Roosevelt yönetiminin sorunlu döneminde başkan, "Korkudan başka korkacak birşeyimiz yok!" sözüyle tüm ulusu bir araya getirmişti. Başkan Franklin Delano Roosevet, korkunun çok etkili bir güç olduğunu anlamıştı. İnsanları felç edip, sımsıkı bağlayarak tutsak yapar korku.
Korku bir çok farklı şekilde karşımıza çıkar. Fiziksel zarar görme korkusu, başarısızlık korkusu yahut daha fazla sorumluluk ve beklentiyi beraberinde getiren başarı korkusu bunlar arasında sayılabilir. "Korkudan donup, kaldım" sözünü sıkça duyarız. Korkudan donup kalmak ifadesi, buz parçacıklarının bir ırmağın doğal akışını engellemesi gibi bizim bedensel ve düşünsel işlevlerimizin de doğal akışının felce uğrayarak, tıkanması ya da donmasını belirtir.
Bizler fobik insanlarız. Son zamanlarda yapılan bir araştırmada Amerikan halkının ilk on fobisi belirlenmiştir. Bu listenin içinde, ölüm korkusu (thanatofobi), yükseklik korkusu (akrofobi), kapalı yerde kalma korkusu (klostrofobi), yabancı korkusu (ksenofobi) ve diğer birkaçı. Bu listenin en başında, topluluk önünde konuşma korkusu yer almaktadır. Bunu çok iyi anlayabiliyorum. Miğdeniz büzülür, elleriniz terler, boğaz kaslarınız gerilir. Bunlar öylesine ciddi boyutlara ulaşabilir ki, insanlar konuşmaları istendiğinde "donup kalabilirler". Düşünüşleri iflas eder. Hafızaları sıfırlanır. Ağız açılır ancak hiçbir kelime çıkmaz. Bu korkunun kökünde belki de, aptalca birşey söyleme ya da yapma korkusu yatmaktadır. İlginçtir ki, korkunun kendisi bunlara sebep olur.
Hiçkimse bir kalabalığın önünde aptalca bir şey yapmak istemez. Kalabalık toplulukların önünde hissedilen baskı çok büyük boyutlara ulaşabilir. Sporcu kişi, böylesine bir baskının altında "tutukluk yapmaktan" korkar. Bir süre önce, bir gazeteci son deliğe kadar oyunu önde götürmekte olan bir golfçüyle röportaj yapmıştı. Son delikte, oyuncun tüm herşeyi mahvoldu. Basın çadırındaki bir gazeteci şu soruyu sordu, "Ne oldu?" Golfçünün cevabı çok sadeydi, "Kollarım tutukluk yaptı".
Oyuncunun bu dürüst cevabını duymak güzeldi. Gazeteci şu cevapları duymaya alışmıştı, "Konsantrasyonum bozuldu", ya da "Fotoğraf makinesinin deklanjörünün sesi dikkatimi dağıttı", ya da "Topum bir yere takılıp yolundan çıkarak, beklenmedik bir yere gitti". Profesyönel sporcular genelde, "Kollarım tutukluk yaptı" diye cevap vermezler.
Fakat en başarılı kişiler bile bunu yaşarlar. Hepsi bunun nasıl birşey olduğunu bilirler. Korku üzerlerine öylesine çökerki tüm kaslarını sıkıştırıp, kasar. Golf vuruşunun yumuşak salınımının akışı, kaskatı ve çarpık çurpuk oluverir, ve sonunda çok kötü sonuçlar ortaya çıkar.
Peki buna sebep olan şey nedir? Cevap çok açıktır: Arzulanan ve peşinden büyük azimle gidilen amaca ulaşamama ya da kaybetme korkusu. Kötü bir oyun sergileyerek herkesin önünde küçük düşme korkusu, bu kötü oyuna sebep olan etkenin ta kendisi olabilir.
Ancak korku daha da karmaşık olabilir. Çoğu sporcu kazanmaktan korkar. Eğer bir kişi kazanırsa artık yeni bir seviyeye çıkar. Artık yeni bir beklenti seviyesi ve onun getirdiği baskılarla karşı karşıyadır. Bir kimse ayrıca kazanmaktan suçluluk duyabilir çünkü zaferli olmayı hakketmediğini düşünüyordur. İşte, korku ile rahatsız edici suçluluk duygusu arasındaki görülmeyen ilişki burada yatar. Suçluluk hakkında biraz sonra konuşacağız.
