16) 2. Dünya Savaşı
“Kendimi nükleer tehlikeye karşı uyuşturabilmek için
günde en az bir detektif romanı okumalıyım.”
Bertrand Russell
u kitabın amacı, Batı dünyasının kronolojik bir tarihini veya kilise tarihini sunmak değildir. Bunun yerine, Hristiyanlığın Batı’daki ahlaksal yetkisine zarar veren tarihsel olgulara dikkat çekmeyi amaçlar. Bu nedenle 2. Dünya Savaşı hakkında söylediklerim yalnızca üç olayın (Soykırım, atom bombası ve sivil hedeflerin bombalanması) kısa bir özeti niteliğindedir ve savaşın kendisinin yozlaştırıcı etkisini ve “Hristiyan” olarak tanımlanan Batı’nın tenezzül ettiği düşük ahlak seviyesini resmeder.
A. Soykırım
Büyük harfle yazıldığında “Soykırım” kelimesi Avrupalı Yahudiler’in, Alman Nazileri tarafından fiilen yok edilmesi anlamına gelir.
“Yahudi sorunu” Hitler’in siyasi felsefesinin ve eylem planının temellerinden birini oluşturuyordu. “Üstün” Alman ırkı için yer açma ve ham madde sağlamanın yanında, Yahudi “virüsünün” yok edilmesi, Hitler’in savaş amaçlarından biriydi.
Lenin ve Stalin gibi, Hitler de mutlak bir sosyal düzene inandı. Diğer ikisine olduğu gibi, Hitler’e göre de değişik insan kategorilerini ortadan kaldırmak tamamen kabul edilir bir şeydi; Hitler’in korktuğu tek şey, aleniliğin kendisini bu görevi yerine getirmekten alıkoyabileceği ihtimaliydi. Savaş, Almanya’yı, Hitler’in Yahudiler’i yok etmek için ihtiyaç duyduğu karanlığın içine soktu.
Almanya, Polonya’nın büyük bölümünü 1939’da ele geçirdiğinde, yaklaşık iki milyon Polonyalı Yahudi, gettolara gönderildi. Daha sonra, Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırdığı zaman, Naziler, üçyüz kişiden oluşan ve kendi aralarında devingen eylem gruplarına (Einsatzgruppen) bölünen birlikleri oluşturdular. Bu birliklerin sorumluluğu, yeni fethedilen bölgedeki bütün Yahudiler’i öldürmekti. Öldürülecek kişiler önce silahla vuruluyor ve ardından hendeklere gömülüyorlardı. Fakat ordu doğuya doğru ilerledikçe, Naziler’in eline düşen bütün Yahudiler’in hakkından gelmek için silahla vurmak yeterli olamadı, bu nedenle Reinhard Heydrich, Nazilerin güvenlik amiri, Nazilerin koruduğu bölgenin bütünü için, Yahudi sorununa “son bir çözüm” buldu. 1941 sonbaharına kadar Almanya’nın zapt ettiği yerlerdeki Yahudiler, ne olduklarını belirleyen nişanlar takmalılardı. Böylece binlercesi, sığır arabaları içerisinde Doğu Avrupa’nın gettolarına ve ölüm kamplarına zorla gönderildiler.
İtilaf devletleri ve Almanya’nın idaresi altında olan ülkeler, kendi Yahudi nüfuslarına karşı, farklı yaklaşımlara sahiptiler. Vichy France, Sami-karşıtı (Yahudi düşmanlığı) kurallarını uyguladı ve hatta Almanya’nın buyruğundan önce Yahudiler’i hapsetti. İtalya ve Macaristan, 1943 sonbaharında ve ardından 1944 ilkbaharında Alman birlikleri bu ülkelere girene dek, Nazilerle işbirliği yapmaya karşı koydu. Romanya da Yahudilerini Nazilere teslim etmekte direndi. Danimarkalılar ise, yüzlercesini tarafsız kalan İsveç’e göndererek hayatlarını kurtardı. Bu suç, yalnızca Almanlar tarafından işlenmemişti, SS birlikler arasında 150,000 kadar da Alman olmayan üye mevcuttu. İronik olan, Avrupa anakarasında Yahudiler için en güvenli yerlerin, Faşist İspanya ve Hitler’in birliklerinin işgaline kadar İtalya’nın olmasıydı.
