildi. "Yaptığın işten gurur duymanın" ya da "güzel gözükmek istemenin" hiçbir kötülüğü yoktur. Bunlar sadece insanın onuruyla ilgili meselelerdir. Kaliteli bir iş çıkarmak istemenin günahlı bir yanı yoktur. Mükemmellik için uğraşmak, ayıp ya da günah değil, bir erdemdir. Kişinin yaptığı bir iş hakkında kendini iyi hissetmesi, iyi yapılmış bir işten sonra ulaşılmış tatminlik duygusunu belirtir. Tanrı'nın kendisi, yaptıklarına bakarak, "Çok iyi oldu!" demişti. Burada Tanrı, kendisini tanrısal bir yıkıma götüren gururla kabarmış değildir.
Süleymanın Özdeyişleri, gururu, kibirli bir ruhla, çekilmez bir küstahlık ruhuyla ilşikilendirmektedir. Bu gibi kişiler, "küçük dağları ben yarattım" dercesine bir tavırla ortalıkta dolaşırlar. Onları gördüğümüzde hemen anlarız. Tanrı'nın bu gibi şeylerden nefret ettiği konusunda yaptığı uyarıları hatırlıyoruz: "Rab'bin nefret ettiği altı şey, iğrendiği yedi şey vardır: Gururlu gözler " (Sül. Özd. 6:16-17a).
Küstahlıktan doğan öldüren gurur, kendini insanlık tarihinin en trajik döneminde göstermektedir. Buna yanlızca düşüşlerden "biri" denmez, fakat "tek" Düşüştür, tüm insanlık ırkının düşüşüdür.
Eden Bahçesinde işlenen ilk günah gururdu. Yılanın ayartması şu sözlerle geldi: "Allah gibi olacaksınız" (Tekvin 3:5). Mükemmelliğe ulaşmak için çabalamak birşey, Tanrı'yla eşit seviyede olmayı amaçlamak başka birşeydir.
İnsandanki güç ve hakimiyet şehveti hiçbir sınır tanımaz. Tüm diğer insanların üzerinde bir konuma erişme ayartmasına her zaman için açık durumdayız. Düşüncelerimizi savunma gereksinimi olmadan, onları belirtebilmeyi arzuluyoruz. "Çünkü öyle dedim" ifadesi aslında yanlızca Tanrı'nın kullanabileceği bir sözdür.
Tanrı gibi olma arzumuz ve ayartması sandığımızdan daha büyüktür. Yasaya bağımlı olmaya karşı direniriz. Üzerimizde çok fazla yetki kullanıldığında kıvranmaya başlarız. Özgür olmaya, herhangi bir bağdan, sorumluluktan özgür olmaya bayılırız.
BAĞIMSIZLIK ARAYIŞI
Özgürlük, gerçekten de çok değerlidir. Fakat özgürlüğümüzün sınırları bulunmaktadır. Gerçek şudur ki, belirli kısıtlamalar ve sorumluluklar altındayız. Nihai olarak Tanrı'ya cevap vermek zorundayız. İstediğimiz herşeyi yapmamıza izin verilmez.
Geçenlerde bir arkadaşımla arabada gidiyorduk. Şehir trafiğinde yanlış yöne gittiğimizi farkettik. Kavşaktaki işarette, "U-Dönüşü Yapılmaz" yazıyordu. Arkadaşım ani bir U-dönüşü yaptı ve diğer yönde sürmeye devam etti. Kurallara aykırı olan bu davranışa sesli olarak karşı çıktığımda bana şöyle dedi, "R.C., teneke bir işaretten korkmamalısın!"
Bir "suçlunun" söyleyeceği bir sözdü bu. Kutsal Kitap'ta yerel otoritelere itaat etmemizi söyleyen aklıma geldi. Tabi ki, bazı zamanlar yasalar adaletten çok bürokratik yetersizlikleri açığa çıkarıyormuş gibi gözüküyor fakat yine de yasadışı davranışlardan uzak durmaya çağrıldık. Benim yasaya olan itaatim, teneke bir tabelaya boyun eğmem değildir. Fakat, O'nun belirlediği yönetimlere bağımlı olma arzumun bir göstergesi olarak Mesih'e sunulmalıdır bu itaat.