DEĞİŞİM KORKUSU
Şu an için, statümüzün değişmesi korkusu üzerinde biraz duralım. Bizler, o ana dek ulaştığımız başarı düzeyinde rahat hissederiz kendimizi. Bu seviyenin altına düştüğümüzde kendimize olan güvenimiz azalır. Bu da rahatlık düzeyimizi etkiler. Buna karşın, normal başarı düzeyimizin üzerine çıktığımızda da rahatsızlık duyarız. Artık yabancı ve yeni bir dünyadayızdır. Ne beklememiz gerektiğinden emin değilizdir. Yeni bir sorumluluk alanına gireriz.
Yaşantımızın farklı kısımlarına ait hepimizin birçok rahatlık bölgeleri vardır. Bu rahatlık bölgeleri sporun çok ötesine uzanmaktadır. Ekonomik, akademik, sosyal ve bunun gibi birçok rahatlık bölgelerimiz vardır. Ayrıca bir de ruhsal rahatlık bölgemiz bulunmaktadır. Çok hızlı gelen büyük bir değişim felç noktasına varacak kadar travmatik olabilir. Değişime dayanabiliriz fakat çok fazla değişimle uğraşmak istemeyiz. Ayrıca, şu andaki durumumuzdan da memnun olmaya yatkınızdır. Bu ise profesyönel bir sporcunun-ve Hıristiyan kişinin-daha azimle ve güçle çalışmasını engeller.
Bizler hep "iyi uyum sağlamış" olmaktan söz ederiz. Peki bu ne demektir? Uyum sağlamak, yaşantılarımızda olan herhangi bir çeşit değişime yanıt vermiş olmaktır. Orta okuldan Lise'ye geçen bir çocuk uyum sağlamak zorundadır. Bekar kişi evlendiğinde uyum sağlamak zorundadır. Terfi eden bir iş adamı uyum sağlamak zorundadır. Yeni ortamlara yaratıcı ve üretken olarak uyum sağlayan insanlara gıpta ederiz. Belki de ne kadar zor olduğunu bildiğimizden uyum sağlamaya gıpta ederiz. Uyum sağlamak, rahatlık bölgelerimizde değişiklik gerektirdiğinden kolay değildir.
Fakat her Hıristiyan değişime çağrılmıştır. Ruhsal yolculuğumuzda ileri doğru hareket etmemiz buyrulmuştur. Tanrı hareketsiz, sabit değildir ve bizim de böyle olmamızı reddeder. Ancak değişimin beraberinde korku da gelir. İbrahim'in örneğini bir düşünün:
Ve Rab Abrama dedi: Memleketinden, ve akrabanın yanından, ve babanın evinden, sana göstereceğim memlekete git; ve seni büyük millet edeceğim, ve seni mubarek kılacağım, ve senin adını büyük edeceğim; ve bereket ol; ve seni kılanları mubarek kılacağım, ve sana lanet edene lanet edeceğim; ve yeryüzünün bütün kabileleri sende mubarek olacaktır. Ve Abram Rabbin kendisine söylediği gibi gitti; ve Abram Harrandan gittiği vakit, yetmiş beş yaşında idi.
Tekvin 12:1-4
Tanrı İbrahimi bulunduğu yerden ayrılmaya, hareket etmeye çağırdı. Rahatlık bölgesini terketmek zorundaydı. Yaşadığı şehri, vatanını ve ailesini bırakmak zorundaydı. Köklerini, güvende olduğu yeri, tandığı, bildiği toprakları terkedecekti. Emeklilik yaşını on yıl geçmişti. Yeni şeyler öğrenmesi gerek eski bir çınardı.
