12) Sanayi Devrimi
“Bu kirli kaynaktan insan gayretinin en büyük çağlayanı, bütün dünyayı beslemek için akar. Bu kirli kanalizasyondan saf altın akar. Burada insanlık en katıksız ve en vahşi gelişimini kazanır, uygarlık burada mucizelerini gösterir ve uygar insan neredeyse bir canavara dönüştürülür.”
Alexis de Tocqueville, Manchester, 1835
anayi devrimi terimi, belirli bir ülkenin ekonomisinin tarımsal bir temelden, büyük ölçüde mekanik olarak üretilmiş mallara dayanan temele dönüştürülmesini ifade eder. Toplumu kökten değiştiren bu süreç, farklı dönemlerde ve farklı bir hızla meydana gelmiş ve 19. yüzyılın sonuna kadar görünürde sadece Batı’ya ait olgu olarak kalmıştır. Batılıların dışında sanayileşen ilk ulus, Japonya’dur. Japonya “sanayi devrimini” 19. yüzyıl sonlarında Batı’nın taklit edilmesiyle gerçekleşmesini sağlarken, pek çok ulus, 20. yüzyılın son çeyreğine kadar –yani Büyük Britanya’dan iki yüzyıldan fazla süre– sanayileşmemişlerdir. Bu bölüm, sanayileşme sürecinin getirdiği zihinsel ve kültürel değişimleri, bununların da Hristiyanlığın toplum üzerindeki etkisinin ilerlemesi veya gecikmesi üzerindeki tesirini ele alır.
Tarihçiler uzun zaman boyunca sanayileşme, kent zihniyeti ve laiklik arasındaki ilişki üzerinde tartışmışlardır. 19. yüzyıl düşünürleri bu konuyu şöyle bir olay zinciri ile açıkladılar: Sanayileşme > kentleşme > kentli zihniyet > laiklik. Fakat daha sonraki tarihçiler bu sırayı değiştirmişlerdir. Kentli zihniyetin ve laikliğin, sonuç değil, Avrupa’nın erken sanayileşmesinin nedenleri olduğunu kabul etmişlerdir. Şehirler sanayileşmeyi hızlandırdılar. Çünkü nüfusları, işlerin bölünmesini gerektiren, dolayısıyla mesleki zekayı harekete geçiren büyük halk kitlelerinden oluşuyordu. Rönesans ile başlayan ve yüzyıllarca yavaş yavaş gelişen laiklik de, sanayileşmenin bir sonucu olarak görülmekten çok, hızlandırıcı bir etken olarak anlaşılmaya başlanmıştı. Çünkü bu durum kilisenin muhafazakâr gücüne ve inanca zarar vermişti. Bu olaylar zinciri şu şekilde yeniden düzenlendi: Rönesans / Aydınlanma + kentleşme + laiklik + kentli zihniyet + yenilikçi ticaret (örneğin burjuva/kapitalist) bakış acısı = sanayinin iyi bir şekilde gelişebilmesi için gerekli önkoşullar. Bu olaylar zinciri Avrupalı olmayan ülkelerde gerçekleşmediği için, Avrupa’nın birden gerçekleşen teknolojik gelişimini açıklamak mümkündür. 20. yüzyılda hızlıca sanayileşen, Batı dışında ülkelerin olması, bu önkoşulların Batı kültürünün imtiyazları olmadığını gösteriyor gibi görünse de, bu ülkelerin çoğu günümüzdeki konumlarına Batılı teknikleri taklit ederek ulaşmışlardır.
A. Sanayileşmenin Önkoşulları
Sanayileşmenin toplum ve kilise üzerinde yaptığı etkiye değinmeden önce, sanayi devriminin başlaması için gerekli olan sosyo-ekonomik ve zihinsel değişimlerden bazılarını ele alalım.
