"İnsanlar görüyorum, ağaçlara benziyorlar, ama yürüyorlar" (Markos 8:24). Ne sıradışı bir deneyim. Yürüyen ağaçlar, normal insanlar için normal bir şey değildir. Ancak, "yürüyen ağaçlar" gören o adam, geçiş aşamasında olan bir adamdı. Tam körlük ile berrak görüş ortasında bir yerdeydi. İlerde göreceğimiz gibi, Tanrı'yı hoşnut etme yolunda ilerlemekte olan tüm Hıristiyanları simgelemekteydi o adam.
Kutsal Kitap, İsa tarafından yapılan mucizevi iyileştirmelerden söz ettiğinde bunların çoğunlukla ani ve tam olduğunu görürüz. İsa, Lazar'ı kısmen ölümden diriltmedi. Eli sakat olan adam, aşama aşama iyileşmedi. Diğer mücizelerin çoğunda kişi hemen değiştirilmiş, iyileştirilmişti.
Bu nedenle Markos İncili'nde yazılı olan bu olay alışılmışın dışındadır. Kör bir adamın iki aşamada iyileştirilmesini anlatmaktadır:
İsa ile öğrencileri Beytsayda'ya geldiler. Orada bazı kişiler İsa'ya kör bir adamı getirip ona dokunması için yalvardılarç. İsa körün elinden tutarak onu köyün dışına çıkardı. Gözlerine tükürüp ellerini üzerine koydu ve "Bir şey görüyor musun?" diye sordu. Adam başını kaldırıp, "İnsanlar görüyorum" dedi, "ağaçlara benziyorlar, ama yürüyorlar." Sonra İsa ellerini yeniden adamın gözleri üzerine koydu. Adam gözlerini açtı, baktı; iyileşmiş ve her şeyi açık seçik görmeye başlamıştı.
Markos 8:22-25
Bu, Mesih'in gücü ve lütfunun bir hikayesidir. Şefkatli lütfun hikayesidir. Kör adamın probleminden kaygı duyan insanlar İsa'ya doğru geldiklerinde, O'nun yaptığı ilk şey körün elinden tutmaktı. Adamın elinden tutarak İsa, onu köyün dışına çıkardı.
Olayı gözünüzün önünde canlandırın. Tanrı Oğlu'nun adamı olduğu yerde iyileştirecek gücü şüphesiz ki vardı. Fakat onun yerine İsa, adamı kalabalıktan uzaklaştırdı. Onunla özel olarak ilgilendi, hizmet etti. Böylece kör adam, insanların meraklı bakışlarına maruz kalmadı. Rabbimiz, adamın adımlarına yön verdi. Adamın hayatında daha önce böylesine güvenli bir rehberi olmamıştı. Düşme ya da tökezleme tehlikesi yoktu. Mesih'in eliyle yönlendiriliyordu.
Eğer İsa'nın şefkati o noktada son bulmuş olsaydı, eminim ki bu yeterli olurdu. Kör adam, bu deneyimi hayatının sonuna dek insanlara anlatırdı. "Bana dokundu!" deyip, bu deneyimin tadını sonsuza dek çıkarırdı. Fakat İsa'nın işi bitmemişti. Sonraki adımı attı.
Kalabalıktan uzaklaştıktan sonra İsa, duygularımızı rencide edecek bir şey yaptı. Adamın gözlerine tükürdü. Bir kimsenin gözümüze tükürmesi utanç verici ve aşağılayıcı bir hakarettir. Ancak İsa'nın amacı hakaret etmek değil, iyileştirmekti. Ona dokundu ve bir şey görüp, göremediğini sordu.
