19) Tam Yol İleri
Gökten başka bir ses işittim: “Ey halkım!” diyordu. “Onun günahlarına ortak olmamak, uğradığı belalara uğramamak için çıkın oradan! Çünkü onun üst üste yığılan günahları göğe erişti, ve Tanrı onun suçlarını anımsadı.
İncil, Vahiy 18:4-5
ristiyanlar belirli bir meselenin iki tarafında da yer alabilirler. Hristiyanlık adına konuştuğunu iddia eden kişi herhangi bir konuda ileri sürülen her ifadeye, farklı görüşleri kabul eden diğer Hristiyanlar tarafından karşı çıkılması neredeyse kesindir. Bunun iyi bir örneği, Amerikan İç Savaşıdır, hem Konfederasyon (Güney’in) kiliseleri, hem de Birleşik (Kuzey’in) kiliseler, ordularının Tanrı için savaştıklarını hararetli şekillerde vaaz etmişlerdi. Savaşın çıkma sebepleri her iki taraf için de tamamen karşıt olduğu için, her iki taraf da ilahi bir şekilde onaylanmış olamazlar. Taraflardan birinin, ya da her ikisinin de yanlış anlamış olması gerekir. Bu nedenle, Hristiyanlığın pek çok farklı şekillerde kendisini ortaya koyabilmesi, dünya işlerine karışmaktan uzak durarak sözün öğretilmesi, vaaz edilmesi ve çobansal hizmet gibi kendi işlerine odaklanması gerektiği anlamına mı gelir?
Bazıları hâlâ kiliseden, toplumda “tuz ve ışık” olabilmesi için şu anda ilgilendiği şeylerin daha fazlasını beklemektedir. Francis Schaeffer gibi reform filozofları ve Gary North gibi “Hristiyan Yeniden Yapılandırmacılar”, Eski Antlaşma’daki İsrail idealine benzer “Hristiyanlaştırılmış” bir dünya görüşünü savunmayı sürdürseler de, tarih onların aleyhindedir. Hristiyanlığın son zamanlarda olağanüstü büyümesine rağmen, İncil’in sosyal değişim için öne sürdüğü yanıtlara toplumun istisnasız yönelmesini sağlamak için kilisenin, yeterli kültürel nüfuza ve ahlaki yetkiye sahip olacağının belirtisi yoktur. Kilisenin bütün dünyada daha önce görülmemiş biçimde büyümesine rağmen, Francis Schaeffer’in 1970’lerde, Hristiyanlık sonrası dönemde yaşamaktan söz ederken çok haklı olduğu konusunda yaygın fikir birliği vardı.
Bunun nedeni, kilisenin muazzam büyümesinin, en çok dünyanın Batılı olmayan bölgelerinde gerçekleşmesidir. Batıda, Hristiyanlık, son birkaç yüzyıl boyunca çeşitli meydan okumalarının üstesinden henüz gelmemiştir. Henüz yeterli güç ile karşılık verememiş ve batı Hristiyan aleminin belirgin çöküşüne katkıda bulunan felsefi, bilimsel ve sosyopolitik güçlerin ortaya attığı soruları yanıtlayamamıştır (bu sıralamada teolojik güçlerin yer almayışına dikkat ediniz!).
Peki, Hristiyanlar umutsuzluğa mı düşmeliler? Batı kilisesinin Hristiyanlık sonrası bir dönemde var olması önemli midir? “Hristiyan çağı” olarak kabul edilen dönem ne zaman başlamış ya da sona ermiştir? Kilise Babaları veya Reformasyon ile mi; yoksa Protestan misyon hareketi döneminde mi başlamıştır? Viktorya zamanının riyakarlığı ile emperyalizm çağı aynı mıdır? Hristiyanlık çağı 1. Dünya Savaşı ile mi yoksa 2. Dünya Savaşı ile mi sona ermiştir? Veya “Baby Boomers” olarak adlandırılan nesil bu çağı 1960’larda öldürmüş müdür?
