İsa Mesih dünyada sürdürdüğü hizmeti sırasında kurulacak olan Kilisesi hakkında şu sözü söylemiştir: “Ben topluluğumu kuracağım ve ölüler diyarının kapıları onu yenemeyecektir” (Matta 16:18). Fakat günümüzde Kilise oluşumlarına baktığımızda Mesih’in bir olan topluluk düşüncesinin dışında, özellikle de inanç uygulamalarında, farklı mezhepler gözümüze çarpıyor. Hristiyan olarak nitelendirilen kişilerin aynı Tanrı’ya, aynı Mesih’e ve aynı İncil’e inanmalarına rağmen aralarındaki birliği korumak yerine temelde üç ana mezhep (Katolik, Ortodoks ve Protestan) olmak üzere birçok gruba ayrılmıştır. Mezhepler arasındaki tüm bu farklılıklar Hristiyanlığa atfedilen konular olsa da birçok zaman İsa Mesih’in gerçek öğretisiyle ve İncil’in özüyle fazla bir ilgisi kalmamıştır. Öyleyse gerçek Kilise hangisidir? Kısacası gerçek Kilise Mesih’in ilk baştan beri kurduğu ve bugüne kadar O’nun öğretmiş olduğu prensiplere sadık kalan evrensel topluluktur.
Şunu belirtelim ki Mesih’in ilk öğrencileri bir mezhebe bağlı Hristiyan olarak değil, sadece ‘Hristiyan’ olarak biliniyordu. ‘Hristiyan’ kelimesi ‘Mesih’ kelimesinin eski Grekçe karşılığı olan ‘Hristos’tan türemiştir. Esas anlamı ile ‘Mesih inanlısı’ ya da ‘Mesihçi’ demektir. Kilise, insanların değil, İsa Mesih’indir. Bu topluluğu, Mesih kendi seçtiği havarilerden oluşturduğu temel üzerine kuracaktı ki kurdu.
Peki ilk Kilise tam olarak nasıl oluştu? Mesih göğe alındıktan 10 gün sonra havarileri ve ilk imanlılar Yeruşalim’de bir arada bulunuyordu çünkü İsa Mesih’in vaat ettiği Kutsal Ruh’u (Grekçe: Parakletos) bekliyorlardı. Ansızın gökten güçlü bir rüzgâr bulundukları yeri doldurdu ve hepsi Kutsal Ruh’la doldu. Oradan çıkıp halka Mesih’i ve sağladığı kurtuluşu anlatmaya başladılar ve o gün 3.000 kişinin iman edişiyle ilk Kilise doğdu (bkz. Elçilerin İşleri 2. bölüm). Bu şekilde ilk imanlılar bir arada bulunup her şeyi ortaklaşa paylaşıyorlar, Mesih’in öğretisini O’nun havarilerinden öğreniyorlar ve Rab’bi yüceltiyorlardı. Kısa bir süre sonra Yahudi yetkililerinin Hristiyanlar üzerine başlattığı zulüm nedeniyle imanlılar dağılmak zorunda kaldılar. Zamanla ilk Kiliseye benzer topluluklar Roma İmparatorluğunun her tarafında ve hatta sınırlarının dışında kuruldu. Her türlü baskı karşısında imanlıların cesareti o kadar kuvvetliydi ki, yalnız 250 sene zarfında İmparatorluk sınırları içerisinde İsa Mesih’in ismini duymayan pek kimse kalmadı ve kiliseler sürekli çoğaldı. Bu dağılan Hristiyanlar farklı mezheplerden ya da örgütlerden oluşmuyorlardı. Özerk yerel topluluklar olmakla birlikte diğer tüm kilise toplulukları ile sevgi bağı içerisindeydiler. Çünkü devlete, dinsel bir hiyerarşiye veya bir merkeze değil, direkt Tanrı’ya ve uygulamada yetki kaynağı olarak İncil’e bağlıydılar.