Başarılı, uzun vadeli sanayileşme için gereken önkoşullardan biri, uzmanlaşmış ve üretken tarım sektörüdür. Büyük ölçüde, kendilerine yeten, ürettiklerinin % 90’ını tüketen (kıtlık zamanlarında yüzde yüzünü) köylü çiftçilerden oluşan bir toplumun sanayileşmesi mümkün değildir. Köylülerin sadece kendi kendilerine yetmeleri, onları seri üretim malları pazarının dışında bırakır. Ürettikleri yüzde onluk gıda fazlası, sanayileşmenin gerektirdiği gibi, toprak sahibi olmayan büyük yığınları, örneğin fabrikalarda çalışan yüzlerce insanı beslemek için yetersiz kalır. Bu nedenle radikal bir hareket köylüleri topraklarının dışına çıkararak geniş çaplı uzmanlaşmış tarıma kapı açmadığı sürece sanayileşme ya başarısız olur veya tüketim maddelerinin ucuz ve büyük miktarlarda ithal edilmesi mümkün oluncaya dek ertelenir.
17 ve 18. yüzyıl Avrupası iki farklı düzenin gelişmesine de tanık oldu: İngiltere’nin toprak sahipleri ve küçük çiftlik sahipleri, köylüleri arazilerden atmayı başardılar. Geleneksel otlakları da sanayi makineleriyle sürülen özel çiftliklere dönüştürdüler. Oysa tarım alanları çok sınırlı olan Hollanda gibi ülkeler, Baltık bölgelerinden büyük miktarlarda hububat ithal ederek kendi topraklarında özel bazı ürünleri yetiştirebildiler.
Ayrıca Avrupa’daki kentleşme süreci dünyanın diğer bölgelerinden farklıydı. Batı Avrupa şehirleri, Asyalı karşıtlarından farklı olarak feodal mal sahiplerini yasal yöneticileri olarak kabul etmiyorlardı. Farklı hukuki statüleri ve gelenekçi olmayan niteliklerinden ötürü, Avrupalı şehirler birey ve hükümet ile ilgili yeni kavramlar geliştirmişlerdi. Yeni siyasi/kurumsal bir güç, yani bağımsız, özerk şehirler kırsal bölgelerin geleneksel siyasi hiyerarşisini aştı. Avrupa’daki şehirlerin Orta Çağlar’daki sakinleri öncelikle kendi vatandaşları, sonrasında ise bir kuruluş veya kilisenin üyeleriydiler. Fakat başka yerlerde, örneğin Hindistan’da, bu durum çok farklıydı. Oradaki kişi ilkin kastın bir üyesi, sonra şehrin bir vatandaşıydı. Avrupalı kentlilerin faydalandıkları yeni hukuki ve ekonomik konum, eşitlikçi kavramları harekete geçirdi. Ayrıca, Avrupalı şehir sakininin statüsünün, doğumu, siyasi veya askeri konumuyla değil, büyük ölçüde refah seviyesiyle belirlenmesi de, hesapçı bir zihniyetin gelişmesine katkıda bulundu.
Elbette her şehir kapitalizmin gelişmesi için uygun bir ortamdır. Çünkü insan kitleleri pazarları oluşturur. Fakat Avrupalı işadamlarının Hristiyan bir bağlamda çalışmak zorunda kalmaları istismara dayalı ekonomiye karşı, ticarete dayalı kapitalizm oluşturmalarına neden oldu. Bütün bunlar değişmiş bir zihniyetin ortaya çıkmasını sağladı: Sadece
ihtiyaçları karşılamak için ticaret yapmak yerine, kârın kendisi daha önemli hale geldi. İşadamları para biriktirdiler. Geliri de yatırıma dönüştürdüler. Böylece sanayileşmenin daha sonra fabrikalar kurmak için gerekli olan büyük miktardaki sermayeyi hazırlardılar.