Müttefikler de suçsuz değillerdi. 1933 yılında, Hitler Yahudiler’in kaçmasına hâlâ müsaade ediyorken, kimse onları istememişti. Britanya Filistin’e kapısını kapadı; 1939 “White Paper” diye bilinen bildiri, beş yıl süresince Yahudi göçünü 75,000 kişiyle sınırlı tuttu. Birleşmiş Devletlerde Roosevelt, abartmalı konuşmalarına rağmen, Alman Yahudiler’in Amerika’ya girebilmeleri için gerçekte hiçbir yardımda bulunmadı. Yahudi soykırımı ile ilgili ilk haberler, Lausanne’da Ağustos 1942’de gerçekleştirilen Dünya Yahudi Kongresi’nde ele alındı. Fakat, Mayıs 1943’te Bermuda’daki bir Anglo-Amerikan zirvesinde, hiçbir ulusun Yahudiler’e yardım mahiyetinde herhangi bir şey yapmayacağına karar verildi. Böylece uluslar kendileri bir şey yapmadıkları için birbirlerini de eleştirmeyeceklerdi! Ağustos 1943’e gelindiğinde 1,702,500 Yahudi’nin yok edildiği halk tarafından biliniyordu ve 1 Kasım 1943’de Roosevelt, Stalin ve Churchill, Alman liderlerini suçları nedeniyle yargılanacakları konusunda ortaklaşa uyardılar. Roosevelt’in 24 Mart 1944’te başka bir uyarı daha yayımlamasına rağmen, Amerika, yeterli besin maddesi ve yere sahip olduğu halde, Yahudiler’in sığınmasını kabul etmemeye devam etti. Sadece Churchill ne pahasına olursa olsun Yahudiler’e yardım edilmesini destekledi. Fakat Yahudiler’den nefret eden dışişleri bakanı Antony Eden’in önderliğindeki meslektaşları tarafından kendisinin bu kararı geçersiz kılındı (Johnson 1996:420-421).
1942’nin başlarına kadar, Polonya’ya ait bölgelerde Naziler, gazla zehirleme özelliğine sahip olan randımanlı ölüm kampları oluşturmuşlardı. Kampların ilk kurbanları yaşlılar, kadınlar ve çocuklardı. Çalışabilecek olan Yahudiler, devam edemeyecek kadar zayıf düşene dek işlerinin başında tutuluyorlardı, ardından onlar da öldürülmek üzere gönderiliyorlardı. Yalnızca Warsaw gettosundan yaklaşık üç yüz bin insan öldürülmek için gönderilmişti. Dört yıl boyunca, insan yükü ile dolu olan yük trenleri, vahim istikametlerine doğru, Avrupa boyunca sinsi bir şekilde ilerlediler.
Auschwitz, Belzec, Kulmhof, Lublin, Sobibor ve Treblinka isimleri şüphesiz, insanın insana karşı zulum abideleri olarak hafızamıza kazındı. Kulmhof’un gaz vagonlarında 150,000, Belzec’in gaz odalarında 600,000 kişi öldürüldü, Sobibor 250,000, Lublin 50,000 ve Treblinka 700,000 ile 800,000 arası kişiyi öldürdü. En büyük ve en meşhur kamp ise, Yahudi ölümlerinin bir milyonu aştığı Auschwitz’dir. Cesetlerin yakılmaları için büyük krematoryumlar kullanılıyordu. Tıbbi bir deney birimi (sterilizasyon yöntemlerinde uzmanlaşmış) ve bir sanayi kompleksi kamptaki köleleri çalıştırıyordu. Savaş sona ermeden önce, çok fazla Yahudi, Çingene, Slav, Komünist, homoseksüel ve “sapkın” olarak addedilen pek çokları Nazilerce öldürülmüştü. Öldürülen Yahudiler’in yaklaşık 5 ile 6 milyon arasında olduğu tahmin edilir.