İncil’deki ilk Kilisenin örneğinde gördüğümüz gibi Kilise kesinlikle bir örgüt, bir mezhep ya da bir ibadethane değildir. Eski Grekçe ‘Ekklesia’ kelimesinden türeyen kilisenin Türkçe karşılığı ‘topluluktur’. Ayrıca İncil Kiliseden, ‘aile’ kavramı, üyeleri birbirinden kopmayan ‘beden’ ya da yaşayan taşları olan birer imanlıdan oluşan ‘tapınak’ gibi benzetmeler kullanarak bahsetmektedir (bkz. 1. Petrus 2:5). Görülüyor ki, Kilise bir bina ya da bir mezhep değil Tanrı’nın Ruh’unun sahiplendiği Mesih inanlıları topluluğunun tümüdür.
İncil’e göre Kilise şu iki anlamı kapsar: İlki, ‘Evrensel Kilise’ olarak adlandırabileceğimiz her yerde, her çağda İsa Mesih’e gerçekten inanıp bağlanan bireylerin tümü, ki bu ‘mezhep’, ırk veya millet anlayışının ötesinde bir kavramdır ve ayrım söz konusu olamaz. İkincisi ise, ‘Yerel Kilise’ olarak adlandıracağımız belirli bir yerleşim merkezinde İsa Mesih’e inananların, tapınmak, öğrenmek ve dayanışma sağlamak için bir araya gelip oluşturdukları gruptur.
Peki bu toplulukları oluşturan ‘imanlılar’ kimlerdir? Hiç kimse, gerçek anlamda ‘Hristiyan’ olarak doğmaz! Kurtuluşa kavuşmanın tek yolu, kişilerin kendi başlarına karar verebilecek yaşa geldiklerinde, gönüllü ve bilinçli olarak Mesih’e bağlanmalarıdır. Tanrı önünde aklanmamızın tek yolu tövbe edip İsa Mesih’in bizi günahtan kurtarışına iman etmemizdir. Tarih boyunca bu şekilde Mesih’e bağlanan herkes, hangi ulustan olursa olsun, yüreğine Mesih’in Ruh’unu almıştır. Bu nedenle inananların hepsi eşittir. Çünkü her kişi Tanrı’ya dönüp iman ettiği zaman Mesih’in evrensel bedenine katılmak üzere bütün imanlılarla aynı Ruh’la donatılır. Görülüyor ki ne kimlik değiştirmek, ne vaftiz olmak ne de bir kiliseye üye olmak insanı Hristiyan eder, ancak yürekten iman etmek kurtuluşu sağlar.
Bu açıkladığımız iman gerçeği Hristiyanlığın temel taşlarından biridir. Bu gerçek üzerine koyulacak her hangi ek bir şart İncil’in öğretisine kesinlikle aykırıdır. Dolayısıyla ister Protestan ister Katolik ya da Ortodoks olsun, kim kurtuluş için bu iman gerçeğine ek bir şart koyarsa Tanrı’nın lütfu olan kurtuluşu dışlamış ve yerine insan çabasını koymuş olur. Sonuçta Mesih’e iman eden her kişi, memleketi ya da mezhebi ne olursa olsun Mesih’in evrensel topluluğuna katılmış oluyor.
