18) Gece Yarısında Hareketlenme
“Her şey zirveye doğru yükselmektedir–hem iyi, hem de kötü. Karanlık daha da artacak, fakat bu aynı zamanda, güveyi için hazırlanmakta olan kilisenin de yükseliş zamanı olacaktır.”
Patrick Johnstone
Günümüzde toplumsal etkisini önemli ölçüde yitirmiş olsa da, Hristiyanlık dini hâlâ bizimledir. Artık ilgi odağı değilse de, hâlâ büyümektedir. Laikliğin dünyasal ve ideal olan toplum düzeni ile dinin cenneti arasındaki rekabette, cennet beklenildiği kadar da kötü durumda değildir!
Felsefe, bilim ve liberal teolojı, pek çok kişinin inancını sarsmaya ve toplumu amansız biçimde laikleştirmeye hiç ara vermeden devam ediyor. Bununla birlikte Hristiyanlığın çökmeye başladığı ve bu çöküşün bilimsel keşiflerden ve bilginin ilerlemesiyle oluşan baskılardan kaynaklandığı görüşü kabul edilemez. Türlerin Kökeni’nin yayınlandığı yıl olan 1889’da, aynı zamanda Amerika ve Britanya’yı kasıp kavuran büyük uyanışlar da gerçekleşmekteydi. Kilisenin müjdecilik yönü, 19. yüzyılın bilimsel atmosferinden önemli ölçüde etkilenmemişti. Bunun nedeni kısmen, Victoria dönemi Britanya’sındaki toplumsal bölünmelere bağlı olabilir–çünkü Darvinizmi mantık dışı bularak reddeden, düşünen her Hristiyanla beraber, yaşamlarına doğrudan etki etmediği için bu konuyu bütünüyle alakasız bulan çok insan da vardı. Her halükarda, Hristiyan aleminin o dönemde gerçekleşen mutlak çöküşü, kilisenin yeniden canlanmasıyla dengelenmişti. Gerçekte, Evrim Teorisi’nin ortaya çıktığı yüzyıl, Protestan kilisesinin ilk yüzyıldan beri gerçekleşen en büyük gelişimine de tanık olmuştur. 19. yüzyıl “Protestan hizmetinin veya misyonunun en önemli yüzyılıydı.” David Livingstone, Hudson Taylor, Adoniram Judson, C. T. Studd gibi daha yüzlerce yüksek okul ve üniversite mezununun dönemiydi. Bu kişiler, içinde yaşadıkları dönemin entelektüel atmosferinden en çok etkilenen zümreyi oluşturuyordu. Gerçekte, 20. yüzyılın sonunda, müjdeci Hristiyanlık, dünya çapında benzeri görülmemiş bir biçimde büyüdü. Bu şok edici olgu için, deneysel olarak gerçekliği kanıtlanabilir nedenler öne sürmek neredeyse imkansız olsa da, modern Hristiyanlığın büyümesine önemli ölçüde katkıda bulunan üç etkeni ele alalım: Bu etkenlerin başında, (neo)muhafazakâr tanrıbilimcileri liberal karşıtlarına, Hristiyanlığın 20. yüzyılın tehditlerine tehlikelerine ve yıkılmış umutlarına rağmen “önemli bir seçenek” rolü üstlenmesi ve Protestan misyon hareketinin büyümesi gelir.
A. Muhafazakâr ve Neo-Muhafazakâr Tanrıbilimi’nin Tepkisi
Laik felsefecilerin ve liberal tanrıbilimcilerin saldırılarına rağmen, Hristiyan alimlerinin büyük bir çoğunluğu, inançlarını savunmaya devam ettiler. Doğaüstücü tutumu benimseyen ilk alimlerden biri Sigmund Jacob Baumgarten’dir (1689-1760). Kendisi, Halle’de, Lutherci bir profesör. Kutsal Yazılar’ın bütünlüğünü etkili biçimde savunmuş, Tanrı’nın açıklanan sözünün ‘günahtan kurtuluş tarihinden’ ayrılamayacağını vurgulamıştır. Klasik, gerçek anlamı gösteren Kutsal Kitap yorumuna (hermeneutik) ve “Kutsal Kitap tanrıbilimine” bağlı kalmış ve Kutsal Kitap’ın bilim veya mantık ile çelişmediğini öne sürmüştür.
Kutsal Yazılar’ı savunan başka bir Alman teologu ise, Kutsal Kitap’ı Yorumlamak adlı kitabın yazarı J.C.K. von Hofmann (1810-1877)’dır. Bu yapıtını, Kutsal Kitap’ın aslında bir Heilsgeschichte, yani kurtuluş tarihi olduğu ve Mesih’e olan diri bir iman ve yeniden doğuş ile kişinin bu kutsal tarihi kendisine mal edebileceği görüşüne dayandırmıştır. Von Hofmann’a göre, “bu kutsal tarih, Kutsal Yazılar’ın görünürdeki kaydının özüdür. Bu nedenle belirli seviyedeki Kutsal Kitap eleştirisinin, “Kutsal Yazılar’ın” yetkisine zarar verdiği düşünülemez (McKim 1998:267). Kendisinin öne sürdüğü kutsal tarih kavramı, uzun süreli etkiye sahip olmuştur, 20. yüzyıldaki destekçileri Otto Piper ve Oscar Cullman’dır.