Tanrı'nın İbrahime yaptığı çağrı bir yücelik çağrısıydı. "Seni büyük millet edeceğim" di bu vaat. Daha sonra İbraniler kitabının yazarı İbrahimin bu korkunç çağrıya nasıl cevap verdiği hakkında konuşmaktadır:
İman sayesinde İbrahim, miras olarak alacağı ülkeye gitmek üzere çağrıldığı zaman Tanrı'nın sözünü dinledi ve nereye gideceğini bilmeden yola çıktı. İman sayesinde, bir yabancı olarak vaat edilen ülkeye yerleşti. Aynı vaadin ortak mirasçıları olan İshak ve Yakup'la beraber çadırlarda yaşadı. Çünkü mimarı ve yapıcısı Tanrı olan sağlam temelli kenti bekliyordu. İman sayesinde, Sarâ'nın kendisi de kısır ve yaşı geçmiş olduğu halde vaat edeni güvenilir saydığından gebe kalmaya güç buldu. Böylece tek bir adamdan, üstelik ölüden farksız birinden gökteki yıldızlar kadar, deniz kenarındaki kum taneleri kadar sayısız torun meydana geldi.
Bu kişilerin hepsi, ölünceye dek imandan ayrılmadılar. Vaat edilenlere kavuşamamış, ama bunları uzaktan görüp selamlamış olarak yeryüzünde yabancılar ve konuklar olduklarını açıkça kabul ettiler.
İbrahim artık bir yolcuydu. Tanrısal bir çağrıya itaat etme arzusundan harekete geçmiş bir adamdı. Aynı şey Musa, Yeşu, Davut, Pavlus ve özellikle Mesih için de söylenebilir. Onlar Tanrının gitmelerini istediği yere gittiler. Güvenlikleri belli bir dereceye kadar tehlikede olmasına rağmen yine de Tanrının gitmelerini istediği yere gittiler. Aynı şekilde de Hıristiyan kişi bu dünyadaki güvende olma duygusunu aşmaya çağrılmıştır-esas güvenlik (Tanrı'nın sevgisi) dünyanın güvenliğinin yerini alabilmek için fazlasıyla yeterlidir.
KORKU VE SUÇLULUK ARASINDAKİ İLİŞKİ
Tüm bunların suçlulukla ilişkisi nedir? Demin de söylediğim gibi korku ve suçluluk arasında çoğu zaman oldukça yakın ancak ince ilişki bulunmaktadır. Her ikiside kişiyi çok ciddi bir şekilde felç etme gücüne sahiptir. Her ikisi de bizleri, ruhsal yolculuklarımızda durdurmaya hata geri çekilmemize sebep olmaya yeterli güçtedir. Her ikisi de Tanrı'ya uzanmamızı engelleyebilir. Her ikisi de Tanrı'yı hoşnut etmek gibi önemli ve yüce bir amaçtan dikkatlerimizi başka yöne çevirebilir.
Korku ve suçluluk arasındaki farkı çoğu zaman görebilsek bile bunları birbirinden her zaman ayırt edemeyiz. Felç eden korku, çoğu zaman çözümlenmemiş suçluluğun direk sonucudur. En büyük korku, Tanrı'nın ellerinde cezalandırılma korkusudur. Toplum tarafından, anne-babamız tarafından dışlanmaktan, ya da yaşıtlarımızın bizleri yargılamasından korkarız. Polisden yahut IRS'den korkabiliriz. Ancak en dehşet verici şey, diri olan Rabbin ellerine düşmektir. Çoğu kişi bunu kabul etmek istemese bile, yaşam tarzlarının evrenin Yaradıcısını kızdırdığından korkarlar. Günah bilinci evrenseldir, yani, Hıristiyan ya da değil, herkes Yüce Tanrı'nın başarısızlıklarımızdan hoşnut olmadığını bilir ya da sezer.
Bir keresinde bir psikolok beni gündelik randevularında yanında olmam için davet etti. Tam olarak dindar bir kişi değildi fakat bir gün şöyle bir şey söyledi, "Hastalarımın büyük çoğunluğunun bir doktordan çok, rahibe ihtiyacı var. Büyük çoğunluğu, kökünde suçluluğun bulunduğu problemlerden acı çekiyorlar."
Bir psikolok olmak uzun yıllar boyu süren akademik çalışma gerektirir. Bir psikolok ilk önce tıp okumak zorundadır sonra kendi uzmanlık dalında çalışma yapabilir. Fakat bunca yıllık akademik çalışma içersinde çok az ya da hiç teolojik eğitim almaz.