Belki de “Hristiyanlık Çağı” diye birşey hiç olmamıştı. Belki de Hristiyan alemi hiçbir zaman toplumda “tuz ve ışık” olmayı, ve bu dünyanın kurumlarının içine nüfuz ederek onları “Hristiyanlaştırmayı” amaçlamamıştı. Aslında en iyi dönemlerinde gerçekten bunu yapmıştır! Bu soruları yanıtlayarak kilisenin geleceği ile ilgili bir çıkarımda bulunmanın tek yolu “kilise” kelimesini tanımlamaktır.
Kilise nedir ve toplumsal fonksiyonu ne olmalıdır? Bu soru, Ekklesioloji (yani Kilise Bilimi) doktrininin nüfuz alanını oluşturur. Farklı kilise gelenekleri bu soruyu farklı biçimlerde yanıtlamışlardır: Örneğin, Reform ve Prespiteryen kiliselerinin bazı kolları kiliseyi, vaftizin, sünnetin yerini aldığı, ve ruhsal olarak iyi durumda olan vaftizlinin kilisenin üyesi olduğu “yeni İsrail” olarak tanımlarlar. İsrail’in, çevresindeki uluslardan farklı olmasıyla beraber, “seçilmiş kişiler” veya “gerçek İsrail” olarak adlandırılan kişilerden oluşur. Bu kiliseler insanları üç sınıfa ayırırlar: “Dünya” (kilise dışında olan insanlar), vaftizli üyeler (“anlaşma altında” olmaları sayesinde, “lütuf altında” olmaya hakkı olanlar) ve “seçilmişler” (günahlarının bağışlandığını bilenler ve sonucunda örnek teşkil edecek bir yaşam sürmesi beklenenler). Kilise yönetimi açısından farklı olmalarına rağmen, Luthercilik, Anglikanlık, Roma Katolik, ve Doğu Ortodoks (Grek, Rus, Ermeni, Süryani v.b.), hepsi de Reform Ekklesiolojisi gibi, dünyanın üç sınıfa ait insanlardan oluştuğu temel görüşünü paylaşırlar: Kilisenin dışında olanlar, kilise üyeleri ve kilise içindeki seçilmiş kişiler. Bu görüş, kiliseden tamamen yanlış toplumsal, kültürel ve siyasi beklentiler içerisine girilmesine neden olmuştur.
Aslında, sınırlı “Hristiyan” siyasi programlar, kilise ile ilgili yanlış görüşlerin olumsuz yanıtlarından biridir. Eğer kilise, İsrail ulusunun devamı olarak görülürse, bunun mantıksal çözümü, İsrail ulusuna yönelik Eski Antlaşma buyrukları ve vaatlerin belirli bir coğrafi bölgede herkesi kapsayan kilise ile ilgili olduğudur. Kilise içinde ya da dışındaki kişiler aynı topluluğa ait oldukları için, Hristiyan normları aslında bütün bir toplumdan bekleniyordu–dolayısıyla bugünkü görüş bir zamanlar Hristiyan çağı olduğu yönündedir. Bu nedenle, Kanada’nın Hristiyan Mirası Partisi (Christian Heritage Party of Canada) gibi Hristiyan siyasi partileri ulusa atfedilen “Hristiyan mirasını” (yani, neredeyse herkesin makbul bir kilisenin, vaftizli bir üyesi olduğu dönem) yeniden kazandırmayı amaçlarlar. (Parti’nin 75 sayfalık Siyaset ve Düzen tüzüğünün neredeyse yüzde 80’inden fazlası Eski Antlaşma ile ilgili referanslarından oluşur.)
