arık, “Evet, efendim” diye söze başladı. “Ben 70’li yıllarda Beyrut’ta büyüdüm. Sizin de bildiğiniz gibi, bir çocuk için oldukça korkulu bir dönemdi. Ülkede iç savaş ve anarşi hüküm sürüyordu. Hıristiyan, Müslüman herkes din adına birbirini öldürüyor ve Tanrı adına savaştıklarını söylüyordu. Din, kan, savaş ve ölümle içiçe geçmişti. Aslında, söyleyeceklerimi lütfen maruz görün efendim, ama bütün bunlar beni dinden soğuttu. Benim dünyamda kendilerine Hıristiyan diyen insanlar diğer insanları bombalarla öldürüyor ve görünürdeki her şeyi yok ediyordu. Bunu yapan bir tek onlar değildi elbette. Ama bütün bunlar ağzımda çok acı bir tat bıraktı. Tanrı’dan uzaklaştım.
“Ailem Hıristiyan’dı, bu yüzden kiliseye gitmek ve Hıristiyan savaşçılara sempati duymak zorundaydım. Ben kendim savaşmamayı seçtim, çünkü Hıristiyanlar da aynen Müslümanlar gibi kendilerinden farklı inançlara sahip olanları öldürüyor, yok ediyordu.
“Hepsi birbirinin aynıydı; Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındabu açıdan hiçbir fark yoktu. Fanatizm, kin ve nefret tüm insanların gözlerini körleştirmişti. Bu nedenle kendimi kiliseden ve Hıristiyanlar’dan uzak tuttum. Çünkü onlar diğerlerinden daha iyi değillerdi…Her şey bir felaketti!”
Nedim Nur, “Bu nedenle bilgisayar işine, yani her şeyin bir düzen ve denetim altında tutulabileceği bir alana yöneldiniz demek” dedi.
“Öyle de denebilir, efendim” Tarık bir yandan da sahte öyküsünesadık kalmaya çalışıyordu.
Nedim öne doğru eğilerek fısıldadı, “Size bir sır verebilir miyim,Tarık?”
“Elbette, efendim.”
Nedim zorlukla işitilebilen bir sesle şöyle konuştu, “Aramızda kalsın. Ben de aslında bir Hıristiyan olduğumu söyleyemem.”
Bu sözler Tarık’ı hazırlıksız yakalamıştı.
“Ne demek istediğinizi pek anlayamadım, efendim. Siz bir kiliseönderi değil misiniz?”
“Tabii ki, öyleyim. Sadece kendimi bir Hıristiyan olarak nitelendirmiyorum.”
Tarık sordu: “Peki kendinizi nasıl nitelendiriyorsunuz?”
“Ben İsa Mesih’in bir izleyicisiyim.”
“Bu aynı anlama gelmiyor mu?”
Nedim, “Keşke gelseydi” diye yanıt verdi. “Bu coğrafyada birçokinsanın, “Ben Hıristiyan’ım” dediğine tanık oluyorum. Bu sözler onlarca, “Bir Müslüman veya Yahudi değilim” anlamına geliyor. Yaniİsa Mesih’in gerçek izleyicileri oldukları anlamına gelmiyor.”
“Ama onlar kiliseye gidiyorlar, değil mi?”
“Elbette gidiyorlar. Ama kiliseye gitmek bir insanı Hıristiyan yapmaz. Gerçek Hıristiyanlık etnik bir topluluk ya da sosyal bir kulüp değildir. Belli bir ırka da ait değilsinizdir. Doğduğunuzda nüfus kâğıdınızla birlikte kazandığınız bir kimlik de değildir. Hıristiyanlık,kişinin öz iradesiyle aldığı bir karardır.”
“Ne tür bir karar?”
“Kutsal Kitap’ta bildirildiği gibi, kişinin Tanrı’nın kendisini sevdiğine ve yaşamı için harika bir tasarısı ve amacı olduğuna inanmayakarar vermesidir. Ve Tanrı kişiye onun için özel olan yaratılış ve yaşam amacını gösterir.”
Nedim düşünceli bir tavırla Tarık’a bakarak sordu:
“Siz Tanrı’nın var olduğuna inanıyorsunuz, değil mi?”
Tarık bu soruya hazırlıklı değildi, ama kendisini çabucak toplayarak yanıt verdi:
“Elbette. Tanrı vardır. Olmak zorundadır.”
“Doğru. Tanrı olmak zorundadır. Aksi takdirde, bütün bu dünyayı ve içindekileri kim yarattı? Yeryüzünü, gökleri ve tüm evreni? Hayvanları, bitkileri ve insanoğlunu? Sadece Tanrı her şeyi böylesine mükemmel bir doğrulukta ve güzellikte yaratabilir.”
Dalya o sırada yemek masasını hazırlıyordu. Ama Bayan Nur, konuşmaya katıldı ve şöyle ekledi:
“O hepimizi Yaratan’dır. Herkes varoluşunu ve gönencini O’na borçludur. Tanrı’nın varlığının kanıtı insandır; vicdanımız ve yüreklerimizdeki sonsuzluk kavramıdır. Kral Süleyman şöyle der: ‘O her şeyi zamanında güzel yaptı. İnsanların yüreğine sonsuzluk kavramını koydu…’” (Vaiz 3:11).
Nedim devam etti:
“Tanrı’nın varlığına inanmak çok önemli. Mantıklı hiçbir insan O’nun varlığını reddedemez. Davut bu konuda şöyle bildirir: ‘Akılsız içinden, “Tanrı yok!” der’” (Mezmur 14:1).
“Ben akılsız biri değilim, efendim. Ama Tanrı gibi yüce ve ulu bir varlığın beni sevdiğine inanmak biraz zor geliyor.”
“Tanrı elbette seni seviyor. O sana olan sevgisini daima gösterir.”
“Gösterir mi? Ama nasıl?”
“Gün doğumunda ve gün batımında, dağlarda ve vadilerde, ağaçlarda ve çiçeklerde, yırtıcı hayvanların kükremesinde ve kuşların cıvıltısında. Kendi kalp atışlarında ve nefes alışlarında. Sana yardım etmesinde, sana bakıp ihtiyaçlarını karşılamasında ve seni koruyup gözetmesinde. Tanrı bu sevgisini Kutsal Kitap’ta açıkça bildirir: ‘Seni sonsuz bir sevgiyle sevdim.’” (Yeremya 31:3).
“Gerçekten mi?”
“Evet. Mesih İsa’nın bildirdiği gibi, Tanrı’nın senin için özel bir tasarısı var: ‘Bense insanlar yaşama, bol yaşama sahip olsunlar diyegeldim’” (Yuhanna 10:10).
“Yani, bu bizler için mi?”
“Evet, ancak Tanrı’nın bu sevgisini ve bize özel tasarısını aradaki günah yüzünden yaşayamayız.”
“Demek ki, bütün sorun bu.”
“İnsan günahkârdır ve Tanrı’dan ayrılmıştır. İnsanlık O’nun sevgisinden ve tasarısından çok uzaklardadır.”
“Ne kadar umut kırıcı!”
“Bildiğiniz gibi, Tanrı Adem’i kendi suretinde saf ve günahsız olarak yarattı. Ama Adem Tanrı’nın sözünü dinlemedi ve O’na karşıgeldi. Adem ve Havva yasaklanmış olan ağacın meyvesinden yediler. Bu yüzden Tanrı’nın yargısı ve verdiği cezayla karşı karşıya kaldılar. Günahın bedeli (ücreti) ölümdür. Tanrı ölümü yaratmadı, ancak günah ölüme yol açtı. Bu sadece fiziksel bir ölüm değil, Tanrı’dan uzaklaşmak olan ruhsal bir ölümdür. Günahkâr Adem’in Kutsal Tanrı’yla paydaşlık etmesi artık mümkün değildi, bu nedenle Aden bahçesinden kovularak dış dünyaya gönderildi. Günah, bedeninde bakî kaldı ve nesiller boyu insan soyuna aktarıldı. Ama…”
Tarık merakla sordu:
“Ama ne?”
“Ama merhametli ve adil Tanrı, günahın cezasız kalmasına göz yumamazdı. Tanrı adildir, ama aynı zamanda seven, bağışlayan ve merhamet edendir. Bu nedenle Tanrı, sevgisi ve merhameti aracılığıyla, insanlığın günahın bedelinden kurtuluşu ve ilk başta yarattığı suretine ve kendisiyle yakın paydaşlığa geri dönmesi için bir yol sağladı.”
“Bu yüzden Tanrı tüm günahları bağışladı.”
“Ama ya O’nun adaleti? Günahın cezası olan ölüm hâlâ geçerliydi.”
“Evet, bu bir sorundu…”
“Tanrı bu soruna çözümü kendisi sağladı. İnsanlığı kendisiyle barıştırmak üzere bir yol sağladı. Günahın bedeli İsa Mesih aracılığıyla ödendi. Öyle ki, Adem’de ölenler, Mesih’te yeniden yaşam bulsunlar.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“‘Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlu’nu verdi. Öyleki, O’na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun’ (Yuhanna 3:16). İsa Mesih’in insanlığın kurtarıcısı olduğuna inanmamız, O’nun çarmıhtaki ölümüyle günahlarımızı kaldırdığını ve ölümden dirilişiyle bize sonsuz yaşam verdiğini ikrar etmemiz gerekir. Göklerdeki sonsuz yaşama giden tek yol İsa Mesih’tir.”
Nedim’i dikkatle dinlerken derin düşüncelere dalmış olan Tarık şöyle sordu:
“Niçin İsa Mesih olması gerekiyordu?”
“Güzel bir soru. Niçin İsa Mesih? İyi dinle! Günahı yargılayan vecezayı veren de, bu cezayı kaldırmak isteyen de Tanrı’dır. Cezanın kaldırılması için bir bedel ödenmek zorundaydı. Bu bedeli kim ödeyebilirdi? Tarık, bu bedelin ne olduğunu biliyor musun?”
“Ölüm. Günahın bedeli ölümdür.”
“Bir yaşamın verilmesi gerekiyordu. Bu bir insan olamazdı, zira insan Tanrı’nın merhametine bağımlıdır, oysa Tanrı insanın ölmesini istemiyordu. Diğer bir seçenekse, Tanrı idi. Ama doğası gereği Tanrı ölemezdi. Bu görevi üstlenecek başka birisinin olması gerekiyordu. Yani insan suretinde, ancak insanlıktan üstün bir varlık olması gerekiyordu. Bu varlığın hem insan, hem de ilahî doğaya sahip olması gerekiyordu. Tümüyle günahsız ve pak olmalıydı. Adem’in tohumunu taşımamalıydı. Bu yüzden Tanrı insan suretine büründü ve insanlığın günahlarının bedelini ödemek için onların yerine ölmek üzere yeryüzüne geldi. Böylelikle, ölümüyle günahın bedelini ödeyecek veölümden dirilişiyle kurtuluşu mümkün kılacaktı.”
Odaya derin bir sessizlik çöktü. Ardından Nedim konuşmasını sürdürdü:
“Size İsa Mesih’i izlemek ne demektir kısaca anlatmaya çalıştım.Ben bu kararı otuz iki yıl önce verdim ve ondan sonra yaşamım tamamen değişti.”
Nedim’in konuşmaları huzur, güven ve sevinç telkin ediyordu.
“Bununla birlikte, kişisel deneyimlerime dayanarak size şunları da söyleyebilirim, Tarık. Tüm yaşamları boyunca kiliseye giden ve herkese Hıristiyan olduklarını söyleyen öyle kişiler tanıdım ki, onlar hiçbir zaman İsa Mesih’in gerçek izleyicileri olmadılar. Oruç tutarlar, dua ederler, yoksullara sadaka verirler, fakat İsa Mesih’e iman edip yaşamlarını O’nun ellerine teslim etmezler. Sonuç olarak, ne yazık ki, Tanrı’nın sevgisini yaşayamazlar ve O’nun yaşamları için tasarladığı planı asla bilemezler. Daha da kötüsü, Hıristiyan olduklarını söyleyen bazı kişiler İsa’nın öğretilerine tümüyle aykırı bir yaşam sürerler. Gerçek yerine yalan söylerler. Alkol ve uyuşturucu kullanırlar. Evlilik öncesi ilişkilere girer, evlendikten sonra da eşlerine sadakatsizlik ederler.”
Tarık bütün bu konuşmaları dinlemekte olan Dalya’nın yüz ifadesini görmeyi çok istiyordu, ama o anda arkasına dönüp bakmaya cesaret edemedi. Tarık, Dalya’nın babasının İsa Mesih’e olan bu derin ve yürekten sevgisinden etkilendiğini ve sözde Hıristiyan olanları anlatarak aslında kendisine işaret ettiğini düşünüp utançtan ezildiğinitahmin edebiliyordu. Tarık bunun dışında konuşmanın gidişatından son derece memnundu. Dalya’nın babasını bütün gece boyunca Hıristiyanlık hakkında konuşturabileceğini ve böylelikle kendi geçmişive kızıyla olan ilişkisi gibi “hassas” konulardan uzakta tutabileceğinidüşünüyordu.
Tarık tam bir soru daha sormak üzereyken, Nedim daha önce davrandı:
“Merak ediyorum, Tarık, sizce İsa Mesih kimdir?”
Tarık o ana dek bu soru üzerinde ciddi olarak düşünmediğinin farkına vardı. “Efendim, kendimi İsa Mesih’in bir izleyicisi olarak tanımlayamam. Ama yine de O’nun büyük bir din önderi olduğunu söyleyebilirim.”
Nedim başıyla onayladı, “Size katılıyorum genç adam. İsa Mesihyaşamı ve öğretileriyle tarihin akışını değiştiren büyük bir din önderiydi gerçekten. Ama O iyi bir insan ve büyük bir öğretmenden çok daha fazlasıydı. İsa Mesih Yeni Antlaşma’da açıkça Tanrı olarak tanıtılır.”
“Ama efendim, eğer açık sözlü olmama izin verirseniz…”
“Elbette, lütfen, burada dostların arasındasınız, Tarık.”
“…o zaman, müsaade ederseniz kendi düşüncemi açıklayayım. Ben eminim ki, Yeni Antlaşma’yı kaleme alan Hıristiyanlar İsa’nın Tanrı olduğunu düşünmüşlerdi. Belki de O’nun Tanrı olmasını istemişlerdi. Ama İsa hiçbir zaman Tanrı olduğunu iddia etmedi.”