B. Atom Bombası
Ağustos 1945’te Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atom bombası atılması, Batı Dünyası için başka bir dönüm noktasıydı. Müttefiklerin bu bomba ile ulaşmayı umdukları yakın hedef, Japonya’nın istilası gerçekleşmeden önce Japon direnişini kırmaktı. Müttefikler, Japonya’yı, konvansiyonel silahlar kullanarak boyun eğmeye zorladılar; Tokyo’ya yangın bombası atılmıştı ve 1 Ağustos 1945’te 6,600 ton patlayıcı madde Kuzey Kyushu’da bulunan beş şehre atıldı. Japonlar hâlâ direniyorlardı. Beş gün sonra, Amerika, Hiroşima’ya da, Küçük Oğlan (Little Boy) olarak adlandırılan bir uranyum bombası attı. Bu hedef Harvard rektorü James Conant tarafından seçilmişti. Çünkü, “en cazip hedef, işçi evlerinin bulunduğu ve pek çok insanın çalıştığı hayati önem taşıyan bir cephane fabrikası olabilirdi” (1996:428-429). Toplam 245,000 kişilik nüfuzdan 100,000’i o gün hayatını kaybetti ve diğer bir 100,000’i de daha sonra öldü. Japonlar hâlâ direnmekteydiler.
İkinci bomba, Fat Man (Şişman Adam) ise Nagazaki şehrine, 9 Ağustos 1945’te atıldı. İlginç olan şu ki, Nagazaki Hristiyan bir şehirdi ve Şintoizm’e (yani Japonya’nın milliyetçi dinine) karşı duran bir merkezdi; o gün 74,800 kişi öldürüldü (1996:425-426).
Dünya nükleer eşiği atladığında, C. S. Lewis’in, devamlı kışın yaşandığı, Noel’in hiç olmadığı alemine adım attı. Bu soğuk dünyayı tanımlamak için yeni bir sözcük hazinesi oluşturuldu: Soğuk savaş, nükleer kış, bölünme, erime, kritik kütle, “ground zero”, tahrip dalgası, fazla basınç, termik, ilk ve artakalan radyasyon, stratejik ve bölgesel nükleer silahlar, çok başlıklı kıtalar-arası balistik füzeler, MAD (karşılıklı temin edilen yıkım), saldırma veya savunmaya dayalı caydırma teorileri, nükleer silahların sınırlandırılması, “START” konuşmaları, vs… Sözcükler, devletin başındaki tek kişinin, insan uygarlığının bin yılını bir gecede yok edebileceğini bilmenin verdiği korkuyu anlatmak için yetersiz kalır. ABD ve Rusya’nın nükleer cephaneliklerini, dünyayı bir kez yok edebilecek düzeye indirmelerine rağmen, nükleer silahların çoğaltılmasını önlemek ellerinden gelmezdi. Britanya, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore ve İsrail’in hepsi atom bombasına ve onu atabilecek araçlara sahiptir. Atom bombasının zalim, Batı-karşıtı, teröre destek veren bir devletin veya terörist bir gurubun eline geçmesi sadece an meselesidir. Fırsat verildiğinde, zevkle düğmeye basacak siyasi zümreler, anarşistler ve çılgınlar yok değildir.
Dünya, insan eliyle yapılmış bir Armageddon (yani kıyamet gününde iyilik ve kötülük orduları arasında çıkacak savaş) tehdidiyle yaşamayı öğrenmeliydi. Stres, korku, gerilim ve kaygı, parasal olarak hiçbir zaman yeterince iyi durumda olmayan Batılı insanı karakterize eder. Kaygı, “çağımızın resmi duygusu ve dönemimizin en yaygın psikolojik olgusu” olarak tanımlanmıştır (Collins 1998:78).