Eğer belirli bir coğrafi bölgedeki bütün insanlar otomatikman kilisede vaftiz edilirse, kilise ve dünya arasındaki farkın yok olacağı besbellidir. Bunun nedeni, kilise üyelerinin büyük bir çoğunluğunun “yeniden doğanlar” olmamaları fakat, konumları ve ailelerinin törenleri veya gelenekleri nedeniyle Hristiyan olmalarıdır. Bunun sonucu, baskın kültür ve kilise üyeleriyle büyük çoğunluğunun değerleri arasında niteliksel farkın kalmamasıdır. Sonuç olarak kilisenin “tuz ve ışık” olarak etkili şekilde işlemesi neredeyse imkansızdır. Çünkü ışık ve tuzu, elde edilen bir başarı olmadan tanımlamak zordur. Kilise/toplum birleşiminin, Polonya ve Filipinler’deki gibi başarılı olduğu durumlarda, kilise ancak toplumun çoğunluğunun umutlarını ve amaçlarını yansıttı. Bu durum güç sahibi gayrimeşru bir elite (üstünlüğe) karşı genel başkaldırının ortaya çıkmasına olanak sağladı. Fakat bu, hakim havaya karşı durmaktan farklıdır. Bu kitabın da çokça gösterdiği gibi, kötü biçimde başarısız olan kilisenin, toplumun sesi değil, vicdanı olarak işlev görmesi gerekiyordu.
Kutsal Yazılar sadece iki sınıf insan varlığını benimser: Kilise (sadece “seçilmiş seçkinlerden” oluşur) ve başkaları. Kilise herkes belirli coğrafi alanla sınırlanmış bir çeşit yenilenmiş “İsrail ulusu” ya da kutsamayla üye olabileceği birşey değildir. Bundan çok farklı bir şeydir: Yeni Antlaşma’nın Mesih’in bedeni ve gelini ve Kutsal Ruh’un paydaşlığı olarak tanıttığı bir varlıktır (Efesliler 1:16, 22-23; Romalılar 8:9-11; Koloseliler 2:10; 1. Korintosluler 11:3; 12:21). Kilise ve dünya iki ayrı varlıktır (veya en azından öyle olmalıdır), her birinin ayrı hedefi, düzeni ve standartları vardır. Genelde birbirleriyle ihtilaf içerisindedirler. Aslında kilise, içinde bulunduğu toplumun baskın statükosuna karşıt kültür oluşturma yolundadır. Toplumun vicdanı olarak işlemesi amaçlanır. Ve bu vicdan zorla kabul ettirmeyi amaçlamaz. İçten içe işler ve insanı suçlu çıkarır.
Kilisenin bu tanımı ve toplumdaki rolü ile ilgili önemli olan şey, kilise üyeliğini, sözle ve eylemle, Mesih’in kişiliğine olan diri bir imanın tanıklığıyla sınırlamasıdır. Beden imgesi, kilisenin Mesih ile birleşimini ve bireysel partilerin karşılıklı dayanışmasını tanımlamak için kullanılır. Ruh’un paydaşlığı imgesi (Elçilerin İşleri 5:32; 13:2; Romalılar 5-8; Galatyalılar 4, 5:22; 2. Korintoslular 3:17) Ruh’un kiliseyi kutsal Tanrılıkta tuttuğu, sevgi ile harmanlanmış kutsal bir paydaşlık oluşturmak için, günahtan, ölümden ve yasanın mahkumiyetinden özgür kılarak, onu sıkıntı zamanlarında teselli ettiği yeni imanlılar yetiştirerek dünyada bir tanık olmak için Tanrı’yı övmek amacıyla donattığı anlamına gelir.
Üstelik, kilise dünyadan ayrı olmayı amaçlar. Dünyada yaşamasına rağmen, dünyaya ait olmayan beden olması gerekir. Bu kilise-dünya ayrımı çok önemlidir. Herşeye gücü yeten Tanrı, “Tanrı, kendisini sevenlerle, amacı uyarınca çağrılmış olanlarla birlikte” (Romalılar 8:28) her durumda iyilik için etkindir. Sınır budur. Mesih, siyasi veya kültürel anlamda bu dünyanın yöneticisi olmakla ilgilenmez. Şeytan O’na bunu bir kez teklif etmiştir, ama İsa reddetmiştir (bkz Matta 4:8).