“Ama aslında etti, Tarık.”
am o sırada Bayan Nur herkesi sofraya davet etti. Çok lezzetli yiyecekler hazırlamıştı, Tarık ise bir an önce hepsinden tatmak istiyordu. Genç adam koltuktan ayağa kalktığı sırada Dalya’nın gözlerindeki korkunç ifadeyi fark etti.
Dalya, gerçek düşüncelerini dile getirmekten ve babasını ve yeninişanlısını incitmekten kaçınsa bile, konuşulanlardan son derece rahatsız olmuş ve başka bir konuya geçilmesini şiddetle arzu eder görünüyordu. Oysa Tarık bu konuda hiç de aceleci değildi.
Masadaki yerine otururken, “Babanın bu kadar ilginç bir insan olduğunu niçin bana söylemedin?” diye şaka yollu konuştu.
Dalya’nın gözleri biraz daha kısıldı. Tarık’a ne kadar kızdığını ailesine belli etmemeye çalışıyordu. Ama eğer bakışlar öldürebilseydi, Mervan Akat –namı diğer “Tarık Cemil”– o anda ölü bir insan olurdu.
Dalya, “Benim hatamdı” diye geçiştirdi. “Din hakkında böylesinederinlemesine konuşmak isteyeceğin hiç aklıma gelmemişti.”
Tarık, havayı dağıtmak amacıyla şakacı bir tavırla, “En azından politikadan konuşmaktan çok daha iyi” diye yanıtladı. Dalya, babasının aksine, Tarık’ın bu sözlerine pek kanmamış görünüyordu.
Nedim herkes masaya oturduğunda, “Dalya, şükran duasını sen etmek ister misin?” diye sordu.
“Hiç fark etmez, babacığım. Ama ben biraz paslandım galiba. Buonuru sen üstlensen daha iyi olur.”
Nedim Nur hafif bir düş kırıklığı yaşamış gibiydi, yine de sevinçli bir sesle, “Elbette” diye karşılık verdi.
Nedim, eşi ve Dalya ellerini kavuşturup gözlerini yumdular ve başlarını öne eğdiler. Tarık da hemen onları taklit etti.
“Sevgili Baba, derin sevgin ve merhametin için sana teşekkür ederiz. Oğlun Rab İsa Mesih’i bizi sevmek ve kurtarmak üzere yeryüzüne gönderdiğin ve O’nun çarmıhtaki ölümü aracılığıyla bize sonsuz, bol yaşam sağladığın için sana şükrederiz. Dualarımızı işitenve yanıtlayan Tanrı olduğun için sana şükrederiz. Kızımız Dalya’yı en sonunda eve getirdiğin için sana yürekten şükrediyoruz. Kızımız Dalya’yı ve arkadaşı Tarık’ı bereketlemen için dua ediyoruz. Her ikisi de burada sevildiklerini ve bu eve mutluluk getirdiklerini bilsinler diye dua ediyoruz. Bu ev, yaşamın fırtınalarından koruyan sağlam bir kale olsun. Bize verdiğin bu yiyecekler ve birlikte olduğumuz bu zaman için sana şükrediyoruz. İsa’nın adıyla, Amin.”
Tarık dâhil herkes Nedim’in ardından “Amin” dedi. Tarık daha önce bir Hıristiyan duasına hiç katılmamıştı. Ama bu dua onda garipbir merak uyandırmıştı. Duanın sözleri son derece içten, samimi ve kişiseldi – küçük bir çocukken büyüklerin ettiklerini hatırladığı dualara hiç benzemiyordu. Nedim adeta Tanrı’yla gerçekten konuşuyormuş; Tanrı odada onlarla birlikteymiş gibiydi. Bütün bunlar Tarık’a hiç alışık olmadığı bir huzur ve rahatlık verdi. Belki de bu duygularının nedeni mutfaktan gelen ve çok uzun zamandır tatmadığı leziz ev yemeği kokularıydı.
Tarık masaya gelen kuzu etine ve sebze yemeklerine iltifat etmeyi bitirdikten sonra, Nedim sordu: “Yeni Antlaşma’yı okuma fırsatınız oldu mu, Tarık?”
Tarık başını sallayıp, “Hayır, efendim. Hiç okumadım” dedi.
“Mutlaka okumalısınız. Okuduğunuzda çok beğeneceğinizi sanıyorum. Aslında yatmadan önce bendekilerden bir tanesini okumanıziçin size vereceğim.”
“Çok kibarsınız efendim, ama böyle bir armağanı nasıl kabul ederim.”
“Benim için zevk olur. Neticede ben bir kilise önderiyim. Bu benim görevim.”
Tarık güldü. Bu kesinlikle doğruydu.
“O zaman memnuniyetle kabul ederim, efendim. Yeni Antlaşma’yı okumak isterim.”
“O zaman size bir tane armağan edeceğim. Okuduğunuzda içindekileri sizin de benim gibi olağanüstü bulacağınıza eminim. Örneğin, İsa Mesih cesaretle, sürekli olarak Yüce Tanrı ve kendisinin tekve aynı olduklarını bildirir. İsa, Yuhanna 10:30 ayetinde şöyle der: ‘Ben ve Baba biriz.’ Yuhanna 8:19 ayetinde ise, ‘Beni tanısaydınız, Babam’ı da tanırdınız’ diye bildirir. Yuhanna 12:45’de, ‘Beni gören,beni göndereni de görür’ diye bildirir. İsa Mesih Yuhanna 11:25-27 ayetlerinde Marta adlı bir kadına şöyle der: ‘Diriliş ve yaşam Ben’im. Bana iman eden kişi ölse de yaşayacaktır. Yaşayan ve banaiman eden asla ölmeyecek. Buna iman ediyor musun? Marta, ‘Evet,Rab’ dedi. ‘Senin, dünyaya gelecek olan Tanrı’nın Oğlu Mesih olduğuna iman ettim.’”
Tarık, “Bütün bunları İsa mı söyledi?” diye sordu.
“Evet, İsa Mesih söyledi ve bunlar o dönem için oldukça cüretkârve tartışmalı bildirilerdi! Aslında Yuhanna 10:31-33 ayetlerinde dönemin din bilginlerinin İsa’nın bu sözlerine kızdıklarını ve onu taşlamak üzere olduklarını okuruz. Ama İsa Mesih onlara şöyle diyor: ‘Size Baba’dan kaynaklanan birçok iyi işler gösterdim. Bu işlerden hangisi için beni taşlıyorsunuz?’ Yahudiler şöyle cevap verdiler: ‘Seni iyi işlerden ötürü değil, küfür ettiğin için taşlıyoruz. İnsan olduğun halde Tanrı olduğunu ileri sürüyorsun.’ İsa Mesih Yeruşalim’deki dini önderler tarafından ölüm cezasına çarptırıldığında, ona karşı yöneltilen suçlama küfür etmiş olmasıydı – yani din bilginleri olmadığınısöyledikleri halde, Tanrı olduğunu ileri sürmesiydi.
“O’nun hakkındaki haberlerin o dönemde Orta Doğu bölgesindeyayılmasının başka bir nedeni de yoktu zaten. Matta 4. bölümde (4:23-25) şöyle yazılıdır: ‘İsa, Celile bölgesinin her tarafını dolaştı. Buralardaki havralarda ders veriyor, Göksel Egemenliğin müjdesiniduyuruyor, halk arasında rastlanan her hastalığı, her illeti iyileştiriyordu. O’nun ünü bütün Suriye’ye yayılmıştı. Çeşit çeşit hastalıklara yakalanmış, ıstırap içinde olan, cine tutsak, saralı, felçli olanların hepsini O’na getirdiler, O da onları iyileştirdi. [Ve] Celile, Dekapolis, Yeruşalim, Yahudiye ve Şeria Nehri’nin ötesinden gelen büyük kalabalıklar O’nun ardından gidiyordu.’ Matta 15’de ise İsa’nın Tanrı’nın Müjdesi’ni halka duyurmak, Tanrı’nın onları sevdiğini veyaşamları için harika bir tasarısı olduğunu bildirmek üzere Lübnan’agittiği yazıyor.”
Tarık çatalını masaya bırakıp sordu: “Sahiden Lübnan’a mı gitti?Neresine?”
“Sur ve Sayda bölgesine.”
Tarık belli etmemeye çalışsa da çok şaşırmıştı.
“O kısmı Kutsal Kitap’ta bana gösterebilir misiniz lütfen?” diye sordu. “Ben bunu daha önce hiç duymamıştım. Bilmek istiyorum.”
Nedim, “Elbette” dedi. Ağzını peçeteyle silip masadan kalktı ve elinde bir Kutsal Kitap’la döndü. Ardından Kutsal Kitap’ın Matta 15. bölümünü açarak Tarık’a gösterdi. “Bakın, işte burada. 21. ayette yazıyor” dedi.
Tarık Kutsal Yazılar’ı eline alıp okumaya başladı.
“İsa oradan ayrılıp Sur ve Sayda bölgesine geçti.”
İsa Mesih gerçekten kendi kasabası olan Sayda’ya mı gitmişti? Tarık ayetin tamamını okurken, kendi kendine düşündü.Böyle bir şeyi nasıl olur da bilmezdi? Niçin hiç kimse bunu daha önce kendisine anlatmamıştı?
oddard’ın telefonu çaldı. Ekrandaki numaraya bakan müfettiş, bekletmeden telefonu açtı.
Arayan İskelet idi ve herhangi bir gelişme olup olmadığını öğrenmek istiyordu.
Goddard, “Birtakım gelişmeler oldu” diye yanıt verdi.
Lemieux, “Mervan Akat’ın kardeşi her şeyi itiraf etti mi?” diye sordu.
“Hayır.”
“Mervan’ın nerede olduğunu açıklamadı mı?”
“Hayır.”
“Peki, size hangi bilgileri verdi?”
“Aslında hiçbir şey. Bu nedenle onu hapse attım.”
“Ne yaptınız?”
Goddard sözünü keserek, “Ne yapmamı bekliyordunuz?” diye karşılık verdi.
Lemieux sertçe yanıtladı. “Bizi Mervan’a götürmesi için zorlamanızı.”
“Ben de bunun için onu hapse attım zaten. Sizi temin ederim ki, Rami Akat gibi biri Beyrut hapishanesinde uzun süre kalmak istemeyecektir. Bundan emin olunuz.”
Lemieux, “Anlamıyorum” dedi. “Bazı gelişmeler kaydettiğinizi sanmıştım.”
“Evet, kaydettik.”
“O zaman, nedir bunlar?”
“Rami’nin uydu telefonunu dinlemeye aldık.”
“Ve?”
“Sao Paolo yakınlarındaki dağlık bölgede bir düzine kadar adamıvar. Adamların elinde kim var, asla tahmin edemezsiniz.”
Telefon hattında derin bir sessizlik oldu.
Goddard, “Müfettiş, demin ne dediğimi iyice duydunuz mu?” diye sordu.
Ama Lemieux bir şey söylemedi. Konuşamayacak kadar afallamış, sanki Goddard’ın sözlerini nasıl tamamlayacağını biliyormuş gibiydi.
Goddard en sonunda bombayı patlatıp yapacağı etkiyi bekledi. “Adamların ellerinde Bayan Remzi var.”
Ama hiçbir tepki gelmedi. Telefon hattı hâlâ sessizdi.
Goddard konuşmasını sürdürdü: “Ekiplerimden birini bu adamları tutuklamak ve Bayan Remzi’yi kurtarmak üzere oraya gönderdim.Adamlarım şu anda bu operasyon için Brezilyalı güvenlik yetkilileriyle işbirliği yapıyorlar.”
Goddard bir şeyler duymayı bekliyordu, ama Lemieux hâlâ tek bir söz bile etmiyordu.
Goddard en sonunda, “Hâlâ hatta mısınız müfettiş?” diye sordu.
“Evet, sizi dinliyorum.”
“O zaman niçin bir şey söylemiyorsunuz? Size verdiğim son derece önemli bir haber. Sevineceğinizi sanmıştım. Bayan Remzi yirmidört saat içinde sağ salim Monte Carlo’ya geri dönmüş olacak. Ben de bütün bu olanlar hakkında onun bilgisine başvurabileceğim. Bu sorgulamaya siz de katılmak ister miydiniz?”
Lemieux bu soruyu heyecanla yanıtlayacağı yerde, bezgin bir sesle, “O konudaki yanıtımı size daha sonra bildireceğim” dedi. Goddard ise adamın bu garip davranışına bir anlam veremedi.
efis bir yemeğin ardından, sofradan kalkıp koltuklara geçtiler. Tatlı olarak baklava yiyor ve yanında enfes Türk kahvesi içiyorlardı.Bayan Nur konuşmaya başladı: “Nedim’in söylemek istediği; İsa’nın Tanrı olduğu konusunda insanlara gayet açık konuştuğudur. İsa kelime oyunları yapmadı ya da çok anlamlı ifadeler kullanmadı. O, gerçeği tüm açıklığıyla bildirdi. Düşmanları dahil, herkes O’nun ne dediğini biliyordu. Bunları duymak aynen şimdi olduğu gibi, o zamanda da bazılarını mutlu etmedi elbette. Ama bu iddiası bir sır değildi.”
Tarık, “Olabilir. Ama bütün bunların benim için çok yeni olduğunu itiraf etmeliyim” dedi.
Bayan Nur devam etti: “Biz seni gayet iyi anlayabiliyoruz. İlk evlendiğimizde, her ikimizin de İsa’nın Tanrı olduğunu bildirdiğinden haberimiz yoktu. Ailelerimiz İsa Mesih’in izleyicileri değildi, dolayısıyla bu bilgileri öğrenerek yetiştirilmemiştik. Ne Nedim ne ben, sırf kendimiz için Kutsal Kitap okumamıştık. Ama bir gün yenievli bir çift bizi bu konuda aydınlattı. Genç erkek şimdi senin oturduğun koltukta oturarak bize, “Yeni Antlaşma’yı okuyup da İsa’nınTanrı olduğunu iddia ettiği sonucunu çıkaramayan birisinin, güneşlibir günde dışarıda durup güneşi göremediğini söyleyen bir adam kadar kör olması gerekir’ demişti. Açıkçası bu sözlerine biraz gücenmiş, biraz da utanmıştım. Çünkü o güne dek ne ben ne de Nedim Kutsal Kitap’ı anlamak amacıyla okumamıştık. O gece eşimle birlikte Yeni Antlaşma’yı okumaya başladık. Ve okudukça dostlarımızın ne kadar haklı olduklarını anladık.”