19. yüzyılda ortaya çıkan Kutsal Kitap’sal Gerçekçilik akımı az da olsa Kutsal Kitap eleştirisine izin vererek onun teolojik değerini muhafaza etmeyi amaçlamıştır. Kutsal Kitap gerçekçileri, onun bazı bölümleriyle bağdaştırılan eleştirel sorunlara bakılmaksızın, Tanrı’nın sözünün kiliseye ait olduğunu, bu nedenle, ciddi yorum yapılması gerektirdiğini kabul ettiler. Kutsal Kitapsal gerçekçiliğin savunucularından bazıları arasında C. H. Dodd, James Denney ve A. T. Robertson yer alır. Gerhard Kittel ve G. Friedrich’in dokuz ciltlik Yeni Antlaşma’nın Teolojik Sözlüğü adlı yapıtı, 20. yüzyıldaki Kutsal Kitapsal Gerçekçilik akımına yapılmış en büyük katkıdır.
İngiltere’de ise Frederich Farrar (1831-1903), Kutsal Kitap’ın yetkisini “en basit anlamıyla, doğal görkemiyle… ilerleyen vahiyin farklı kaydı olarak” saptamak amacıyla Yorum Tarihini yazmıştır. “Basit anlam” ile, “sadece gerçek anlam” üzerine kurulması gereken Hristiyan doktrinini savunan Reform öğretisini kastetmiştir (Farrar 1886:327). Örneğin: Yaratılış, insanın masum olduğu bir durumdan, günahlılık durumuna düştüğünü anlattığı için, Hristiyan doktrini bu öğretiyi ve bunun uzantılarını öğretmelidir, Aden Bahçesi’nin tarihselliğine gölge düşürmemelidir.
Cambridge alimlerinden B. F. Westcott (1825-1901), J. B. Lightfoot (1828-89) ve F. J. A. Hort (1828-92)’un yorumlarının Yeni Antlaşma’nın tarihselliğinin ve gerçekliğinin kanıtlanmasına çok yararı dokunmuştur. Wescott ve Hort, Yeni Antlaşma’nın olağanüstü bir Grekçe metnini de oluşturmuşlardır. James Orr’un kitabı İsa’nın Dirilişi (1908), konu üzerinde yapılmış en iyi tarihsel çalışmalardan biri olarak kabul edilmektedir.
19. yüzyıl muhafazakâr tanrıbilimcilerin karşılaştıkları en temel problem ise, geleneksel ve liberal tanrıbilimi arasındaki sınırın nereye koyulması gerektiği sorusuydu. Princeton İlahiyat Fakültesi’nin kurulduğu 1812 ve okulda yeniden radikal düzenlemeye gidildiği yıl olan 1929 senesi arasındaki döneme istinaden “eski Princeton okulu” olarak bilinen bir grup, Kutsal Kitap’ın tanrısal esini öğretisinin, sınır çizgisi olduğunu öne sürdü (Gundry and Johnson 1976:28). Charles Hodge (1797-1878) ve B. B. Warfield (1851-1921) gibi alimlerin çıktığı Princeton, yeniden yapılandırılan düşünüşün kalesi haline gelmişti. Hodge’nin ardından teoloji kürsüsünün başına geçen Warfield, Kutsal Kitap’la ilgili Calvinci görüşü ve dini deneyimin doğasını savundu, A. A. Hodge ile beraber, Prespiteryenliği savunan bir dergi için (Presbyterian Review) , 1881 yılında, ünlü “Vahiy” adlı makalesini yazdı. Warfield, Kutsal Kitap’ın gerçekliği ile ilgili eleştirilere, esinin doğasıyla ilgili yaptığı titiz araştırmalarıyla karşılık vermiştir. Bunu takip eden 100 kadar yazıda, tarihin tanıklığının, Kutsal Kitap’ın içsel kanıtlarıyla birlikte, Kitap’ın tanrısal kaynağını doğruladığını onaylar: “Kutsal Kitap konuştuğunda, Tanrı konuşmaktadır.” Kutsal Kitap, çalışılması, vaaz edilmesi, dua ve sakramentler aracılığıyla lütuf sunulması için kiliseye bir araç olarak verilen, Tanrı’nın amaca sahip olan sözüdür. Hollandalı Herman Bavinck (1854-1921) ve Abraham Kuiper (1837-1920), İsviçreli L. Gaussen, (1790-1863), İskoç James Orr (1844-1913) ve Warfield en önemli modern, muhafazakâr tanrıbilimciler arasındaydı.