Tanrı, toplumu düzeltmek veya ilerletmek açısından düşünmez fakat bireyleri, Mesih’in Golgota’daki kurtarış işi temelinde, Kendisine olan imana çağırır–ve bu amacın gerçekleştirilmesi için toplumun geri kalanına her ne yapması gerekirse... Tanrı, bu bireylerden, sevgi, bağışlama, dürüstlük, sarsılmaz sevinç ve kötülüğe karşı cesaret nitelikli karşıt kültürü oluşturmayla ilgilenir.
Kendisini dünyadan soyutlamış bir kilise, toplumun geneli için nasıl bir etkiye sahip olabilir? Kilise standartlarını dünyada uygulamak için geçmişte yapılan çabalar, tam tersine, dünyadaki standartların kilisede uygulanmasına neden olacaktı. Bu durum, kendi yarattıkları ütopyalarında yaşamak için, mümkün olduğunca toplumdan –dışarıdaki “kötü dünyadan”– uzaklaşmaya çalışan çeşitli Hristiyan grupları arasında tepkiye neden oldu. Daha önce de ele aldığımız gibi, eski Amerikan tarihi, Yeni Dünya’da yerleşim yerleri oluşturan, baskı altındaki azınlıklar olan, toplumdan kaçan Hristiyanlar’ın (Püritenler, Kuveykırlar, Moravyalı) örnekleriyle doludur. Bugün bile çeşitli barışçı Menonit ve Hutterite grupları toplumdan uzak yaşamaya devam ederler. Tutumları takdire değer gibi görünse bile, tarihleri gösteriyor ki, durumlar kötüye gittiğinde kaçma eğilimindedirler. Bu, günümüzün global köyünde çok zor bir seçenektir. Bu kaçış nereye kadar? Kilisenin dünyadan olmaması gerekmesine rağmen, “sadece imanlılardan” oluşan bir kilise bile, toplumda etki alanı oluşturmaya ve o toplumda yaşamaya ve çalışmaya zorlanır. Dahası, kilisenin toplumun vicdanı olarak etkili bir şekilde işleyebilmesi için, vicdanların eğitilmesi gerekir.
“Hristiyan” sosyo-politik düzenleri ele almadan önce, iki soruyu yanıtlamamız gerekir. İlki, Hristiyanlar aralarında sürekli anlaşmazlığa düşerken, “Hristiyan” bir sosyo-politik düzenden nasıl bahsedilebileceğidir? İkincisi, kilise ve dünyanın tamamen iki farklı oluşum olması gerekiyorsa, Hristiyanlar niçin toplum üzerinde etki yapmaya çalışsınlar? Toplum onların aleyhine olsa bile, Hristiyanlar sükünet içerisinde acı mı çeksinler?
“Hristiyan” kelimesinin tanımını, her konuda aynı düşünceyi paylaşanlar olarak sınırlandırdığımızda, bu, ilk problemi çözer. Her ne pahasına olursa olsun birliği ısrarla isteyen Kilise Babası Augustine tarafından bu yaklaşım kuvvetli bir şekilde desteklenmiştir. “Roma konuştu, tartışma bitti” demiştir. Büyük enerjisini, Pelagianlar ve Donatistler gibi, kilisenin bir zamanlar yaygın olan fraksiyonlarının yok edilmesi için harcamıştır. Roma Katolik Kilisesi daha sonraları herkesi kendi kalıbına sokmak için Engizisyon’u kullanırken, Reformcular Anabaptistlere zulmettiler. Massachusetts Püritenleri, Kuveykırları, Vaftizcileri ve anlaşmazlık içinde oldukları diğerlerini kışkırttılar. Hristiyan sözcüğünün anlamını daraltmak geçerli bir yanıt değildir: Görünmeyen kilise, örneğin, insanoğlunun Kurtarıcısı ve Tanrı’nın Oğlu olarak İsa Mesih’e imanları aracılığıyla günahları bağışlananlar, bir dereceye kadar neredeyse her Hristiyan mezhebi ile örtüşür.