Yine de tarihte gördüğümüz bu değişik mezhepler ve törenler nereden kaynaklanıyor diye sorarsanız, kısaca anlatalım: İlk yüzyıllarda Roma eziyeti altında bulunan, işkencelere ve insanlıkdışı ölümlere maruz kalan Hristiyanlar herşeye rağmen gittikçe çoğaldılar. Bu baskı döneminin sonunda M.S 312 yılında İmparator Konstantin’in fermanıyla özgürleşen Kilise, İmparatorluğun kabuluyle kısa bir süre içerisinde resmi din olarak öne çıktı. Bu şekilde Katolik (evrensel) Kilisesinin temeli atılmış oldu. Fakat ne yazık ki zaman içerisinde Kilise dinsel törelerin ve siyasi hiyerarşinin etkisi altında kalarak, orijinal sadeliğini ve İncil’in prensiplerine olan sadakatini yitirmeye başladı. Roma’daki bu gelişmelerden rahatsız olan Doğu’daki kiliseler 1054 yılında ‘Doğu Hristiyanları’ olarak Roma’dan kopup Konstantinopolis merkezli Ortodoks mezhebini oluşturdular. Bu şekilde Orta Çağdaki Hristiyanlık bölünmüş ve oldukça siyasete karışmış bulunuyordu ki haçlı seferleri bunun en büyük ve üzücü örneğidir. 1517 yılına gelindiğinde Martin Luter ile başlayan İncil’in özüne dönüş hareketi güçlü bir şekilde kabul gördü ve günümüze kadar gelen Protestan akımının gelişmesine de neden oldu. Tabii ki ‘Protestanlık’ adı altında ve özüne sadık olan ve olmayan başka mezhepler de ortaya çıktı, ama sonuçta bu sayede Kilise ilk yüzyılındaki sadeliğine geri dönmeye başladı.
Görevimiz kimin gerçek Hristiyan olduğunu ortaya çıkarmak değildir. Bizim görevimiz yerel topluluklar olarak Tanrı’nın sözüne sımsıkı sarılmaktır.
İncil’de Mesih’e anne ve kardeşlerinin onunla görüşmek istediği haberi iletildiğinde, İsa Mesih şöyle karşılık verir: “Annemle kardeşlerim, Tanrı’nın sözünü duyup yerine getirenlerdir” (Luka 8: 19-21). O halde Mesih inanlısı Allah’ın sözünü işiten ve uygulayan kişidir. Yoksa kişi ben Hristiyanım deyip haç taşıması, kiliseye gitmesi onu Hristiyan yapmaz. Onu Hristiyan yapan Allah’ın sözüne iman edip bunu yaşamında göstermesidir.
Kilisenin başı ya da merkezi kimdir diye sorarsanız, yalnız ve yalnız İsa Mesih’tir! Çünkü bugün bile diri olan Mesih’in sevgisi ve ruhu gerçek imanlıların üzerinde evrensel ve bütünleyici etkinliğini göstermektedir. Bir yerel topluluğun İsa Mesih’e ait olup olmadığını öğrenmek için gerekli tek kriter, doğrudan doğruya İncil’in gerçeklerine ve öğretilerine bağlı olup olmadığıdır. Eğer bağlıysa o topluluk zaten Mesih’indir. Bu ilkeden kopan her topluluk ya da mezhep İncil’in örneğinden sapmış bulunmaktadır. Evet, tarih boyunca ve günümüze kadar Hristiyanlık adına yapılan nice yanlışlıklar olmuştu, ama bunların hiç biri Tanrı’nın sözüne uygun olarak yapılmamış olup tamamen insan benliğinden kaynaklanan hatalardır. Bu tür yanlışlar bizi de çok üzüyor ama şimdi bizim esas örnek alıp uygulamaya çalıştığımız Mesih’in kendisi ve sözleridir.
Sonuçta, Tanrı’nın gözünde insanların kurduğu mezheplerin pek bir önemi yoktur. Önemli olan Ruh aracılığıyla Mesih’in ruhsal bedenine bağlı olan her bir imanlıdan oluşan evrensel topluluktur. Bu birlik ve ahenk İsa Mesih’in mucizesidir. Çünkü İncil’e ve İsa Mesih’e inanan herkes farklı ulus, ırk, dil, mezhepe ait olmasına rağmen, ruhsal yönden Mesih’te canlı ve evrensel bir birlik içinde olan gerçek Kilise’nin üyesidir.