B. İngiltere Modeli
Sanayi devrimi Büyük Britanya’da ilk kez, 18. yüzyılın ikinci yarısında meydana geldi. Bunun sonucunda ülke “dünyanın atölyesi” olarak adlandırılmaya başlandı. Sanayi devriminden önceki yüzyılda, Londra şehri ihracata dayalı, çapraşık bir ticari ekonominin merkezi oldu. Bu ihraç gelirleri, Britanyalı üreticilerin gerekli ham maddeleri ithal etmelerini sağladı.
Sanayileşme, Britanya’nın sosyo-ekonomik yapısını önemli ölçüde değiştirdi. Öncelikle, üretimin niteliği (örneğin nerede, nasıl ve neyin üretildiği) köklü bir değişime uğradı. Fazla emekle daha öncekinden çok daha fazla malın üretilmesini sağladı. Bunun nedeni pratik ve bilimsel bilginin uygulanması, alışılmış işlerin uzmanlaşmış işçilerce yapılmasıydı. Belirli alanlarda büyük girişimlerde bulunulması da verimliliği çarpıcı biçimde arttırdı.
Diğer Avrupalı ülkeler Britanya modelini taklit etmeye çalıştılar, ve 19. yüzyılın sonuna kadar sanayi devrimi Fransa, Belçika, Almanya ve Birleşmiş Devletlere de yayıldı. İsveç ve Japonya, yüzyılın sonuna doğru sanayileşti, Rusya ve Kanada 20. yüzyıldan sonra, Latin Amerika ülkeleri, Orta Doğu, Orta ve Güney Asya ve Afrika ise 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar beklemek zorunda kaldılar.
Büyük Britanya’da ve diğer ülkelerde sanayileşmeye geçilmesi, Charles Dickens’in dokunaklı bir şekilde betimlediği gibi kentli kitlelerde kötü sosyal koşulların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu koşullar –Fransa’da olduğu gibi– devrim doğurabilirdi fakat, bunun öncesinde ve sanayi devriminin ilk zamanlarında Büyük Britanya, Amerika’daki karşılığını önceki bölümde ele aldığımız önemli bir ruhsal uyanış yaşamıştı. Kökeni Alman dindarlığına (Pietism) dayanan bu hareket Büyük Britanya’da “evsizlerin babası” olarak anılan Alman George Müller, Metodizmin babası John Wesley, yılmaz çabalarıyla köleliğin kaldırılmasına neden olan William Wilberforce, Pazar Okulu hareketinin babası Robert Raikes, tutukevi reformunun babası John Howard, Kurtuluş Ordusu’nun (Salvation Army) kurucusu William Booth gibi kişilerin çabalarıyla ortaya çıkmıştır ve giderek artan etkileri durumu kontrol altında tutmayı sağlayan toplumsal görüşlü Hristiyanlar aracılığıyla göstermiştir.
Uzun vadede sanayi devrimi, artan gelir dağılımıyla, işçiler için daha iyi yaşam ve çalışma koşullarının oluşması ve toplumun sosyal geleneklerinde esaslı değişimlerin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Uzmanlaşma ve sermayenin sanayide kullanılmasına olan eğilim, yeni sosyal ve mesleki sınıf ayrımların neden oldu. Örneğin uzmanlar işçilerden ve işçiler kapitalistlerden (yani üretim araçlarının sahibi olan veya bunların kontrolünü elinde tutanlardan) ayrılırdı.