Bu noktada kör adam, insanları yürüyen ağaçlar gibi görmeye başladı. İsa, kör adamın görmek için herşeyi vermeye hazır olduğunu anladı. Görüşü sönük, bulanıktı fakat görebiliyordu. Biraz önce hiçbir şey göremiyordu. Gözleri işe yaramaz haldeydi. Fakat aniden, hareket eden cisimleri seçebiliyordu artık. Işıkla gölge arasındaki farkı algılayabiliyordu. Yeni bir dünya önünde açılmaktaydı. Artık kimsenin onun elinden tutup, yardım etmesine ihtiyacı olmayacaktı. Bastonunu atabilirdi.
İşa'nın işi bitmemişti. İkinci kere dokundu. Bu dokunuşla, bulanık olan şeyler berraklaştı. Kör adam artık, ağaçlarla insanları kolaylıkla birbirinden ayırabiliyordu. Artık ağaçların oldukları yerde durduğunu ve dallarının esintiyle hafifçe sallandığını görebiliyordu. İnsanları oldukları gibi, yürüyen insanlar olarak görüyordu. Kısa, uzun; şişman, zayıf; genç ve yaşlı insanlar arasındaki farkı seçebiliyordu. Kişileri, diğerlerinden ayıran kendilerine has ufak özelliklerini görebiliyordu. Belki de tüm bunları daha önceden dokunma yoluyla da yapabiliyordu. Elini bazı insanların yüzüne koyup, bazılarını o şekilde tanıyabiliyordu belki de. Farklı insanların kendilerine has seslerini de tabi ki farkedemez durumdaydı. Ancak şimdi, ellerini cebine sokup karşısında duranın kim olduğunu bilebilirdi. Net olarak gördüğü ilk sima, Mesih'in yüzüydü. Bu, onun için kutsal bir görümün başlangıcıydı. Kutsal Kitap bunun olduğunu söylemese de, öyle gözüküyor ki kör adamın bedeninde iyileştirilen tek organ gözleri değildi. Mesih'in dokunuşuyla, insan yüreği de iyileştirilir. Adamın taş olan yüreği, ruhsal yaşamın yeniliğiyle çarpan, etten bir yüreğe değiştirilmişti.
Bu iyileştirme hikayesi yanlızca Hıristiyan uyanışını simgelemek amacıyla verilmedi. Bu olay, gerçek zaman ve mekanda meydana gelmiş, Mesih'in muhteşem gücünü gözler önüne seren bir mucizedir.
Kutsal Kitap, bizlerin içinde bulunduğu düşmüşlük konumunu anlatmak için kör insan benzetmesini kullanır. Bizler, hepimiz, kör olarak doğmuş insanlarız. Bu dünyaya ruhsal karanlık içersinde gireriz. Tanrı'nın Egemenliğine ilişkin şeyleri anlamayız. Doğal olarak gözlerimizin üzerinde perdeler vardır ve bunlar öylesine kalındır ki insanları, yürüyen ağaçlar olarak bile göremeyiz. Tanrı'nın Egemenliğini görmemiz için Tanrı'nın şefkatli lütfunun özel bir dokunuşu gereklidir.
BAŞLANGIÇ: YENİLENME
Tanrı'ya ilişkin gerçekleri anlamak için gözlerimizi açan lütuf eylemine, yenilenme, ya da ruhsal olarak yeniden doğuş adı verilir. Bu, yanlızca Tanrı'nın yapabileceği bir şeydir. Kör adam kendi iradesinin gücüyle tekrar göremeyeceği gibi bizler de kendi kendimizi yenileyemeyiz. Kör bir adam, görmek istediğine karar verebilir ancak gözleri iyileştirilmezse göremez.
Yenilenme, aşamalar halinde gerçekleşen birşey değildir. Anidir. Kutsal Ruh'un canlarımıza tek bir dokunuşuyla gerçekleşir. Herşeye gücü yeten Tanrı'nın ani kuvvetinin başardığı tamamıyla etkili, kadir bir eylemdir. Yanlızca Tanrı, hiçbir şeyden birşeyi ve ölümden yaşamı çıkarabilir. Yanlızca Tanrı, insan canına hayat verebilir.