Ülkemizde misyoner ve misyonerlik kelimesine karşı tepkili ve önyargılı bir bakış vardır. Halktan bazı kişiler kendilerinden emin bir şekilde misyonerlerle ilgili esrarengiz entrikalar kurarken, kalan kısmı da bunları dinliyor ve söylenen hiçbir şeyi, gerçeğin süzgecinden geçirmeden adeta ‘yutuyor.’
Sözde tüm bu söylenenler sağlam kaynaklara dayanıyor. Peki bu sağlam kaynak nedir? Sadece görsel basın, fısıltı gazetesi ya da kulaktan kulağa dolaşan laflar. Doğal olarak bu konuda birçok insanın kafası karışık; çünkü medya sürekli ülkemizin yoğun bir misyonerlik saldırısına maruz kaldığını iddia ediyor. Rivayete göre bu misyonerler para ve iş teklifiyle vatandaşlarımızı, özellikle işsiz ve yoksul kesimi, kandırıp Hristiyan yaparak kiliselerde örgütlendikleri söylenmektedir. Bunun ardından Hristiyanlığa geçen kişilerin yurtdışından yüklü bir maaş aldıkları da söyleniyor. Bu iddia o kadar yaygındır ki, sadece uzaktaki kişiler değil akrabalarımız bile buna inanıyor ve bizlere “Siz hangi ülkeye bağlandınız? Merkeziniz nerededir? Nereden maaş alıyorsunuz?” gibi tuhaf sorular soruyorlar. Tabii ki bu söylenenler bizim yüreğimizi yaralıyor. Biz ne halkımızı ne vatanımızı ne de kökenimizi inkâr ettik, asla inkar etmeyiz de!
Hakikaten bir insanın para karşılığı inancını değiştireceğine inanılır mı? Belki maddi menfaat için birkaç kişi bunu denemek ister; ama hangi inanç bu tür kişiliksiz insanı sahiplenir? Ayrıca bu ‘misyonerler’ kimlerdir ki devletimiz onlarla bir türlü baş edemiyor? Misyonerler Devletin altını mı oyuyor… Peki yıllardır bu çaba sürüyorsa neden hâlâ bir sonuç alamadılar? Böyle aslı astarı olmayan büyük iddialar tabii ki milletimizi tedirgin edecektir, fakat bu tür söylentinin kökenine inince, dedikodu ve yalandan başka bir şey bulamayız. Birisine, “Bunu kimden öğrendin?” diye sorduğumuzda, “İşte bir arkadaşımın teyzesinin oğlu arkadaşından öyle duymuştur” gibi kaçamak yanıtlar alıyoruz. Çünkü böyle bir komplo zaten yoktur. Acaba bu misyonerlik konusu gündemi saptırmak ve insanların duygularını ve düşüncelerini karıştırmak için kullanılan bir şey olamaz mı?
İlk önce bilmemiz lazım ki, bu iddialar ne İncil’in ahlakıyla ne de Batı’nın demokrasi anlayışıyla bağdaşıyor. Aslında sorun nedir biliyor musunuz? Yine önyargılarımız. İnsanlarımız “Batı Hristiyan’dır, Orta Doğu da Müslüman’dır” söylemini benimsemişler. Onlara göre bu böyledir ve aksi düşünülemez!
