7) Jeoloji ve Yaratılış
Evren gerekli değil ama koşullu bir yapı gibi görünmektedir: yani bunun dışında bir şey de olabilir. Evren neye bağlıdır? Rastlantıya mı, yoksa zeki bir yaratıcıya mı?
Douglas Spanner
ristiyanlık tarih süreci içerisinde köklenmiştir. Kutsal Kitap, insanın Yaratıcısı ile başlangıçta uyumlu, daha sonra bozulan ve en sonunda tekrar onarılan ilişkisini anlatıyor. Kutsal Kitap’ta Yaratılış adlı bölümde yaratılışı ve insanın düşüşü açıklanırken, Yeni Antlaşma’da (yani, İncil’de), İsa Mesih’in çarmıhtaki ölüm ve dirilişi aracılığıyla bu ilişkinin onarılması anlatılır.
Kutsal Yazılar, İsa’nın ölümden dirilişini alegorik ya da sembolik bir olay olarak ele almaz. Aksine, bunun eşsiz ve tarihi bir olay olduğunu vurgular (Bkz Luka 24:37-43; Yuhanna 10:25-29; 1. Korıntliler 15:14). Yeni Antlaşma (İncil) yazarları tarih sürecini Tanrı’nın insanla olan ilişkisinin onarılması olarak algıladılar. Kutsal Kitap’ın Mesih’i ve yaptığı işi özünde, yaratılış ve insanın düşüşünü tarihi olaylar olarak da açıkladığını düşündüler. Fakat bu felsefi açıdan büyük bir sorunun ortaya çıkmasına neden oldu: insanın var oluşundan önceki bir zamanla ilgili nasıl ‘tarih’ kavramından söz edilebilirdi? Tarih, geçmiş olayların yazılı kayıtlarının incelenmesi değil miydi?
Birkaç Kilise Babası bu meselenin farkına vararak bu konu üzerine eğildi. İçinde Augustinus’un da bulunduğu birkaç kişi, Yaratılış 1. bölümün gerçek anlamda ‘tarih’ olamayacağı yönünde akıl yürüttü. Augustinus’un yaratılışın altı gününün (büyük olasılıkla bunlar güneşin ve ayın yaratılmasından önceki günlerdi) kesin olarak yirmi-dört saatten oluşmadığını ileri sürdü. Yaratılış insan dilinin ve deneyiminin izah etmekte yetersiz kaldığı bir kavram olduğu için, Tanrı bunu insanın anlayabileceği edebi biçime dönüştürmüştü. Origenes bütün yaratılışı alegorik olarak yorumladı (McGrath 1999:4-5; Brooke 1991:7).
Fakat 16, 17 ve 18. yüzyıllarda ‘tarihin’ gerçek olayları mümkün olduğunca en doğru haliyle tanımlaması gerektiği görüşü kabul gördü. Bu görüş alegorik yorumlardan, harfî yorumbilimine doğru yönelmeye neden oldu. Sonuç olarak Martin Luther ve John Calvin gibi reformistler Augustinus’un açıklamasına karşı çıktılar. Yaratılış’ın 1. bölümünü gerçek anlamıyla ele aldılar: Dünyanın yaratılması toplam altı 24 saatlik periyodlar dahilinde olmuştur ve bu yaratıcı eylemlerin sırası nesnel, fiziksel ve tarihi bir nitelik taşır (Clark 1977:69-76). Şüphesiz yeni gelişmekte olan jeoloji (yer bilimi) de 17. ve 18. yüzyılda bilim ve din arasındaki ilişkide önemli rol oynamıştır.