Tarık, “Daha sonra ne oldu?” diye sordu. Aslında bu soruyu yanıtını gerçekten öğrenmek istediği için mi, yoksa sırf sohbeti aynı konu doğrultusunda sürdürmek için mi sorduğundan pek emin değildi.
Nedim şöyle yanıtladı, “Bu bizim için çok ciddi bir konuydu.”
“Ne gibi?”
Dalya bulaşıkları yıkamak bahanesiyle, (aslında konuşmalardan kaçmak için) izin isteyip mutfağa giderken, Nedim konuşmasını sürdürdü: “Bunu şöyle düşünün, Tarık. İsa Mesih, Tanrı olduğunu ileri sürüyordu. Bu nedenle O’nun sadece iyi ve yüce bir insan ya daetkileyici sözler söyleyen bir peygamber olması mümkün değildi. O ya Tanrı’ydı ya da değildi. Ya doğruyu söylüyordu ya da söylemiyordu. Bunun ortası yoktu. Bizlere bunun dışında başka bir seçenek tanımıyordu. İsa, Tanrılığını birçok kez birçok yoldan kanıtlamıştı. O kendisinin kim olduğunu biliyordu. Bizlerse bu gerçeği kabul ya da reddetmek; inanmak ya da geri çevirmek durumundaydık. Yani iki seçeneğin arasında, ortada bir yerde duramazdık. Yeni Antlaşma’da yazılanları okuduktan sonra, bunlara inanırsınız ve yaşamıyla, işleriyle ve bildirileriyle Mesih’in yolunu izlersiniz. O zaman O’nun Tanrı olduğuna dair bildirisinin gerçek olduğuna inanırsınız.”
“Bu ikisinin arasında tarafsız bir bölge yoktur. Ya O’nun Tanrı olduğu dahil tüm bildirilerini gerçek olarak kabul edersiniz ya da hepsini reddeder ve O’na yalancı dersiniz. Yani O öğrencilerini, bizleri ve dünyayı kandırdı mı? Gerçeğin yüceliğini vaaz eden bir kişinin, yanılma olasılığı bulunan iddialar ileri sürmesi mümkün müdür?Ayrıca eğer söyledikleri yalansa, çarmıhtaki ölümüne isteyerek niçingitti? Kim bir yalan için yaşamını feda edebilir? Tarık, oğlum, Mesih Tanrı’dır. O bunu açıkça bildirdi. O’nun sözleri Kutsal Kitap’ta yazılıdır. Kutsal Kitap doğruyu ve gerçeği bildirir. Bu nedenle benim gibi milyonlarca inanlı bu gerçeğe inanır ve kabul eder.”
Bayan Rima Nur konuşmaya katıldı:
“Tarık, hakikat budur. Tanrı sözü olan Kutsal Kitap’ı okuduğunuzda, O’nun Tanrı olduğu size kanıtlanacaktır.”
Tarık kadına hayret içinde bakarak sordu:
“Sadece bunu yaparak mı?”
“Evet. Yeni Antlaşma’da Yuhanna kısmının 1. bölümünde şöyleyazar: ‘Başlangıçta Söz vardı.’ Dikkat ediniz, ‘Söz’ erkek şahıs zamiriyle belirtilmiştir. Ve devam eder, ‘Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı.’ Mesih aramızda yaşadı.”
Kısa bir sessizlikten sonra, Nedim devam etti:
“Bu alıntı benzer bildirilerden sadece bir tanesi. Yeni Antlaşma’da Mesih’in Tanrı olduğundan açıkça on bir kez ve Tanrı’nın Oğlu olduğundan yaklaşık elli kez söz edilir.”
Tarık şaşkınlıkla sordu:
“Ve de Tanrı Oğlu. Mesih’in Tanrı’nın Oğlu olması kafa karıştıran bir konu.”
Nedim gülümseyerek, konuştu:
“Çünkü bu konuyu insansal bir bakış açısıyla değerlendiriyorsunuz. Bu Oğulluk fiziksel anlamda bir oğulluk değildir. O bir insandan ürememiştir. Tanrı ruhtur ve bir oğlu olamaz. Mesih kesinlikle ikincil öneme sahip bir Oğul da değildir. Yani, ilk önce Baba Tanrı, ondan sonra gelen Oğul Mesih gibi. Bu doğru değildir. Oğul kavramının ruhsal anlamları vardır. Mesih Tanrı’nın sevgi aracılığıyla Oğlu’dur. Oğulluk aynı zamanda Tanrı’yla eşitliktir. O’nunla aynılıktır – bu O’nun Tanrı’nın sureti olduğu anlamına gelir. Size İsaMesih’in kim olduğunu kısaca böyle açıklayabilirim. Eğer öğrenmekistediğiniz daha fazla şey varsa, size yardımcı olmaktan mutlu oluruz.”
Bayan Nur araya girerek, “Yeni Antlaşma’yı okuduğunuz zaman,bütün bunları zaten kendiniz keşfedeceksiniz. Dostlarının da, düşmanlarının da söylediği gibi, O’nun iyi bir öğretmen olduğunu göreceksiniz. Bizler O’nun tüm söylediklerini kabul edip de Tanrılık iddialarını kabul etmiyorsak, o zaman O nasıl iyi bir öğretmen olabilir? İyi bir öğretmen insanları hiç yanıltır mı? İyi bir öğretmen sahip olduğu en önemli nitelik konusunda gerçeği söylemez mi?”
“Sanırım haklısınız.”
Konuşmalardan fazlasıyla sıkılan Dalya masayı toplamaya ve bulaşıkları yıkamaya devam ediyordu. Nedim konuşmaya birkaç kişisel görüşünü de ekledi. “İsa Mesih’in yaşamını incelerken beni en fazla etkileyen şeylerden biri de insanların O’nun gerçek izleyicisi olmaya karar verdikten sonra yaşamlarının olağanüstü bir biçimde değiştiğine ve iyileştiğine tanık olmaktır. Onlar İsa Mesih’in benzeyişinde değişirler – yani sevgi, iyilik ve dürüstlük dolu, diğerlerine, özellikle de yoksullara ve acı çekenlere karşı yardımsever olan kişilere dönüşürler. Tarihe baktığımda, İsa Mesih’in adı duyurulan her yerde insanların ve ulusların yaşamlarının iyiye doğru değiştiğini fark etmek bana çok çarpıcı geliyor. Mesih’in gücü olmadan insanların yüreklerinin ve yaşamlarının değişebilmesi mümkün mü? Bir tek Tanrı insanları böyle değiştirebilir.”
Tarık biraz düşündükten sonra, “Bu gerçekten doğru” dedi.
arık Dalya’nın erkek kardeşinin odasına girdi ve kapıyı arkasından kapattı. Kendini eski yatağın üzerine atıp yaşamında ilk kez Yeni Antlaşma’yı okumaya başladı.
Yeni Antlaşma’nın ilk kısmı olan Matta’yı açtı ve saatlerce okudu. Ardından sırasıyla Markos, Luka ve Yuhanna kısımlarına geçti. Okuduklarından İsa Mesih hakkında o güne dek hiç bilmediği şeyleröğrendi. Bakire Meryem’den doğuşunu ve Nasıralı bu sıradan marangozun nasıl körlerin görmesini, sağırların duymasını, sakatların yürümesini, felçlilerin ayağa kalkmasını ve sıçramasını sağladığını okudu. İsa Mesih kötü ruhları kovabiliyor ve ölüleri diriltebiliyordu– hatta birini dört gün mezarda kaldıktan sonra diriltmişti. Tarık’ın en çok ilgisini çeken ve heyecanlandıran İsa Mesih’in sözleri, benzetmeleri ve öğretileriydi. Daha önce böyle öğretiler duymamıştı. Matta’nın 5-7 bölümlerinde geçen Dağdaki Vaaz üzerine düşündü. İsa Mesih şöyle demişti:
“Atalarımıza, ‘Adam öldürmeyeceksin. Öldüren yargılanacak’ dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kardeşine öfkelenen herkes yargılanacaktır. Kim kardeşine aşağılayıcı bir söz söylerse, Yüksek Kurul’da yargılanacaktır. Kim kardeşine ahmak derse, cehennem ateşini hak edecektir” (Matta 5:21-22).
İnsan ilişkileri konusunda bu kadar eşsiz ve harika düşünceleri hiç olmamıştı. İsa Mesih şöyle devam etmişti:
“‘Komşunu seveceksin, düşmanından nefret edeceksin’ dendiğiniduydunuz. Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin. Öyle ki, göklerdeki Babanız’ın oğulları olasınız. Çünkü O, güneşini hem kötülerin hem iyilerin üzerine doğdurur; yağmurunu hem doğruların hem eğrilerin üzerine yağdırır. Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, ne ödülünüz olur? Vergi görevlileri de öyle yapmıyor mu?”(Matta 5:43-46).
Akla yatkın görünse bile, kim böylesine yüce bir değere sahip olabilirdi? “Bu nedenle, göksel Babanız yetkin olduğu gibi, siz de yetkin olun” (Matta 5:48).
Okuduğu her şey onu hayrete düşürüyordu; bunlar sıradan bir insanın ağzından çıkacak sözler değildi. İsa Mesih’in çekiciliği onu tutsak etmişti!
Güçlü bir utanç ve alçakgönüllülük duygusu Tarık’ın çözülmesini sağladı. Bu sözler onu öfkesi için bir şeyler yapmaya yönlendirmişti. Ama ne yapacaktı? Öfkesi başkalarını, hatta sevgili kardeşi Rami’yi bile ne kadar etkiliyordu! Akılsızca öfkesinin onu yargı altına soktuğunu anlamıştı. Bir arkadaşını sevmek bile ona bu kadar zor geliyorken, düşmanını nasıl sevebilirdi? Lemieux, Goddard ve Claudette Remzi’yi seviyor muydu?
İsa Mesih’in yaşam öyküsünü okurken Mesih’in gerçekten de iddialarına uygun bir yaşam sürdürdüğünü gördü. Tarık’ın aksine O, düşmanlarından kaçmamıştı. Yakalanmamak için yalana, aldatmayave hileye başvurmamıştı. Bahçede ona saldırdıklarında düşmanlarınakarşı koymamıştı. Petrus başkâhinin kölesinin kulağını uçurarak onukorumaya çalıştığında, İsa Mesih onu azarlayıp kılıcını yerine koymasını buyurmuştu. Kılıçla yaşayanların hepsinin kılıçla yok olacağını bildirmişti.
Tarık o gece uzun saatler boyunca durmadan okudu. Yüreği Mesih hakkında her şeyi öğrenme arzusuyla dolup taşıyordu. Yıllar boyu İsa Mesih’i tanımadan nasıl yaşayabilmişti?
Yuhanna 19. bölüme geldiğinde, okudukları onu afallattı: “O zaman Pilatus İsa’yı tutup kamçılattı. Askerler de dikenlerden bir taç örüp O’nun başına geçirdiler. Sonra O’na mor bir kaftan giydirdiler. Önüne geliyor, ‘Selam, ey Yahudiler’in Kralı!’ diyor, yüzüne tokat atıyorlardı.”
Okumaya devam etti ve –ilk kez– çarmıha gerilişinin ayrıntılarınıöğrendi. “Askerler İsa’yı alıp götürdüler. İsa çarmıhını kendisi taşıyıp Kafatası –İbranice’de Golgota– denilen yere çıktı. Orada O’nu ve iki kişiyi daha çarmıha gerdiler. Biri bir yanda, öbürü öteki yanda, İsa ise ortadaydı.”
Sonra okuduğu şey onu derinden sarstı. “İsa’nın çarmıhının yanında ise annesi, teyzesi, Klopas’ın karısı Meryem ve Mecdelli Meryem duruyordu. İsa, annesiyle sevdiği öğrencinin yakınında durduğunu görünce annesine, ‘Anne, işte oğlun!’ dedi. Sonra öğrenciye, ‘İşte, annen!’ dedi. O andan itibaren bu öğrenci İsa’nın annesini kendi evine aldı. Daha sonra İsa, her şeyin artık tamamlandığını bilerek Kutsal Yazı yerine gelsin diye, ‘Susadım!’ dedi. Orada ekşi şarap dolu bir kap vardı. Şaraba batırılmış bir süngeri mercanköşk dalına takarak O’nun ağzına uzattılar. İsa şarabı tadınca, ‘Tamamlandı!’ dedi ve başını eğerek ruhunu teslim etti.”
Çarmıha geriliş hakkında okumaya devam edip İsa Mesih’in nasıldövüldüğünü, kırbaçlandığını, yaralandığını ve fiziksel kötü muameleye maruz kaldığını öğrendikçe Tarık’ın kalbi kırıldı. Onu en çok etkileyense, çarmıhın yanında gözlerinin önünde ölmekte olan oğlunu bekleyen Meryem’in duyduğu ıstıraptı. İsa Mesih suçsuzdu. Haksız yere yargılanmış ve suçlu olmadığı bir eylem yüzünden ölüme mahkûm edilmişti. İsa Mesih çarmıhtaki son anlarında acılı annesinebakıyordu; yüreği yaralanmış, duyguları sarsılmıştı.Onu kıvrandıran acı, kendi yaralarından çok annesinin üzüntüsünden kaynaklanıyordu. Dahası, annesini en sevdiği ve güvendiği öğrencisine emanet etmişti. Bütün bunlar nasıl olmuştu? Dayanması çok zor deneyimler olmalıydı.
“İsa’nın çarmıha gerildiği yerde bir bahçe, bu bahçenin içinde de henüz hiç kimsenin konulmadığı yeni bir mezar vardı. O gün Yahudiler’in Hazırlık Günü’ydü. Mezar da yakın olduğundan İsa’yı oraya koydular.
