17) Günümüz Hristiyanlık Sonrası Döneminin Özellikleri
“Özgürlük düzeni yok ettiğinde,
düzen isteği de özgürlüğü yok edecektir.”
Eric Hoffer
u bölümü, Hristiyanlık sonrası dönemin bazı sosyal gelişmelerine kısaca göz atarak bitirmek istiyoruz. Ele aldığımız konular içerisinde, halk eğitiminin geleneksel ahlak üzerindeki etkisi, politik doğruluk, modern bilimin yetersiz kaldığının anlaşılması, teknolojik gelişmeler ve halkın devlete karşı olan duyarlılığıdır.
1950’lerin sonuna kadar, Amerikan devlet okulu müfredatı, genel olarak “Hristiyan” bir bakış açısını yansıtıyordu. 1960’lar bunu tamamen değiştirdi. Altmışlı yılarda, yükseköğrenimin herkese yönelik olması görüşü rağbet görmeye başladı. Sonuç olarak, üniversiteye giriş kriterleri, akademik yeterlilikten çok, genel bir hak olarak eğitimin sosyal beklentilerine dayandırılmaya başlandı. Bu, bir dereceye kadar Batı dünyasında uluslararası olan bir olguydu, fakat başka hiçbir yerde Amerika’da olduğu kadar ciddi anlamda ele alınmıyordu. 1960 ve 1975 yılları arasında, Amerikan yüksekokullarının ve üniversitelerinin sayısı 2040’dan 3055’e yükselmişti. Birkaç yıl boyunca, her hafta yeni bir yüksekokul açıldı (Johnson 1996:641-642).
Bu büyük yatırımın, “orta-sınıf” aydın bir demokrasinin oluşturulabilmesi için, ekonomik gelişmeyi uyandırması ve belirli bir ahlaksal ve sosyal amaca ulaşması gerekirdi. Gerçekte olan, eğitimin performansının düşmesiydi. Daha da masraflı hale gelen eğitim, hiçbir toplumsal sorunu çözmedi. Bunun yerine, Joseph Schumpeter’in 1920 gibi çok erken bir tarihte ifade ettiği gibi, kapitalizmin kendi yıkımına katkıda bulunmasının yollarından biri yıkıcı bir etki yapacak olan ve daima büyüyen bir aydınlar sınıfıdır. Lyndon Johnson dönemindeki radikal öğrenci protestoları sırasında Schumpeter’in haklı olduğu anlaşılmıştı (1996:643).
Büyük çaptaki öğrenci şiddetinin ilk belirtisi 1964 senesinde, “Özgürlük Yazı” sırasında, dünyanın başlıca “siyasi” kampüsü olan Berkeley’de, Kaliforniya valisi polis kuvvetlerini olay mahalline çağırdığında ortaya çıktı. Bir sonraki sene 25,000 öğrenci Vietnam savaşını protesto etmek için Washington’a yürüdü. 1966-67 yıllarına gelindiğinde daha da fazla kampus “radikalleştirildi”. Üniversite yöneticilerine karşı baskı yapmanın bir yolu olarak “kampus ayaklanmaları”, üniversite kültürünün bir parçası haline geldi. 23 Nisan 1968 tarihinde Colombiya Üniversitesi’nde büyük bir çatışma çıktı. 1968 yazı boyunca, Paris’te, daha sonra bütün dünyaya yayılan şiddetli öğrenci çatışmaları yaşandı. Amerika’da sadece o yıl 221 öğrenci gösterisi yapılmıştı (:642-643).
Öğrenciler, dünya düzenine ve geleneksel ahlak yapısına karşı olan olumsuz düşüncelerini yansıtıyorlardı. Akıllardan çıkmayan soru ise öğrencilerin seçtikleri yönün, niçin Hristiyanlığa doğru değil de, ondan uzak bir yol olduğudur. Şüphesiz, bu neden, kilisenin, savaş sonrası materyalizmi gibi, öğrencilerin yanlış buldukları geleneksel değerlerden sorumlu tutulmasıdır.