Tabi ki, Hıristiyanların yasaya boyun eymeyebilecekleri bir yana boyun eymemeleri gereken durumlar vardır. Ancak bunların haklı ve geçerli bir nedeni olmalıdır. Sadece rahatımızı kaçırdığı için yasaya uymamazlık edemeyiz. Böyle davranmak, kendimizi yasaların üzerine çıkarmak olur ki, bu da yıkıma götüren gururun bir göstergesidir.
Tanrı gibi olma çabamız, yasayı aşma çabasıdır. Bağımsızlık arayışıdır. Bağımsızlık, kelime olarak "kişinin kendi yasasına sahip olması" demektir. Tamamen bağımsız olmayı arzulayan bir kişi, kendi kendine yasa olmak isteyen kişidir. Başka hiçkimseye cevap vermesi gerekmez.
Ancak burada dikkatli olmalıyız. Böylesine bir bağımsızlıktan sakınmaya çalışmak, köle olmayı amaçlamak değildir. Kutsal Kitap'ta, sorumluluk ve yükümlülüğü uygun hatlar içinde belirleyen düzenlemeler mevcuttur. Çocuklar, anne-babalarına; işçiler, işverene; koyunlar, çobanlarına; öğrenciler, öğretmenlerine, vb. bağımlı olmak zorundadırlar. Herbirimiz, kaçınılmaz olarak ya yetki kullanmak ya da boyun eğmek zorunda olduğumuz bir takım ilişkiler içindeyizdir.
Tanrı'nın bizleri özgür kıldığı yerlerde, bizleri tekrar köle yapmak isteyen gaddar hükümdarlara dikkat etmeliyiz. Anne-babaların çocuklarına boyun eğmeyi reddetmeleri yahut öğretmenlerin öğrencilerine boyun eğmeyi reddetmeleri kibir ya da küstahlık değildir. Bu "sorumlu olmak" değil, kullanılmaktır.
Durmadan birisine karşı "sorumlu" olmaktan bahseden insanlardan korkarım. Bu kavram çok sinsi bir manipülasyon aracı, yetkilerini yasal sınırların ötesine götürmek isteyen yöneticilerin en sevdikleri araç olabilir.
Bir keresinde kendi işini kurmuş olan bir adamla konuştum. Bana şöyle dedi, "Yönetim kurulu toplantılarımı duşta yaparım." Demek istediği şuydu: Şirketinin genel müdürü ve sahibi olarak, en üst yetkiye sahipti. Patron oydu. Herşey ona bağlıydı. Fakat bu o kendisinin hiçkimseye hesap vermesi gerekmediği anlamına gelmiyordu. Bankasına, yaşadığı mahalleye ve eyaletine, kilisesindeki ihtiyarlara ve pastörlere ve en önemli olarak da Tanrı'ya karşı sorumluydu. Ancak sekreterinin yetkisi altında değildi. İş yerinde, sekreter o adamın yetkisi altındaydı.
Bir Hıristiyanın tam olarak hangi yönetim altında bulunduğunu bilmesi ve istekli bir ruhla bu yönetime boyun eğmesi gereklidir. Bu göreve atanırken ettiğim yeminin bir parçası, kilisemin yönetimine boyun eyeceğime Tanrı'nın önünde ant içmemdi. Kilisenin, vicdanıma baskı yapamayacağını biliyoruz. Bunu yanlızca Tanrı yapabilir. Eğer kilise yönetimine karşı sağduyulu bir itirazda bulunmam gerekiyor ve bu itiraz da beni Tanrı'ya ya da kiliseye boyun eğmem arasında bir ikileme sokuyorsa, Tanrı'ya itaat etmeliyim. Ve eğer kiliseye karşı olan bu itaatsizliğim, kilisenin birliğini ve huzurunu bozacak boyutlarda ise, esenlik içinde o bedenden ayrılmalıyım.
Aynı şey iş ilişkileri için de geçerlidir. Vicdanım beni itaatsizlik etmeye yönlendirmediği sürece, altında bulunduğum yönetimlere boyun eymeliyim. Eğer böyle bir itaatsizlik, işverenim tarafından kabul edilemezse, başka bir yerde iş aramalıyım.
Bu gibi zor durumlarda, yüreklerimizi dikkatlice sorgulayıp, itirazımızın tanrısal bir vicdandan kaynaklandığından emin olmalıyız. Kibirli bir direnişi, ruhsal bir ikiyüzlülük örtüsüyle gizlemek çok kolaydır.