Fakat, sınırlı bir “Hristiyan” sosyo politik programın desteklenmesi, çoğu Hristiyan’ın hemfikir olduğu belirli İncil’sel görüşlere dayalı olan, pragmatik siyasi gündem ileri sürmekten tamamen farklıdır. Her halukârda, “sadece imanlılardan oluşan” kilise anlayışı, Hristiyanlığın özündeki değerler üzerine kurulan, temel prensipleri her siyasi yapıda geçerli olan (hatta, ket vurdukları sözde “Hristiyan mirasa” sahip olmayan, demokratik olmayanlarda ya da batılı olmayanlarda bile) geniş, pragmatik bir sosyo-politik düzene yol açar. Amerika’nın Kurucu Babaları, dinin toplum üzerindeki etkisini azaltmaya çalışmadan, kilise ve devletin ayrılmasını kurumlaştırdıklarında bu gerçeği iyi kavramışlardır. “Sadece imanlılardan oluşan” bir kilise, belirli değerlerle her toplumda “tuz ve ışık” olarak etkili bir şekilde işleyebilir.
Bundan başka, “sadece imanlılardan oluşan”, belirli değerleri onaylayan bir kilise, toplumun ahlaksal başarısızlıklarının suçlusu olamaz. Güney Kore buna iyi bir örnektir. Geleneksel olarak Hristiyan olmayan ve “Hristiyan bir mirasa” sahip olmayan bu ülke, günümüzde %40’ının Hristiyan olmasıyla bilinir. Güney Kore’nin siyasal yozlaşması ün salmıştır, fakat toplumdaki kötülüğün suçu kiliseye yüklenemez. Kilise, ülkenin yozlaşmışlığını düzeltmeye çalışmasına rağmen, başarısızlıkları nedeniyle de suçlu görülemez, çünkü devletle özdeşleşmemiştir.
Bazıları kiliseyi bu nedenle, savunucusu olduğu şeyleri uygulamaya koyamadığı için suçlamaya çalışmışlardır. Bu görünüm, parlamentodaki muhalefet partisinden farklı değildir. Fakat bu kusurlu bir benzetmedir. Bir siyasi partiden farklı olarak, kilise fikirlerini yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru kabul ettirmeyi amaçlar. İçinde bulunduğu toplum veya kültürde, ihtilalci tehdit oluşturmadan, insanileştiren bir etki olarak işlemeyi amaçlar. Bunun nedeni kilisenin, tamamen Hristiyan olmayan rejimlerin siyasi statükosunda sessizce çalışmakla yetinmesidir. Böylece müjdesel kilisenin muazzam büyümesi bu kadar az dikkat çekmiştir.
Din özgürlüğünün çok az olduğu pek çok ülke vardır. Bir kimsenin istediği şeye inanma özgürlüğünün olduğu ülkelerde bile, toplum düzeni için, bireyin kendi kişisel inançlarına göre hareket etmesini kısıtlayan toplumsal yasalar vardır. Bu kurallar toplumun çoğunluğunun iradesi ile oluşturulur. Bununla beraber, devlet ve günümüzün Batılı ülkelerinde yönetilenler arasındaki sosyal anlaşmada, yasayı çoğunluk belirler. Fakat Hristiyanlar çoğunluğun yanlış olabileceğine inanmalıdırlar (nitekim, 1930’larda Alman halkının çoğunluğunda olduğu gibi, bu çok yanlıştır). Çoğunluk belirgin bir şekilde adaletsiz olan yasamayı destekleyebilir. Yasamayı altüst edebilecek çok üstün bir yargıtaya sahip olmakla övünen ülkelerde bile, bu, sadece anayasa ve mevcut olan yasama temelinde gerçekleştirilebilir; bu da yine çoğunluk tarafından değişime uğratılabilir. Ve çoğunluk adaletsiz bir amacı desteklerse (Amerikan İç Savaşı’nda ve iki Dünya Savaşı’nda olduğu gibi) durumu bazen sadece savaş çözebilir. Bu nedenle doğru kavramı, yani neyin doğru neyin yanlış olduğu, çoğunluğun yetersiz olmasıyla belirlenir, Amerika’nın Kurucu Babaları da bunun farkına varmışlardır. “Müjdeci” Hristiyanlar’dan olmamalarına rağmen, daha yüksek kanunların olduğunu kabul etmişlerdir. Belirgin doğrulardan ve devlet