Jeolojik araştırmalar Yaratılış bölümündeki yaratılışın hikayesini ve Nuh tufanını doğrular mı–ya da en azından çelişmez mi? Nuh tufanı oldukça çok üzerinde durulan bir konuydu. İnsan uygarlığı tufandan öncesine dayandığı için, tufandan bahseden kayıtlar kalmış olabilirdi. Yer kabuğundaki izler Kutsal Kitap’ın kayıtlarını doğrular mı, yoksa bu kayıtlarla çelişir mi? Dünya çapında meydana gelen tufan gibi doğaüstü bir afet, yer kabuğunun şu anki durumunu açıklamak için gerekli midir? Bilimsel olarak dünyanın gelişiminin genel bir taslağını oluşturmak mümkün müydü, yoksa mutlaka Kutsal Kitap’a mı başvurulmalıydı? Jeolojik-paleontolojik (fosil bilimi) kayıtlar yaratıcı bir eyleme ve Tanrı’nın insan soyunu kayırıp koruduğuna tanıklık eder mi? Bağımsız araştırmalar temelinde gelişen jeolojik sistemlerin güvenilirlikleri, Kutsal Kitap’la olan uyumlarının seviyesi doğrultusunda sınanmalı mı yoksa, Kutsal Kitap metinleri bilimsel araştırmaların sonuçlarıyla uyumlu olacak şekilde mi yorumlanmalıdır? Yaratılış bölümünün astronomi için rehber olmaması gibi, bu bölüm belki de jeoloji çalışma kitabı olarak da tasarlanmamıştı? Dünyanın kökeni ve geleceğiyle ilgili dini görüşler bilimsel ilkelerden tamamen farklı mıdır?
Bütün bu soruların yanıtları metafizik inançlara ve açıklanmış Kutsal Yazılar’ın amacı ile ilgili kavramlara bağlıdır. Kutsal Kitap’ın anlattığı tek şeyin dini konular (insanın kökeni, kader, ahlaki zorunluluklar ve Tanrı ile insan arasındaki ilişki) olduğunu düşünenler, Kutsal Kitap’ın her cümlesini harfiyen kabul edenlerden çok farklı yanıtlar alacaklardır. Bu konudaki görüş ayrılıkları de pek çok farklı jeolojik ve paleontolojik teoriyi meydana getirdi (Livingstone, Hart ve Knoll 1999:178-185).
Uç görüşlerden biri de, ateizmle materyalizmi içinde barındıran naturalizmdir (doğalcılık). Naturalistlere göre doğada herhangi bir tasarım, plan ya da nihai bir neden bulunmaz. Doğa basitçe vardır ve bir takım içkin, değişmez ve baki kurallar tarafından yönetilir. Doğalcılar genellikle tamamen maddesel olanların haricindeki herhangi bir nedensellik düzeyini kabul etmezler: Her şey temel fiziksel birimler arasındaki etkileşiminlerin sonucunda meydana gelir. Özde bu, insan eylemlerini yöneten özgür irade gibi birşeyin olmadığı anlamına gelir. Davranış birimler arasındaki etkileşimin sonucudur. Güzellik ve duygular ‘ikincil’ olgulardır, gerçekte önemli değillerdir. Bir Mozart konçertosu belirli aralıklarda gerçekleşen havadaki titreşimlerinden başka bir şey değildir.
G. H. Toulmin ve De Maillet gibi doğalcılar yaratılış fikrine karşı çıkarak bunun yerine dünyanın sonsuzlarca var olduğuna ve olayların sonsuzlukta sürekli tekrarlandığı görüşüne inandılar. Onlara göre doğa, mükemmel tasarımından ötürü neredeyse tanrısal bir niteliğe sahipti. Bu durum uzay sisteminin güzellik ve uyumu ile hayvanlar alemindeki düzende açıkça görülebiliyordu. Naturalistlere göre bu güzellik ve uyum, kişisel bir yaratıcının varlığını kanıtlamaz; dünyanın sonsuzluk boyunca kendiliğinden var olduğu görüşünü desteklerdi. Doğalcılar, yaratılışın Tanrı’nın iradesiyle gerçekleştiğini öğreten Kutsal Kitap görüşünü reddettiler.