Suçluluk ise kökte, teolojik bir problemdir. Derin teolojik bilgisi olmaksızın bir psikolog, suçluluk içinde yaşayan insnalara yardım edemez, eli kolu bağlıdır. İnanlı olmadığı taktirde, gerçek insanlar kendi davranışları ve tavırlarından suçluluk duyduğundan, suçluluk çok gerçek bir şey olduğunu anlayamaz.
Terapistler günah ve suçluluk hakkında çok ya da hiçbir şey bilmiyor olabilirlerken ne yazık ki bir çok kişi yakınmalarını dinlemesi için bu gibi profesyönel para ödüyorlar. Büyük oranda Psikolojik gibi gözüken problemlerin kökünde suçluluk olabilir. Birçok evlilik danışmanı, evlilik birliğini tehdit eden cinsel sorunlarla karşı karşıya olan kişilerle uğrasırlar. Sözde "soğukluk" ve "iktidarsızlık" problemlerinin temelinde, herzaman bir nevi suçluluk yahut korku yatmaktadır. Sorunun yanlızca "mekanik bir hata" olduğunu söylemek hastaya yapılmış bir haksızlıktır.
Tanrı seven ve bağışlayandır. Tanrı, aynı zamanda evreni Yaratan ve onun devamını Sağlayandır. Dikkate alınması gereken bir güçtür. Tanrı hakkında çarpık çurpuk düşünceleri olan insanlar bile (artık Tanrı kelimesini kullanmasalar da) Tanrı'nın, sorunlu dünyamız karşısında hayal kırıklığı yaşayan ahlaki bir varlık olduğunu hisseder gibidirler. Bu güçlü Varlık, hem Hıristiyan hem de Hıristian olmayan kişi için ürkütücüdür. Sina dağında Tanrı'nın varlığını gördüklerinde Musa ve İsrail'in verdiği tepkiyi hatırlıyoruz. Yaşadıkları deneyim öylesine korkunçtu ki O'nun varlığında durmaya dayanamamışlardı ve Musa da "Çok korkuyor ve titriyorum" demişti.
Günümüz insanı kendini Tanrı korkusununa ilişkin her türlü düşünceden arındırmak için elinden geleni ardına koymuyor gibi gözükse de vicdanını bu gibi korkulardan tamamen özgür kılmaya gücü yetmez. Tanrısız kişi bir yaprak hışırtısından halen korkar; kötüler, kovalayan olmasa bile kaçar. Geriye, rahatsız edici, çoğunlukla farkedilmeyen, fakat her an üzerimize atlamak için bekleyen bir Tanrı olduğu hissi kalır. Geceleri ani hareket eden şeylerden halen korkarız.
Kısa bir süre önce kilise ihtiyarlarımız beraber vakit geçirmek için hafta sonu kamp yapmaya gittiler. Cuma akşamı bir dağ evine vardılar. Ayrıca dört çekerli motorsikletle akşam gezintileri de planlamışlardı. Fakat yeterli sayıda motorsiklet olmadığından maceracı bir önder sürülebilir türden bir çim biçme makinasına atladı. Diğerlerine katılmak için yavaş yavaş ilerliyordu gecenin sessizliğinde. Aniden korkunç bir çığlık attı. Arkasında hareket eden bir şeyin gölgesini gördü ve yabancı bir nesnenin tüyler ürpertici bir şekilde boğazına dayandığını hissetti. Ve çığlık attı. Arkadaşları ona yardım etmek için koşup yanına gittiklerinde korkudan donmuş olan adamı görünce gülmekten yere düştüler. Makinanın çim toplama kolu, adamın arkasından ona saldırmış ve onu kıskıvrak yakalamıştı. Belki bizlerin ezeli karanlık korkumuzun kökünde Tanrı korkusu, (korkarız ki) sonunda günahlarımızın bizi yakalamasına izin verecek bir Tanrı korkusu yatmaktadır.
Kimse Tanrı'ya sırtını dönmeye cürret edemez. O'nun her hareketimizi gördüğünü ve her düşüncemizi bir kenara yazdığını biliyoruz. Cezalandırılma korkusu, suçluluğun pençesinde olan kişilerce hiçbir zaman tamamen yok edilemez.