Mesih’in kişiliği ile ilgili muhafazakâr bir bakış açısını yansıtan en bilinen kitaplardan biri ise, Martin Kähler’in 19. yüzyılda ortaya çıkan The So-Called Historical Jesus and the Historical Biblical Christ (1892) (Sözde Tarihsel İsa ve Kutsal Kitap’ın Tarihsel Mesih’i) adlı yapıtıdır. Kähler, müjdelerdeki, tanrıbilimindeki ve vaazlardaki Mesih’in tek ve aynı kişi olduğu görüşünü savundu. Bu kitap, Bultmann’ın, müjdelerden eleştirel olarak ayrılmayan Mesih ve müjdelerin varoluş ilkelerinden eleştirisel olarak ayrılan Mesih arasında yaptığı ayrıma karşı olanlar tarafından hala kullanılmaktadır (Kähler 1964:72-87).
Genel düzeyde, J. C. Ryle (1816-1900), Charles Spurgeon (1834-1892), Dwight Moody (1837-1899) ve diğerleri gibi 19. yüzyıl vaizleri, Almanya’dan 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın ilk yarısında esen teolojik rüzgarlarla önemli ölçüde ilgilendiler. 20. yüzyılda, Karl Barth, Cornelius Van Til ve Francis Schaeffer gibi reform düşünürleri tarihsel Protestanlığı canlı tuttular. Teolojinin amacının gerçekte sadece teoloji bilgisi olmadığını, aynı zamanda Tanrı bilgisine ulaşmasının da önemli olduğunu vurguladılar.
Karl Barth, 20. yüzyılın en önemli tanrıbilimcilerinden biriydi. Liberal, Alman Reform kilisesinde büyüdü. Döneminin önde gelen liberal tanrıbilimcilerden eğitim aldı. Bir köy pastörü olan Barth, insan hakkında çok şey anlattığını, fakat Tanrı ile ilgili pek fazla şey öne sürmediğini düşündüğü liberalizmden giderek daha da rahatsızlık duymaya başladı. Barth, sadece eleştirisel bir incelemeyi gerektiren eski el yazmalarının bir toplamı olarak değil, Tanrı’nın bir tanığı olarak gördüğü Kutsal Kitap’a yöneldi. Kutsal Yazılar’ı, endişelenmemize neden olan bir esin olarak yeniden keşfetti, Romalılar yorumunda bu açıkça görülmekteydi: İnsan Tanrı’ya karşı kör olan bir günahkârdır ve O’nu tanıması mümkün değildir. Bu nedenle teoloji, Mesih’in yaşamı ve çarmıhtaki işine karşılık, bedelsiz olarak verilen tanrısal bir armağandır. Barth’ın bu görüşleri yeni değildi –İlk döneminden beri, Kutsal Kitap’a inanan Hristiyanlar tarafından kabul ediliyordu– fakat liberal oluşum için oldukça yeniydiler.
Barth, üzerinde durduğu konuları Kierkegaard, Kant ve Plato’nun bakış açısıyla ele aldığı ve Tanrı’nın “tamamen farklı” olduğunu vurguladığı için, onun teolojisinden Diyalektik Tanrıbilimi olarak bahsedilir. Barth’a göre, Tanrı’nın aşkınlığı, O’nun bu dünyadan herhangi bir şey ile doğrudan özdeşleştirilmemesi gerektiği anlamına gelir. Barth, Tanrı ile ilgili bilginin Kutsal Yazılar’dan ayrılamayacağını vurgulamıştır, çünkü teoloji, Kutsal Yazılar’da bahsedilen Mesih ile ilgili olan bilgidir. Kutsal Kitap esininin doğaüstü niteliğini o kadar çok vurgulamıştı ki, anlatılan olayların tarihsel önemini karalıyor gibi görünmüştü. Böylece Francis Schaeffer’in daha sonra ele alacağı konu olan Hristiyanlığın geçtiği mekan ve zaman olgusuna da zarar vermişti (bkz, Escape from Reason. Mantıktan Kaçış, 1968:ch.7). Barth’ın Kutsal Yazılar’la ilgili şüpheci görüşleri kendisini Cornelius Van Til gibi kişilerle de anlaşmazlık içerisine sokmuştur.
Hayatının büyük bölümünü Westminster İlahiyat Fakültesi’nde geçirmiş bir Hollandalı olan Cornelius Van Til, Elçi Pavlus’un, bütün insanların temelde, Tanrı’nın var olduğunu bildiği savını ele alır (İncil, Romalılar 1:19). Dünyasal felsefeyi, İncil’in 1. Korintliler 1:20’nin bir yorumu olarak görmüştür: “Hani nerede bilge kişi? Alim nerede? Nerede bu çağın filozofu? Tanrı dünya bilgeliğinin saçma olduğunu göstermedi mi?” Başka bir deyişle, Pavlus’un, bu dünyanın dünyevi ve putperest bilgeliğine dayananların akılsızca olduklarını bildikleri halde, yine de kendi bilgeliklerine güvendikleri iddiasını desteklemektedir. Bununla beraber, Cornelius Van Til’e göre Tanrı, O’nun varlığını inkâr edenler için bile epistemolojik bir zorunluluktur–bütün akılcı davranış ve düşünce Tanrı’nın varlığını gerektirir.