“Haftanın ilk günü erkenden, ortalık daha karanlıkken Mecdelli Meryem mezara gitti. Taşın mezarın girişinden kaldırılmış olduğunugördü. Koşarak Simun Petrus’a ve İsa’nın sevdiği öbür öğrenciye geldi. ‘Rab’bi mezardan almışlar, nereye koyduklarını da bilmiyoruz’ dedi.”
Tarık bütün gece okudu. Ruhunun derinliklerinde gerçeği öğrenmek için büyük bir arzu duyuyordu ve zihnini kurcalayan tüm sorulara yanıt bulmak istiyordu. Okudukça sorularına daha fazla yanıtbulabiliyordu. Bu yüzden bu harika kitabı okumaya devam etti:
“Bunun üzerine Petrus’la öteki öğrenci dışarı çıkıp mezara yöneldiler. İkisi birlikte koşuyordu. Ama öteki öğrenci Petrus’tan dahahızlı koşarak mezara önce vardı. Eğilip içeri baktı, keten bezleri orada serili gördü, ama içeri girmedi. Ardından Simun Petrus geldive mezara girdi. Orada serili duran bezleri ve İsa’nın başına sarılmış olan peşkiri gördü. Peşkir keten bezlerle birlikte değildi, ayrı biryerde dürülmüş duruyordu.
“Haftanın o ilk günü akşam olunca, öğrencilerin Yahudi yetkililerden korkusu nedeniyle bulundukları yerin kapıları kapalıyken İsageldi, ortalarında durup, ‘Size esenlik olsun!’ dedi. Bunu söylediktensonra onlara ellerini ve böğrünü gösterdi. Öğrenciler Rab’bi görünce sevindiler.
“İsa, öğrencilerinin önünde, bu kitapta yazılı olmayan başka birçok doğaüstü belirti gerçekleştirdi. Ne var ki yazılanlar, İsa’nın, Tanrı’nın Oğlu Mesih olduğuna iman edesiniz ve iman ederek O’nun adıyla yaşama kavuşasınız diye yazılmıştır.”
Zaman çabucak geçmiş, şafak sökmüş ve güneş Petra’yı çevreleyen dağların üstünden kendini göstermişti. Tarık bir gecede Yeni Antlaşma’nın tamamını –hem de yüzeysel olarak değil– derinlemesine okumuştu. O gece okuduğu her sözcüğü incelemiş, anlamış ve üzerinde derin derin düşünmüştü. Kitapta buldukları onu çekmiş, hayran bırakmış ve şaşırtmıştı; keşfettikleri onu çoğunlukla hayrete düşürmüştü. Yeni Antlaşma’nın dördüncü kısmı olan Yuhanna’nın Müjdesi yüreğini sıkıca kavramış, zihnini tutsak etmiş, hatta onu neşelendirmişti. Yuhanna İsa Mesih’in en yakın öğrencisiydi. Yuhanna kendini İsa Mesih’in sevdiği öğrenci olarak tanıtıyordu. Yuhanna o kısmı İsa Mesih’in yaşamının, sözlerinin, mucizelerinin, ölümünün ve dirilişinin, güçlü, gerçek ve kesin bir öyküsü olması amacıyla kaleme almıştı. Tarık Yuhanna’ya hayret etmişti, çünkü yazılarını Mesih’e sarsılmaz bir güven duygusuyla kaleme almıştı. Bu kısmı yazarak İsa Mesih’in kişiliğini ve sözlerini tam olarak anladığını ve O’na olan derin sevgisini göstermişti. Çünkü Yuhanna O’na her zaman yakın –herkesten daha yakın– olmuştu.
O sabah, Mesih’in başlıca öğrencilerden biri olan ve O’nu hizmetinin ilk günlerinden dirilişine kadar izlemiş olan Petrus’un sözleri Tarık’ın kulaklarında çınlayıp duruyordu: “Rabbimiz İsa Mesih’in kudretini ve gelişini size bildirirken uydurma masallara başvurmadık. O’nun görkemini gözlerimizle gördük.”
Bu sözler çok önemliydi. Çünkü İsa Mesih’in görkemine gerçekten de tanıklık eden ve onu tüm dünyaya –ve iki mektubuyla bize de– duyuran bir öğrencinin sözleriydi. Petrus’un yaşamında gerçekleşen değişim Tarık’ı şaşırtmıştı. İsa Mesih’in onu çağırmasıyla teknesinde ağını tamir edip iyi bir av peşinde koşan basit bir balıkçıdan,insan tutan bir balıkçıya dönüşmüştü. İsa Mesih’in onu uyarmasına karşın, Petrus o gece yine de O’nu üç kez inkâr etmişti. Petrus utanmıştı; yargılandığı, kırbaçlandığı, hakaret gördüğü ve çarmıha gerildiği sırada Rab’bine yakın olması gerektiği halde kaçıp saklanmış, kendini Mesih’ten uzaklaştırmıştı. Sonra bu adamı korkaklıktancesur ve cüretkâr biri haline dönüştürecek bir şey olmuştu. Bir gün Petrus Yeruşalim’de pek çok insana korkusuzca meydan okumuş, tüm gücüyle ve emin şekilde Tanrı’nın çarmıha gerdikleri İsa’yı hem Rab hem Mesih yaptığınıilan etmişti.Kendisine karşı olanlardan, işkenceden ve ölümden korkmadan her yerde İsa Mesih’i vaaz etmişti. Çünkü o olanları görmüş ve duymuş olan bir görgü tanığıydı. O dünyanın görgü tanığıydı. Tanıklığı gerçekti ve gerçeğin de zaman kaybetmeden, gizlenmeden, cesaretle ilan edilmesi gerekliydi. Mesih’in ölümü ve dirilişiyle ilgili gerçeği nasıl saklayabilirdi?
Petrus, İsa Mesih’i tanıdıktan sonra yaşamı tamamen değişen tekinsan değildi. Tarık’ın Yuhanna kısmında okuduğu başka bir örnek de Tomas’tı. Bu öğrenci Mesih’in dirilişine tanıklık eden arkadaşlarından kuşku duymuştu. İsa Mesih’in elindeki çivi yaralarını görmeden ve O’nun bedeninin yan tarafına elini sürmeden söylenenlere inanmayacağını bildirmişti. Ama, İsa Mesih ona görünüp ellerini vebedeninin yanını gösterdikten sonra Tomas iman dolu bir yürekle şöyle bağırmıştı: “Rabbim ve Tanrım.” İsa ona kendini gösterdikten sonra, Tomas güven duymuş, tüm kuşkularından kurtulmuş ve O’nunTanrı olduğunu, kurtuluşun tek yolu olduğunu, O’na iman eden herkesin göklerde sonsuz yaşama kavuşacağını açıkça ilan etmişti.
Tarık, Tomas’ın Mesih’in Müjdesi’ni Irak ve Hindistan’da duyurduğunu ve sonrasında Mesih’e iman etmiş olduğu için öldürüldüğünü Nedim’den zaten duymuştu. O da bir tanıktı.
Tarık bunları anımsadıkça, Petrus, Tomas ve imanları uğruna canlarını veren diğer öğrenci ve elçiler hakkında düşünmeye başladı.Bu adamların tüm bunlara bir yalan için katlanmış olmaları mümkünmüydü?
Tarık için bu ciddi bir konuydu. Yeni Antlaşma’da okuduğu her şeye inanmış, bu insanlar hakkında okuduklarının gerçek olduğuna ikna olmuştu.
âlâ uyuyamayan Tarık dışarı çıkıp koşmaya karar verdi. Şortunu ve tişörtünü giyip spor ayakkabılarını aldı ve kimseyi uyandırmamak için olabildiğince sessizce daireden çıktı. Aşağı indiğinde şaşkınlık içinde Dalya’nın koşudan dönmekte olduğunu gördü.
Gülümseyerek, “Günaydın” dedi.
Dalya onu kuru bir “Merhaba” ile yanıtladı.
Onu öpmeye çalışınca Dalya geri çekildi.
Tarık, “Ne oldu?” diye sordu.
Dalya, “Burada olmaz” diye fısıldadı. Girişteki görevlinin –uykulu olsa da– konuştuklarını duymasını istemiyordu. Başıyla Tarık’a işaret ederek kendisini takip etmesini istedi; dışarı çıktıklarındaise hızlı bir koşu tutturdu.
Tarık da arkasından koşmaya başladı ve ona yetiştiğinde, “Ne oluyor? Bana kızgın mısın?” diye sordu.
Dalya, “Şaka mı ediyorsun?” diye yanıtladı.
“Ya, ya. Bana kızgınsın, çünkü babanla onun imanı hakkında konuştum. Değil mi?”
Dalya, “Hiç anlamıyorsun, değil mi?” dedi.
Tarık, “Belli ki anlamıyorum. Sorun nedir?” diye sordu.
Dalya, “Tarık, babamla İsa Mesih hakkında bu masum tavırlarınla sohbet edemezsin” diye karşılık verdi. “Sana söyledim. Babam makul düşünmüyor. Senden Hıristiyan olmanı isteyecektir. Aksi taktirde beni tekrar görmene asla izin vermeyecektir. Evliliği de unut. Asla gerçekleşmeyecek. Her şeyi mahvetmeye mi çalışıyorsun? Benisevdiğini sanıyordum.”
“Seni tabii ki seviyorum.”
“O zaman Kutsal Kitap hakkında konuşmaktan vazgeç. Bunun sonu iyi olmayacak.”
“Ben ilginç buluyorum.”
“Haydi, Tarık” dedi Dalya. “Benimle dalga geçme.”
“Hayır, ciddiyim.”
“Bütün bunları babamın onayını almak için yapmıyorsun, değil mi? Çünkü sen Hıristiyan olmadığın sürece işe yaramayacak.”
Tarık, Nedim’in ifadesiyle, “Yani, İsa Mesih’in izleyicisi demekistiyorsun” diye düzeltti.
Dalya, “Her neyse” dedi. Bu sözü hiç de komik bulmamıştı.
“Bak, evet haklısın. Başlangıçta tek derdim babana karşı kibarcadavranmak ve onun iyi tarafından yararlanmaktı. Ayrıca onun benden hoşlanmasını da istiyorum tabii. Yoksa seni kendi yardımcısı olan Yusuf denilen adamla evlendirecek, değil mi?”
Dalya gözlerini kaydırarak, “Yapma lütfen” dedi. “Bu asla olmayacak.”
Tarık, “Bunu duymak beni rahatlatıyor” diye yanıt verdi. Bir yandan da Petra’nın sokaklarında koşuyorlardı. “Ama gerçek şu ki, baban anlattıkça konu giderek daha fazla ilgimi çekmeye başladı.”
Dalya inanmakta güçlük çekerek, “Gerçekten mi?” diye sordu.
“Gerçekten” dedi Tarık. “Aslında bütün gece uyumayıp babanın verdiği Yeni Antlaşma’yı okudum.”
Dalya yutkunarak sordu, “Hepsini mi?”
“Hepsini.”
“Neden?”
“Çok ilginçti. İsa Mesih’in bir gün geri geleceğini biliyor muydun?”
Dalya, “Belki” dedi. Sesinde alay vardı.
“İsa Mesih’in geri geleceğine sen inanmıyor musun?”
Dalya, “Bilmiyorum” diye yanıt vererek, sağa döndü ve yan sokaklardan birine girdi. Tarık ona yetişebilmek için biraz daha hızlı koşmak zorunda kaldı.
Yaklaşınca, “Bilmiyorum da ne demek?” diye sordu.
“Yani neye inandığımı bilmiyorum ve gerçekten bu konuda konuşmak istemiyorum.”
Genç kız aniden önüne geçerek, yine bir depar attı. Tarık arkasından bağırdı: “Haydi Dalya, seni bu kadar korkutan ne?”
oddard erken kalkıp otel odasında biraz ekmek, peynir ve kahveile kahvaltı ettikten sonra Beyrut’un polis merkezine kadar yürüdü. Bütün gece yorgunluktan yatakta dönüp durmuş, bir türlü uyuyamamıştı. Zihni çözemediği bir davayla ilgili yanıt bulamadığı sorularla doluydu.
Ya Mervan Akat, Refik Remzi’ye şantaj yapmaya çalışmadıysa?Ya Claudette Remzi’yi kaçırmak yerine Mervan ve kardeşinin iddia ettikleri gibi onu bulmaya çalışıyorlarsa? Ya aslında Claudette Remzi tutsak edilmediyse? Ya her şeyi kadının kendisi düzenlediyse ve Brezilya’da bir yerde saklanıyorsa? Ya Mervan bununla ilgili –yani yaşlı olduğu halde bir türlü ölmeyen kocasına kurduğu bu tuzakla ilgili– kanıtlar ortaya çıkardıysa ve Refik Remzi’ye davayı çözmesi için yardım ediyorduysa? Ya Claudette ve yandaşları, her kimlerse, Mervan’ın neler bildiğini öğrendilerse ve ilk vuran olmayakarar verdilerse?
Böyle bir senaryo Remzi cinayetini gayet güzel açıklayabilirdi. Ayrıca Mervan’ın arabasına konulan bombayı ve Le Meridien Oteli’ndeki katilleri de açıklardı. Ama ne Mervan’ın yetkililerle işbirliğiyapmak yerine kaçışını, ne de Rana Favaz ve ev arkadaşının öldürülmesini açıklayamazdı.
Goddard polis merkezine ulaştı, kimliğini şöyle bir gösterdi ve tutuklusunu görmek için içeri alınmayı bekledi. Beklerken kafasındaki sorulara yalnızca iki açıklama bulabildi: Mervan ya Lemieux’nün inandığı gibi suçluydu ve bu yüzden polisten kaçıyordu, ya da Mervan Akat masumdu –yalnızca bir görgü tanığıydı– fakat bir nedenden ötürü polise güvenemiyordu. Ama niçin? Bunun sebebine olabilirdi?
Telefonu aniden çaldı. Arayan Lemieux idi.
“Alo?”
İskelet, “Mervan’la ilgili bir ipucu buldum” dedi. “Fas istihbaratıMervan’ı Kahire’ye giden bir uçağa binerken gösteren bir güvenlik kamera kaydı buldu.”
Goddard, “Niçin bu kadar zaman geçtikten sonra?” diye sordu.