tarafından verilemeyen ya da geri alınamayan devredilemez haklardan bahsetmişlerdi, çünkü bunlar her bireye Yaratıcısı tarafından bahşedilirdi. Kurucu Babalar, Tanrı’nın yönetimi altındaki yönetimlere, ya da Thomas Jefferson’un öne sürdüğü gibi, “doğanın kanunu ve doğanın Tanrısı’na inandılar. Belirli temel, aşkın ve mutlak doğruların ve bütün doğruların içinden çıktığı temel gerçeklerin, nesnel veya öznel olmayan ve bu nedenle tartışma veya çoğunluğun iradesi ile elde edilemeyecek doğruların olduğuna inandılar. Bu doğrular devleti sınırlayacak ve bağlayacak ve çoğunluğun değişken değerlerinin boyun eğmesini gerektiren yapı oluşturacaktır. Mutlak doğrular, veya doğa kanunu, kainata konuşan Tanrı’nın, aynı zamanda ahlaki doğruları da bildirdiği inancında köklenmiştir. Sonuç olarak, bütün yasal kurallar, açıklanan bu mutlaklarla uyum içerisinde olmalıdır. Bu nedenle “daha yüksek yasaya” inanmanın özündeki sonuçlar nedir? “Sadece imanlılardan oluşan” bir kilisenin, içinde bulunduğu toplum karşısında desteklemesi gereken “Hristiyan değerler” nelerdir? Başka bir deyişle, dünya ile olan ilişkisinde kiliseyi yönetmesi gereken ilkeler nelerdir? Nasıl oy vermelidir? Nasıl kulis yapmalıdır? Toplumun vicdanı olarak kilise ne zaman ve nasıl suçlu bulmalıdır?
Her şeyden önce, kilisenin dünya ile ilgili temel sorumluluğu, inancını müjdelemektir. Kilise, Tanrı’nın İsa’daki lütfunun müjdesini, “her dile, her sınıfa ve ulusa” ilan etmeye çağrılmıştır. Tarih, Tanrı’nın sevgisini ve bağışını benimseyenlerin daha iyi eşler, babalar, anneler ve vatandaşlar yapan içsel kaynaklar oluşturduklarını gösterir.
İkincisi, Hristiyanlar Tanrı’ya karşı kişisel bir sorumlulukları olduğuna inanırlar. Bu, Hristiyanlar’ı gerekircilere karşı koyar, aynı zamanda Hristiyanlar’ın niçin sınırlı yönetimleri tercih ettiklerini de açıklar. Toplum, yaşamdaki sorunların çözülmesini büyük ölçüde yönetimden bekler. Devletten, bireyler ölünceye kadar, hastalıkta ve sağlıkta onlarla ilgilenmesi beklenir. Toplumun beklentilerini karşılamak için yönetimler gelişmeye devam etmek zorundadırlar, bu da Hristiyanlar için bir tehlike işaretidir. Bu tehlike yönetimlerin savurgan ya da güçe susamış olmalarından kaynaklanmaz, özel sektör de hemen hemen devletin yaptığı her şeyi yapabilir, hatta daha da etkili bir şekilde yapar. Fakat, pek çok tutucu Hristiyan herşeyi içinde barındıran bir devletin “tanrısal olmayan” davranış biçimlerini sadece onaylamakla kalmayıp, aynı zamanda kabul ettirmeye çalışacağından korkar. Bunun tipik bir örneği, pekçok Hristiyan’ın, devletin sosyal görevlilerinin çocuklarını onlardan alacaklarından korkmasıdır. Çünkü ebeveynler bedeni cezanın faydasına inanırlar. Bunlara ilaveten, Hristiyanlar, refah içindeki bir toplumun, kişilerin yaşamda kendi yararlarına olan bireysel sorumluluk duygularına zarar verdiğine inanma eğilimindedirler. Amerikan toplumunun bir zamanlar yaygın biçimde değer verilen bu inançtan ne kadar uzaklaştığı, herkesin birşeylerin kötü gitmesinden ötürü başka birini suçladığı bir “dava toplumu” haline gelmesinden de anlaşılmaktadır. Müjdeci Hristiyanlar genellikle devletin yükümlülüklerinin, sadece, toplumun huzur ve güvenlik içerisinde işleyişine devam edebileceği ve bütün ideolojilerin, dengeli bir düzeyde, aşırı bir müdahale olmadan rekabet ettiği biçime sokulmasını savunurlar.