Britanya’daki ruhsal uyanıştan sonraki neslin eğilimlerinden biri de, dinde sürekli gerilemeyi sağlayan kırsaldan kente yapılan kitlesel göçlerdi. Aslında sanayi devrimini hem geciktiren hem de kendisi sanayi devrimi sayesinde harekete geçen bu akımdı. Köy yaşamının sosyal ve dini geleneksel sınırlamaları, büyük şehirlerdeki özgürlük ortamında daha kolay aşılabilirdi. Ayrıca, İngiltere’de yer alan sayısız Hristiyan akım ve mezhep nedeniyle Anglikan Kilisesi’nden ayrılan bireyler boşluğa düşmüyorlardı. Örneğin kentli biri, Anglikanlıktan Püritenliğe veya Metodizme geçebilirdi. Orta sınıflardan ve işçi sınıfından pek çok kişi kendileri veya çocukları ya da torunları sonunda gnostikçiliği, ateizmi, septisizmi veya ruhçuluğu benimseyinceye dek de bu şekilde devam etmiştir. 1851’de İngiltere’de yapılan dini nüfus sayımına göre, araştırmanın yapıldığı Pazar günü neredeyse nüfusun yarısının kilisede bulunmadığı anlaşılmıştı. Gelmeyenlerin yarısı (yani tüm nüfusun çeyreği) kiliseye hiç gitmemişlerdi. Dönemin pek çok yayını, toplumun giderek dinden uzaklaştığına dikkat çekse de, sonuçlar hâlâ şaşırtıcı olarak değerlendirilir. Laiklik ve resmi kiliseye bağlı olmayan inancın ilerlemesi aynı anda gerçekleşmiştir (Righard:624).
İlk bakışta bu biraz çelişkili gibi görünse de, dönemin sosyo-ekonomik eğilimleriyle karşılaştırıldığında bu durum kolayca açıklanabilir. Hem laiklik, hem de Metodizm gibi resmi olmayan inançların süratli büyümesi, eski sanayi-öncesi dönemdeki düzene ve sanayileşme sürecinde ortaya çıkan büyük değişimlere olan tepkilerin sonucuydu. İnançsızlaşmanın ciddi biçimde büyüyor olması, sanayileşmiş daha büyük şehirlerde özellikle belirgindi. Şehir ne kadar büyükse, kiliseye gidenlerin yüzdesi de o kadar küçüktü. Aynı şekilde, şehir ne kadar büyükse, Anglikanların yüzdesi de o kadar küçüktü (yeni sanayileşmeyen Londra’daki durum hariç). Geleneksel sosyo-ekonomik yapıların daha uzun süre korunduğu şehirlerde, inançsızlık oranındaki artış daha az belirgindi.
Sanayileşme, kentleşme ve laiklik arasındaki bağlar hangi sınıfların daha hızlı laikleştiğini de gösterir. Orta sınıfın bir bölümü de şüphesiz etkilenmiş olsa da, büyük ölçüde her düzenli dine sırtını dönen kesim, alt tabaka işçi sınıflarıydı. Eski köy hayatında beklenen dini normlara (özellikle Anglikanlık) uymak için yapılan baskı büyüktü. Büyük şehirlerde, farklı görüşü savunan bir kilisenin üyeliğinden ayrılmak veya dinden tamamen sapmak, bir kişinin kendini seçkin Anglikan tabakasından ayırma yöntemiydi. Kiliseler genellikle, yoksulların bilhassa hoş karşılanmadıkları ve yaşam koşullarını iyileştirmek için hiçbir şey yapmayan “daha iyi” sınıfların kurumları olarak görülmüşlerdir. Bu görüş tam olarak gerçeği yansıtmasa da, din ve dinin resmi temsilcileri çoğu kişinin itimat etmediği bir sınıftı. Kiliseden ayrılanlar özellikle erkeklerdi. Önemli sayıdaki kadın ve çocuk ise dine yönelmeye devam ediyordu. Zorlu çalışma şartları, yoksulluk ve kötü barınma koşulları şüphesiz dini zorunluluklara uyulmasında azalmaya yol açmıştır. Bununla beraber yeterli kilise, kilise önderi veya papaz olmaması gibi basit nedenler de vardı (Righard:625).