Tanrı, bir insan canına hayat verdiğinde bunu aniden yapar. "Aniden" kelimesiyle anlatmak istediğim, zaman açısından aniden değildir - fakat gerçekten de bu yenileniş, Tanrı'nın harekete geçmesinin bir sonucu olarak hemen gerçekleşir. Bu kelimeyle anlatmak istediğim, Tanrı'nın bu işi direk olarak, aracı ya da ikincil etkenler kullanmaksızın yaptığıdır. (Latince olan immediatus kelimesi esas olarak "aracısız" anlamına gelmekteydi).
Ben hastalandığımda iki şey yaparım. Dua ederim ve ilaç alırım. Tanrı'nın, bu ilaç aracılığıyla beni iyileştirmesini dilerim. Tanrı'dan, doktorun ellerini yönlendirmesini, Kendisinin özel sağlayışıyla iyileştirme yollarını açmasını isterim.
Fakat İsa adamı iyileştirdiğinde, dolaylı yollara başvurmadı. Hiçbir ilaca gerek yoktu. İsa, kendi sesiyle bilr iyileştirebilirdi. Hikayenin belirli bir kısmı beni çok düşündürüyor. İsa neden adamın gözlerine tükürdü? Neden, "Git Şiloha havuzunda yıkan" demedi? Açıktır ki güç, tükürükte yahut havuzun suyunda değildi. Bazı durumlarda İsa bu gibi araçları kullanarak insanları iyileştirdi. O'nun gücü direk, ve aniydi.
Yenilenmede de aynı şey geçerlidir. Vaftiz suyuyla yıkanmamız söylenmiştir. Ancak, o vatfiz hafuzunda insan canını kurtaran sihirli bir iksir bulunmaz. Su, kendisinin ötesinde, bizlere hayat veren diri suya işaret eder. Tanrı'nın iyileştirici kuvvetini simgeleyen dışsal bir semboldür.
Kör adamın iyileştirilmesi hikayesinde başka bir paralellik daha bulunmaktadır. Tanrı'nın kadir gücüyle aniden yenilenip, karanlığın hükümranlığından ışığın egemenliğine aktarılmış olmamıza karşın, kutsallaştırılmamız gerçekten de aşama aşama gerçekleşir.
Yeniden doğduğumuzda, insanları yürüyen ağaçlar gibi görürüz. Ruhsal görüşümüz bulanıktır. Herşeyi kesin bir berraklıkla görmeyiz. Görüşümüz, halen devam etmekte olan günahla bulanıktır. Eski doğamızın tüm kalıntılarının yok edileceği bir gün bizleri beklemektedir. Yüreklerimizin öylesine saflaştırıldığı bir gün gelecek ki, Mesih'in "ne mutlu" diye söylediği şu sözleri gerçekleşecek: "Ne mutlu yüreği temiz olanlara! Onlar Tanrı'yı görecekler" (Matta 5:8). İşte bu, Orta Çağdaki çoğu Hıristiyanın "saadet görüşü" dedikleri kavramdır.
Ruhsal durumumuzun mükemmelleştirilmesi işine yüceltilme denir. Yüceltilme bu yaşamda meydana gelmez. Kutsallaştırılmamızın tamamlanması için cenneti beklemeliyiz. Ancak, şu anda daha önce göremediklerimizi görebiliyor olsak bile, halen net bir görüşe sahip değiliz.
Bu yaşantımızda Mesih'in ikinci dokunuşuna ihtiyacımız var. Aslında, üçüncü, dördüncü, beşinci ve daha birçok dokunuşuna ihtiyacımız var Mesih'in. Gözümüzdeki perdeler artık kaldırılmış olsa da, halen Mesih'in eliyle yönlendirilmeye ihtiyacımız var.