Tanrı’nın var olduğunu varsayan başka bir Reform tanrıbilimcisi Francis Schaeffer, modern, dünyasal düşüncenin sınırlarını zorlayarak Hristiyanlığın epistemolojik anlamdaki gerekliliğini daha da derin bir şekilde analiz etti. Hristiyanlığın alternatifinin, insanın “kişisel olmayanın, artı zamanın, artı şansın bir ürünü” olduğuna inanmak olduğunu iddia etti. Hristiyan tanrıbilimini bırakan, modern insan kendi ahlak ve yasa kurallarını ortaya koyarak, umutsuz bir anlam ve itibar arayışı içerisinde farklı felsefelerin peşinde koşmaktadır.
Muhafazakâr tanrıbilimcilerin attığı temeller üzerinde yükselen müjdesel tanrıbiliminde 1970’lerin sonrasında, özellikle sistematik teoloji ve inanç savunması gibi alanlarda bir uyanış yaşanmıştır. 20. yüzyıl Almanya’sı bile, Kutsal Kitap’sal ve tarihsel Hristiyanlığın temel konularına, özellikle de Wolfhart Pannenberg (1928- ), sonrasında Jürgen Moltmann (1926- ) ve Helmut Thielicke (1905-1985) gibi tanrıbilimciler çıkarmışlardır. Geleneksel “diğer-dünyevi” Mennocular kendi toplumsal sorumluluklarıyla boğuşmaya başlamışlardı. Pentekostçu/karizmatik hareket, Tanrı’nın, insanların ihtiyaçlarına hizmet etmek için, kilise aracılığıyla mucizevi bir şekilde çalıştığını kabul eden Kutsal Ruh’la ilgili teolojiyi, günümüzde açık şekilde ifade etmektedir. Anglo-Sakson Amerikan dünyasında Kalvinci öğretiyi, Vaftizci kilise anlayışı ile birleştiren “Müjdeci Refom” ve “Vaftizci Reform” kiliseleri –19. yüzyıl vaizi Charles Spurgeon ile 20. yüzyıl vaizi Martin Lloyd Jones’in geleneğine göre– sürekli büyümektedir.
Kısacası, insan-odaklı, akademik bir teolojiye verilen müjdeci karşılık, kendisini Kutsal Kitap’ta ve Mesih’in kişiliğinde açıklayan Tanrı’ya dayalı tanrıbiliminin vurgulanmasıydı. Bu açıklama veya esine göre, insan günahlıdır ve bu nedenle kutsal Tanrı’nın haklı öfkesine maruz kalacaktı; fakat, İsa Mesih’in, bizler için ölmesi, Tanrı’nın öfkesini yatıştırmak için yeterli kefaretti. O’nun dirilişiyle bu doğrulanmıştı ve bizim yerimize olan bu kefaret gerçek imanlıların içinde ÜçteTek Olan Tanrı’ya yücelik verme isteğini alevlendirir. Bütün bunlar, Kutsal Kitap’a uygun bir yaşam sürüldüğünde ve yargı gününün geleceğine inanıldığı taktirde gerçekleşir.
B. Hristiyanlık: Ebedi Seçenek
Hızlı toplumsal değişim, siyasi karmaşa veya ekonomik zorluk döneminde kilise zaman zaman, insanlar için bir teselli veya umut kapısı olduğunu ispatlamıştır. Örneğin, 1970’lerde ve 1980’lerde Amerika’da muhafazakâr Protestanlar’ın (evangelikalların) artmasının, 1960’lardaki sosyal karmaşaların ve 1970’lerdeki ekonomik ve politik sıkıntıların sonucunda gerçekleşmesi, bu duruma bir örnektir. Yetmişlerde, muhafazakâr Amerika’daki erdemli “Amerikan yaşam tarzının” tehdit altında olduğuna dair bir anlayış vardı. Görünüşe göre, altmışlara özgür aşk, uyuşturucu, artan suç oranı, hippiler, Kent State, Woodstock, akıl almaz bir müzik tarzı damgasını vurmuş gibiydi, Soğuk Savaş en şiddetli halini almıştı. Vietnam zor bir dönemin içerisindeydi. 70’ler bundan daha iyi görünmüyordu: Bu yıllara da Watergate, Vietnam yenilgisi, İran’da rehine krizi damgasını vurmuştu. 1973-74 petrol krizlerinde Araplar ve Ayetullahlar üstünlük sağlamışa benziyorlardı; Amerika artık kendi kendine yetemiyordu. Her şey yanlış gidiyor gibi görünüyordu. Olaylar çığrından çıkmışa benziyordu. “Dışarıdaki” dünya korkunç ve hastaydı. Muhtemel bir kötü son bekleniyordu, işte böyle bir ortamda din de ilerleme kaydetti. Gerçekten de gelişti. 1970’lerde ve 80’lerde televizyon müjdeciliğinin ortaya çıkması bunun deneysel bir sonucudur.