Üniversiteler bu uç davranış biçimleriyle, görevlerinin sadece öğrencileri eğitmek değil, aynı zamanda toplumsal istismarı önlemek olduğunu öne sürerek mücadele etmeye başladılar. Öğrencileri şiddetli gösterileri düzenledikleri veya akademik çalışmalar yapmadıkları için okuldan uzaklaştırmak zordu. Fakat davranış kurallarını ihlal ettikleri için uzaklaştırılmaları kolaydı. Örneğin 1991’de Stanford bir “sözcük kuralı” üzerinde çalışıyordu, buna göre “kızlar” veya “bayanlar” gibi sözcükler “cinsiyetçi” olarak nitelendiriliyordu; “kız” yerine, “kadınlık-öncesi” (pre-woman) anlamına gelen bir terim kullanılmalıydı. Bazı baskıcı kadın grupları “kadın” kelimesinin (woman), farklı şekilde telaffuz edilmesi (“womyn” veya “wimman”) konusunda ısrar ettiler (1996:781-782). 1990’larda Oxford ve daha küçük bir boyutta ise Cambridge, devlet okullarından gelen, düşük performansa sahip adayların lehine, yüksek bir performansa sahip öğrencilere karşı, ayrımcı kabul edilme prosedürlerini uyguladılar. Bu yöntem, genel nüfusun “sosyal ve mali dengesizliklerini” düzeltmeyi amaçlıyordu. Tamamen toplumsaldı, akademik değildi. Sonucunda standartlar daha da düştü. O döneme kadar ayrımcı standartların kendileri toplumsal kötülükler olarak görülüyor ve karşı çıkılıyordu.
Siyasi doğruluk kısa süre içerisinde toplumun geri kalanına da yayıldı ve gülünç durumların yaşanmasına neden oldu. 1999 senesinde, Washington DC şehrinin bir memuru, David Howard, devletin fonlarını tedbirli kullandığından bahsederken “cimri” sözcüğünü kullandı. Buna tepki göstererek şehirdeki siyahlar büyük çaplı bir protesto başlattılar, bu da Howard’ın işten çıkarılmasına neden oldu. Çünkü, İngilizcesi “niggardly” olan “cimrice” kelimesinin “nigger”, yani “zenci” sözcüğüyle yapılmış bir kelime oyunu olduğunu düşündüler. Howard, şehrin en kıdemli homoseksüel çalışanı olduğu için, eşcinsel lobisinin dikkatini çekti. Bu lobi ardından onun adına bir seferberlik başlattı ve yeniden işe alınmasını sağladı (The Week 1999:6).
Daha da önemlisi, müjdeci Hristiyan bakış açısıyla ele alındığında, siyasi doğruluk konusunda bu kadar çok ısrar edilmesi, eğitim sistemini o kadar çok etkilemişti ki, başlıca teolojik kurumlar da bundan nasibini almıştı. Yaşamının büyük bölümünü Orta Doğu’da (yani, feminizm ve siyasi doğruluk başlıca toplumsal güçler arasında olmadığı bir yer) geçirmiş olan bu kitabın yazarı, öğrenci topluluklarına seslenirken, farkında olmadan “bayanlardan” bahsettiği için çok kez azarlanmıştır. Bir müjdecilik seminerinde, “bayanların” çoğunun, mezun olmaları halinde, zamanı gelince evlenip, kocalarını hizmette destekleyebileceklerini söylemeye cüret ettiği için, dinleyicilerin tepkisine maruz kalmıştır. Bu gibi tutumların, müjdeci kilise önderliği eğitiminin içerisine karışması durumunda, kilisenin, Kutsal Kitap’a dayalı öğretiminde kriz yaşaması doğaldır. Bir eğitim kurumunun değeri öğrencilerin niteliklerine, entelektüel kabiliyetlerine ve doktrinsel açıdan güvenilirliklerine değil de, mezun olan öğrencilerin sayısına bağlıymış gibi, müjdesel eğitim kurumlarının da öğrenci kaydetme çabasında, dünyasal rekabetin sebep olduğu değer sistemlerini kolaylıkla kabul etmeleri şaşırtıcıdır. Öyleyse, eğitim toplumsal dengeyi ve ahlakı sağlamakta, insanların en derin arzularına ve sorularına yanıt vermekte yetersiz kalıyorsa, yanıtlar için nereye başvurmalıyız? Bilime mi?
1960’larda, bilimin de “yanlış giden ne?”, “19. yüzyılın umudu niçin yok oldu?” ve “19. yüzyıl niçin bir dehşet ve kötülük çağına dönüştü?” gibi soruları cevaplamakta yetersiz kaldığı belliydi. Bu konulara eğilmesi gereken sosyoloji, psikoloji ve ekonomi gibi toplumsal bilimler, yalnızca daha fazla soru ortaya koyuyorlardı, yanıtın bir parçası olmaktan çok, sorunun bir parçası oluyorlardı. Başarısız oldukları 1970’lerin başlarından beri ortadaydı.