Yenilenme, bir yolculuğun başlangıcıdır. Başarı ve başarısızlıkların olacağı, tökezleme ortasında olgunlaşmayla dolu bir yolculuktur bu. Bazen bu gelişme, acı verici derecede yavaş gibi gözükür ancak yine de bir gelişme vardır. Görüşü berraklaştırmaya doğru bir harekettir - şefkatli bir lütuf dokunuşuyla başlayıp daha fazla lütfa doğru ilerleyen bir yaşamdır bu.
Sisyphus, eski Yunan mitolojisinin trajik bir kahramanıdır. Tanrıları kızdırdığı için sonsuz cehenneme atılarak, lanetlenmişti. Yapması gereken şey, büyük bir kayayı, dik bir tepenin üst noktasına kadar çıkarmaktı. Kayayı hareket ettirmek için tüm gücünü harcaması gerekti.
Tepenin doruğuna her çıkışında, kaya yuvarlanıp bir kere daha yokuşun başına geri düşüyordu. Sisyphus'un, aşağı inip bu taşı tekrar yukarı itmesi gerekiyordu. Taşı hiçbir zaman tepenin üzerine çıkaramadı. Hiçbir ilerleme kaydedememişti.
Bazen Hıristiyanlar kendilerini Sisyphus gibi hissederler. İlerleme öylesine yavaş gerçekleşiyormuş gibi gözükür ki, kendilerini oldukları yerde sayıyor, boşa çaba harcıyor ve hiçbir şey elde edemiyormuş gibi hissederler.
Lanetlenmiş adamın hikayesindeki işkence, bitmek bilmeyen o kısır döngüdür. Hiçbir başı ya da sonu yoktur - sadece sonsuz tekrardan oluşan bir işkencedir.
Samson'un cezalandırılmasını hatırlayın. Gücünün sırrını casus sevgilisine açıklayınca Filistinliler tarafından yakalanmıştı. Korkunç utancı, Kutsal Kitap'taki şu ayetle özetlenmektedir:
Ve Filistinliler onu yakalayıp, gözlerini çıkardılar; ve onu Gazaya indirdiler, ve onu tunç zincirlerle bağladılar; ve hapishanede değirmen çeviriyordu.
Hakimler 16:21
Filistin cezaevinde değirmen çeviren bir insanın ne yaptığını gerçekten de bilmiyorum. Ama Hollywood'un bunu nasıl canlandırdığını gördüm. Samson hakkında yapılmış çok eski bir film halen az da olsa hatırımda kaldı. Israil'in bu güçlü adamı, Victor Mature canlandırmıştı. Hafızamda kalan sahne, bu kör adamın bir öküzün yerine değirmene bağlanışıydı. Öküzün bağlanmış olduğu kol, döndükçe makinanın mekanizması çalışıyor ve hayvan ise yürüdüğü yerden her geçişinde daha da derinleşen bir iz bırakıyordu. Victor Mature'ın boş gözleri ve terden parlayan kasları ile bitmek tükenmek bilmeyen bu çember etrafında, yanlızca geçtiği yerleri derinleştirerek ama hiçbir yere gidemeyerek acı dolu yürüyüşünü hayal edebiliyorum.
İşte bu kısır döngü böylesine zalimdi.
SÜREÇ: KUTSALLAŞMA
Ancak Hıristiyan yaşantısı, bunun gibi boş değildir. Bir çember yapısında değildir. Hıristiyan yaşantısı bir çizgidir. Bir başlangıcı, ortası ve sonu vardır. Çizginin sonunda görkem amaçlanır. Herşeyi başlatan Tanrı'nın, halkı için bir hedefi vardır. Mesih'in, "Gel, sevgili dostum, Babamın senin için hazırlamış olduğu egemenliğe gir" diyeceği güne doğru uzanıyoruz.