Milyonlarca izleyici pek çok televizyon müjdecisinden birini (veya birkaçını) desteklemeye başlamıştı. Bu müjdeciler sürekli iyimserler (Robert Schuller, Jim and Tammy Fay Bakker), korku tacirleri (Jack Van Impe), şifa verenler (Kathryn Kuhlman, Ernest Angley), karizmatikler (David Terrell, Jimmy Swaggart), başkan adayları (Pat Robertson), Muhafazakâr Protestan bildirisini duyuranlardan (Kutsal Kitap’a Dönüş, Tanrı’nın Zamanına Dönüş, Ravi Zacharias) oluşuyordu. Aralarında en şereflileri şüphesiz Mesih’in buyruklarından yola çıkarak harekete geçenlerdi(r), onların duyurdukları bildiri, Kutsal Kitap’ın “dünyada olup da, dünyadan olmama” buyruğuyla şekillenmiştir. Bu nedenle hem toplumu suçlu çıkarır, hem de topluma hitap etmeyi amaçlarlar. Fakat onların elde ettikleri başarının nasıl tanımlanması gerektiği biraz güçtür. Bunun bir nedeni, televizyon müjdecilerinin ideal toplumla (yani, kendilerininki) dünyevi, bedensel toplum arasında ayırım yapmalarıdır. Televizyon müjdecilerinin etkili bir şekilde ifade ederek temsil ettikleri toplulukların sosyal eleştiri ile birleşimi, çevremizdeki ahlak dışı toplumdan ayrılır. Güvenlik ve topluma olan ortak ihtiyaç, toplumun ahlaki bir devrim yaşadığı bir dönemde giderek artar.
New York’da yaşanan 11 Eylül 2001 saldırıları ve akabinde dünya çapında daha da büyüyen ekonomik gerileme, genel anlamda dinde, özel olarak ise Hristiyanlık’ta yeniden canlanmayı getirdi. İlginç bir istatistik ise, 11 Eylül’ün sonucunda Hristiyanlık’la ilgili müzik satışlarının %18 artması ve genel müzik satışlarının ise %9 oranında düşmesidir (Faulkner 2002:A8). İnsanların güvenlik duyguları tehdit altına girdiğinde Tanrı’ya olan ihtiyaçlarının arttığı gerçeği doğrudur.
Kilise, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde, halkın yaygın biçimde güttüğü amaçları o kadar etkili şekilde yönlendiriyordu ki, bu tutum kötü yönetimlerin düşürülmesinde önemli rol oynuyordu. Filipinler ve Polonya bu gerçeğin etkileyici birer örneğidirler. Polonya örneğini ele alalım.
Polonya’daki Komünist rejim 1989-1991’de çöktüğünde, Katolik Kilisesi, din-karşıtı saldırılara dayanmakla kalmamış, aynı zamanda muntazam bir şekilde de büyümeye devam etmişti. Kilisesinin, Komünizme karşı direnişin merkezi olmasını sağlayan kişi, Polonyalı Cracow Kardinal-Başepiskoposu, Papa John Paul II olmuştu. Ne Hitler, ne de Kızıl Ordu, Polonya Katolikliğini ortadan kaldırmayı başaramamıştı. Gerçekte; kilisenin büyümesi için, bu zulüm yıllarının, 2. Dünya Savaşı’nda kilisenin ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğu dönemdekinden çok daha uygun bir ortam olduğu ispatlanmıştı. Hitler 22,000 Polonyalı papaz, rahibe ve keşişin üçte birini savaş süresince öldürdü. Bu sayının 1960’larda yaklaşık 36,500’ü buluyordu. Tüm bunlara rağmen, Pazar ayinine katılanların sayısı nüfusun %50’sine varıyordu ki bu, dünyada çapında en büyük orandı (Johnson 1996:701-702). Katoliklik, Gdansk tersanesinde Haziran 1980’de kurulan bağımsız bir sendika olan ve çöküşüne dek Komünizme zarar veren “Solidarnos”un ardındaki dinamik güçtü. Büyük ölçüde sakin bir şekilde gerçekleşen bu değişim, kişisel özgürlüğe olan özlem ve dini inancın gücü arasındaki ittifakın sağlamlığını gösterdi (:701-702).