Cennetten çıkıldığından bu yana, insan hayatının bir parçası olan kaygının şüphesiz pek çok nedeni vardır. Değer sistemimizin tehdit altına girmesi, bir çıkar çatışmasının yaşanması, onurumuzun zedelenmesi, sevdiklerimizden ayrılmak, bizi tehdit eden veya bilgimiz dışındaki farklı durumlarla karşılaşmak, karşılanmamış ihtiyaçlar, bazı insanların diğerlerinden daha az cesur olarak doğması, bütün bunlar kaygı nedenlerindendir. İnsanlık tarihinde daha önce hiçbir ulus bütünüyle kendinin neden olduğu yok olma tehdidiyle karşılaşmamıştır. Francis Schaeffer’in da ifade ettiği gibi, “Atom bombası insanları, ırklarının devamı ve savaş tehditlerini en aza indirmek için her şeyden vazgeçmelerine yönelik özel bir baskı yapar” (Schaeffer 1975:248). Bombanın sadece varlığı bile, uygar insanın değerli saydığı her şey için tehdit unsurudur. Bombanın yok edilmesi düşünülemeyeceği için, haklar ve özgürlükler, insan yaşamı ve insan ırkının bedeli uğruna isteyerek feda edilir. Şüphesiz Baby Boomers (yani 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki nesil) da kaygı çeken bir nesildi. Soğuk Savaş sonrası nesil, atom bombasının yakın tehdidi olmadığı zamanda yaşamış olsa da, nükleer tehdidin yeniden gelmesi sadece an meselesidir. İran bunu ispatlamaktadır.
C. Sivil Hedeflerin Bombalanması
Savaş hem saldıran tarafı, hem de savunan tarafı yozlaştırır. Bir tarafın göreli ahlakının diğerlerini nasıl kendisine mecbur ettiğine gösterilebilecek örnek, Alman şehirlerinin gece akınlarıyla gelişigüzel bombalanmasıyla ilgili verilen müttefik kararıdır. Gerçekte Churchill Almanya’ya sadece havadan saldırabiliyordu fakat bu, onu, aralarından seçim yapması gereken iki zor seçenek arasında bıraktı. Gündüz bombardımanında bombardıman uçaklarına eşlik edecek avcı uçakları bulamazdı, fakat gece bombardımanı da hatalı olurdu. Çünkü, uçaklar kastedilen hedeflerin de içinde bulunduğu on13 km yarıçaplık bir alan içerisinde yüklerini bırakmayı garanti edemezlerdi. Bu da Churchill’i tek bir saldırı seçeneğiyle karşı karşıya bıraktı: şehirlerin gelişigüzel bombalanması.
Terör bombardımanının tercih edilmesi, yalnızca Britanya’nın umutsuzluğunun bir göstergesi değildi, totaliter düşmanın ahlaki göreciliğinin büyük bir meşru gücün karar verme sürecindeki yerini de gösteriyordu. Hitler (Lenin ve Stalin gibi) amaçlarına ulaşmak için teröre başvurmaktan asla kaçınmadı. Önemli olan nokta Müttefiklerin, düşmanları gibi aynı terör yöntemlerini kullanmayı benimsemeleriydi. 1940’ın sonu gelmeden, Britanya bombardıman uçakları “stratejik hedeflere” saldırma bahanesiyle, Alman sivillerin öldürülmesi için daha da fazla artarak kullanılıyordu. 30 Ekim 1940 kabine tutanağına göre, “hedef bölgelerdeki sivil halkın, savaşın ağırlığını hissetmeleri sağlanmalıydı” (Johnson 1996:370).
Geleneksel olarak, tek meşru çarpışma biçimi, düşmanın savaşma gücünün yok edilmesiydi. Bunun yerini kullanılacak olan araçları belirleyen ve haklı gösteren göreli, faydacı maneviyat aldı. Hem Rusya, hem de Amerika savaşa katıldıklarında, nihayetinde 1941’in sonuna kadar Hitler’in yenilgiye uğratılacağı önceden belli olan bir sonuçtu. Bu durum, Alman şehirlerinin bombalanması için olan faydacı nedenlerin bile ortadan kalktığı anlamına gelir. Fakat, uzun menzilli Lancester bombardıman uçakları inşa edilmekteydi ve onları heba etmek yazık olurdu!
14 Şubat 1942’de Britanya Bombardıman Komutanlığı, başlıca amaçlarının sivil halkın moralini çökertmek olduğunu ifade etti. Yeni talimata göre ilk büyük akın Lübeck’te, 28 Mart 1942’de gerçekleşmişti. Resmi bir rapora göre, şehir “çıra gibi yanıyordu”. İlk 1000 bombardıman akını 30 Mayıs’ta gerçekleşti; yaza kadar Amerikalılar da seferberliğe katıldılar (1996:402-403). Alman sivil hedeflerin bombalanması savaş süresince devam edecekti ve böylece Almanya’nın aleyhindeki en büyük ahlaki Müttefik başarısızlıklarından biri haline gelecekti. Dresden yıkılmıştı.