Lemieux, “Bunu ben de merak ediyorum” dedi. “Ama asıl konu bu değil; şu an için değil. Önemli olan şu: Mervan’ın, ‘Tarık Cemil’ takma adıyla hareket ettiğini belirlediler. Mısır polisi bu uçuşla Tarık’ın Kahire’ye vardığını biraz önce teyit etti. Bildiğiniz gibi, resmini tüm basına dağıttık. Kahire polisi Heliopolis’teki bir apartman yöneticisinden ihbar aldı. Adam Tarık Cemil’e bir daire kiraladığını,ama Tarık’ın önceki gün Dalya Nur isimli bir kızla seyahate çıktığınısöylüyor. Nereye gittiklerinden emin değiliz, ama izlerini sürüyoruz,onları bulmamız uzun sürmez.”
Goddard, “Size nasıl yardım edebilirim?” diye sordu.
“Gidip tekrar Rami’yi görün ve neler bildiğini öğrenin – hemen şimdi! Ve hata yapmayın, Goddard. Gün bitmeden Mervan Akat’ın kellesini tepside istiyorum, anladınız mı?”
Goddard anladığını söyledi ve telefonu kapattı. Tam o sırada DuVall’den bir elektronik posta mesajı geldi. Goddard okuduklarınainanamıyordu. Emin olmak için tekrar okudu. Aklına birdenbire gelen düşünceyle, midesine ani bir yumruk yemiş gibi oldu. Parçalar sonunda bir araya gelmişti. Bunu şimdiye kadar nasıl gözden kaçırmıştı? Burada olup bitenleri nasıl görememişti?Daha da kötüsü, nekadar az zamanı olduğunun farkına varmıştı.
Goddard tutuklu hücresine giriş izni alabilmek için görevliye silahını ve cep telefonunu teslim etmek, kimliğini göstermek ve imza atmak zorundaydı. Tüm bu işlemleri tamamladığında Rami’nin hücresine daldı ve onu art arda sorduğu sorularla şaşırttı. Boşa harcayacak zamanı yoktu artık.
“Kardeşinizin Tarık Cemil kod adını kullandığı doğru mu?”
Rami’nin yüzündeki şaşkınlık ifadesi, bunun doğruluğunu gösteren yeterli bir kanıttı.
“Kahire’nin hemen dışında, havalimanı yakınında bir dairede kalıyordu, değil mi?”
Rami kısa bir tereddütten sonra yavaşça başıyla onayladı.
“Kardeşiniz, bu soruşturmadaki birinin ona komplo kurduğunu düşünüyor, doğru mu?”
Rami yine onayladı.
“Claudette Remzi’yi bulmaları için adamlarınızı Brezilya’ya yolladınız, çünkü siz ve Mervan onun kocasına şantaj yaptığını düşünüyordunuz, doğru mu?” diye bastırdı Goddard.
“Doğru.”
“Ve siz Bayan Remzi’yi bulup kardeşinizi kimin öldürmeye çalıştığını anlayana kadar Mervan kaçak olarak kalmayı planlıyordu.”
“Kesinlikle” diye onayladı Rami.
“Ama adamlarınız Bayan Remzi’yi bulduklarında, onu kime teslim edeceğinizi bilemediniz, değil mi? Bu yüzden de adamlarınıza ikinci bir emre kadar beklemelerini söylediniz.”
“Evet efendim.”
“Ama şimdi tutuklusunuz ve Müfettiş Lemieux kardeşinizin izinibulmak ve onu da hapse atmak üzere – tabii kardeşiniz daha önce onu öldürmezse, doğru mu?”
Rami, “Anlatmak istediğiniz nedir, Müfettiş bey?” diye sordu. “Bir anlaşma mı teklif ediyorsunuz?”
Goddard yanıt verdi: “Kardeşinizin masum olduğuna ikna olmuşbulunuyorum, Bay Akat.”
“Ben bunu size başından beri söylüyorum.”
“Evet, şimdi size inanıyorum. Ayrıca bu soruşturmadaki köstebeğin kim olduğunu da bildiğimi sanıyorum.”
Rami’nin gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Kim?”
“Marcel Lemieux.”
Rami yutkundu. “Başmüfettiş mi? Emin misiniz?”
“Artık eminim” dedi Goddard ve durumu açıklamaya başladı.
Rami’nin telefonlarını dinlemek için mahkeme emri çıkardıktan sonra, ayrıca onun tüm elektronik posta hesaplarına girmek için de bir mahkeme emri çıkarıldığını ve yardımcısı Colette DuVall’ın gelen mesajlarını tararken üst kademe bir Fransız yetkilisinden gelen bir gönderiye rastladığını anlattı.
“O Pierre – onu yıllardır tanırım” dedi Rami. “İyi biridir, tertemizdir. Ondan biraz araştırma yapmasını ve işime yarayacak bir şeyler bulmaya çalışmasını istemiştim.”
Goddard, “Evet, evet, biliyorum” dedi. “Ama birkaç gün öncesinde, siz Bağdat’tayken gönderdiği mesajı anımsıyor musunuz?”
Rami, “Lemieux’nün Fransız istihbaratından, Mervan hakkındakitüm dosyaların kopyalarını istediğini söylediği mesajı mı kast ediyorsunuz?” diye sordu.
“Evet, onu.”
Rami’nin kafası karışmıştı. “Ee, ne olmuş?” diye sordu. “Refik Remzi öldürüldüğünden beri kardeşim Lemieux’nün baş şüphelisiydi. Onun Mervan hakkındaki her şeyi öğrenmek istemesi normal değil mi?”
Goddard, “Elbette” diye onayladı. “Ama DuVall bu mesajı okuduktan sonra Fransız istihbaratına Lemieux’nün kardeşiniz hakkındabu talebi ne zaman yaptığını sormuş. Anlaşıldığı kadarıyla, Lemieux bu talebi Mervan Remzi ile Monte Carlo’da buluşmadan üç gün önce yapmış.”
Rami duyduklarına inanmayarak, “Vurulmadan üç gün önce mi?” diye hayretle sordu.
“Lemieux’nün kardeşiniz hakkında bu bilgileri bu kadar öncedenistemesinin tek bir nedeni olabilir. Mervan’ın gizlice Bay Remzi namına çalıştığını ve ona şantaj yapanın Bayan Remzi olduğunu ve parayı Brezilya’ya gönderdiğini ortaya çıkarmış olması. Bu üç gün, Lemieux’ye Bay Remzi ve kardeşinize saldırı planını tasarlaması ve Bayan Remzi’ye de Sao Paulo’dan uzaklaşıp dağlarda saklanmasını söylemesi için yeterli zamanı sağlıyordu. Aslında, şu anda adamlarınızın kuşattığı, Bayan Remzi’nin kapana kısıldığı evin kimin olduğunu biliyor musunuz?”
Rami başını salladı.
“Lemieux’nün erkek kardeşinin.”
Rami yine yutkundu. “Şaka ediyorsunuz herhalde?”
“Etmiyorum. DuVall yeni tespit etti. Tam buraya geldiğimde onun mesajını aldım.”
“Durun bir dakika, anlayamıyorum” dedi Rami. “Yani Refik Remzi cinayetinin başmüfettişinin aslında o cinayetin ortaklarından biri olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz?”
“Korkarım öyle.”
“Ve benim kardeşimi bulmaya çalışan adamın onu tutuklamak değil, öldürmek istediğini mi?”
“Bu da büyük ihtimalle doğru.”
“Lemieux Mervan’ı bulmaya ne kadar yakın?” Artan endişesi Rami’nin yüzünden okunabiliyordu.
Goddard yanıt verdi: “Çok yakın, Rami. Bu nedenle sizin yardımınıza ihtiyacım var. Onun nerede olduğunu söyleyin ve Lemieux’ye karşı suçlamalarımı hazırlayıp onun tutuklanmasını sağlayana kadar, kardeşinizi koruma altına almamı sağlayın. Bu kolay olmayacak. Lemieux Avrupa’daki polis çevrelerinde bir kahraman olarak tanınıyor. Ama bana yardım ederseniz bunu başarabilirim.”
“Size yardım ederdim, Bay Goddard, ama Mervan’ın şimdi nerede olduğunu bilmiyorum. Ona bir tek uydu telefonumdan ulaşabilirim. Mervan başka numara görürse açmaz. Ama siz beni tutukladığınızdan beri telefonuma ne olduğunu bilmiyorum.”
Goddard, “Sizin uydu telefonunuz benim otel odamda duruyor” dedi. “Kardeşiniz arar diye onu izlemeye almıştım. Gelin, gidelim.”
Goddard, Rami Akat’ın serbest kalması için gerekli tüm evraklarıimzaladı, silahını ve cep telefonunu geri aldı. İkisi polis merkezini terk edip bir taksiye atladılar ve olabildiğince çabuk şekilde otele gitmek için yola koyuldular.
arık duş alıp giyindi ve kahvaltıda Nur ailesine katıldı.
Dalya, “Bugün ne yapıyoruz?” diye sordu “Biraz macera yaşayalım, kent turu yapalım ya da başka bir şeyler.”
Tarık bu sözlerin İsa hakkında konuşmayalımanlamına geldiğinidüşündü.
Dalya herkesin kahvesini tazelerken, Bayan Nur, “Nedim sen de bugün tatil yap, hep birlikte Dalya ve Tarık’ı Nebati mağaralarına veFiravunların Hazinelerine götürelim” dedi.
Dalya, “Bu çok iyi bir fikir anne. Bence bunu Tarık da çok ister”dedi.
Nedim, “Daha önce oraya gitmiş miydin Tarık?” diye sordu.
“Hayır efendim, gitmedim” dedi. “Ama güzel şeyler duydum.”
“Hepsi doğru” diye onayladı Nedim. “Antik Petra Kenti gerçekten görülesi bir yer, kızıl kayalara oyulmuş ve bir kanyonda gizlenmiş. Nebati Krallığı’nın başkentiymiş. Gelişen bir ticaret merkezi ve Nebati Krallığı hazinelerinin korunduğu yermiş. Dalya haklı, orayı beğeneceksiniz.”
“Orada kimse yaşıyor mu şu anda?”
“Hayır, terk edilmiş durumda. Yalnızca turistler ve süs eşyaları ve meşrubat satan birkaç satıcı var. Ama ben dahil birçok Hıristiyan, Tanrı’nın bu kenti Elçi Yuhanna’nın Vahiy 12:6 ve 12:14’te yazdığısığınma yeri olarak hazırlamış olduğuna inanıyor.”
Dalya araya girdi, “Aman baba. Yalnızca kahvaltımızı edip her iki saniyede bir Kutsal Kitap hakkında konuşmasak olmaz mı?”
“Tatlım, Orta Doğu’da, Ürdün’de yaşıyoruz. Burası Kutsal Kitap’taki olayların yaşandığı yer. Burası Tanrı’nın İsa Mesih aracılığıyla kendini dünyaya açıklamayı seçtiği yer. Her adım attığımızda,Kutsal Kitap topraklarına basıyoruz. Toprağa her kürek soktuğumuzda, Kutsal Kitap’ın doğruluğunu gösteren daha fazla kanıt buluyoruz.”
Dalya babasına yanıt verecekken, Tarık söze karıştı.
“Aslında, dün gece söyledikleriniz hakkında düşündüm ve bazı sorularım var. Birkaç dakikanız var mı?”
“Tabii, Tarık. Nasıl yardımcı olabilirim?”
Dalya, “Aman ne iyi, yine başladık” dedi. Kahvesinden bir yudum alıp gözlerini kaydırdı.
Tarık kibarca, “Üzgünüm Dalya” dedi. “Bana çok ilginç geliyor.Ama inan bana uzun sürmeyecek.”
Ama sürdü.
Tarık ve Nedim kahvaltı boyunca Kutsal Kitap hakkında konuştular. Sonra Nebatiler’in şehrine giderken yolda konuştular. Ve eskiPetra’ya giden derin vadide yürürken konuşmaya devam ettiler. Dalya konuşmaya dahil olmamaya ve onları göz ardı etmeye çalıştı. Annesinin yanında yürüyüp eski günler hakkında konuşmaya çalıştı, ama annesi yanıt vermedi. Rima konuşulanlarla ilgiliydi ve iki erkeğe yaklaşarak onların sohbetlerini dinledi. Tarık merakla sordu:
“Ama Yeni Antlaşma İsa Mesih yaşadıktan çok sonra yazılmadı mı? O’nun gerçek sözlerini doğru bir şekilde yansıtması mümkün değil ki?” Hıristiyanlık’ın zayıf bir noktasını bulmaya çalışıyordu.
Dalya’nın babası, “Aslında doğru olan bunun tam tersi, Tarık” dedi. “Bazı kuşkucular Yeni Antlaşma’nın İsa Mesih’ten yüzlerce yıl sonra yazıldığını iddia etmeye çalıştılar. Ama aslında tümü çok önce, İsa Mesih’in ölümü ve dirilişinden birkaç on yıl sonra yazılmıştır. Arkeologlar Yeni Antlaşma’nın ilk dört kısmının İ.S. 50-66 yılları arasında yazıldıklarını tespit ettiler.”
Tarık şaşkınlıkla, “Bu demektir ki, bunlar olaylara tanıklık edenlerin yaşam süreleri içinde yazıldı.”
“Evet. Yazılanların doğruluğunu garanti eden de bu zaten. Öyle olmasaydı, tanıklar çıkıp yazılanları yalanlayabilirlerdi. Bir şeyler yapılırdı. Petrus, İsa Mesih’in mucizelerinden söz ederken dinleyicilerine, kanıtların Tanrı tarafından işaretler ve harikalar yoluyla onlara verildiğini söyledi. Petrus onlardan zaten bildiklerinetanıklık etmelerini istedi. Onun görmüş olduklarını herhangi biri değiştirebilirmi?”
Tarık, “Hayır, hayır, değiştiremez. Onlar gerçekten olmuş olayların tanığıydılar” diye yanıt verdi.
“William Albright diye birini duydunuz mu hiç?”
“Hayır, duyduğumu sanmıyorum.
“Dünyanın önde gelen Kutsal Kitap arkeologlarından biriydi.” Nedim bunu söyledikten sonra sırt çantasına uzandı ve Marangozdan da Öte adlı bir kitap çıkarıp Tarık’a uzattı. “32. sayfayı aç ve sayfanın ortasında ne varsa oku.”