Yelpazenin diğer ucunda ise doğaüstücüler vardır. Onlar bilimin kendileri için bir tehdit olduğunu düşündüler. Çünkü bilim, görünürde Tanrı evreni kendi isteğine göre biçimlendirmiş derken ilahi otoritesini sarsıyordu. Doğalcılar dini ikincil bir olgu olarak görürken, doğaüstücüler doğal olaylar arasındaki mantıksal bağlantıları kaldırarak, bilimi pratik açıdan imkânsız kılıyorlardı.
Bu önermelerden aşırı uç durumlar ortaya çıktı. Çünkü naturalist, doğal olaylarda Tanrı’nın elini göremezdi; kendisine mucizevi ya da doğaüstü görünen her tanrısal müdahaleyi reddederdi. Sonuç olarak tanrısal müdahale fikrini çürütmek için jeolojik afetlerin ve tekrarlanmayan tarihsel olayların önemini küçümsemesi olasıdır. Fakat bir doğaüstücü, aynı olayları tanrısal müdahalenin kanıtları olarak yorumlayacaktır. Bu uç görüşler arasında kalan bazı kavramlar da vardır.
1785’te İskoçyalı yerbilimci James Hutton yer kabuğunun tarihi hakkında tamamen tekdüze bir rapor hazırlamaya çalıştı. Yerkabuğu tarihinin günümüz araştırmacılarının da bildiği jeolojik süreçten farklı bir şey olmadığı kavramını ortaya koydu. Bu sürecin istikrarlı oluşunu vurgulamak istediği için elde ettiği verilere titiz bir araştırmanın sonucunda ulaştı ve başlangıcın ispatının olmadığı ve sonun da kayda değer bir belirtisi olmadığı sonucuna vardı. Jeolojik ilerlemesi nedeniyle bugünkü yeryüzünün oluşması için milyonlarca yıl gerekmektedir. Kendisinin ulaştığı bu sonuç herhangi bir başlangıç ya da sonun olmadığıydı. Tanrısal planın sonucu olan yaratılışı reddetmek şeklinde yorumlayan teologlar tek biçimcilik (uniformitarianism) adı verilen bu teoriye karşı çıktılar. Hesaplamalarını Prof. James Ussher’in (1581-1656) Kutsal Kitap’taki soyağaçları sentezine, eski belgelere ve zaman ölçüm sistemlerine dayandıran teologlar, dünyanın M.Ö. 4000 yıllarında yaratıldığını savunarak, yeryüzü şekillerinin maruz kaldığı pek çok doğal afetle açıkladılar. Yani, çoğunlukla 18. ve 19. yüzyıl bilimadamlarından oluşan bu doğal afet uzmanları seller ve depremler gibi şiddetli ve ani doğal afetlerin (felaketlerin) dünyanın jeolojik özelliklerini açıkladığına inandılar. Dünya hayvanın ve bitkilerin yaratıldığı, sonuncusu Nuh tufanı olan ani bir doğal afetle her ikisinin de yok olduğu bir süreçten geçmiştir. Fosiller geçmişteki bu doğal afetlerin kalıntılarıdır. Türlerin teker teker yaratıldıklarını ve değiştirilemez olduklarını öne sürdüler. Dünyanın bir başlangıcı ya da sonu varmış gibi görünmemesinin sadece ‘insan gözlemiyle ilgili olduğunu’ ifade ederek kendisini temize çıkarmasına rağmen, Hutton’u ateist olmakla suçladılar (bkz: Schaeffer 1975:121-140).
Jeolojik kuram üzerine olan modern kitapların ilklerinden biri olan İngiliz jeolog Sir Charles Lyell’un iki ciltlik eseri Jeolojinin İlkeleri’nin (“Principles of Geology”) yayınlanmasıyla uniformitarianların savunduğu görüşler daha da fazla kabul görmeye başladı. Lyell, Kutsal Kitap’ın ışığında jeoloji yorumu yapma girişimlerine karşı çıktı. Yeryüzü şekillerinin, doğal güçlerin üzerinde çağlar boyunca etkili olmasıyla sürekli bir değişim gösterdiğini savundu.