Müjdeci Hristiyanlar daha küçük bir yönetim oluşturabilirler; çünkü, zor günlerinde ihtiyaçları genelde ya kiliseleri, ya da aileleri tarafından karşılanır. Ayrıca, refah devletinde kazanılan vergi tasarrufları, gerçekten ihtiyacı olanların durumlarını göz önünde bulunduran devlete ait olmayan acentelere yeniden yönlendirilebilir. Hristiyanlar’ın kişisel yükümlülüğe inanmaları, çoğunu, yüzkızartıcı suçlar için olan ölüm cezasının destekleyicileri yapar.
Özgürlük pek çok Müjdeci Hristiyan tarafından desteklenen bir idealdir. Bu, Hristiyanlar’ın sınırlı yönetimi tercih etmelerinin başka bir nedenidir. Hükümetlerin giderek daha da fazla güç ve ayrıcalığa sahip olma eğilimleri kilise için bir tehlikedir. Mutlak ahlak görüşleriyle Hristiyanlar, imtiyazlarının tehlikeye girdiğinin farkında olan her devlet tarafından zulme maruz kalırlar. İnanç özgürlüğü ve temel insan haklarının uygulanma olasılığı, sınırlı bir hükümetten çok, organları her yana ulaşabilen büyük yönetimlerde daha fazladır. Tertullian, şehitlerin kanının kilisenin kökenini oluşturduğunu ifade etmiş olsa da, özgürlüğün olduğu ülkelerdeki Hristiyanlar, vatandaşlara İncil müjdesi ile ulaşmak ve kardeşleri üzerinde olumlu bir etki bırakabilmek için otoriter devletlerde olduğundan çok daha fazla fırsata sahiptirler.
Hristiyanlar aile kurumunu desteklerler. Çeşitli yönetim türleri (özellikle de askeri diktatörlükler ve Komünist devletler), kendi çıkarlarına ters düştüğü anlaşılan bu kurumları ezmeyi amaçlamışlardır. Daha önce de ele aldığımız gibi, hiçbir yönetimin yok edemediği tek kurum ailedir. Bu dünyada Hitlerlere, Pol Potlara, Stalinlere maruz kalındığında, kimseye güvenilemediği dönemlerde, pek çok totaliter toplumda olduğu gibi, sağlam bir aile birimi, fırtınayı atlatır. Güçlü aile bağları otoriter devlet yönetimine karşı en büyük meydan okumadır. Bu durum, Hristiyanlar’ın geleneksel aile kavramını zayıflatma çabalarının her türlüsüne niçin karşı koyduklarını, homoseksüel topluluklara ve feminist harekete karşı çıkmalarının nedenini açıklar.
Müjdeci Hristiyanlar yaşama önem verirler, dolayısıyla kürtaja ve ötenaziye karşıdırlar. Yaşamı almaya veya vermeye sadece Tanrı’nın hakkı olduğunu kabul eden bu Hristiyan inancı –ölüm cezası gibi bazı istisnalarla beraber– durum ne kadar acı verici olursa olsun, pekçok insansal faktörden önce gelir.
Son olarak, Hristiyanlar, uğrunda ölünmeye değer bazı değerlerin ve inançların olduğuna inanırlar. Bu nedenle pek çok Hristiyan, uğrunda mücadele edilmesi gereken savaşlar olduğuna inanırlar. Hatta pek çok Hristiyan barışçısı, karşı durulması gereken kötülükler olduğunu kabul eder, ve tamamen mantıklı olmamakla beraber, kötülükle savaşma çabalarını desteklemek için ön cephede gönüllü olurlar.