Dalya’nın babasının bir aile gezisi sırasında yanında İsa Mesih hakkında kitaplar taşıması Tarık’ı şaşırtmıştı. “Çantanızda başka neler taşıyorsunuz?” diye güldü, “Ölü Deniz Tomarlarını mı?”
Nedim gülerek, “Yalnızca Kutsal Kitap, bir şişe su ve biraz da meyve var” diye yanıt verdi. “Biraz ister misiniz?”
“Hayır, teşekkürler efendim. Şimdilik bu kitap bana yeter.”
Tarık başını sallayan Dalya’ya baktı, sonra da 32. sayfayı bulup bir yandan yürüyerek okudu.
“Artık Yeni Antlaşma kısımlarının tümünün İ.S. 80 yılından ileri bir tarihte yazılmış olamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz, yani günümüz radikal Yeni Antlaşma eleştirmenlerinin söylediğinden iki kuşak önce...”
Tarık durup okumaya devam etmesini isteyip istemediğini anlamak için Nedim’ebaktı.
“En büyük Kutsal Kitap arkeologlarından Sir William Ramsey’e ait başka bir alıntı da var, o da aşağı yukarı aynı şeyi söylüyor. İsterseniz size Yeni Antlaşma’nın aynı dönemde yazılmış olduğunu onaylayan on kitap daha verebilirim. Bu da onun tam anlamıyla güvenilir olduğunu gösterir. Bu Kutsal Kitap kısımlarını kimin yazdığını söyler misiniz?”
Tarık yanıt verdi:
“Mesih’in öğrencileri ve izinde gidenler, değil mi?”
“Doğru. Onlar öğrencileri ve izinde gidenlerdi, Tarık. Onlar görgü tanıklarıydı! Kutsal Kitap’ı güvenilir bir kaynak yapan da budur!Onlar Mesih’le birlikte yaşadılar, onu dinlediler, onu gördüler, onunla yürüdüler. Yuhanna kısmını, Yuhanna’nın 1, 2 ve 3. mektuplarınıve Vahiy bölümünü yazan Elçi Yuhanna, Mesih hakkında şöyle demiştir: ‘Yaşam Sözü’yle ilgili olarak başlangıçtan beri var olanı, işittiğimizi, gözlerimizle gördüğümüzü, seyredip ellerimizle dokunduğumuzu duyuruyoruz. Yaşam açıkça göründü, O’nu gördük ve O’natanıklık ediyoruz. Baba’yla birlikte olup bize görünmüş olan sonsuzYaşam’ı size duyuruyoruz. Evet, sizin de bizlerle paydaşlığınız olsun diye gördüğümüzü, işittiğimizi size duyuruyoruz. Bizim paydaşlığımız da Baba’yla ve Oğlu İsa Mesih’ledir.’ Bu durumda Yuhanna hakkında ne söyleyebiliriz?”
“Onun bir görgü tanığı olduğunu söyleyebilirim.”
Nedim ona biraz daha yaklaştı ve şöyle dedi:
“Ayrıca, Elçi Pavlus Tanrı’nın esiniyle şöyle demiştir: ‘Kutsal Yazılar’ın tümü Tanrı esinlemesidir.’ Elçi Petrus da bize şu güvenceyi verir: ‘Kutsal Yazılar’daki hiçbir peygamberlik sözü kimsenin özel yorumu değildir. Çünkü hiçbir peygamberlik sözü insan isteğinden kaynaklanmadı. Kutsal Ruh tarafından yöneltilen insanlar Tanrı’nın sözlerini ilettiler.’”
Tarık, “İlginç” dedi.
“Yalnızca ilginç mi?”
Tarık durakladı. Ne söyleyeceğini bilemiyordu:
“Oldukça ilginç” dedi ve kitabı geri verdi.
Nedim, “İlginç ama tamamen ikna olmadınız, değil mi?” diye sordu.
Tarık umursamaz bir tavırla omuz silkti. Kafasında ve yüreğindekopmakta olan fırtınayı Nur ailesinin bilmesini istemiyordu. Daha sırası değildi. Bunun ne olduğunu henüz kendisi bile anlayamamıştı.
ami, Goddard’ın otel odasının penceresinden dışarıdaki Beyrutmanzarasını seyrederken, “Bir sorun var” diye konuştu.
“Nedir?”
“Mervan telefona cevap vermiyor.”
Odayı adımlamakta olan Goddard, “Tekrar deneyin” dedi.
“Dört kez denedim.”
“Bu ne anlama geliyor?”
“Telefonunu kapatmış, belki de yanına almamış demek, belki de…”
Odaya sessizlik çöktü. Rami sözlerinin arkasını getirmedi; bunu yapması da gerekmiyordu. Goddard onun ne düşündüğünü çok iyi biliyordu. Mervan Akat yakalanmış veya öldürülmüş olabilirdi.
Goddard, “Endişelenmeyin” dedi. “Onu bulacağız. Her şey iyi olacak.”
Müfettiş bu sözlerinin gerçek olmasını dilemekten başka bir şey yapamıyordu.
Birden kendi telefonu çalmaya başladı. Arayan, yardımcısıDuVall idi. Goddard derhal telefonu açtı.
“Claudette’i ele geçirdiniz mi?
Yardımcısı, “Nerelerdeydiniz?” diye sordu. “Size ulaşmaya çalışıyordum.”
Goddard, “Polis merkezindeydim” diye açıkladı. “Telefonumu orada kullanmama izin vermediler. Niçin? Neler oluyor?”
“Mesajımı almadınız mı?”
“Hayır. Ne mesajı?”
“Lemieux sizi iki kez aradı. Size ulaşamayınca, çok sinirlendi vesizi bulmamı emretti.”
“Ne istiyordu?”
Rami neler olup bittiğini anlamak için kulak kabarttı.
“Mısır istihbarat teşkilatının Tarık Cemil ve kızın Sharm el-Sheikh’teki otele kadar izlerini sürdüklerini bildirdi.”
“Harika. Benim için oraya bir uçak bileti ayarlayın derhal.”
“Durun, bekleyin. Dahası da var. Onlar zaten otelden ayrılmışlar.Bir taksiyle Nuveybe’ye gidip oradan da Akabe’ye giden deniz otobüsüne binmişler.”
“Goddard, “Ürdün’e mi gitmişler? Ama niçin?” diye sordu.
“Kız oralıymış.”
“Adı nedir?”
“Dalya Nur.”
“Anlaşıldı, siz bir dakika bekleyin lütfen, Colette” diyen Goddard, telefonu elinden bırakıp Rami’ye döndü ve Dalya Nur adında biri hakkında bir şey bilip bilmediğini sordu.
Rami, “Hayır” diye yanıt verdi ve konuşmasını sürdürdü, “Ama Mervan’a birkaç gün önce Kahire’den acilen ayrılması gerektiğini bildirmiştim. Bu kızla tanışıp onu ülkeden çıkmak için kullanmış olabilir.”
Goddard telefonu tekrar alarak sordu, “Bu kız hangi şehirden geliyor?”
DuVall, “Petra’dan. Bende adresi var. Lemieux’de de var. O ve ekibi şu anda oraya gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorlar” diye yanıt verdi.
Goddard midesinin sıkıştığını hissetti.
“Geldiklerini Ürdün yetkililerine bildirmişler mi?”
“Hayır, efendim.”
“Peki, Mısır güvenlik güçlerinden birilerini yanlarına almışlar mı?”
“Hayır, efendim.”
Goddard bir an durdu ve düşüncelerini toplamaya çalıştı.
“Colette, Lemieux hakkında ne düşündüğümü biliyorsunuz, değilmi?”
“Onun bir köstebek olduğunu düşünüyorsunuz. Bayan Remzi ilebirlikte çalıştıklarını düşünüyorsunuz.”
“Ya siz?”
“Son birkaç saat içinde öğrendiklerimize dayanarak konuşmak gerekirse, evet, ben de öyle olduğuna inanıyorum, efendim.”
“Bunu kanıtlayabilir miyiz?”
“Henüz değil, efendim. Daha fazla zamana ihtiyacımız var.”
“Ama daha fazla zamana sahip değiliz. Eğer Lemieux Mervan Akat’ı bulursa, onu öldürecektir.”
“Ürdün güvenlik güçlerini arayıp Lemieux’nün tutuklanmasını isteyeyim mi?”
Goddard, “Hayır” dedi. “Şu anda sahip olduğumuzdan çok daha fazla kanıt sunmadıkça, onlar Lemieux’yü tutuklamazlar.”
“O zaman ne yapmayı düşünüyorsunuz, efendim?”
“Yapabileceğim tek şeyi. Colette, bizi Petra’ya götürecek bir helikopter ayarlayın. Ben şimdi havaalanına gidiyorum. Haydi Rami. Siz de benimle birlikte geliyorsunuz.”
örtlü sonunda Nebatiler’in gerçekten etkileyici olan eski başkentlerine ulaştı. Birkaç saat boyunca çevrede dolaşarak dağların yamaçlarına oyulmuş çeşitli yapıların ön cephelerindeki işçiliği hayranlıkla incelediler. Bayan Nur, Petra antik kenti hakkında Dorling Kindersley tarafından yayımlanmış bir gezi rehberi çıkarıp bazı bölümlerini yüksek sesle okudu.
“Petra dünyanın en etkileyici ve kendine özgü bir havaya sahip arkeolojik alanlarından biridir. Kayalara oyulmuş hayranlık uyandırıcı mezarlar ve tapınaklar bir zamanlar gelişmiş büyük bir kenti çevreliyorlardı. Burada tarih öncesi çağlardan beri insanlar yaşamışlardı, ancak Nebatiler’in buraya yerleşmesinden önce Petra çöldeki su kaynaklarından yalnızca biriydi. Nebatiler İ.Ö. üçüncü yüzyıl ile İ.S. birinci yüzyıl arasında burada muhteşem bir kent inşa ettilerve onu geniş bir ticaret krallığının merkezi yaptılar. Petra İ.S. 106 yılında Roma İmparatorluğu’na katıldı. Bu bölgeye Hıristiyanlık 4. yüzyılda geldi. Müslümanlar ise 7. yüzyılda geldiler. On ikinci yüzyılda ise, kısa bir süre Haçlılar’ın egemenliğine girdi. Bundan sonra Petra 1812 yılında İsviçreli kâşif J. L. Burckhardt tarafından yeniden bulunana dek unutulmuş bir halde kaldı.”
Önlerine çıkan kayalara oyulmuş ilk yapı, aynı zamanda en etkileyici olanıydı. Bu, yüksek sütunları ve şaşırtıcı derecede detaylı işçiliğiyle hazine binasıydı. Sonra El-Deir olarak bilinen manastır vardı. Kırk yedi metre genişliğinde, kırk metre yüksekliğindeki bu yapı, rehberde yazılanlara göre, bir zamanlar putperestlerin tapınağı olmuştu. Oradan, Kral Mezarları’nı ve kutsal alan Qasr el-Bint’in, yaniPetra’nın en önemli tapınağının girişi olan Temenos Kapısı’nı yürüyerek geçtiler ve bilinen ilk “Petra kilisesine” –Ürdün’deki bilinen en eski tapınma yerlerinden biri olan ve “müthiş ayrıntılı” mozaiklerle bezeli bu “bir zamanların büyük Bizans kilisesine”– ulaştılar. Bayan Nur’un gezi rehberinden aktardığına göre, burada 152 tomardan oluşan bir yığın bulunmuştu ve bu tomarlar Bizans dönemi Petra’sındaki günlük yaşam hakkında ayrıntılı bilgiler veriyordu.
Bir zamanlar İsa Mesih’in izinde gidenlerin yaşadığı bu kalıntıları gezerlerken Tarık kendini tutamadı ve konuyu yine Kutsal Kitap’ın İsa Mesih ve öğrencilerinin söylediklerini ve yaptıklarını aktarma konusunda güvenilir ve doğru bir kaynak olup olmadığına getirdi. Nedim’e bir dizi soru sorduktan sonra, Nedim de ona, “Yeni Antlaşma’ya ait mevcut elyazmalarının, tarihteki tüm yazılı eserlerinkilerden fazla olduğunu biliyor muydunuz?” diye sordu.
Tarık, “Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu.
Nur, “Arkeologlar 20.000 kadar Yeni Antlaşma elyazması buldular – bunlardan bazıları İ.S. 130 yıllarına kadar dayanıyor ve hepsi de birbirinin aynı” diye açıkladı.
“Bu neyi kanıtlar?”
“Bugün sahip olduğumuz Yeni Antlaşma’nın çağlar boyunca doğru bir şekilde kopyalanıp aktarıldığını kanıtlar. Karşılaştırmak gerekirse, Homeros’un İlyadaadlı eserinin 643 adet eski elyazması kopyası vardır ve bu da onu aradaki büyük farka rağmen ikinciliğe yerleştirir. Aslında, bugüne kadar doğru olarak aktarıldığına güvendiğimiz eski çağlara ait eserlerin çoğunun günümüze dek kalabilmişolan çok az tarihi elyazması vardır. Örneğin, Sezar, Galya Savaşı tarihini İ.Ö. 58-50 yıllarında yazdı. Ancak, dünyada bilinen dokuz-onkopyası var ve bunların tamamı da onun ölümünden 1.000 yıl ya da daha sonraya tarihleniyor. Aristo eserlerini İ.Ö. 343 yılında yazdı. Ama elimizdeki en eski kopya İ.S. 1.100 yılından kalma. Bu neredeyse 1.400 yıllık bir fark. Dahası, yalnızca beş eski elyazması mevcut. Yani anlatmak istediğim, İsa Mesih’in izleyicileri tarafından yazılanlara tarihteki tüm diğer belgelerden daha fazla güvenebiliriz.”
Tarık, “Bu doğru olabilir” diye karşılık verdi. Ama hâlâ gece boyunca okuduklarında hatalar bulmaya çalışıyordu. “Bu yine de İsa Mesih’in izleyicilerinin O’nun söylediklerini doğru bir şekilde kaydettikleri anlamına gelmez. Demek istiyorum ki, İsa Mesih’in Tanrı olduğunu söylediği bütün o alıntıları, kendi dinlerini başlatabilmek için uydurmadıklarını kim iddia edebilir?”