Bununla beraber 19. yüzyılda etkili olan bütün İngiliz jeolog ve paleontologlar, jeolojik kanıtların, hayvan dünyasını yok eden ardıl doğal afetlere ve bunu takiben yeni bir faunanın ve öncekinden daha gelişmiş bir seviyeye ulaşmış olan yaratıkların ortaya çıkmadığına işaret ettiğini savundular: Balıklardan önce yumuşakçalar, kara hayvanlarından önce ise sürüngenler geliyordu, vb. Yaratılışın bu gelişme sırası, Tanrı’nın dünyanın yaratıcısı ve destekleyicisi olduğunu gösteren mucizevi müdahaleler olarak yorumlandı. Kısacası, yarı-deistik olan bu ‘gelişmeci’ bilim adamları deistik önermelere Tanrıcı bir nitelik kazandırdı. Doğa kurallarının etkinliğini savunurken bununla beraber, Tanrı’nın jeolojik afetler aracılığıyla doğanın düzenli işleyişine müdahale ettiğini ve yeni hayvan türlerinin yaratılışında rol oynadığını da kabul ettiler.
Kişisel bir Tanrı’nın yönetimine karşı, kişisel olmayan Doğa Kuralları (Tanrıcılık ve deizm) üzerine olan bu tartışmada doğal teolojiyle seküler bilim arasındaki (Tanrıcılık ve ateizm) ihtilafta her iki tarafta da ‘bilim’den yararlanıldı. Bir taraf her yeni buluşu ‘bilimsel yasa’ ya da ‘yaşama yönelik bilimsel bakış açısı’ için bir zafer olarak görüyorken, diğer tarafın topladığı tanrısal müdahaleyi ‘kanıtlayan’, paleantolojik sıralamadaki boşluklar ve jeolojik afetler gibi ‘kanıtlar’ din için bir zafer olarak görülüyordu. İki taraf da bilimin kesin yanıtlar verebileceği varsayımından yola çıkıyordu. Bilimin istikrarlı bir şekilde ilerlemesiyle bu tartışmayı dinin kaybedeceği daha da kesin görünüyordu. 18. yüzyılın sonunda, fosil içeren bütün katmanları bir seneden daha az süren tek bir tufan ile bağdaştırmayı neredeyse olanaksız kılan paleontolojik ve jeolojik veriler ortaya çıkmıştı. Yerkabuğunun durumunu açıklamak için uzun zaman periyotlarının gerektiği konusunda bilimadamları hemfikirdi.
Fakat bu varsayım doğru olsaydı, Yaratılış’ın 1. bölümü gerçek anlamına göre ele alınamazdı. Bu bölüm iki şekilden biriyle yeniden yorumlanmalıydı: Küçük değişimler ya yaratılışın altı gününden önce meydana gelmişti (onarma teorisi) ya da yaratılışın altı günü kaosun kozmosa (evren) dönüştüğü uzun zaman birimiydi (uyum teorisi).
Onarma teorisi jeolojik çıkarımlar için daha elverişliydi, çünkü fosillerin ve dağların oluşumuna neden olan yer kabuğundaki büyük değişimler yaratıcı onarımın altı gününden önce, tahminen Yaratılış 1:2 ile 1:3 arasındaki zaman aralığında meydana gelmiştir. Bu nedenle tahminen Yaratılış 1’deki dünyayı şu anki durumuna getiren yaratma eylemlerinden önce bir flora türünü (bitki örtüsü) ve faunayı yok eden birçok doğal afetin meydana geldiği uzun zaman periyotları geçmiştir.
Sonuç olarak 1850’lerde, Yaratılış Kitabı’nın sözcüklerin çağdaş anlamları itibariyle tam bir tarihsel kayıt olduğu görüşü, Hristiyanlığın muhafazakâr kesimleri dışında herkesçe reddedilen bir fikir haline geldi.
Düsünün!