Hristiyanlık hakkındaki yanlışlar zincirinin bir halkası da İsa Mesih’in ölmediği, O’nun yerine kendisini ele veren havarisi Yahuda İskariyot’un Tanrı tarafından İsa’ya benzetildiği ve öldürüldüğüdür. Hikâye şöyle gelişiyor: “Hz. İsa’yı tutuklamak için Yahuda’yla Getsemani bahçesine giren Romalı askerler gecenin köründe Yahuda’yı Mesih’le karıştırmışlar çünkü Tanrı Yahuda’yı İsa’ya benzetmiş. Sonuçta askerler yanlışlıkla Yahuda’yı yakalayarak onu çarmıha germişler, İsa Mesih ise ölmeden Allah’ın huzuruna alınmış.”1
Diyelim ki bu söylenti gerçektir. Ama akla bazı sorular getirmektedir. Birincisi mantıksal olarak, Tanrı, insanlar kendisi hakkındaki gerçekleri daha kolay kabul etsinler diye, mucizeler gerçekleştirir, değil mi? Rivayet edildiği şekliyle Tanrı, Yahuda’yı İsa’ya benzeterek öldürülmesine sebep olup İsa’yı ise kendi yanına gizlice yükselttiyse, o zaman bu insanların doğruya değil yalana inanmalarına sebep olacaktı. Böyle bir mucize Tanrı’nın doğruluk sıfatına uygun düşer mi? Tabii ki hayır! Tanrı Mesih’i ölümden kutarmak istediyse neden karmaşık yöntemlere başvursun ki?
Yine de gerçekten Yahuda Mesih’in yerine çarmıha gerildiyse, Allah, bu gerçeği açıklamak için, neden İslamiyet’in doğuşuna kadar, 600 yıl daha bekledi ki? O zaman Allah bunca sene yanlış bir dinin yayılmasına mı neden oldu? O halde Tanrı aldatıcı bir Tanrı olmuş olmaz mı? Çünkü bu tarihe gelene dek Hristiyanlığın temelini oluşturan İsa Mesih’in çarmıhtaki ölümü ve dirilişi dünya çapında hem İncil’in ayetlerinde hem de tarihçilerin yazılarında gerçek olarak kayda geçmiştir.
Yahuda’nın İsa Mesih’in yerine geçmesi mümkün değil, çünkü Yahuda İsa Mesih’i ele verdiği için vicdan azabı duymuş ve hemen sonra intihar etmiştir (Matta 27:5). Yahuda’nın kendini öldürmesinin ardından İsa Mesih çarmıha gerilmiştir. Daha önemlisi, İsa Mesih, ölüp dirilmesi gerektiğini havarilerine kendi ağzıyla defalarca önceden belirtmişti (bkz. Matta 16:21; 17:22; 20:17-18). Mesih’in kendisi, hizmetinin ölüm ve dirilişle tamamlanması gerektiğini iyi biliyordu, çünkü önceden Tevrat ve Zebur’da belirlendiği gibi insanlık uğruna kendi canını vermeye geldi. İsa’dan yüzlerce yıl önce peygamberler Mesih’in dünyaya gelip insanların günahına karşılık ölmesi gerektiğini yazdılar (bkz. Yeşaya 53, Zekeriya 12:10, Daniel 9:26).
Örneğin, Peygamber Davut Mesih için şöyle yazdı: “Ellerimi, ayaklarımı deliyorlar. Bütün kemiklerimi sayar oldum, gözlerini dikmiş, bana bakıyorlar. Giysilerimi aralarında paylaşıyor, elbisem için kura çekiyorlar” (Mezmur 22:16-18).