Hristiyanlar sadece Hristiyan siyasetçilere mi oy vermeli ya da sadece onları mı desteklemelidirler? Bunun yanıtı hayırdır, mutlaka böyle olması gerekmez. Hristiyanlar’ın sahip olduğu içsel kaynaklar olmadan bir siyasetçinin Hristiyan idealine göre yaşamasının beklenmesi gerçekçi değildir–ki bunu Hristiyanlar bile güçlükle başarabilir! Dileğimiz şu ki, Tanrı bizi cennete hazırlamak için dindar kilise ihtiyarları ile şu an içinde yaşadığımız dünyamızı yönetmek için yetenekli, kesin doğru ve yanlış anlayışına ve yasaya saygısı olan siyasi liderler versin!
Kilise, tamamen farklı değerleri yansıtmalıdır. Toplumun kilise üzerinde hiçbir etkiye sahip olmaması, potansiyel olarak kendi öznel çıkarınadır. 16., 17. ve 18. yüzyıl Amerikası’nın güzelliği: Tarihte ilk kez, herbirine bağımsız olarak var olma fırsatı tanınan kilise ile devletin birbirlerinden tamamen ayrılmasıdır. Bu, Roger Williams’in ve Kurucu Babaların mirasıdır. ‘Büyük Uyanış’ın yeniden canlanma bereketleri, devletle idari bağları olmayan bir kilisenin din adamları, Tanrı’nın sözünü Tanrı’nın Ruh’unun gücüyle vaaz ettiklerinde, yine de çok büyük bir sosyal etkiye sahip olabileceğini gösterdi. Şartlar eşit olunca yeniden canlanmış ve diri olan kilisenin, rakip ideolojilerden, doktrinlerden ve dinlerden ötürü endişe etmesine gerek yoktur. Kilisenin korkması gereken tek şey kendisidir; kilise kendisinin en kötü düşmanıdır. Kamuoyuna önem vermek, siyasi doğruluk, İncil’sel temellerden uzaklaşmak ve hem sıradan halkın hem de din adamlarının bencilce tutumları, herhangi bir idari ya da sosyal baskıdan daha önemli kaygılardır.
Bununla beraber, Çin ve Ortadoğu gibi birçok yerde Hristiyanlık için sosyo-siyasi şartlar eşit olmayınca kilisenin toplum üzerinde yaptığı etkiyi sınırlandırır. Toplum Hristyanlığın etkisini kendi yaşamından uzaklaştırarak kendisine önemli bir zarar vermektedir. Toplum ve kilise arasındaki fark belirginleştikçe kilise, toplumdan tiksinen kişiler için barınacak yer sağlamaktan daha öteye gitmeyebilir. Bu durumda, kilise başladığı tarihi noktaya geri dönmüş olur–gerçekte hızla bu duruma gelmektedir. Kilise bir kez daha, ilk yüzyıldaki konumuna gelecektir: Toplumsal ve siyasi anlamda ikincil bir olgu olup bir zamanlar ezilen veya dışlanan vatandaşlar için umut ve yaşam kaynağıydı. Bu kötü bir manzara değildir!
Kilise, toplumda “tuz ve ışık” olmakta başarısız mı olmuştur? Daha önce de incelediğimiz gibi, geçmiş binyılın felsefi çatışmalarının çoğunda hiç de övgüye değer görülmüyordu, Hristiyanlığın en çok etkisinde kalan ülkelerdeki en acımasız barbarlıkları da önleyemedi! Fakat bu saptamanın çok da doğru olduğu söylenemez. Ne de olsa, kilisenin esas amacı yozlaşmış bir toplumu kurtarmak değil, gözlerini sonsuz yaşama odaklanmaları için, insanları bu dünyanın düzenine sırt çevirmeye çağırmaktır. Cennetteki kilise tarihi, “dünyayı değersiz sayan” ve öyküleri bugün unutulmuş pek çok alçakgönüllü insanın hikayesi olacak–fakat sonsuzlarca tekrar tekrar anlatılacaktır.
Düşünün!