Kilise ve politika/ekonomi arasındaki ayrılığın giderek büyümesinin sanayi devrimine dayandığı sonucuna varmak mümkündür. Din, o döneme kadar erkeklerin nüfuz alanıydı, ailenin hangi kiliseye gideceğine ve hangi bildirgeye bağlı kalacağına geleneksel olarak erkekler karar verirdi. Bundan böyle din, kadınların nüfuz bölgesi haline gelmiş, erkekler “daha önemli” konular olan politika ve ekonomiye yönelmişlerdi.
Alt sınıfların laikleşmeleri daha çok sosyal etkenlere dayanıyordu. Hristiyanlığın karşısına geçmenin daha akılcı ve entelektüel nedenleri, örneğin akılcılık ve bilimsel buluşlarla, daha çok orta sınıfların daha fazla bilgi sahibi olan, 19. yüzyıl bilimsel düşüncesinden etkilenen üyeleri arasında görülüyordu, bu gibi nedenler modern, laik eğitimin ortaya çıkmasına kadar yaygınlaşmamıştı.
Entelektüel nedenlerin toplumun laikleşmesinde daha az payı olduğunu düşünürsek, tarımsal bir ortamda anlam kazanan pek çok dini uygulama ve tören endüstriyel bağlamda önemini kaybettiği için, bilim ve teknolojinin bu duruma katkısının büyük olduğunu söyleyebiliriz. Buna basit bir örnek, sağlık sisteminin gelişmesidir. Sağlığın daha da iyi korunması bütün hastalık çeşitlerinin azalmasına neden oldu, böylece doğaüstüne başvuran insanlar için çok daha az seçenek kaldı. Britanya’nın ekonomik ve siyasi alanlarındaki dini etki azaldığı için, din giderek, gündelik yaşamda kesin bir rol oynamayan özel bir konu olarak görülmeye başlandı.
C. Alman Modeli
Sanayi devriminin Hristiyanlık üzerine yaptığı etki, diğer Avrupa ülkelerinde ayrıntıda farklı olsa da, onlardakinden daha az çarpıcı olmamıştır. Örneğin Almanya’yı ele alalım. Oradaki sanayi devrimi İngiltere’ninkinden yarım yüzyıldan fazla bir süre sonra başladığı için, laikleştiren yan etkiler 19. yüzyılın son on yılına kadar kendisini göstermemiştir. Gerçekte, resmi Alman istatistiklerine göre, insanların bir kilisenin üyesi olmamaları anlamındaki laiklik, 1890’lar gibi geç bir tarihe dek aslında ortaya çıkmamıştı (Righard:627). Neredeyse bütün Alman çocukları vaftiz edilmişti; hemen hemen bütün cenaze törenleri de kilisede yapılıyordu. Fakat bu, insanların dindarlıklarının büyük bir göstergesi olamazdı. Çünkü, 1875-78’e kadar kilise, devletin idari bir organı görevini görüyordu. O döneme kadar Almanya’da medeni nikah diye birşey yoktu. Hem Lutherci hem de Katolik kiliseleri devlete o kadar sıkı bir şekilde bağlılardı ki, nüfusun büyük bir bölümü onları bir çeşit devlet kurumu olarak görüyordu. Bir kişinin devletin otomatikman tebaası olması gibi, aynı şekilde Lutherci, Reform veya Katolik kilisesinin de üyesi sayılıyordu. Üç yüzyıldan uzun bir süre Almanya’da din, gelenek nedeniyle, kişisel bir seçim değildi. Ancak 1930’larda Protestan vaftiz ve evlilik törenlerinin sayısı, Milliyetçi Sosyalizmin (Nazi) baskısı nedeniyle düşüşe geçmişti. (Bu sayı 1945’te yükseldi, ardından yine düştü) (:627).