Şunu da unutmayalım ki, Hz. Davut bunları daha çarmıh cezası icat edilmeden, Mesih’in gelişinden yaklaşık 1.000 sene önce aktardı. Bir araştırmacı, peygamberlerin Eski Antlaşma’da Mesih’in dünyaya gelişiyle ilgili 2.500’den fazla önbildiride bulunduklarını kaydetmişti.2 Bu da Mesih’in bakireden doğuşundan (Yeşaya 7:14), ölümden sonra bedeninin çürümeden 3 gün sonra dirilişine kadar (Mezmur 16:10), ki bir ceset 3. günün sonrasında ancak çürümeye başlar, gibi birçok şaşırtıcı mucizeler içeriyor. Yeni Antlaşma’ya (İncil’e) gelince, Mesih’in ölümü hemen hemen her bölümde geçiyor. Dolayısıyla, Mesih’in ölümünü inkâr etmek İncil’in temel taşını söküp atmak anlamına gelir. Aynı zamanda Tanrı’nın Sözü’nü inkâr etmek demektir. Mesih imanlıları olarak İsa’nın ölümü ve dirilişi imanımızın vazgeçilmez temelidir (bkz. 1. Korintliler 15:12-19).
Tarihsel kayıtlar da çarmıhta ölenin İsa Mesih olduğunu doğruluyor. Örneğin Romalı Takitus (55-120 M.S. - Hristiyan olmayan bir tarihçidir), İsa Mesih’in Pilatus tarafından çarmıha gerildiğini yazmaktadır. 2. yüzyılda yaşamış olan Grek tarihçi Lusian da Hristiyanlık inancını ilk olarak ortaya koyan adamın idam edildiğini anlatmaktadır. Bu kayıtların sahiplerinden hiçbiri Hristiyan değildir, hatta Hristiyanlığı nefretle eleştiren şahıslardı.3
Sonuç olarak hangi tarihsel kaynağa bakarsak bakalım, tarih boyunca İsa Mesih’in çarmıha gerildiği konusu kuşkuya yer kalmayacak şekilde kabul edilmektedir. Ayrıca, İsa’nın havarileri O’nun hem ölümüne hem de ölümden dirilişine görgü tanıkları olarak, ölmeyi bile göze aldılar ki elçi Yuhanna haricinde hepsi Mesih uğruna şehit oldular.4 Yaydıkları inancın en temel gerçeği, Mesih’in bedence ölümden dirildiği ve onlara defalarca göründüğü müjdesidir: “Siz Yaşam Önderi’ni öldürdünüz, ama Tanrı O’nu ölümden diriltti. Biz bunun tanıklarıyız” (Elçilerin İşleri 3:15).
Mesih’in ölümü gibi, kimliği ve kişiliği de sıkça saldırıya maruz kalıyor. Tabii ki halkımızı bu konuda anlayışla karşılıyoruz çünkü düz mantıkla buna yaklaşırsak şöyle bir sonuç çıkarmak doğaldır: “Eğer İsa Tanrı’nın Oğluysa, demek ki Tanrı’nın bir eşi olması gerek.” Haşa! Zaten hiçbir Hristiyan öyle bir sapkınlığa inanmaz. Bir başka söylenti ise şudur; “İsa Mesih’in ‘Tanrı’nın Oğlu’ olarak nitelendirilmesi, Mesih’i yakından tanımayan ve sonradan O’nu ilahlaştırmak isteyen bazı eski Hristiyanların uydurmasından kaynaklanıyor.” Fakat bu da doğru değildir. Aslında sorun şudur ki, toplumumuzda “Tanrı Oğlu” meselesine karşı genel bir önyargı ve alerji vardır. Neden o kadar tepkili davranıyoruz ki? Çünkü bu sözü duyunca hemen Allah’a eş koşulduğunu düşünürüz. Oysa Hristiyanlar da tek Allah’a inanıyorlar. Esasına bakarsak hepimiz Tanrı’nın çocukları değil miyiz? Bunu söylerken tamamen ruhsal boyutuyla söylediğimizi herkes anlamıyor mu? Mesih’in durumu da buna benziyor. Sonuçta bu konuyu anlayamamamızın esas sebebi yine içimizdeki korku ve önyargıdır.