Dördü birden yorulmuş bir halde, 7.000 kişinin oturabileceği kadar büyük antik tiyatroya girip tepenin yamacına oyulmuş taş basamaklara oturduklarında Nedim, “Neden yalan söylesinler ki?” diye sordu.
Dalya araya girerek, herkesi şaşırtan bir çıkışla, “Yapma baba, ben bir sürü neden düşünebilirim” dedi. “Hırs? Şöhret? Güç? Hangisini istersen. Hıristiyanlar Roma İmparatorluğu’nu ele geçirmedi mi? İsa Mesih’in Tanrı olduğunu iddia edip kendilerinin de O’nun dünyadaki sözcüleri olduklarını öne sürerek muazzam bir zenginlik ve güç sahibi olmadılar mı? Alın işte size neden.”
Babası, “Şaka ediyorsun herhalde tatlım” diye yanıt verdi; ses tonu Tarık’ın beklediğinden daha yumuşaktı.
Dalya, “Aslında gayet ciddiyim” dedi.
Tarık’ın içi titredi. Bu kız ne yapıyordu? İhtiyaçları olan son şeyDalya ile babası arasında kıyasıya bir tartışmanın başlamasıydı.
“Dalya, sanırım senin kafan tarih konusunda biraz karışmış.”
Dalya, “Roma İmparatoru Konstantin’in Hıristiyan olmadığını vekiliseye müthiş zenginlik ve güç kazandırmadığını mı söylüyorsun?”diye savundu.
“Hayır, tabii ki değil. O bunları yaptı. Ama Dalya, bu İsa Mesih’ten neredeyse üç yüz yıl sonragerçekleşti. Mesih’in ilk izleyicileri tozlu bir Roma eyaleti olan Filistin’deki yoksul, eğitimsiz balıkçılar ve vergi memurlarıydı. İsa Mesih’in ölümü ve dirilişini dünyaya duyururken bir zenginlik ve güç beklentileri yoktu. Tersine, senin de gayet iyi bildiğin gibi, ilk Hıristiyanlar, Romalılar’ın putperestlik deryasındaki bir dini azınlığın içindeki çok küçük bir dini azınlıktı. Onlara şiddetle karşı çıkıldı, acımasızla işkence edildi ve –İsa Mesih tarafından kendi güvenilir sözcüleri olarak seçilen– elçilerden on biri canlarını inandıkları iki şey uğruna verdiler: Mesih’indirilişine kişisel olarak tanıklık etmeyi sürdürdükleri ve İsa Mesih’in Tanrı’nın ta kendisi olduğuna inandıkları için. Hıristiyan oldukları için işkence gördüler, kırbaçlandılar ve sonuçta en zalim yöntemlerleöldürüldüler. Altısı çarmıha gerildi. Hatta Petrus baş aşağı çarmıha gerildi. Elçilerden ikisi kılıçla öldürüldü. Yakup taşlanarak öldürüldü. Tomas mızrak darbesiyle öldü. On ikinci elçi olan Yuhanna ise, imanı ve vaazları yüzünden sürgüne gönderildiği Patmos Adası’nda öldü. Bu on iki kişi, inançları sayesinde ne maddi bir kazanç, ne politik bir güç, ne de başka bir yarar elde ettiler. Bütün bunlara rağmen hiçbiri İsa Mesih’in hem evrenin Tanrısı, hem de insanlığın Kurtarıcısı olduğuna inanmaktan bir an bile vazgeçmediler.”
Dalya karşılık verdi: “Olabilir. Ama baba, tarih boyunca birçok insan bir yalan için ölmüştür. Bu neyi kanıtlar ki?”
Bu noktada Bayan Nur tartışmaya katıldı.
“Evet, birçok insan bir yalan için ölmüştür, ama onlar bunun gerçek olduğunu düşünmüşlerdir de ondan. Sen elçilerin kendilerinezenginlik ve güç sağlamak amacıyla İsa Mesih’in Tanrı olduğunu söylediği sözleri uydurduklarını söylüyorsun. Bunlar gerçeklerle uyuşmuyor. Eğer İsa Mesih, Yeni Antlaşma’da yazılı olduğu gibi Tanrı olduğunu iddia etmediyse ve çarmıhta ölüp üçüncü gün dirilerek Tanrı olduğunu kanıtlamadıysa,o zaman öğrencileri bunun bir yalan olduğunu biliyorlardı demektir. Senin düşüncene göre öğrenciler bir yalanı yaymaya çalışan kişilerdi. Ama düşün bir kere. O zaman, onlar bir yalan için ölmekle kalmadılar, aynı zamanda kendilerine kişisel, maddi ve politik hiçbir yarar sağlamayan bir yalan içinöldüler demektir, öyle değil mi? Bu sence mantıklı mı?”
alya bu konuda biraz düşündükten sonra, nihayet isteksizce itiraf etti: “Hayır, anne. Buna bir anlam veremiyorum. Aslındabu herkes için akıl almaz bir şey. Benim mantığım bile kabul etmiyor. Affedersin!”
Babası, “Ya İsa Mesih’in bedeni?” diye sordu. “Hıristiyanlık karşıtlarının İsa’nın ölümden dirildiği fikrini çürütmek ve böylelikle Mesih inancını baştan durdurmak için yapacakları tek şey, İsa’nın bedenini ortaya çıkarıp herkese göstermekti. Ama bunu yapamadılar.”
Tarık, “Niçin?” diye sordu.
Nedim, “Çünkü hiç kimse O’nun bedenini bulamamıştı” diye açıklamaya başladı. “Bazıları İsa’nın bedenini öğrencilerinin çaldığını ileri sürmeye çalıştı. Ancak diriliş öncesinde öğrencilerin durumunu inceledikçe, bunun ne kadar olanaksız olduğunun daha çok farkına varıyorsunuz. Öğrenciler arasında İsa’nın bedenini çalmaya kalkışacak kadar cesaretli –ya da çılgın– biri kesinlikte yoktu. Mezar, ölmüş olsa bile hâlâ bir mahkûm sayılan İsa’nın bedenine bir şey olduğu takdirde ölümle cezalandırılacaklarını bilen bir müfreze Romalı asker tarafından korunuyordu. Buna rağmen İsa’nın bedeni ortadan yok oldu. Yeruşalim’deki herkes –İsa’nın en amansız düşmanları bile– O’nun bedeninin yok olduğunu biliyordu.”
Tarık, “Başka biri çalmış olamaz mıydı?” diye sordu.
Nedim şöyle yanıt verdi: “Mezarı koruyan Romalı askerleri atlatmak o dönemde neredeyse olanaksızdı. Zaten İsa’nın bedenini kim çalmış olabilirdi ki? Yahudi din önderleri böyle bir şey yapmazdı. Onlar halkın İsa’nın ölümden dirildiğini düşünmesini istemiyordu. Bu yüzden Romalı askerlerin mezarı korumasını özellikle talep etmişlerdi. Çünkü İsa Mesih herkese üçüncü gün ölümden dirileceğini söylemişti.”
Tarık, “Bu konuyu gerçekten enine boyuna inceleyip araştırdınız,değil mi?” diye sordu.
“Evet, Tarık. Günler boyunca tarihi ve arkeolojik kanıtları araştırdım. Zaten bu vesileyle İsa Mesih’in izleyicisi oldum, zira incelediğim kanıtlar bir hüküm gerektiriyordu. İsa iyi bir insandan çok daha fazlasıydı. O bir marangozdan çok daha öteydi. Kim olduğunu zaten kendisi bildiriyordu. İsa Mesih söyle der: “Yol, gerçek ve yaşam Ben’im. Benim aracılığım olmadan Baba’ya kimse gelemez” (Yuhanna 14:6).
“Ve İsa’nın günahlarınızın bağışlanması için tek yol olduğuna inanıyorsunuz?”
“Evet.”
“Ve de cennete gidebilmenin tek yolu olduğuna?”
“Kesinlikle.”
Tarık bu konuda epey düşündü. Antik Petra Kenti’ni dolaşırken, ıstırap içinde ne yapması gerektiğine karar vermeye çalıştı. İşlediği günahlar her saat başı çoğalıyordu. En başta yalan söylemek geliyordu, ama listede diğer birçok günah daha vardı.
Aklına Kahire’de gördüğü “Son Yargı” isimli papirüs tablo geldi.Yüreği bir tüyden hafif miydi? Kesinlikle değildi. Bu da, Tanrı korusun, eğer şimdi ölecek olsa, cennete girmesine asla izin verilmeyeceği anlamına geliyordu. O doğrudan cehenneme gidecekti. Bu düşünce onu dehşete düşürdü.
Aradığı yanıt İsa Mesih miydi? İsa Mesih sahiden Yol, Gerçek ve Yaşam mıydı? Cennete giden tek yol Mesih miydi? Nedim aynen şöyle söylemişti: İsa Gerçekti ve O’nun söylediklerinin hepsi doğruydu, O yaşamları ve insanı değiştirebilirdi. Ama ya…?
Tarık bu son düşüncesini yüksek sesle dile getirmişti. Nedim arkaya dönüp sordu:
“Ama yaile ne demek istiyorsun, Tarık?”
“Ya Kutsal Kitap –Yeni Antlaşma– değiştirilmişse?”
Bayan Rima Nur duyduğu bu soru karşısında şoke olmuş gibiydi.Elleriyle ağzını kapatarak bağırdı:
“Değiştirilmiş mi? Kutsal Kitap mı değiştirilmiş?”
Tarık özür diledi:
“Birçokları öyle söylüyor, değil mi?”
Nedim hemen yanıt verdi:
“Bunu binlerce kez söylemiş olsalar bile, gerçek olduğu anlamına gelir mi? Bunu söyleyenler Mesih’in ve Hıristiyanlık’ın düşmanlarıdır. Onlar daima çekişme peşindedir. Peki, size soruyorum Tarık – ne zaman ve kim tarafından?”
“Ne zaman mı?”
“Evet. Ne zaman değiştirilmiş?”
“Herhangi bir zamanda olabilir.”
“Tamamen yanlış. Kutsal Kitap çok eski dönemlerden beri elyazmaları aracılığıyla mevcudiyetini sürdürdü. Bunlara herkes erişebilir. Yeni Antlaşma’yı ele alırsak, o da birinci yüzyıldan beri mevcut.”
“Doğru.”
“O dönemde değiştirilmesi olanaksızdı, çünkü İsa Mesih ile aynıdönemde yaşayan kişiler işittikleri ya da tanık oldukları olayların herhangi bir şekilde değiştirilmesini asla onaylamazlardı. O dönemden sonra elyazmaları bölgede hızla yayılmaya başladı. Bu yüzden yapılacak herhangi bir değişiklik sadece bütün bu elyazmalarının toplatılmasıyla yapılabilirdi. Bu da olanaksızdı, çünkü o dönemde birçok elyazması mevcuttu. Ayrıca, Hıristiyanlar Kutsal Kitap’ta birtakım ayrıntıları değiştirmeye kalkışsalar bile, Yahudiler bunu herkese duyururlardı.”
“Ne demek istediğinizi anlıyorum.”
Nedim ikinci sorusunu ele almaya başladı:
“Kim tarafından? Kim değiştirmiş? Yahudiler mi, yoksa Hıristiyanlar mı? Yahudiler Mesih’i kabul etmediler. O’nu ve temsil ettiğiher şeyi reddettiler. Yeni Antlaşma Mesih’i, Hıristiyanlık’ı ve niteliklerini yüceltir. Yahudiler, Yeni Antlaşma’yı şimdiki şekliyle olacak gibi asla değiştirmezlerdi. Ve bunu yapmadılar.”
Tarık bu konuyu düşündü. Arkasına dönüp baktığında Dalya ve annesinin de bu konuda düşünceye daldıklarını fark etti. Şöyle dedi:
“Hıristiyanlar, onlar kendi yararları için değiştirmiş olabilirler.”
“Eğer değiştirselerdi ya da böyle bir şey yapmaya kalkışsalardı olaylara tanık olan Yahudiler büyük gürültü koparırdı. Bu girişimleriYahudiler tarafından kesinlikle engellenirdi. Siz ne dersiniz?”
Tarık, Nedim’in bu sözlerine hak verdi:
“Bu konuda da haklısınız. Bunu yapmaları olanaksızdı.”
Nedim gülümseyerek konuştu:
“Tanrı’ya şükür. Tarık, oğlum, Kutsal Kitap Tanrı sözüdür. Tanrı da insanların, kendi sözünü değiştirmesine veya bozmasına izin vermez. Tanrı, Yeni Antlaşma’nın Vahiy kısmının sonunda şöyle bildirir: ‘Eğer bir kimse bu peygamberlik kitabının sözlerinden bir şey çıkarırsa, Tanrı da bu kitapta yazılı yaşam ağacından ve kutsal kentten ona düşen payı çıkaracaktır’ (Vahiy 22:19). Bu uyarının kendisi için olduğunu bilen kim değiştirmeye cesaret edebilir ki? İsa Mesih Matta 24:35 ayetinde kendisi için şöyle der: ‘Gök ve yer ortadan kalkacak, ama benim sözlerim asla ortadan kalkmayacaktır.’”
Nedim şimdi Tarık’ın yanına oturmuş, kolunu onun omzuna atmıştı. “Bu konuyu gerçekten derinlemesine düşünüyorsun, öyle değil mi oğlum?
“Evet, efendim.”
Uzun bir sessizlik oldu. Ardında Nedim şöyle dedi: “İsa Mesih’i izlemek ve günahlarının tümüyle bağışlandığına ve göklerde Tanrı’yla birlikte sonsuza dek yaşayacağına kesinlikle emin olmak ister miydin?”
Tarık’ın kalbi hızla atıyordu. Rami’nin ve Dalya’nın bu konuda ne düşüneceğine dair hiçbir fikri yoktu. Ama o anın gerçekliğine, yani İsa Mesih’in onu Tanrı’nın ailesinin bir üyesi olmaya davet ettiğinden kesinlikle emindi.
“Evet, efendim. Bunu çok isterdim. Ama nasıl yapacağım?”
“İsa Mesih Vahiy 3:20’de şöyle seslenir: ‘İşte kapıda durmuş, kapıyı çalıyorum. Eğer biri sesimi işitir ve kapıyı açarsa, onun yanına gireceğim…’”
“Gerçekten mi?”