KONUM (MEVKİ) ARAYIŞI
Onurumuzu kırıcı bir şekilde muamele görmekten daha fazla hiçbir şey gururumuzu zedelemez. Çeşitli derecelerde insan saygısını kazanmak için uğraşırız. Sahip olduğumuz konuma eşit derecede saygıyla muamele görmek isteriz. Konum arayışı Amerikan yaşantısının ayrılmaz bir boyutu gibi gözükmektedir. Fakat hiçbir şekilde bu yanlızca Amerika'yla sınırlı değildir. Bu insansal bir olgudur. Eski kızılderili kabilelerinin reisleri başlarına giydikleri fazla tüyleri nasıl korumalıysa, müdür de yönetici tuvaletinin anahtarını iyi saklamalıdır.
Free University of Amsterdam'da okumaya başladığımda professörlerimin resmi sıfatlarının nasıl kullanılacağına ilişkin bir protokol kitapçığı verdiler bana. Eğer professör, üst sınıf bir aileden geliyorsa "çok üstün doğan" diye hitab etmem gerekiyordu. Eğer yüksek lisans diploması almışsa, "çok iyi eğitimli"ydi. Eğer atanmış biriyse, "yüksek derecede layık" birisiydi. Tüm bu sıfatlar garip, ve karmaşıktı. Bu değerli insanlardan birine mektup yazarken mutlaka iki satır uzunluğunda sıfatları yazılmalıydı. Uygun sıfatı kullanmayan öğrencinin vay haline!
Bu sıfat sistemi hayatımda gördüğüm en saçma şeydi. Yoldaki arabaların modellerini karşılaştırmakla aynı şeydi aslında. Kaplumbağaların, Mercedeslere yol vermesi gerekirdi. Bir keresinde kamyonun birinin trafik ışınğında durmakta olan bir bisikletçinin yanına geldiğini gördüm. Kamyon, yavaşça bisikletçiye yanaştı ve onu yolun kenarına itti, çünkü bisikletçi kamyonun geçip, onun olduğu yerde durmasına izin vermemişti.
Konum hastalığı bulaşıcıdır. Bu kültürde yaşadıktan belli bir süre sonra De Heer Sproul'a yazılmış bir mektup aldım. Çok sinirlenmiştim. "De Heer!" Bundan çok daha üstün sıfatlara layıktım! Sanki biri bana "kiracı" diye hitab ediyor gibiydi. Fakat aniden farkettim ki ben de bu mevki oyununa dalmak üzereydim.
Mevki arayışımın Amsterdam'da sona erdiğini söylemek isterdim fakat öyle olmadı. Daha kısa bir süre önce oğlumla bir alışveriş merkezine gitmiştik. Bir kuyumcu dikkanına bakmak için durmuştuk. Kendimi büyük bir kıskançlıkla Rolex saatlere bakarken buldum. Oğluma şöyle dedim, "Bir Rolex'imin olmasını çok isterdim."
Oğlum şok olmuştu. "Ne?" dedi. "Hayatını daha rahat bir hale getirecek şeylere para harcamayı anlayabilirim de, sırf gösteriş için neden para harcıyasın ki?"
Kelimeleri kalbime bıçak gibi saplanmıştı. Estetik üzerine bir vaaz vermeye hazırdım. "Güzellik meselesi bu. Güzel şeylerden hoşlanırım" demek istedim. Fakat bu yarı doğru olurdu. Güzel şeylerden gerçekten de hoşlanırım. Sanatı severim. Ama kalbimin derinliklerinde biliyordum ki, bir Rolex saat bana uygun değildi. Oğlum haklıydı. Beni çeken "Rolex" ismi ve onun temsil ettikleriydi. Bir konum meselesiydi ve bunu farkettiğimde kendile hiç de "gurur" duymamıştım.
Filipililer 2. bölümdeki yüce kenosis (kendini boşaltma) sözleri bu konuyla yakından ilişkilidir. Elçi Pavlus'un sözlerine kulak verin:
Hiçbir şeyi bencil tutkularla ya da boş övünmeyle yapmayın. Her biriniz alçakgönüllülükle diğerini kendinden üstün saysın. Yalnız kendi yararını değil, başkalarının yararını da gözetsin.
Bunlar yapılması gerçekten de güç şeylerdir. Sürekli kendimizi üstün görmeye yatkın kişilerken, burada başkalarını kendimizden daha üstün saymaya çağrılmaktayız. Bu tamamıyla doğal eğilimlerimizin zıttıdır. Çoğunlukla kendimizin diğerlerinden daha iyi olduğunu düşünmek isteriz. Diğer insanların bizi kendilerinden daha üstün saymalarını isteriz.