Almanya ile ilgili başka bir gerçek ise ayrılıkçı kiliselerin az oluşudur. Bu, daha önce ele aldığımız gibi, ayrılıkçı bir kilisenin üyesi olmanın, kişinin siyasi ve sosyal memnuniyetsizliğini gösterdiği ve sayısız mezhebin bir olanaklar yelpazesi sunduğu (Max Weber’e göre bu laikliğe neden olur) İngiltere’deki gelişmelerle tamamen ters düşer. Almanya’da bu fırsatların hiçbiri yoktu. Dinde ayrılıkçı birleşme, İngiltere’de 19. yüzyılda siyasi bir işlev görmedi. Bu nedenle laiklik sürecinde “ortada” bir adım yoktu. Bunun nedeni Prusya Din İşleri ve Eğitim Bakanlığı’nın, çok liberal görülen teologları ve papazları görevden almasıdır. Birkaç “Bağımsız Müjdeci” kilise ortaya çıksa da, çok sayıda yandaşa sahip olacak kadar güçlü değillerdi. Günümüzde bile pek çok Bağımsız Müjdeci kilise, Lutherci kilisenin bünyesinde işler. Üyeleri, hem Lutherci kiliseye, hem de Bağımsız Müjdeci kiliseye katılırlar. Çünkü “Bağımsız kilisenin” pastörünün sakramentleri (yani Rab’bin Sofrası ve Vaftiz) yerine getirme yetkisi yoktur. Bağımsız kiliselerde oldukça tuhaf olan durum, kişinin tüm koşullara, kısıtlamalara rağmen Lutherci kilisede kalması gerektiği yönünde güçlü bir inanışın varlığıydı. Bunun nedeni, Lutherci kilisedeki düzeltme gelenekleri (örneğin Spener ve takvacılık) hatta, Almanların doğası ile ilgili olabilir!
1848’in başarısız devrimi (liberaller ve Fransa, Almanya ve Avusturya imparatorluğundaki milliyetçiler tarafından kışkırtılan bir dizi isyan) Alman papazları arasında muhafazakâr bir tepkinin ortaya çıkmasına neden oldu. Papazların toplum üzerinde sahip oldukları sınırlı etki, bu olaylar aracılığıyla belirginleşti. Papazlar iberal, demokratik bir devlet yapısının ortaya çıkması halinde kendi itibarlarının yok olacağından korktular. Bu başarısız devrimin ardından, Prusya’da, papazlar tarafından yönlendirilen çok sayıda vatansever örgüt kuruldu. Her cumhuriyetçi, liberal ve demokratik görüşe karşı çıkıldı, bunun yerine “kral ve sunak” arasındaki geleneksel ilişki vurgulanarak, Protestanlık “Prusyalı Ruhu” ile eşit sayıldı. Bu şekilde Alman Protestanlığı ve Alman milliyetçiliği arasında oluşturulan sıkı bağlar 1945’e kadar olduğu gibi kaldı.
Lutherci kilise ile devlet arasındaki bu sıkı ilişki daha sonra Jünker (Prusya’daki aristokrasinin üyeleri), soylu azınlığın papaz atamasıyla daha da sağlamlaştırıldı. Papazın maaşı da devlet tarafından ödeniyordu. Bu nedenle papazlar devlet-kilise bağlarına zarar veren her eğilime karşı durmak için önemli ölçüde motive edilmişlerdi. Alman Protestanlığı giderek anti-demokratik ve anti-liberal bir hal aldı. Gitgide artan ölçüde milliyetçi ve Yahudi aleyhtarlığı özellikler göstermeye başladı. Bismarck dönemine kadar kilise, tamamen devlete bağlı olarak kaldı. Bu durum, sonrasında daha liberalleşen kentli sınıfların kiliseye karşı yabancılaşmalarına neden oldu. Kilise üyesi olarak kalsalar da –aksi halde evlenemez veya gömülemezdiniz– kentli yoksullar kilise meselelerine artık katılmıyorlardı.