Suçluluktan bahsederken, suçluluk ile suçluluk duygusu arasındaki ayırımı iyi yapmalıyız. Suçluluk duyguları, özneldir. İçimizden kaynaklanırlar. Ortada bir suç olmadığı zamanlarda bile kendimizi suçlu hissedebiliriz. Buna karşılık suçluluk, nesneldir. Gerçek davranışları içerir. Her günah işlediğimizde suçluluk ortaya çıkar. Suçluluk, Tanrı'yla bir nevi alacaklı-verecekli ilişkisi içerir.
Westminister İnanç Açıklaması günahı, "düşünen varlığa kural olarak verilen Tanrı'nın Yasasının çiğnenmesi ya da bu Yasadan taviz verilmesinin istenmesi" olarak tanımlar. Bu çok ustaca bir tanımdır. Hem yetersizlik hem de sorumsuzluk günahını içine alır. Tanrı'nın Yasasına uymada başarısız olduğumuzda, Tanrı'nın gerektirdiklerini yapmamış oluruz. Bu sorumsuzluk günahıdır. Tanrı'nın Yasasına karşı günah işlediğimizde, Tanrı'nın yasakladığı bir şeyi yapmış oluruz. Bu da yetersizlik günahıdır.
GERÇEK SUÇLULUKLA YÜZLEŞMEK
İster yetersizlik, ister sorumsuzluk yoluyla olsun, günah işlediğimizde üzerimize suçluluk getiririz. Bu suçluluk gerçek ve nesneldir. Aynı zamanda büyük zararlar verir. Uygun suçluluk duygularının beraberinde suçluluk olabilir ya da olmayabilir. Suçluluk duygularının bizleri rahatsız ettiğini biliriz. Kendimizi bu duygulardan kurtarmak için bir dizi araçlara başvururuz. Bahaneler yaratırız. Kendimizi haklı çıkarmaya çalışırız. Suçu başkalarına ya da içinde bulunduğumuz koşullara atarız. Toplumu suçlarız. Çevremizi suçlarız. Anne-babamızı suçlarız. Kişisel sorumluluğu ortadan kaldıracak herşeye başvururuz. Her türlü ret mekanizmasını kullanırız çünkü suçumuz gerçekten de büyüktür. Onunla doğru bir şekilde yüzleşmedikçe-yani, Mesih'in kurtarıcılığına sığınmadıkça-bizim için çok fazladır ve bundan kaçmak için değerli zamanımızı ve enerjimizi harcarız.
Yüreklerimizi nasıl katılaştırabileceğimizi öğrendik. Utancımızı da kaybedebiliriz. Yeremya peygamber, Yahuda'ya Tanrı Sözü'nü bildirmişti: "Senin yüzün fahişe yüzü idi, utanmak istemedin" (Yeremya 3:3).
Burada, tövbe etmeyi reddetmenin, suçluluk duygularının kişiyi ezmesiyle ilişkilendirildiğini görmekteyiz. Yahuda halkı Tanrı'nın Yasası'nı durmadan ihlal ettiği halde, masum olduğunu söylüyordu. Tekrar ve tekrar günah işleyerek yüzlerini bir fahişeninkine benzettiler, yani utanmayı unuttular.
Buna rağmen, suçluluk duygusunun yokluğu gerçek suçu haklı çıkarmaz. Cinayetten yargılanan bir kişi savunmasını "Ama kendimi suçlu hissetmiyorum" diye yapsaydı, bu çok zayıf bir savunma olurdu. Yaptıklarından hiçbir şekilde pişmanlık duymayan psikopat katiller vardır. Fakat pişmanlık duymamak, o kişilerin yaptıklarını haklı çıkarmaz.
Günümüz psikolok ya da danışmanlarının, insanın suçluluktan ileri gelen problemlerini çözmede şuçluluk duygularını ortadan kaldırmaya yönelmeleri üzücüdür. Suçluluklarını ortadan kaldırmak için insanlara içinde bulundukları ortamın ve modası geçmiş dinin baskıcı ahlaki standartlarının kurbanı oldukları söylenir. Bu yanlızca Hıristiyan olmayanlar için değil, Hıristiyanlar için de geçerlidir. Birçok Hıristiyan geçmiş ya da şimdiki günahlarından duydukları suçlulukla gidip terapistlere dert yanarlar ve o terapistlerin onlara verdikleri cevap aslında şudur: "Yaşamak zorunda olduğun hayatı gözönüne alırsak, böyle davranmış olmana şaşmamalı. Bunu anladığın sürecei gerçek bir sorunun olmaz." Fakat bu doğru değil, dimi? Sorunu açıklamış olmak, o sorunu ortadan kaldırmaz. Suçluluk, yanlızca Tanrı'yla aramızdaki sorunlar çözüldüğünde ortadan kalkar. Ve bu çözüm her an erişebileceğimiz şekilde mevcuttur çünkü bağışlayan bir Tanrı'ya kulluk etmekteyiz. Fakat Tanrı, çocuklarının Kendisinden af dilemeleri için onları zorlamaz. Onlar bunu isteyerek yaparlar, aksi taktirde terapistlerin hemen açıklayıp, bir kenara atamayacakları türden bir bir suçlulukla kendilerine işkence ederler.