Papa John Paul II geleneksel Katolikliği dünya çapında yeniden canlandırmaya devam etti, gittiği her yerde büyük toplulukları kendisine çekti. Afrika ve Latin Amerika’da bir milyon veya daha fazla kişiden oluşan topluluklar açık hava toplantıları için bir araya geldiler. İrlanda nüfusunun yarısı onu dinlemek için toplanmıştı. 3.5 milyon Polonyalı, tüm zamanların en kalabalık topluluğu, kendisini dinlemek için Czestochowa’da bulunmuştu (1996:703). Papa, yaşlılığında bile kalabalıkları etkileyebiliyordu: 2002’de yüzbinlerce genç Toronto’da toplanmıştı. Papa 2005 yılında St. Peters’de ölmeden önce, güçlükle duyulabilen bereketlerini dinlemek için de pek çok insan orada bulunmuştu.
C. Protestan Misyonerlik Hareketi
Müjdeci Hristiyanlık, mantığı gözardı etmemesine rağmen, imanı, esini vurguladı ve daha önce değindiğimiz gibi sürekli büyüdü. İnançsızlığa dayanan kurumlarla uzlaşmayı reddeden kiliseler önemli atılımlarla büyüdüler. Operation World’ün yazarı Patrick Johnstone, yüzyılın en önemli anlatılmamış hikayelerinden birinin, Hristiyanlığın, neredeyse her ulusta gerçekleşen hayret verici büyümesi olduğuna dikkat çeker.
31 Mayıs 1792 günü William Carey adındaki yoksul bir pastör, Baptist Society for Propagating of the Gospel among the Heathen (Mesih’i Tanımayanların Arasında Müjdenin Yayılmasına Yönelik Vaftizci Topluluğu) kurulması için meslektaşlarını teşvik ettiğinde, her 1000 Protestan arasında yalnızca 7’si Afrikalı veya Asyalıydı. İki yüzyıl sonra bu sayı her 1000’de 580’e yükseldi (Johnstone 1998:102). 1988 ve 1998 yılları arasında, Pentekost günündeki dünya nüfusundan daha fazla insan, misyonerlik aracılığıyla ya da imanlı ailelerin içinden çıkarak müjdeci topluluğa dahil olmuştu (:86). 1970’lerde ve 1980’lerde, Katolik Kilisesi ile farklı hükümetler arasında yapılan antlaşmaların kaldırılmasının ardından, müjdecilik Latin Amerika’da önemli ölçüde gelişmişti. En çok da Amerika’daki ve daha önce televizyon ve radyo tarafından hiç bu kadar idare ve finanse edilmemiş olan Güney Amerika’daki Protestan misyonerlik faaliyetleri Orta Amerika, Kolombiya, Brazilya ve Venezuela’da özellikle büyük ilerlemeler kaydetmişti. 1980’lerde, Luis Palau gibi yerli Latin Amerika müjdecileri, müjdecilerin büyük babası Billy Graham’ın izinden giderek stadyumları dolduruyorlardı. Tenkitçi Hal Erickson bile bunu şu şekilde ifade eder:
1990’ların sonlarına doğru, Graham, Amerika’da en çok saygı gören muhafazakâr dini lider haline geldi. Bu övgünün karşılığını, yaşamını –özellikle pek çok televizyon müjdecisinin en zayıf noktası olan ve kaygı çekmelerine neden olan– parasal konularda örnek biçimde yönlendirerek verdi… Halk, kendisinin her hafta yayınlanan radyo programı olan, dünya çapında yaklaşık 900 kanalda canlı olarak sunulan “Karar Zamanı”nı izledi. Graham’ın 1957 yılından beri ilan ettiği ve sürekli değiştirmek zorunda kaldığı bir karar olan emekliye ayrılma kararına büyük itirazlar geldi (Erickson 1992:88).
Graham, 20. yüzyılın ikinci yarısında, Hristiyanlığın ismini, muhtemelen diğer kişilerden daha önemli bir biçimde yeniden duyurmuştur.
O’nun Mesih imanlısı olarak iyi bir örnek teşkil etmesi, iyi haberin, doğrudan ve ciddi bir şekilde dünyadaki pek çok ülkeye duyurulmasına neden olmuştur. Graham, müjdecilik hizmetine karşı duyulan saygıyı yeniden canlandırdı ve müjdecilerin güvenilir olduklarını gösterdi. Diğer ortayollu Hristiyan akımları durgun veya gerilemekteyken, müjdecilik, dünya çapındaki kilisede, sonraki on yıllarda, kısa süre içerisinde, daimi bir biçimde inisiyatif sahibi oldu. Graham ayrıca dünya çapındaki konferansların başarısını büyük bir gayret, dua ve parasal kaynak ile destekledi. Bu konferansların ilki, o dönemde, misyonerliği Hristiyan Dünyasının merkezine yerleştiren 1966 Berlin, Dünya Müjdeleme konferansıdır. Müjdeleme alanında büyük hamlelerin ortaya çıkması yakındı (Johnstone 1998:27).