Kiliseye karşı benzer bir yabancılaşma ise Alman işçi sınıfı arasında ortaya çıktı. İngiliz karşılıkları gibi, onlar da kiliseyi, kuşku ile yaklaştıkları “daha varlıklı” sınıfların nüfuz alanı olarak gördüler. Britanyalı karşılıklarından farklı olarak, Almanya’da “ayrılıkçı” kilise hareketlerinin olmaması, bu endüstriyel emekçi sınıfını, farklı politik veya milliyetçi hareketlere, ve onların politik uzlaşmalarda pragmatik hareket etmelerini zorlaştıran oldukça dogmatik ve öğretişsel eğilimlere yönlendirir hale geldi.
19. yüzyıl Roma Katolik Kilisesi, Lutherci kiliseden çok daha az Alman devletiyle iç içeydi. Katolik Kilisesi içinde daha çok liberal demokratik eğilimlere sahip olmasına rağmen, liberalizmin Papalık tarafından suçlu çıkarılması, katı bir hiyerarşi ve halk ve papazlar arasındaki keskin ayrım, geriye dönük tarihsel uyum gibi, tüm bunlar Katolik toplumunu daha sosyal eğilimleri kabul etmekten vazgeçirdi. Katolik siyasi varlığı, Zentrum (merkez) partisi, belirli siyasi çokluğa, doğru olan bir çabanın yansıması değil, kendilerini düşmanca bir çevrede giderek daha fazla baskı altında hisseden bir azınlığın sosyal ve dini amaçlarına teşvik eden bir araçtı.
Katolik Kilisesi’nin tehdit altında oldukları hissine kapılmaları için nedenleri vardı. 1870’lerde Bismarck Katolikliğe karşı Kulturkampf (kültürler arası çatışma) adıyla bilinen bir seferberlik başlattı. Bunun nedeni Almanya’nın iktidardaki seçkinlerinin Katolik kiliseyi Roma’nın dokunacı olarak görerek, “yerli Alman kültürüne” karşı bir tehdit unsuru olarak düşünmeleriydi. Katolikler ilk kez Reichsfeinde (devlet düşmanı) diye adlandırılan grup olmuşlardı. Bu etiket zamanla bütün çeşitli siyasi ve etnik gruplara yapıştırılacaktı. Bütün Prusyalı episkoposlar ve sayısız papaz hapsedildi. Katolik kilisesi, idari fonksiyonunu yitirdi. Fakat Kulturkampf’ın iktidardaki seçkinlerin beklediklerinden farklı bir etkisi vardı: 1871 seçimleri sırasında Katolik Zentrum partisi parlamentonun ikinci en büyük partisi oldu. Her zaman gerçekçi olan Bismarck, Almanya’nın sorunları için başka bir şamar oğlanı bulmaya karar verdi ve zulüm sona erdi. Fakat o zamana dek toplum oldukça çok zarar görmüştü. Kulturkampf Katolik Kilisesi ile devlet arasındaki gediği daha da derinleştirdi. İnanç özgürlüğünü garanti eden anayasa, değersiz kağıttan başka bir şey olmadığı anlaşıldı. Ayrıca Kulturkampf Katolik Kilisesi’nin içeriden sağlamlaştırılmasını sağladı. Katolik kilisesinin ayakta kalabilmek için devletin karşısında bir bütün olarak durması sağlandı. Zulmün zerresi bile kiliseye zarar vermedi. Lutherci kilisesinden farklı olarak, Alman Katolik Kilisesi 1930’lu yıllar boyunca çok daha sağlam doktrinsel ve düzenli önemli doğrular ortaya koyabiliyordu.
Katolik Kilisesi Kulturkampf zamanında Roma’yla çok yakınlaşmakla suçlandığı için, kilise 1880’den sonra daha da milliyetçi yapıyla, aşırı bir tepki sergiledi. Bundan dolayı uzun vadede devletin aşırıya kaçan noktalarını da eleştiremedi. Kısacası, devlet hem Luterci, hem de Katolik kiliselerini tarafsızlaştırmayı başardı. Sağlam, dine dayalı toplumsal vicdan şeklindeki ahlaki denge unsurundan yoksun kalan Alman devleti, soykırımla sonuçlanan bir dizi felakete ve dehşete doğru yol alacaktı.