Halinden oldukça huzursuz olduğunu anladığım, evlenmek üzere olan nişanlı bir bayan üniversite öğrencisi yanıma geldi. Nişanlısıyla bir süredir cinsel ilişkide bulunduğunu ve kendisini çok suçlu hissettiğini söyledi. Üniversite danışmanına gittiğini ve kendisinin ona şöyle söylediğini anlattı: "Kendini suçlu hissetmenin sebebi Victorian ahlak anlayışının ya da bir nevi Sofu tabusunun kurbanı olduğun içindir. Yapmış olduğun şeyin tamamen normal olduğunu anlamalısın. Kendini olgun bir şekilde ifade etmenin ve evliliğe hazırlığın doğal bir bölümüdür bu."
Bayan öğrenci sonra bana şöyle dedi: "Ama Professör Sproul, kendimi hala suçlu hissediyorum!" Ona şöyle söyledim, "Böyle hissetmenin sebebi belki de gerçekten suçlu olduğun içindir. Evlilik öncesi cinsel ilişki yasağı ne Kraliçe Victoria ne de Sofular tarafından icad edilmiştir. Bunu yasaklayan Tanrıdır. Tanrı'nın Yasalarını çiğnediğimizde üzerimize gerçek bir suçluluk getiririz. Gerçek suçluluğun bildiğim tek çaresi gerçek bağışlanmadır.
Genç bayana gerçek bağışlanmanın bedelinin gerçek tövbe olduğunu açıkladım. Bunu kişinin kendisi yapmalıdır. Benim yerime kimse tövbe edemez. Ben de kimse için tövbe edemem. Genç bayanı Tanrı'yla başbaşa kalması, O'nun önünde diz çökmesi için teşvik ettim. Bensiz. Hiçbir danışman olmaksızın. Tanrı'nın gözünde günahının kaldırılacağı ve O'nun gözünde yeniden bir bakire olacağı konusunda ona söz verdim, hatta bunu garanti ettim. Böylece suçluluğun getirdiği korku ve tutsaklıktan özgür olacaktı.
Hıristiyanlar olarak nasıl yaşantılar sürdüğümüzü iyi tartmalıyız. Kendimize iki temel soru sormalıyız: Hangi alanda ruhsal gelişmem felce uğradı? Neden felç oldum? Bu iki sorunun cevabını bulabilirsek, çözümlenmesi gereken o korku ve suçluluk alanlarını tanımlama olasılığımız çok yüksek olacaktır. Tanrı'nın lütfu-özellikle bağışlama lütfu-bu felçten kurtulmamız için mevcut olan en etkili kuvvettir.
Tanrı bizim felçli olmamızı istemiyor. Dünyadan ya da dünyadaki güçlüklerden korkmamıza gerek kalmayacak derecede O'nda kendimizi güvende hissetmemizi istemektedir Tanrı. Günahlarımızın farkında olmamızı istiyor fakat suçluluğun bizleri tutsak almasından hoşlanmıyor. Diğer herhangi bir anne-baba gibi Tanrı da doğru ve hoşnut edici olan şeyleri yapmakta özgür olmamız için bizleri korku ve suçluluk dolu bir yaşamdan çekip, çıkarmayı arzular. Bizlere sunulan bağışlama ne yücedir! Suçluluktan özgürlük, korkudan özgürlük, tüm varlığımızla Tanrı'yı hoşnut etme ve O'na hizmet etme özgürlüğü. Dünya üzerinde hiçbir terapist bizlere böylesine bir hayat sunamaz.