Tevrat, Zebur ve İncil tutarlı olarak İsa Mesih’i Tanrı’nın Oğlu olarak betimliyor. Peki, Kutsal Kitap bunu nasıl açıklıyor? Her şeyden önce, İsa Mesih’e verilen ‘Tanrı’nın Oğlu’ sıfatının fiziksel değil, ruhsal anlamda kullanıldığını vurguluyor. Çünkü Tanrı ruhtur, dolayısıyla O’nun bir oğul doğurması mümkün değildir. Demek ki bu oğulluk fiziksel değil, tanrısal ve ruhsal bir anlam taşıyor.
Peki, Mesih hangi anlamda Tanrı’nın Oğlu oluyor? İlk önce Mesih’in bu Oğul olma durumunun peygamberlerin sözlerinde çok önceden geçtiğini belirtmeliyiz. (2. Samuel 7, Mezmur 2) Yani gelecek olan Mesih’in ‘Tanrı Oğlu’ unvanıyla tanınacağını belittiler. Daha belirgin sebep olarak bakireden doğması ve onun fiziksel bir babasının olmaması, böyle adlandırılmasını sağlamıyor mu? Nitekim melek Cebrail Hz. Meryem’e gelince şöyle dedi: “Bak, gebe kalıp bir oğul doğuracak, adını İsa koyacaksın. O büyük olacak, kendisine ‘Yüceler Yücesinin Oğlu’ denecek” (Luka 1:31). Ayette de gördüğümüz gibi Rab’bin kendisi Mesih’i “Yüceler Yücesinin Oğlu” olarak adlandırırken bizim bu kavrama bu kadar tepkili olmamız doğru mudur? Hepimiz İsa Mesih’in Tanrı’nın bir mucizesi sonucunda bir bakireden doğduğunu biliyoruz dolayısıyla ancak ve ancak “Tanrı’nın Oğlu” olarak nitelendirilebilir.
Daha sonra, Allah’ın kendisi birçok defa Mesih’in bu sıfatını açık bir şekilde belirtti. İlk önce Mesih vaftiz olurken Tanrı göklerden şöyle seslendi: “Sevgili Oğlum budur, O’ndan hoşnudum” (Matta 3: 17) Daha sonra da Mesih birkaç öğrencisiyle birlikte yüksek bir dağa çıkıp görüşürken birden görünümü değişerek Tanrı’nın görkemine büründü. O anda gökten gür bir sesin şöyle dediğini işittiler: “Sevgili Oğlum budur, O’ndan hoşnudum, O’nu dinleyin” (Matta 17:5). Demek ki bu gerçek, ne kimsenin özel görüşü ne de sonradan yapılan bir uydurmadır. Bu Allah’ın çok önceden bildirmiş olduğu ve defalarca tekrarladığı kendi gerçeğidir.
Diğer önemli bir husus da, Mesih’in kendi tanıklığı. İsa Mesih yargılanmak üzere Yahudi önderlerinin önüne çıkarılıp şöyle sorgulandı: “Tanrı’nın Oğlu Mesih sen misin?” Çünkü Yahudi toplumu tam bu nitelikte bir kurtarıcı bekliyordu. Mesih ise “Evet benim” cevabını verdi. Fakat din bilginlerinin kendi önyargıları ve kıskançlıkları yüzünden yine onu kabul etmek istemediler. Hatta Mesih’in bu sözünü küfür sayarak onu çarmıha mahkûm ettiler (bkz. Matta 26:63-66). Etrafındaki insanlar ve sonraki nesiller yanlış anlamasınlar diye Mesih’in kendisi Tanrı’nın Oğlu olmadığını belirtmek isteseydi bunun için çok fırsatı vardı. Fakat tam tersine bu gerçeği defalarca öne sürdü ve böylece çarmıha gitti. Sonuçta Mesih’in ‘Tanrı Oğlu’ unvanı hiç kimsenin özel yorumu değildir, aksine Tanrı’nın, peygamberlerin ve Mesih’in sözlerine dayalı bir gerçektir.