D. “Vakit Nakittir”
Sanayileşmenin ortaya koyduğu söz edilmesi gereken son bir etken ise “vakit nakittir” unsurudur. Sanayileşme öncesi çağda zaman durağan ve çok boldu. Bu, insanların hoşça vakit geçirdikleri sayısız milli, dini ve yerel tatillerden de anlaşılmaktadır. Tarımsal toplumlarda zaman dakikayla değil mevsimle ölçülür. Dahası, tarımsal toplumlar, genellikle hem modern hayatın, hem de Hristiyanlığın gerektirdikleriyle bağdaşmadığı düşünülen bir “halk kültürüne” sahiptir.
Boş zamanı kınayanlar ilk Püritenler olsa da, zaman harcamakla ilgili vaazlarının çok az etkisi olmuştur. Proletaryaya “vakit nakittir” anlayışını kabul ettiren şey fabrikaydı–eski sepya fotoğrafları, bu durumu, mütevazi fabrika işçilerini midelerinin yanından sarkan saatleriyle, en iyi giysileri içerisinde dokunaklı bir şekilde tasvir ederler. Fabrika, önceki devirlerin gevşek halk kültürünü yok etmese de, belli bir disiplin gerektiriyordu. Bunun nedeni açıktı: Pahalı fabrika makinelerinin bir an bile boş durmaması gerekiyordu, bu, üretim kaybına neden olurdu. Fabrika sahipleri işçilerini makinelerinin uzantıları olarak gördükleri için, zamanında işe gelmek ve gün boyunca istikrarlı bir tempoda çalışmak için disiplinli olmalıydılar. Bu nedenle emek ve boş zaman iki ayrı alan haline gelmişti.
İlginçtir ki, işçi sınıfı kültürünün sınıf bilinci, sıradan insanla yakından ilişkilendirilen Metodist kilise tarafından bir dereceye kadar güçlendirilmişti. Metodistlerin ileriye dönük eğitimsel çabaları, sıradan insanın talihini değiştirmeyi amaçlamıştı. Müjdesel yöntemleri onların duygusal canlılıklarını besledi.
Yetkililerin, ahlakçıların, kilisenin ve kapitalist fabrika sahiplerinin üstün çabalarına rağmen halk kültürü yok olmadı. Sadece, işçi sınıfına sempatiyle bakılan sirk ve müzikhol gibi yeni biçimlere büründü (kariyerine bir müzikholde başlayan Charlie Chaplin’le [Şarlo] ölümsüzleşmesi gibi). Yeni “işçi sınıfı kültürünün” içine katılan ve günümüze kadar ayakta kalan halk kültürünün diğer biçimlerinin kalıntıları horoz dövüşü, boks, futbol ve holiganlıktır. Toplumsal yapılandırmadaki bu eski girişim, o dönemde öyle düşünülmese de, nitelikli bir başarı olarak adlandırılabilir. Ancak 1. Dünya Savaşı sırasında bu toplumsal yapılandırma daha büyük ve kötü bir düzeyde amaçlanmıştır.
Günümüzde çoğu insan işe zamanında gelirken, kiliseye uğramaz. Yaşamın bölümlere ayrılmasından dolayı, bir zamanlar, iş hayatı ile beraber haftalık iş programının ve toplumsal faaliyetlerin alışılmış bir parçası olan kilise, boşa zaman kategorisine koyulmuştur. Sonuç olarak, kilise, giderek daha da fazlalaşan boş zaman aktiviteleriyle rekabet etmek zorundadır. Genellikle eğlence seçeneklerine yenik düşer. Ortaya çıkan soru, toplumun taleplerini karşılamayı amaçlayan bir kilisenin, Tanrı’nın taleplerini de yerine getirip getiremeyeceğidir.
Düşünelim!