Bu da çok eskilerden beri var olan tanrılar gibi olma ayartmasının bir parçasıdır. Aktör Gene Hackman, Hoosiers adlı filminde küçük bir Indiana kasabasındaki lisenin yeni işe başlayan basketbol koçunu canlandırıyordu. Okulda basketbola gereğinden fazla önem verildiği söyleniyordu. Basketbolcu çocukların tanrılar gibi muamele gördüklerinden şikayet ediliyordu. Tüm bunlara Hackman şu yanıtı vermişti: "İnsanların bir kaç dakikalığına bile Tanrı gibi muamele görmek için adam öldürebileceğini nasıl anlayamazsınız?"
Artık bu, kendini beğenmişliğin kontrolden çıktığı, kişiyi mahvoluşun eşiğine sürüklediği aşamadır. Sahip olmaya çağrıldığımız alçakgönüllü düşünüşün tam tersidir.
GERÇEK ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK
Alçakgönüllülüğe yapılan böylesine yüce bir çağrı, gerçek hayatta hiçbir kimse tarafından örneğinin sergilenmediği soyut bir idealistik ahlaki olgu olarak kenara atılabilir. Fakat Pavlus bunu soyutluk dünyasında bırakmamaktadır. Mesih'in yaşamında mükemmel olarak sergilenen düşüncenin alçakgönüllüğünü kutlamaktadır:
Mesih İsa'da olan düşünce sizde de olsun. Mesih, Tanrı özüne sahip olduğu halde, Tanrı'ya eşitliği sımsıkı sarılacak bir hak saymadı. Ama yüceliğinden soyunarak kul özünü aldı ve insan benzeyişinde doğdu. İnsan biçimine bürünmüş olarak ölüme, çarmıh üzerinde ölüme bile boyun eğip kendini alçalttı. Bunun için de Tanrı O'nu pek çok yükseltti ve O'na her adın üstünde olan adı bağışladı.
Mesih'in düşünüşüne ortak olmaya çağrıldık. İnsan benzeyişinde doğduğunda Kendini tamamen boşaltmıştı. Ancak, Kendini Tanrılığından ya da Tanrılığın verdiği özelliklerin hiçbirinden boşaltmamıştır. O Kendini, konumu itibarıyla boşaltmış, alçaltmıştır. Tanrı olmanın getirdiği hakları bir kenara bırakmıştır. Kendi asaletinin gerektirdiği düzeyin altında muamele görmeye boyun eğmişti. Tüm zamanlar için insanın sahip olduğu en yüce asalete sahip olan bir adamın sergilediği bu örnek, gururunu itaatin üzerine çıkaran her insanı utanca boğmalıdır.
Kral Saul'u hatırlıyoruz. Saul, İsrail'in ilk kralı olması için Tanrı tarafından seçilmişti. İsrail'in kralına bağımsız yetki verilmeyecekti. O da, Tanrısal Kral'ın yasası altında olacaktı. Hiçbir dünyasal hükümdar, bu ulusun nihai egemeni Yahweh'nin yerine geçemezdi. Yahudilerin Tanrısı ve Kralıydı Yahweh.
Saul iyi başlamıştı ancak çok geçmeden bulunduğu konumda gururla kabardı. Kahinin haklarını kendi üzerine alıp, Samuel'in görevini üstlendi (1. Samuel 13:9). Gittikçe daha da bencil ve inatçı biri oldu. Halk Davud'un yaptıklarına övgüler söylemeye başladığında kıskançlığı hat safhaya ulaştı: "Saul vurdu binlerini, Davud da onbinlerini" (1. Samuel 18:7). Bunun sonrası ise Saul'un umutsuzca yaptığı çılgınlıkların bir tarihçesidir.
Saul'un yaşamı trajik bir şekilde sonuçlandı. Filistinlilerle yaptığı savaşta ağır yara almış halde, kendi kılıcının üstüne düşerek kendi canını almıştı. Düşmanları ise başını kesip, halk önünde sergilemek için bedenini asmışlardı.