Dr. David Barrett, Patrick Johnstone, Todd Johnson ve Dr. Ralph Winter isimli istatistikçiler bu “büyük hamlelerin” sonuçlarını karşılaştırdılar. Kolayca aşılabilecek olsa da, iman edenlerin sayılarındaki artış gerçekten önemlidir. Bu veriler kıstas olarak değerlendirilebilir (bu istatistikler için kaynaklar: Status of Global Mission [Global Misyonun Durumu], 2005, 20., 21. Yüzyıllar, IBWM Ocak 2005:29).
2005’in ortalarında, 2,135,783,000 kişi, Hristiyanlığın bir koluna inandı (toplam 6,453,628,000 kişilik dünya nüfusunun içerisinden). 2,026,072,000 kilise üyesi vardı, bununla birlikte 1,431,573,000 kişi de kiliseye devam etmekteydi. Yaklaşık 25,000 misyon organizasyonu, her bir yıl için yaklaşık 210 milyar dolar topladı, ve tam gün hizmette 5,347 milyon insan çalışmaktaydı. Yaklaşık 4000 Hristiyan radyosu ve TV istasyonunun, yaklaşık 2.4 milyar insana ulaşabildi. 340 milyar dolarlık bir tutar ise her yıl Hristiyanlıkla ilgili çeşitli amaçlar için kullanılıyordu.
2000 yılı itibariyle, müjdeci Hristiyanlık, dünya nüfusundan 3.5 kat daha fazla büyürken, Pentekostçu ve Karizmatik kiliseler 4.5 kat daha hızlı büyüyordu. Bu da, müjdeci Hristiyanlığı nüfusun %11’ini oluşturan 645 milyon üyesiyle, Hristiyan bir geçmişten gelmeyen insanların Mesih’e iman etmesiyle, dünyanın en hızlı büyüyen dini akımlardan birine getirdi (Müslüman dünyasında doğum oranının daha fazla olduğu için, İslam dünyanın en hızlı büyüyen inançtir). İsa filmi 675 dile çevirilmiş ve yaklaşık 4 milyon insan tarafından izlenmişti (bkz. www.jesusfilm.org). Kutsal Kitap’ın tamamı, en az beş milyon kişinin konuştuğu her dile çevrildi ve en az bir buçuk milyon kişinin konuştuğu her lisanda Yeni Antlaşma (İncil) mevcuttu. Esasen bütün bu istatistikler zamanla daha da çok aşılmıştır.
Dünyada 237 ülke ile 150 bölgede nüfusların büyük çoğunluğu Hristiyanlığın bir kolunu kabul etmişlerdir (fakat bunların yaklaşık yetmişi toplam nufusu 10 milyonu aşmayan küçük devletlerdir (Johnstone 1998:218). Hristiyanlık, Nijerya, Çad, Sudan, Hindistan, Güney Kore, Singapur, Hong Kong ve Çin gibi batılı olmayan ülkelerde çok daha hızlı biçimde büyümektedir.
Misyonerlerin etkisi milletlerarası bir hal almıştır. Esasen, Anglo-Sakson olmayan bir misyoner kuşağı –Latin Amerikalılar, Güney Koreliler, Hintliler– günümüzdeki misyonerlik girişiminin kesişme noktasındadırlar. Bu kuşak yalnızca gelişmekte olan dünyaya değil, aynı zamanda Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın laik bölgelerine de ulaşmayı amaçlamaktadır.
Anglikanlık, Batılı olmayan Hristiyanlar’ın Batı’daki etkisinin mükemmel bir örneğidir. Anglikanlığın eski Britanya kolonilerinde bağımsızlık sonrasındaki büyüme, eski Britanya sömürgelerinde çok sağlam bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu nedenle Afrika günümüzde pek çok Anglikan’ın yaşadığı bir kıtadır. Anglikan kilisenin en yüksek belirleyici birimi olan 1998 Lambeth Konferansı’yla daha fazla muhafazakâr ve müjdeci olan Afrikalı delegelerinin, istekleri gerçekleşmeyen İngiliz karşılıklarının “liberal” gündeminin büyük bir kısmını veto etmeleri mümkün oldu. Buna homoseksüelliğin yasallaştırılması gibi zor konular da dahildi. ABD’deki 2.8 milyon üye ile karşılaştırıldığında, Nijerya’daki Anglikanlar günümüzde 17 milyon vaftizli üyeye sahiptirler.
Çin, Hindistan, ve Pakistan gibi Asya ülkelerindeki Hristiyan nüfusun sadece %1 ve %10’unu oluştur. Fakat burada dünyanın en kalabalık bölgeleri olduğundan, sayısal olarak Hristiyanlar diğer bölgelerden daha fazladır. Singapur, her cemaat için dışarıya dünyadaki diğer ülkelerden daha fazla misyoner yollar. Singapur, ülkede bulunan kilise sayısından daha fazla misyoner gönderen tek ülkedir! 2000 yılı sonuna doğru, yerli Hristiyan topluluklarıyla, nüfusun %1’inden azını oluşturan bütün dünyada sadece 29 ülke vardı (Johnstone 1998:219). 2003’te yaklaşık 166,000 Hristiyan inançları nedeniyle şehit edilmişti. 1980’ler ve 1990’lar süresince Afrika’nın bazı bölgelerinde kilisenin altyapısı, gündelik yaşamı desteklemekte devletten çok daha istikrarlıydı (Robert 2000:53).