Hristiyan olduğumuzu söylediğimizde, “Süryani misin?” diyorlar. Hayır diyoruz, “O zaman Ermeni’sin.” Hayır! “Biz Türk’üz” ya da “Kürt’üz” dediğimizde “Ya nasıl olur, Türk’ten, Kürt’ten Hristiyan mı olur?” diye karşılık veriyorlar. İşte bu, insanların zihninde oluşan önyargının eseridir. Aynen bu mantıkla ülkemize Batı’dan gelen turistlerin bazı sapık davranışları ve televizyonda Batı’dan yayınlanan ahlakdışı programlar Hristiyanlığa mal ediliyor çünkü düşüncelerine göre Batı’dan gelen her şey Hristiyanlığı temsil eder. Ama unutuyoruz ki, demokratik ülkelerde Devletin dinle hiçbir bağlantısı olmaz ve dinlerin de siyasetle hiçbir alakası yoktur. Ayrıca belki sizi şaşırtacak ama Avrupa’nın nüfusunun ancak %10’u, belki de daha azı, Hristiyan gerçeklerine dayalı yaşıyor. Batı’daki insanlar büyük çoğunluğu hümanizm ya da ateizmi yaşayan bir çizgidedir. Avrupalı olmak onları Hristiyan yapmaz. Herkes inanç seçiminde tamamen özgürdür. Demokratik bir devletin de yakından ya da uzaktan her hangi bir inancı desteklemesi tamamen doğru olur mu?
Türkiye’ye gelince ne yazık ki, manzara çok farklıdır. Türk ya da Kürt olmak Müslüman olmak anlamına gelmiştir. Bizler ne kadar “dinde zorlama yoktur” sözünü tekrarlasak da, toplumumuzda öyle bir zorlamanın olmadığını söyleyebilir miyiz? Toplumumuzda böyle bir saygı seviyesi var mı? Örneğin insanlarımız dört kitabın dördü de haktır demelerine rağmen çocuklarının ellerinde bir İncil gördüklerinde tepkisi ne oluyor? Çocuk da büyünce başka bir inancı araştırmaya yeltenirse baskı görmüyor mu? Hatta başka bir inanca geçerse etnik kimliğine ihanet etmekle suçlanmıyor mu? Ne yazık ki şu basit gerçeği unutuyoruz ki, uyruğumuz doğduğumuz ülkeye bağlı iken inanç kişisel bir seçim olmalıdır. Bu durumda, biz bu ülkenin vatandaşıyız ama aynı zamanda Hristiyan’ız ve uyruğumuzdan da inancımızdan da onur duyuyoruz.
Misyonerlik konusuna tekrar dönersek, ne yazık ki medyamız, ezip geçen gücüyle, misyonerliği asıl anlamının dışına itmeyi başarıp üzerine tamamen farklı bir anlam yüklüyor. Misyonerlik kelimesinin asıl anlamı “belirgin bir misyon ya da vazifeyle yüklü birisi”, yani görevli bir kişi anlamındadır. Peki bu görev nedir? Hristiyanlık anlayışına göre bir misyoner İncil’in mesajını kabul edip yaymakla yükümlü bir kişidir. “Misyonerlik” aslında “tebliğ etmek” yani inancını paylaşmak anlamına gelir. Bu durumda her Hristiyan bir “misyonerdir”; çünkü İncil’e göre inancımızı anlatmak her Hristiyanın bireysel sorumluluğudur. Aynı zamanda her Müslüman bir misyonerdir, yani kendi inancını tebliğ etmekle yükümlüdür. Ama ne hikmetse Hrıstiyanlar anlatınca “bölücülük ve misyonerlik” oluyor, ama Müslümanlar anlatınca “tebliğ” oluyor. Halbuki bu her vatandaşın, inancı ne olursa olsun, en doğal ve demokratik haklarından birisidir. Anayasa’nın 26. maddesinde herkesin inanç ve ifade özgürlüğüne sahip olduğu ifade edilmiştir: “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.” Yeni Türk Ceza Kanunu 115. maddesinde de şöyle denilmektedir: “Cebir veya tehdit kullanarak, bir kimseyi dinî, siyasî, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya veya değiştirmeye zorlayan ya da bunları açıklamaktan, yaymaktan men eden kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Demek ki suç olan misyonerlik (tebliğ etmek) değil, inancını yaymak isteyen birini engellemektir.