Biyoloji, biyokimya ve teknoloji de temel soruları yanıtlamakta yetersiz kalıyordu. Einstein’in izafiyet kanununun, organik olmayan bütün evren ile ilgilenmesi ve onu açıklaması gibi, biyoloji ve biyokimya da yaşamın kendisini yönlendiren kuralları koymayı amaçlar. Biyolojideki en büyük buluş, 1953’de James Watson ve Francis Crick DNA kodunu kırdıklarında ortaya çıkmıştır. 1972’de “şart enzimleri” keşfedildi. Bu enzimler DNA’nın parçalanabilmesini ve belirli amaçlar için belirli yollarla yeniden bir araya getirilebilmesini mümkün kıldı. Başka bir deyişle, yeni DNA kombinasyonları, normal bir biçimde bölünebilecek ve büyüyebilecek fakat yeni proteinler üretebilecek bir hücrenin içerisine konulabilirdi. 1980 yılında, Birleşmiş Devletler yargıtayı, bu şekilde insan eliyle oluşturulan organizmalar için patent yasasının korunmasını kabul etti. Bu, pek çok yeni, genetik olarak değiştirilmiş hayvan ve sebzelerin ticari anlamda istismar edilmesine neden oldu. İnsanoğlu yaşamı yaratamasa bile, kopyalayabiliyordu, bunun en büyük örneği 1997’de klonlanan kuzu “Dolly” ve diğer hayvanlardır. Bir insanın kopyalanması sadece an meselesiydi.
Teknik “mucizelerimiz” hızla çoğaldı. 1970’ler, görkemli bir şekilde artan iletişim ve elektronik devrimlerine sahne oldu; 1990’lara gelindiğinde, sıradan insanlar, e-mail aracılığıyla dünya çapında iletişim kurabiliyor ve internet üzerinden alışveriş yapabiliyorlardı. Üretim fazlası, düşük fiyatlı elektronik aletler; video ve CD oynatıcı, cep telefonu, çok kanalın gösterilebildiği uydu alıcıları ve kablolu TV olarak oturma odalarını doldurdular. Uzun mesafeli uzay roketleri güneş sisteminin derinliklerine fırlatıldı. Yok edici askeri teknoloji Amerika’nın soğuk savaşı kazanmasını sağladı ve Amerika, dünyanın tek süper gücü haline geldi. Bu konuma hem İslami köktendinciler hem de Çin meydan okudu.
İnsanın mutluluğunu arttırması gereken teknoloji aynı zamanda ters etki de yapıyordu. Gebelik önleyici yöntemler ve kürtaj, talep üzerine ilaç firmalarını ve klinikleri zenginleştirdi. Fakat bunlar, istenmeyen çocukların sayısını azaltmak yerine, sadece toplumun hazcılığa ait içgüdülerini daha da fazla uyardılar. “Tek ebeveynli ailelerin” sayısı şaşılacak derecede arttı. Genellikle genç yaştaki anneler, yardım maaşlarıyla geçinerek, rastgele cinsel ilişkinin veya anlaşmalı boşanmanın sonucunda, muhtaç duruma düşen çocuklarına tek başlarına bakıyorlardı. 1992 senesinde, canlı doğan çocuklardan dörtte biri evlilik dışıydı; ABD’nin başkenti olan Washington DC’nin bazı bölgelerinde bu durum, %90 gibi yüksek bir orandaydı ve ciddi bir toplumsal sorun teşkil ediyordu. Bu çocukların çoğunun içinde doğdukları yoksulluk suç oranlarını da artırdı.
Teknolojide meydana gelen büyük gelişmelere rağmen, öncekinden daha çok insan açlıktan ölüyordu; çatışmalar artmıştı, dini inançları nedeniyle daha çok insan hapse giriyor veya şehit oluyordu. Önceki yüzyıldakinden daha fazla toplu katliam gerçekleşiyordu.
Günümüzde ahlaksal çıkmazları, özellikle de kürtaj, ötenazi, genetik değiştirme ve temel bireysel özgürlükleri korurken “terörizm ile nasıl savaşılacağı” konuları büyük ölçüde tartışılır. Fakat değerlendirmenin temelinde Yahudi-Hristiyan paradigması değil, eski Grek ve mantıksal düşünüşü yatıyordu. Hristiyanlığın, çağımızın sorunlarına değerli bir katkı yaptığı düşünülmüyor.
1960’ların sonlarından başlayarak günümüze kadar devam eden Sami-karşıtlığı yeniden kendisini gösterdi, neo-Naziler ve beyaz üstünlükçüler hem Avrupa’da, hem de Amerika’da kendi nefret seferberliklerini ilerlettiler. Sovyetler, Yahudi basınına baskı uygulayarak, Yahudi gençliğinin eğitim olanaklarını kısıtlayarak ve Yahudiler’in göç etmelerini neredeyse imkansızlaştırarak, Yahudi kültürüne karşı mücadele etti. SSCB ve Batı Avrupa’daki siyasi karmaşalar, 1980’lerin sonuna doğru göçü çok daha kolaylaştırsa da, komünizmin çöküşü ve ardından milliyetçiliğin yükselişi, eski SSCB’de de güçlü, Sami-karşıtı faaliyetlerin ortaya çıkmasına neden oldu. İnsanları, Tanrı’nın benzeyişinde yaratılan bireysel varlıklar değil, ait oldukları sınıflara göre değerlendiren eski Marksist düşünce kalıpları, Sovyet Rusya’nın yıkılmasının ardından tamamen yok olmadı.