Dresden bir sanayi şehri değildi, bu nedenle Almanya’nın savaş gücüne çok büyük bir katkısı yoktu. Dahası, 63,000’lik nüfusu Almanyalı göçmenlerle ikiye katlanmıştı. Bu saldırı 13 Şubat 1945 gecesi ve Bombardıman Komutanlığının “çifte saldırı” taktiği uyarınca üç dalga halinde gerçekleşti (sonraki ataklar, devreye sokulan kurtarma güçlerinin, ilk saldırıların kurbanlarına yardım etmesini amaçlıyordu). Müttefikler 650,000 civarında yangın bombası attılar. Akabinde çıkan yangın sekiz mil karelik bir alanı yuttu ve 135,000 adam, kadın ve çocuğu öldürdü. Ölülerin gömülmesi için bile yeterince sağlıklı insan kalmamıştı. Birlikler, cesetleri toplamak için şehre girdiler, bir seferde beş yüz kişi, şehrin eski çarşısındaki çelik ızgaralarda yakılıyordu. Cenazeler için yakılan odun yığını haftalarca yanmaya devam etti. Savaş hem saldıran tarafı, hem de savunan tarafı yozlaştırır. Soykırımı dehşetin en büyüğü olarak kabul edersek, atom bombası ve uzun menzilli terör bombardımanları da çok kötü canavarlıklardır.
* * * *
Diğer şeylerin arasında, 2. Dünya Savaşı, insanın kişisel iradesinin önemini gösterir. Ne Hitler, ne de Stalin “tarihin gerekirci güçlerinin” temsilcisi olmadılar. Hiçbiri, beraber kendi ölümcül satranç oyunlarını oynadıkları insanları hesaba katmadı. Yalnızca kendi sapkın görüşleri ile hareket ederek, Avrupa’nın yıkımına neden olan vahim adımları attılar. Yardımcıları, onlara körü körüne veya korku içerisinde itaat ettiler. Genelde egemen oldukları halk kitleleri, kendilerini yumuşak huylulukla, yok oluncaya dek izlediler. Dinin ve geleneğin ahlaki sınırlamaları ortadan kaldırıldığında, feci olayları çözme ve serbest bırakma gücü, kitlelerin kişisel olmayan yardımseverliği ile ilgili değildir. Bu güç, yalnız kalan birkaç insanın ellerine geçer (Johnson 1996:376). 2. Dünya Savaşı’ndan çıkarılan genel, dünyasal sonuçlardan biri, her insanın kendi eylemlerinden sorumlu tutulması gerektiği ve hiçbir “önderin” başkalarının eylemleri için suçlanamayacağıdır. Bu noktada sıradan insan kötülüğe karşı gelerek, yaşamı pahasına bile olsa, “artık yeter” demelidir. Basitçe ifade edersek, bazı şeylerin uğruna ölmeye değer. Savaşın ardından bu değerler, dini veya dünyasal olsun, her çeşit örgütlenmiş önderliğe karşı genel bir güven eksikliğinin ortaya çıkmasına neden oldu.
1. Dünya Savaşı’nın doğurduğu kötü sonuçtan farklı olarak, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemini karamsarlık devri takip etmedi. Versailles Antlaşması unutulmuş, hürriyet yeniden kazanılmıştı. Marshall Tasarısı dostluk ve düşmanlığın yeni temeller üzerinde yeniden kurulmasını sağladı. Savaş süresince ilerleyen bilim her hastalık için bir çözüm vaad ediyordu. Fakat bu iyimserliğin alevini Soğuk Savaş çok geçmeden söndürdü.
1960’lara gelindiğinde, diğer bölümde de ele alacağımız gibi, pek çokları geçip gitmiş ve mahvolmuş bir çağın düzenine göre yaşamanın ve insanlığın bir gün hesap vereceği kutsal, kişisel ve her şeye kadir bir Tanrı ile ilgili Kutsal Kitap’sal fikirlerin de artık akla uygun olmadığı düşünülüyordu.
Düşünün!