Tüm demokratik ülkelerde de böyledir. Avrupa ve Amerika kıtalarında nice Müslüman misyonerleri inançlarını özgürce yayıyorlar, hatta bunu yapmak için oradaki devletlerin demokratik haklarından faydalanıp diğer dini gruplar gibi vergiden muaf tutuluyorlar. Neden? Çünkü demokraside bütün dinler özgür ve eşittir. Ama ne yazık ki bizler henüz bu anlayışa varmış değiliz.
Sayın Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet gazetesinde 01/08/2002 tarihinde “Misyoner Avcılığı” başlıklı makalesinde yazdığı gibi, “Mesela, şu ‘misyonerlere’ karşı açtığımız savaşa bakın. İşimizi gücümüzü bırakıp, bir avuç Hristiyan misyonerle uğraşıyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı bunun için özel toplantılar düzenliyor. Hatta Milli Güvenlik Kurulu bile bu konuya el attı… Dinler hiçbir zaman zor kullanılarak savunulamaz. Öyle olsaydı, Roma arenalarının gladyatörleri ve aslanları Hristiyanlığın yayılmasını durdurabilirdi... O nedenle bu ilkel ‘misyoner avcılığını’ bir yana bırakıp büyük ülke gibi davranalım.”
Bizim mantığımıza göre, bir kişi inancını başkalarına anlatacak kadar ciddiye almıyorsa, kendi inancını tamamıyla yerine getirmiyor demektir. Elbette inancımız ne olursa olsun hepimiz demokratik haklarımızın bize vermiş olduğu çerçeve içerisinde hareket etmek zorundayız. Eğer bir kişinin inancını yayma çabası başkalarına zarar veriyor ya da yasal olmayan yöntemlere başvuruyorsa, bu davranışlar hiçbir ahlaka ya da dine sığmaz. Fakat doğal olarak herkes kendi inancının doğru olduğuna inandığı için başkalarını uygun şekilde ikna etmeye çalışır. Şu bir gerçektir ki, inanç kültürel bir miras değil kişisel bir seçimdir. Kişi nerede doğarsa doğsun tüm inançları araştırarak gerçeği bulana kadar rahat olmamalı. Yoksa yalnız bu topraklarda doğduğumuz için kendimize Müslüman diyorsak, bunun hiçbir inandırıcı yönü olamaz, yoksa Hindistan’da doğmuş olsaydık Hinduizm Allah’ın ‘gerçek’ dini mi olacaktı? Bizler araştırarak ve seçerek Hristiyan olduk ve isteğimiz şudur ki, herkes aynı şekilde kendi özgür iradesiyle kendi inancını özgürce seçme ve yayma hakkına sahip olsun.
Tabii ki birçok insan, bizim Hristiyanlığı seçmekle kendi kimliğimize ihanet ettiğimizi düşünüyor. Halbuki bizim ne etnik kökenimiz ne memleketimiz ne de soyumuz değişiyor. Değişen yalnız yüreğimiz ve inancımızdır. Ülkemizi ve halkımızı her zamanki gibi seviyoruz.
Sonuçta İncil’in öğretisine göre inandığımız kurtuluş müjdesi evrensel nitelikli ve herkes için geçerli olduğu için yüreğimizdeki bu kurtuluş ümidini anlatmakla sorumluyuz. İncil’in dediği gibi, “Tanrı Mesih aracılığıyla bizi kendisiyle barıştırdı ve bize barıştırma görevini verdi. Şöyle ki Tanrı, insanların suçlarını saymayarak dünyayı Mesih’te kendisiyle barıştırdı ve barıştırma sözünü bize emanet etti” (2. Korintliler 5:18-19). Böylece İncil’in buyruğu doğrultusunda ve yasalarımızın verdiği hakla inancımızı öğrenmek isteyen herkese anlatıyoruz. Buna misyonerlik mi diyorlar? O zaman sadece bizler değil inancını ve ideolojisini savunan herkes birer misyonerdir. Öyleyse misyonerlik bir bölücülük değil inandığın görüşü savunmaktır ve bu da hür iradeli her insanın en önemli ve doğal haklarından birisidir.