Elçi Pavlus ile birlikte bizler de şöyle diyoruz, "geride kalan herşeyi unutup, ileride olanlara uzanarak, Tanrı'nın Mesih İsa aracılığıyla yaptığı göksel çağrıda öngörülen ödülü kazanmak için hedefe doğru koşuyorum" (Filipililer 3:13). Hıristiyan yaşantısında bir göksel çağrı vardır. Bir kimse bir daire içersinde yukarıya doğru hareket edemez. Bizler, belli bir yere gitmekte olan bir çizginin üzerindeyiz. Yukarı doğru gitmektedir bu çizgi. Diğer bir değişle, Hıristiyan yaşamında bir ilerleme söz konusudur.
John Bunyan tarafından yazılmış olan The Pilgrim's Progress (Gezginin İlerleyişi) adlı Hıristiyan klasiğini hatırlıyoruz. Buradaki gezgin, göğe doğru ilerleyen Hıristiyandır. Sırtındaki yükten ötürü, yolculuğu yavaşlamış ve zorlaşmıştır. Her yerde engellerle karşılaşır.
Bunyan, her Hıristiyanın yolunda duran birçok ayartılma ve düşüşleri anlamıştı. Ancak, Hıristiyan yaşamına ilişkin can alıcı iki noktanın da farkındaydı: Bizler gezginleriz, ve bizler yol katederiz.
Gezgin, yolculuğa çıkmış bir kişidir. Yolculuğu, onu farklı ve garip yerlere götürür. Hareket halinde olan bir insandır o. Eski Ahit zamanlarındakiler gibi o da, çadırlarda yaşar. Yarı göçebedir. Kalıcı olarak yerleşecek kadar bu dünyada hiçbir zaman evinde gibi değildir. Hayat her zaman onun için keşfedilmemiş bir bölgedir. İçtiği su hiçbir zaman durgun değildir. İman babası İbrahim gibi, yapıcısı ve yaratıcısı Tanrı olan daha iyi toprakları arar. Tüm Tanrı halkı bu dünyada geçici ve gezgindir.
Her Hıristiyan ilerleme kaydeder. İlerleme, bizlerin olduğumuz yerde durmamıza izin vermeyen Kutsal Ruhun içimizdeki varlığıyla kesinleştirilir. Ancak biz olduğumuz yerde kalmaya ne kadar da istekliyiz! Hatta, geriye gitmek istiyoruz. İsa'nın öğrencileri gibi bizler de korku içinde yukardaki odalarımızda saklanıyoruz. Fakat İsa, orada kalmamıza izin vermeyecektir.
Hiçkimse Hıristiyan olarak doğmaz. Bizler doğal halimizle bedendeniz. Hıristiyan yaşantısı, Kutsal Ruh'un işlemesiyle yeniden doğuşta başlar. "Yeniden doğmuş Hıristiyan" terimi neredeyse yanlış bir ifadedir. Gereksiz yere kullanılan kelimelerden oluşur. Bir nevi teolojik kekelemedir. Eğer bir kimse yeniden doğmuşsa, Hıristiyandır. Eğer Hıristiyansa, yeniden doğmuştur. Yeniden doğmamış Hıristiyan ya da yeniden doğmuş ama Hıristiyan değil diye birşey yoktur. Yeniden doğmak demek, Kutsal Ruh aracılığıyla Mesih'e doğmuş olmak demektir. Hıristiyan yaşantısı için bu bir ön şarttır. Bu aynı zamanda Hıristiyan yaşamının Tekvin'i, başlangıcıdır.
Herkes, Hıristiyan yaşantısına aynı şekilde başlar: Hepimiz yeniden doğarak başlarız. Yeniden doğuş deneyimlerimiz farklı olabilir ancak yeniden doğuş gerçeği hepimiz için gereklidir.
Herhangi iki Hıristiyanın, İnanlı yaşamlarına aynı şekilde başlamayacağını bilmek çok önemlidir. Bazı insanlar beş yaşındayken yeniden doğarlar, bazıları ellibeş yaşında. Bazıları, çok tutucu ve disiplinli bir geçmişten, bazıları ise düzensiz, kontrolden çıkmış bir çılgınlık geçmişinden gelip, yeniden doğarlar. Farklı günahlarla mücadele ederiz. Karışık ve benzer paketlerle başlarız.