Batılı devletlerin, insanlar da dahil olmak üzere pek çok kaynağı boşa harcadığı kanıtlanmış oldu. 20. yüzyıl süresince, 125 milyon insanın vahşice öldürülmelerinden ve doğal olmayan ölümlerinden sorumluydular. Oysa insanlık tarihi boyunca, 1900’lerde çok daha azını öldürmüşlerdi (Johnson 1996:787-788). Büyük Kriz’den sonra pek çok insan, devletin toplumda daha büyük bir rol oynamasının insanların mutluluğunu arttıracağını düşündü, fakat 1990’larda bu görüş geçerliliğini büyük ölçüde yitirmişti.
Uyuşturucu ve alkol kullanımı 2. Dünya Savaşı’ndan sonra geniş çapta yayıldı, aynı şekilde başka bir yara, Batı’nın büyük ölçüde homoseksüeller ve uyuşturucu bağımlılarıyla bağdaştırdığı AIDS de yayılmaktaydı. Homoseksüelliğin 1960’larda ve 1970’lerde yasallaştırılması, tamamen yasal olan pek çok sapkınlığın ortaya çıkmasına neden oldu. Bazı erkek homoseksüellerin bir sene içerisinde yüzlerce cinsel partnere sahip oldukları biliniyordu. Bu nedenle hastalık da toplumda bu kadar hızlı yayılmaktaydı. Halkın doğru ve yanlış anlayışı zarar görmüştü. 1996’da Amerikan halkı Bill Clinton’ı, istekli bir şekilde devletin başına tekrar getirdi. Clinton düzenbaz olarak nitelendirilmesine, kendisinin zina yaptığı, yalancı tanıklıkta bulunduğu ve adaleti engellediğinin kanıtlanmasına rağmen, büyük çoğunluk kendisini desteklemeye devam etti. Neden basitti: Ekonomi oldukça iyi gidiyordu ve bu yasanın kurallarından daha önemliydi. Halefi, George W. Bush, 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırının ardından, asılsız nedenlere dayanarak yasadışı bir savaş başlatmakta direndi. 20 yıl önce Francis Schaeffer’in, Batı insanının temel amacının kişisel huzur ve güvenlik olduğu ile ilgili gözlemi daha önce hiç bu kadar açık biçimde kanıtlanmamıştı. Fakat, 11 Eylül 2001’de Batı’nın huzur ve güvenlik anlayışına saldırıldığında, Kuzey Amerika’nın ruhsal şeylere olan ilgisi daha da uyandı. Bu konuyu diğer bölümde ele alacağız.
Batı insanını kimin –veya neyin– eğittiğinden ve değerlerine biçim verdiğinden yola çıkarak, bir gelişmeyi ortaya koymak mümkündür. Kabaca, zaman çizelgesi şu şekilde ilerler: Gelenek ve İsa Mesih’in havariler’in varlığı M.S 300’e, aristokratik devletin ve kilisenin hakimiyeti yaklaşık 1800 yılına, kiliseden bağımsız ulus devletler yaklaşık 1950’ye, bilgi, bilim ve insan refahının ardınca gidilmesi 1980’e kadar sürmüştür. Günümüzde ise ekonomi, inanç idealizmi ve çoğulculuk tarih sahnesinde yerini almıştır. Modern zamanlarda Yahudi-Hristiyan değerlerinin reddedilmesi ve Hristiyanlık gibi örgütlenmiş bir yapı veya gerçeklik yapısına karşı kişisel sorumluluğun kabul edilmemesi, Batı kültürünün geleceği için kötüye işaret eder. Bunun temelinde yatan neden, insanlık tarihinde felaketlere ve en büyük kötülüklere yol açan ahlaksal görecilik, günümüzde de ilerleme kaydetmektedir.
Batı kültürünün ahlakı için çok kötü olduğu kanıtlansa da, kilisenin ve kültürün ayrılması, kiliseye yeni bir canlılık katar. Toplumlar oluşur ve yok olurlar fakat bir sonraki bölümde de göreceğimiz gibi, kilise ebediyen kalır.
Düşünün!