Aslında başta dediğimiz gibi hepimiz Tanrı’nın çocuklarıyız. Bir oğlun en baştaki görevi nedir? Babasına layık bir şekilde onu temsil etmek ve ona hizmet etmek değil mi? Adem de ilk yaratıldığında Tanrı’nın suretinde yani bir anlamda Allah’ın ‘oğlu’ olmak üzere yaratıldı (bkz Yaratılış 1:26, Luka 3:38). Fakat ne yazık ki, atamız yaratılışına aykırı olarak davrandı ve büyük bir günah işledi. Onun soyundan gelen hepimiz benzer şekilde göksel Babamız’a ihanet etmişizdir. İsa Mesih ise hayatının her alanında Tanrı’ya yaraşır bir karakter ve hizmet sergiledi dolayısıyla Tanrı’nın Oğlu sıfatına layıktır. İncil’i okuyan herkes Mesih’in her peygamberden çok ötede olup ilahi bir kimliğe sahip olduğunu hemen kavrıyor. İster muazzam konuşmalar veya yaptığı olağanüstü mucizeler olsun, ister inanılmaz doğuşu ya da ölümden dirilişi olsun, İsa Mesih tanrısal bir yapıya sahip olduğunu gösterdi. Bütün bunları ancak “Tanrı’nın Oğlu” sıfatına sahip olan biri yerine getirebilir. İşte bu yüzden İsa Mesih Kutsal Kitap’ta Tanrı’nın Oğlu olarak nitelendiriliyor (bkz. Yuhanna 1:18).
Hristiyanlıkla ilgili ileri sürülen en yakışıksız söylentilerden biri de ‘teslis’ denilen ‘üçlübirlik’ konusuna ilişkindir. Birçok kişi Hristiyanların üç Tanrı’ya tapındıklarını öne sürüyor; hatta Hz. Meryem’in (Tanrı’nın karısı olarak) bunlardan biri olarak kabul ettikleri rivayet ediliyor.
Böyle düşünceler yalnız Kutsal Kitap’ın öğretisine değil normal mantığa da çok terstir. Öncelikle şunu belirtelim ki biz üç tanrıya değil tek olan Allah’a inanıyoruz. Kutsal yazılar defalarca Tanrı’nın tek Tanrı olduğunu vurguluyor: “Tanrımız RAB tek RAB’dir” (Yasanın Tekrarı 6:4). Öyleyse Kutsal Kitap’ın anlattığı asıl üçlübirlik öğretisi nedir? Kısaca: Tanrı, öz varlığında ezelden ebede var olan, uyum ve birlik içerisinde hareket eden üç ayrı kişisel benlikten ibaret olup bir bütün olarak görünmektedir: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh.
Şimdi bir önceki soruda belirttiğimiz gibi bu meseleyi yanlış anlamamıza sebep olan aslında bizim konuya bakış açımızdır. Ne yazık ki, çoğu insanımız bu konuyu tartışmanın bile yanlış olduğunu sanıyor. Halbuki bu konu ilahiyat bilimlerinde enine boyuna tartışılıyor çünkü son derece önemli bir konudur. Bizler de tek Allah’a inanıyoruz. Fakat araştırılması gereken konu şudur: Allah’ın öz varlığı ve tanımı nasıldır? İlk önce Tanrı’nın varlığının herkesin sandığı kadar basit ve tek boyutlu olmaması bizi şaşırtmamalı. Örneğin: Bizim varlığımız dıştan bir bütün olarak görünürken, ruh, can ve bedenden oluşan bir birleşim değil mi? Aynı şekilde Tanrı’nın bundan kat kat daha yüce ve tamamıyla anlaşılmasının imkânsız olacağını bilmeliyiz. Evet, kendi varlığımızda üç benliğin (beden, can ve ruh) tam bir birliktelik içinde bulunduğunu görebiliyoruz. Fakat insan öldüğünde canı ve ruhunun bedeninden ayrılması onun iki ya da üç farklı kişiden oluştuğu anlamına gelmez aksine hâlâ tek kişi sayılır çünkü kıyamet gününde bir daha birleşecekler. Bizdeki bu ‘üçlübirlik’ Tanrı’nın yüce varlığının bir yansımasıdır; çünkü insan olarak bizler Rab’bin benzerliğinde yaratıldık ve O’nun yüce varlığını kendi öz yapımızda yansıtmaktayız (bkz. Yaratılış 1:26).