Sonuç itibarıyle, birkaç yorum yapılabilir. Öncelikle, 2. Dünya Savaşı sonrası Hristiyanlık, dünyanın pek çok yerinde, sıradan insanların bir hareketi olarak büyümüştü. Akademik eleştiriler sömürgelikten kurtulma sürecinde Batılı olmayan dünya dışında çok az bir öneme sahipti. Müjdesel Protestanlık, Hristiyanlığın temel inançlarını reddetmedi ve misyonerlik paternalizmi (babacılık) da kabul etmedi. Bu nedenle Müjdesel Hristiyanlık yerli girişimlerin geniş ölçüde yayılmasını teşvik etmiş oldu (2000:53). Batılı misyonerler geçmişte gördükleri muameleden hoşnut kalmamış olsalar da, dünyasal gereksinimlerini karşılamak için, müjdeyi kendi kültürel yapıları ve dünya görüşlerine göre yeniden yorumlamaktadırlar. Bu durum, Hristiyanlığın zaten emperyalist güçlerden önce yayılmaya başlamış olmasıyla mümkün olmuştur. Başka bir deyişle, Hristiyanlık her zamanki gibi sağlamdır; aynı zamanda da parça parça işlevini sürdürmektedir.
Hatta, Hristiyanlık inancı, insanın gerçekten evrensel bir din olarak düşünmek isteyeceği yapıyı oluşturarak dünyaya yayıldıkça, araştırmacılar, öncekinden çok daha fazla parçalanma olduğunu fark ederler. Misyon liderleri, Batılı mezheplerin Batılı olmayan ülkelerdeki hizmetleriyle, bölücülüğe neden olacaklarından bir kez endişe ettiler. Peki, bugün bizler, dünyadaki yerlileştirilmeyle, Hristiyan toplulukları arasındaki farklılaşmanın daha da artmasıyla ilgili ne düşünebiliriz? İlk bakışta en büyük dünya dini olarak görünen şey, esasen en büyük yerel dindir (IBMR 2000:1).
Bununla beraber, dünya Protestanlığı’nın ortak pek çok unsuru vardır: Yerli, sıradan insanların da önderlik yapabilmeleri, yerel, kültürel üsluplara uyarlanabilme özelliği ve Kutsal Kitap’ın anadil çevirilerinin kullanılması bunlardan birkaçıdır.
Bölgesel durumlara uyum sağlamayı amaçlayan Müjdeci Hristiyanlığın uyanışıyla birlikte, bazı geleneksel “Hristiyan” değerleri de, laikleşmiş Batı’da bile, aslına dönüşe geçmeye başlanmıştır. Bu değerlerden biri, kilise, devlet veya aile gibi birleşmiş kurumlardan bağımsızlık olarak bireyciliğe karşı, başkaların Tanrı önündeki eylemlerinden kendilerinin sorumlu olduğu görüşüydü. Özellikle ailenin önemi belirginleşmişti. Aile, Nazizm ve Komünizm’in sapkınlıkları karşısında olduğu gibi, üyelerinden bazılarını yitirse bile, eksiklerini kapatabilir ve çok büyük engeller karşısında bireyi destekleyebilir, kaldırabilir, ayakta tutabilirdi. Ailenin –sosyal-siyasi partilere veya ideolojik programa karşı– yeniden yapılandırılması için başlangıç noktası olduğu bir toplum, Focus On The Family (Aile Odağı) ve Promise Keepers (Vaadi Yerine Getirenler) gibi çeşitli büyük müjdeci kilise organizasyonlarının desteklediği görüş haline geldi.
Hristiyanlık diridir ve oldukça iyi durumdadır. Tarihsel güçler Hristiyanlığı büyük sosyo-politik güç olarak hiçe saymış olabilirler, fakat genellikle bütün dünyada gelişmekte olduğu gözlemlenmektedir. Bu nedenle “Hristiyan alemine meydan okuyan güçler Hristiyanlığı nasıl etkiledi?” sorusunun yanıtı şudur: Bu güçler Hristiyanlığı sayısal olarak pek engelleyemediler. Fakat, Batı dünyasında sosyo-politik ve kültürel olarak büyük bir etkiye sahip oldular. Büyümesi daha çok nüfus patlamasıyla orantılı olan Hristiyanlığa inanan kişiler günümüzde dünya nufusunun yaklaşık %33.4’ünü oluşturmaktadır. Hristiyanlığın yeniden popüler kültüre hükmedip etmeyeceğini görmek ilginç olacaktır. Eğer öyle olursa, toplumun nasıl “Hristiyanlaştırılacağı” da merak konusudur.
Düşünün!