Bazılarımız, iman ettiğimiz günü ve saati bilir. Diğerlerinin ise ne zaman doğduklarına ilişkin kesin bir fikirleri yoktur. Billy Graham, Mordecai Ham'in konuştuğu bir toplantıda Mesih'le tanıştığını söyler. Ruth Graham ise geçmiş beş yıl içersinde tam olarak ne zaman iman ettiğini hatırlayamıyor. İman ettiklerinde bazı insanlar ağlarlar, bazıları ise sevinçle coşarlar.
İman ettiklerinde, diğerlerinin de bizim gösterdiğimiz tepkileri göstermeleri gerektiğinde ısrar etmek çok feci bir hatadır. Ani ve belirgin bir şekilde iman etmiş olanlar, iman ettikleri günü ve saati tam olarak bilmeyen kişilerden şüphe duyarlar. Daha az heyecanlı ve ani bir deneyimi olmuş kişiler, diğerlerinin duygusal dengelerinin sağlıklı olduğu konusunda şüphe duyabilirler.
Bu aşamada, insanlara farklı zamanlarda, farklı biçimlerde günahlarını gösteren Kutsal Ruh'a saygılı olmalıyız. Karşı karşıya olduğumuz esas soru, ne zaman ya da nerede iman ettiğimiz değildir. Tek gerçek soru, iman edip, etmediğimizdir. Eğer Ruh'tan doğmuşsak, Mesih'te olan tüm diğer insanların kardeşiyiz.
Pavlus bizlere şöyle demektedir:
İman yoluyla, lütufla kurtuldunuz. Bu sizin başarınız değil, Tanrı'nın armağanıdır. Kimsenin övünmemesi için iyi işlerin ödülü değildir. Çünkü biz, Tanrı'nın önceden hazırladığı iyi işleri yapmak üzere Mesih İsa'da yaratılmış olarak Tanrı'nın eseriyiz.
Efesliler 2:8-10
Bu noktada hepimiz eşitiz. Hiçbirimiz kendi kendimizi iman ettirmedik. Yeniden doğuş, Tanrı'nın işidir. Bizler Mesih'in eseriyiz. Usta, Mesih'tir. Yarattıkları ne sıkıcı ne de monotondur. Bizleri kurtardığında, ne kimliğimizi ne de kişiliğimizi yokeder. Her Hıristiyan, Mesih tarafından yaratılmış bir sanat eseridir. Her Hıristiyan, gerçek anlamda bir şaheserdir.
İsa, sanatını bir montaj hattında icra etmez. Sonsuz bir itina ve sabırla, yaratır ve şekil verir. Hıristiyan çevrelerinde, pek sık inanılan, ve mükemmellik öğretisi denen zehirli bir öğreti bulunmaktadır. Bu öğreti, kişinin daha bu dünyadayken ruhsal mükemmelliğe eriştiğini söyler. "Lütfun ikinci bir işleyişiyle", ani kutsallaşma gibi "ikinci bir bereketten" söz ederler. Bunu öğretenlerden uzak durun.
Ani kutsallaşmayı öğreten ilk kişiyle tanıştığımda daha birkaç aylık bir Hıristiyandım. Üzerime el koymayı ve benim de bu ikinci bereketi almak için dua etmemi önerdi. Bu düşünce bana çok cazip gelmişti. Yeni Hıristiyan hayatımda karşılaştığım en ciddi zorluk, halen günah işliyor olmamdı. Yaşamımın bazı alanlarında büyük zaferler kazanmıştım fakat diğer taraflar çok inatçı gibi gözüküyordu. O aşamada bile Kutsal Ruh ile doğal benlik arasındaki savaşın farkındaydım.