Davut Saul'un ölümüne ağladı ve Yahuda oğullarına bu Yay Neşidesini öğrenmelerini söyledi: "Ey İsrail, kendi yüksek yerlerin üzerinde öldürüldü izzetin! Yiğitler nasıl düştüler! Filistinlilerin kızları sevinmesinler diye, Sünnetsizlerin kızları sevinçle coşmasınlar diye, Gatta bunu bildirmeyin, Aşkelon sokaklarına yaymayın" (2. Samuel 1:19-20).
Saul'un yaşamı şu Özdeyişin açık bir örneğidir: "Gururun ardından yıkım, kibirli ruhun ardından da düşüş gelir". Yüce güç, büyük gurur, büyük gurur, büyük düşüşü doğurur.
Konumun cazibesi çok güçlüdür. Hıristiyan olgunlaşmasına ölümcül bir bariyer örer. Hepimiz buna karşı açık bir hedefiz. Hiçkimse Rodney Dangerfıeld gibi yaşamak istemez. Herbirimiz diğerlerinin saygısını kazanmak için çırpınırız. Sigmund Freud, bir zamanlar kötü davranıştan ötürü okuldan uzaklaştırılan bir çocuğun hikayesini anlatmıştı. Çocuk sınıfın dışında durup, camlara çakıl taşı atıyordu. Sonunda müdür dışarı çıkıp çocuğa, "Neden cama taş atıyorsun?" "Herkesin halen burada olduğumu bilmesini istedim sadece" diye cevap verdi küçük çocuk.
Herbirimiz cebimizde çakıl taşları taşırız. Görünümümüzü korumak isteriz. Özgüvenimizin sarsılmamasına çalışırız. Alçaltılmaktan korkarız. Gururumuz gerçekten de güçlü bir etkendir.
1960'lı yılların başlarındaki Küba füze krizi sırasında Başkan Kennedy Rus donanma füzelerinin Küba'dan derhal çekilmesini istedi. Birleşik Devletler Küba'ya askeri yığınak yapmaya başladı. Aynı zamanda Nikita Khrushchev Sovyet donanmasının da Küba'ya gitmesi emrini verdi.
Tüm dünya nefesini tutmuş olacakları bekliyordu. Walter Cronkite, her saat başı Sovyet donanmasının pozisyonuna ilişkin rapor vermekteydi. Ordu güçleri kafa kafaya Armageddon'a gidiyor gibiydiler. Son anda Rusya karar değiştirdi ve donanma gemileri Rusya'ya geri döndüler. Kennedy için büyük bir zaferdi bu. Khrushchev için ise bir yüzkarasıydı ve sonunda görevden alınmasına sebep oldu.
Fakat sonra ne oldu? Kennedy, Küba'da denetim yapma hakkı istedi. Khrushchev reddetti ve Kennedy istediği geri çekti. Başkan Kennedy'nin bu talebini neden geri aldığını basın kendisine soruduğunda Kennedy şu cevabı verdi: "Galip olan zaten biziz. Sovyet başkanına onurlu bir son sunmak benim için önemliydi."
Kennedy'nin diplomasisi Khrushchev'in gururunu korumaya yönelikti. Rus başkanını onuru sıfırlanmış bir şekilde köşeye sıkıştırmak istemedi. Kennedy eğer bu kadar hassas olmasaydı, olabilecekleri düşündükçe tüylerim ürperiyor. Böylesine bir çekişmedeki gurur, dünyanın sonunu hazırlayabilirdi.
Peki, gururun Hıristiyan yaşantısındaki yeri nedir? Hiçbir yeri yoktur. Düşmüş bir dünyada, başkanlar imajlarını korumak için ellerinden gelen tüm çabayı göstermelidirler. Dünyanın böyle işlediğini hepimiz zaten biliyoruz. Fakat bizler Filipililer 2. Bölümde Pavlus'un Mesih'in alçakgönüllülüğünü överek, Filipideki Hıristiyanlara Rab'leri örnek almaya çağırdığını görüyoruz. İtaat, alçakgönüllülük, giderek kaybolan gurur ve inatçılık-bunlar konum ve gurura değer veren dünyanın saçma saydığı şeylerdir. Evrenin Hakim'ini hoşnut etmek, bu dünyanın sahip olduğu değerlerden farklı değerlere tutunmak anlamına geldiğini biliyoruz. Alçakgönüllü bir yaşantı sürmenin ne demek olduğu konusunda en yüce örneği Kendisi vermiştir. O bizlere gururu bastırmamız gerektiğini değil, bunu nasıl yapabileceğimizi öğretti.