İkinci olarak, üçlübirliğin insanların kendi kafalarından ürettikleri bir kavram değil Tanrı’nın kendi kendini ifade şekli ve öz açıklanışı olduğunu hatırlamalıyız (Matta 28:19; 2. Korintliler 13:14). Bu kavramı anlamakta zorluk çekebiliriz ama sözü edilen bu kavramın yanlış olduğunu değil, ancak idrak etme kapasitemizin yeterli olmadığını gösteriyor. Zaten aklımızın Tanrı’nın özünü yüzde yüz olarak kavramasını beklemek bizi yanılgıya düşürebilir ve kendimize büyük bir tuzak kurmuş oluruz, çünkü Rab’bimiz o kadar yüce ve görkemlidir ki, O’nu mantıksal kurallarla tamamen anlayıp kavrayamayacağımızı bilmeliyiz. O yüzden Sözü’ne bakarak görkemli varlığının nasıl olduğunu öğrenmeye çalışırız.
Bu kadar yüce bir kavramı anlatmak için aciz bir örneğe başvurmak istiyoruz. Tabii ki hiçbir örnek yeterli değil, ama en azında konumuza yardımcı olur diye düşünüyoruz:
Evrende birçok nesne Tanrı’nın görkemini ve karakterini beyan eder ve güneş bunlardan bir tanesidir. Güneşin var oluşu dünya çapında kabul edilmektedir, hâlbuki bilim adamlarının dediklerine göre hiçbir insan onun yüzünü tam olarak görmemiştir. Müthiş sıcaklığından ötürü insan yaklaşamıyor, bu yüzden bizler güneşi ancak parıltısından ve ısısından tanıyoruz. Buna rağmen hiç kimse güneşin olmadığını öne süremez, çünkü bizden milyonlarca kilometre uzaklıkta olsa bile ışığını görüyoruz ve ısısının etkisini hissedebiliyoruz. Aynı şekilde erişilmez görkem ve ışıkta yaşayan ve ruh olan görkemli Baba Tanrı’yı hiçbir insan göremiyor. Fakat yüce biricik Oğlu, İsa Mesih, Babasının yüceliğini ve isteklerini bize yansıtıyor ve ancak O’nun aracılığıyla Baba Tanrı’yı tanıyabiliyoruz. Ayrıca Kutsal Ruh, güneşin ısısı gibi Baba Tanrı’nın işleyişini yüreğimizde gerçekleştiriyor ve onun etkisini gerçek bir şekilde üzerimizde ya da içimizde hissedebiliriz. Tekrar güneş örneğine bakacak olursak, küresi, ışığı ve ısısı farklı olmasına karşın, yine de üçünün aynı güneşe ait olduğuna inanırız. Benzer şekilde Tanrı da tek bir Tanrı’dır; fakat üç ayrı kişilik olarak var olup kendisini bize yansıtıyor. Sonuçta Hristiyanlar kesinlikle üç Tanrı’ya tapmıyorlar, bizler tek olan ama üç kişisel benlikten oluşan Tanrı’ya inanıyoruz. Anlaşılması zor olabilir, fakat Tanrı’nın öz yapısını mantığımıza uygun olarak yapılandırmak bize düşmüyor. Bize düşen O’na kendisinin kendi öz varlığını açıkladığı şekilde inanmaktır.
1 Olayın bu versiyonu Kuran’da geçen ayetlere (Nisa (4.) Süresi, 157-158) dayandırılır.
2 Chuck Missler, Cosmic Codes, (Sf. 47) Koinonia House, 1999.
3 İsa Karataş, Gerçekleri Saptıranlar, (Sf. 113-114) Lütuf Yayıncılık, 2. basım, 1997.
4 Josh McDowell, Marangozdan da Öte, (Sf. 43-51) Zirve Yayıncılık.