Vaizle birlikte ani kutsallaşma için dua ettim. İşe yaramadı. İkinci bereket beni yüzüstü bırakmıştı. Yaşamının ilk safhalarını tamamıyle doğru bir kişi olma çabasıyla geçiren Martin Luther şöyle söylemişti, "Bir insan eğer keşiş olmakla cennete gidebilecek olsaydı, o kişi ben olurdum." Bir insan eğer bu ikinci bereketi aramakla bulacak olsaydı, o kişi ben olurdum.
Vaiz, işlemeye devam ettiğim günahların, benim bu günahlardan kurtulmak için gösterdiğim çabaları engellediğinden emindi. Kısırdöngülerin en zalimine yakalanmıştım. Bu hizmetlinin bana aslında söylemeye çalıştığı şey, eğer günahımdan kurtulacak isem, ilk önce günahımdan kurtulmam gerektiğiydi. Diğer bir değişle, ikinci bereketi elde etmek için ihtiyacım olan tek şey, o ikinci bereketti.
Sonunda, başka bir vaiz beni bu çelişkiden kurtardı. Kısa süre içersinde anladım ki beni aniden kutsallaştıracağı söylenen bu ikinci bereket aslında, kutsal bir üçkağattı.
Yaşadığım deneyimden bu yana, kutsallıkta mükemmelliğe eriştiklerini iddia eden iki kişiyle tanıştım. Hıristiyan yaşamları trajikti. İnsanların kendilerini kutsallıkta mükemmelliğe eriştiklerine inandırmaları için ilk önce bu iki şeyden bir ya da her ikisini de yapmaları gerekir: Tanrı'nın yasasını öyle düşük bir seviyeye indirmelidirler ki ona tam olarak itaat edebilsinler, ya da kendi ruhsal performanslarını ölçerken bunu aşırı derecede abartmalıdırlar.
Bunların her ikiside ölümcüldür. Tanrı'nın yasasının gereklerini aşağı çekmek, Tanrı'nın kutsallığına karşı işlenmiş bir suçtur. İnsanın kendi durumunu aldatıcı derecede abartması ise aşırı bir gururdur.
Kutsallaşma, basitce el koymaktan çok daha fazlasını gerektirir. Yeniden doğuş anidir. Aklanma anidir. Ancak, kutsallaşma hayat boyu devam eden bir süreçtir. Bir takım engeller karşısında itinalı bir mücadeleyi içerir. Bunyan'ın gezinindeki gibi çukurlar ve zorluklarla doludur. Bizleri, canın karanlık gecesinden, ölüm vadisinin gölgesinden ve denenme çölünden geçiren bir yolculuktur bu.
Bu yolculuğun tek teminatı vardır: Mesih, bizimle beraber geleceğine ve bizi diğer tarafa ulaştıracağına söz verir. Rabbimiz başladığı işi bitirir. Yaratmanın tam ortasında, elinin işini bırakıp gitmez. Bizleri yürüyen ağaçlara bakar halde bırakmaz. Hayır, Rab bizlerin iyiliği ve olgunlaşmasıyla çok yoğun bir şekilde ilgilenir. Tanrı ve Tanrı'yı nasıl hoşnut edebileceğimiz hakkında daha fazla öğrenmemizi istemektedir Rab. Tanrı'yı hoşnut etmekten haz duymamızı istiyor. Dünyayı algılayış şeklimiz ve içinde nasıl yaşadığımız konusunda anlayışımızın derinleşmesi için görüşümüzün berraklaşmasını, iyileştirilen o kör adam gibi değişmemizi istiyor. Bu bağlamda olgunlaşmak ve değişmek, kutsal Tanrı'yı neyin hoşnut ettiği konusunda giderek daha fazla öğrenmek demektir. İşte, Tanrı'yı hoşnut etmede olgunlaşmak, kutsallaşmadır ve elinizdeki kitabın tek konusu da budur.