Nedim, “Evet, gerçekten” diye yanıt verdi. “İsa Mesih’i Kurtarıcın ve Rab’bin olarak şimdi, şu anda duayla iman ederek kabul edebilirsin, Tarık.”
“Mesih’i yaşamıma nasıl davet edebilirim?”
“Bunu imanla dua ederek yapabilirsin. Dua etmek Tanrı’yla konuşmaktır. Tanrı yüreğindekilerin ne olduğunu tam olarak bilir. O senin söyleyeceğin sözlerden çok, yüreğinin tutumuyla ilgilenir. Benİsa Mesih’e iman ettiğimde şöyle bir dua etmiştim: Rab İsa, sana ihtiyacım var. Günahlarım nedeniyle çarmıhta öldüğün için sana teşekkür ederim. Yaşamımın kapısını sana açıyorum ve seni Rab’bim ve Kurtarıcım olarak kabul ediyorum. Günahlarımı bağışladığın ve bana sonsuz yaşam verdiğin için sana şükrediyorum. Yaşamımın denetimini sen al. Beni olmamı istediğin kişiye dönüştür. Bu dua yüreğindeki arzuyu dile getiriyor mu, Tarık?”
Tarık, Dalya ile göz göze gelmemeye çalışarak, “Evet, efendim. Getiriyor” diye yanıt verdi.
Tarık, Dalya’nın ne düşündüğünü tahmin edemiyordu. Tek bildiği şey, o andan itibaren ilişkilerinin temelden değişikliğe uğrayacağıydı. Ona ve ailesine kim olduğunu ve kimlerden niçin kaçtığını söylemek zorundaydı. Daha sonra Dalya hâlâ onu sevmeye devam eder miydi veya onunla evlenmeyi ister miydi acaba? İşte bunu bilmiyordu. İsa Mesih’i izleme kararı onu yaşamındaki yeni aşktan yoksun bırakacak mıydı? Bunun olabileceğini düşündü, ama başka bir seçeneği var mıydı? İsa Mesih’i izlemenin bedelini ödemeye hazır mıydı? İsa çok daha büyük bir bedel ödemişti; Tarık ve onun gibilerin kurtuluşunu sağlamak için kendi yaşamını feda etmişti. İsa Mesih evrenin yaratıcısı olan Tanrı’ydı. Göklerdeki tahtından dünyayı kurtarmak, Tarık ve onun gibi Kendisine iman edenleri sonsuz yargıdan kurtarmak için yeryüzüne gelmişti. Ve İsa Mesih o anda Tarık’ın yüreğinin kapısını çalmaktaydı. Tarık bir karar vermek, kendisine sunulan bu armağanı minnettarlıkla kabul etmek durumundaydı. İsa Mesih, Tarık’ı çağırıyor ve bedeli ne olursa olsun Kendisini izlemesini istiyordu. Tarık bu çağrıyı kabul etmek zorundaydı.
Nedim, “Bunun çok ciddi ve önemli bir karar olduğunu anlıyorsun, değil mi Tarık? Bu konu asla hafife alınamaz. Tanrı seni bağışlar ve kurtarır, sana yepyeni –pak– bir yürek ve yepyeni bir yaşam verir. Ama O’nu içtenlikle arzu etmelisin. Daha önceki tüm dini inanışlarını ve benzeri düşünceleri terk etmelisin ve kendini sadece ve tamamen İsa Mesih’e adamalısın.”
“Evet, efendim. Bütün bunların farkındayım.”
“İsa Mesih’in çarmıhta öldüğüne gerçekten inanmalısın.”
“İnanıyorum.”
“Ve üçüncü gün, aynen Kutsal Yazılar’da bildirildiği gibi, O’nunölümden dirildiğine inanmalısın.”
“İnanıyorum, efendim.”
“İsa Mesih’in Rab olduğunu, O’nun yaşamının Kralı olduğunu vebugünden itibaren tüm yüreğinle, tüm ruhunla, tüm aklınla ve tüm gücünle O’nu sevip O’na hizmet edeceğini ağzınla ikrar ediyor musun?”
“Evet, efendim. İnanın bana, ben hazırım. Tanrı’nın yardımına ihtiyacım olacak. İsa Mesih’in benim için amaçladığı yaşamı kendi gücümle sürdürmeyi başaramam. Ama eğer O beni kabul ediyorsa, O’nu izlemeyi çok istiyorum.”
Tarık bu söylediklerinin gerçek olduğunu yüreğinin derinlerinde biliyordu; yaşamı boyunca başka hiçbir kararından bu kadar emin olmamıştı.
Bunun hemen ardından Dalya’nın, “Ben de İsa Mesih’i izlemek istiyorum, Baba; bu sefer gerçekten” sözlerini işitmek Tarık’ı gerçekten şoke etti.
alya ağlamaya başlamıştı. Genç kız hıçkırıklar arasında, İsa Mesih’i izlemek ve O’na sevgi ve şükran dolu bir yüreklehizmet etmek yerine, kendi hayatının hâkimi olmaya çalışarak boşa harcadığı onca yıl için Tanrı’dan ve ailesinden bağışlanma diliyordu.
Bu olay Nedim ve eşini gözyaşlarına boğmuştu. Tarık bile duygularına hâkim olmakta zorluk çekiyordu. Anne babasının öldürüldüğü günden sonra bir daha ağlayamamıştı – daha doğrusu ağlamamak için kendini zorlamıştı. Eğer bir an önce dua etmeye başlamazlarsa, diğerleri gibi ağlayacağını biliyordu.
Dördü birden dua etmek üzere diz çöktüler. Tarık İsa Mesih’i duayla yüreğine kabul ettikten sonra, Nedim’in önderliğinde duaya birlikte devam ettiler. Duaları bitince, Nedim Tarık’ı ve Dalya’yı sevgiyle kucakladı.
Gözyaşları dindikten sonra, Nedim onlara artık sonsuza dek Tanrı’nın ailesine ait olduklarını bildirdi. Kutsal Kitap’ta kurtuluşlarını asla kaybetmeyeceklerinin vaat edildiğini açıkladı. İsimlerinin artık Yaşam Kitabı’nda yazılı olduğunu ve öldükleri gün doğrudan cennete gideceklerini ve orada Tanrı’yla birlikte sonsuzluk boyunca yaşayacaklarını bildiren Kutsal Kitap ayetlerini gösterdi.
“İsa Mesih İbraniler 13:5 ayetinde, ‘Seni asla terk etmem, seni asla bırakmam’ diye bildirir. Mesih’i izleme konusunda öğreneceğiniz çok şey olduğunu biliyorum, ama merak etmeyin. Günbegün O’nun sevgisiyle büyümeye gayret edin. Her gün Kutsal Kitap okuyun. Her gün dua aracılığıyla Tanrı’yla konuşun. İmanda büyümenize yardımcı olacak sizden daha olgun ve bilge inanlılarla birlikte zaman geçirin. Ve gündelik yaşantınızda daima şu soruyu kendinize sorun: ‘Bu durumda benim yerimde İsa Mesih olsaydı, ne yapardı?’”
Tarık kendisini toparlayıp sordu: “Şimdi artık günahlarım bağışlandı ve unutuldu, öyle değil mi?”
Nedim, “Kesinlikle öyle” diye yanıt verdi. “Kutsal Kitap Tanrı’nın isyanlarımızı bizden doğu batıdan ne kadar uzaksa, o kadar uzaklaştırdığını bildirir (Mezmur 103:12). O günahlarımızı bir dahaasla hatırlamayacaktır.”
“Yani, şimdi Tanrı’nın gözünde tamamen lekesizim, öyle mi?”
“Evet, doğru, oğlum. Kutsal Yazılar’da vaat edildiğine göre, Tanrı seni kardan daha beyaz olacak gibi yıkadı (Vahiy 7:14).
“Ve Tanrı şimdi yaptığım her şeyi, yani sadece aptalca hatalarımı değil, her şeyibağışlıyor, değil mi?”
Nedim, “Evet, kesinlikle bağışlıyor, Tarık” diye karşılık verdi. “1.Yuhanna 1:9 ayetinde şöyle yazar: ‘Ama günahlarımızı itiraf edersek, güvenilir ve adil olan Tanrı, günahlarımızı bağışlayıp bizi herkötülükten arındıracaktır.’ Ve Tanrı “her”diyorsa, bu her türlü günahı kapsıyor demektir.”
Tarık’ın içinin ferahladığı açıkça belli oluyordu. “Bu harika bir şey” dedi ve devam etti: “Size açıklamam gereken bazı şeyler var.”
Tarık bütün günahlarını Tanrı’ya itiraf etmişti, ama kendisine böylesine içten sevgi gösteren bu aileye de vakit geçirmeden tüm gerçeği anlatması gerektiğinin farkındaydı. Ama bunu nasıl yapacaktı?
Asıl isminin Tarık Cemil olmadığını ve bilgisayar danışmanlığı yapmadığını, halen birden fazla ülkenin güvenlik güçleri tarafından aranmakta olduğunu onlara nasıl anlatacaktı? Üstelik bunları itiraf ettikten sonra Dalya’yı gerçekten sevdiği ve onunla evlenmek, tüm yaşamı boyunca onu mutlu etmek istediği konusunda onları nasıl ikna edebilecekti? Kendisine öfkeleneceklerini sanıyordu. Onlara söylediği bütün bu yalanlara rağmen, aslında yalancı bir doğası olmadığı ve bütün bunları kendisinin ve Dalya’nın yaşamını korumak için yapmak zorunda kaldığını anlamalarını nasıl bekleyebilirdi?
Nafile bir çaba gibi görünüyordu, ama yine de yapması gerekiyordu. Tarık birden İsa Mesih’in, işlemediği suçlar için ne kadar çok acı çektiğini hatırladı ve bu konuda başka bir seçeneği olmadığını anladı.
Gözlerindeki endişeyi sezinleyen Dalya, “Ne var, Tarık?” diye sordu.
Tarık, “Aslında bütün bunları nasıl anlatacağımı pek bilmiyorum ama..” diye söze başladı.
“Merak etme. Gerçek dostlarının arasındasın, Tarık.”
“Biliyorum, bu da işleri daha da zorlaştırıyor.”
“Efendim?”
“Lütfen benden nefret etme.”
“Elbette etmem.”
“Ama gurur duymadığım birtakım şeyler yapmış bulundum.”
Nedim, “Bunları hepimiz yapmıştık, oğlum” dedi. “Ama biraz önce söylediğim gibi, bunların hepsi geçmişte kaldı, Tarık.”
“Açıklamam gereken noktalardan biri de zaten bu; benim ismin Tarık Cemil değil. Asıl ismim Mervan Akat. Ve sizlere anlatmam gereken bir öyküm var. Öyle ki, nasıl bir sonu olacağına pek emin değilim…”
Ancak sözlerinin gerisini getirmeye fırsat bulamadı; kanyon duvarlarında bir silah sesi yankılandı ve Mervan Akat acıyla kıvranarakyere yıkıldı.
Dalya dehşetle çığlık attı. Nedim derhal arkasına dönüp kurşununnereden geldiğini anlamaya çalıştı, ardından bedenini karısına ve kızına siper etmeye çalıştı.
Bir silah sesi daha işitildi. Antik tiyatronun taş basamaklarından seken mermi, çevreye kaya parçaları ve toz saçtı.
Mervan acıyla sıkılmış dişlerinin arasından, “Yere yatın. Kolonların arkasına!” diye bağırdı.
Mervan tüm gücünü toplayarak Dalya’yı yakaladı ve taş basamaklardan aşağı, sahneye benzeyen platformun üzerine doğru çekti. Nedim ve eşi hemen arkalarından geliyordu. Mucize eseri henüz hiçbiri vurulmamıştı. Ama her yanlarında mermiler sekiyordu. Mervan en korktuğunu şeyin başına gelmekte olduğunu dehşetle fark etti. Sadece peşindeki caniler tarafından bulunmakla kalmamış, bu harika aileyi de onların ateş hattına sokmuştu.
Dördü birden birkaç iri kaya parçasının arkasına saklanmışlardı. Bayan Nur eşinin kollarında ağlıyordu. Dalya ise çığlık atmayı kesmiş, korkuyla titriyordu. Mervan onu sakinleştirmek istedi. O anda bunu her şeyden fazla istiyordu, ama keskin nişancıların nereden ateş ettiklerini öğrenmesi gerekiyordu. Görüş açısını genişletmek amacıyla bulundukları yerden çok yavaşça uzaklaşmaya başladı, ama Dalya kolunu yakaladı.
“Nereye gidiyorsun? Bizi burada bırakamazsın!” diye bağırdı.
“Sizi bırakmıyorum. Sadece kaç kişi olduklarını öğrenmeye çalışacağım.”
“Birden fazla kişi mi var?”
“Tahminimce öyle.”
Dalya,“Kim onlar. Kim bu adamlar?” diye sordu.
“Uzun bir hikâye.” Mervan iki kayanın arasındaki küçük yarıktandışarıyı gözetlemeye çalışıyordu. “Ama aradıkları siz değilsiniz. Onlar beni istiyor.”
“Ama Tarık, neden? Ne yaptın ki?”
“Benim ismim Mervan, Dalya. Mervan Akat. Ama sana yemin ederim ki, kötü bir şey yapmadım. Birileri beni, suçlu durumuna düşürmek için sinsice bir plan yapıyor…”
Bu kez silah çok yakınlarında patladı. Dalya yeniden çığlık attı, Mervan ise vücuduyla onu korumaya çalıştı.
Artık orada kalamazdı. Kendi güvenlikleri için Nur ailesinden ayrılmak zorundaydı. Lemieux, Goddard ve adamlarını bu çok değerverdiği ve sevdiği aileden uzaklaştırması gerekiyordu. Oysa güçlükleyürüyebiliyordu. Sol bacağı acıyla zonkluyordu. Kot pantolonunun kanla kaplanmış olduğunu fark etti. Dalya da yarasına bakıyordu, birden kızın bayılmak üzere olduğunu fark etti.
Onu kollarında sıkıca tutarak, “Merak etme, bir şey yok” dedi. “Bana bir şey olmayacak. Ama şimdi beni dinlemelisin, Dalya. Beniduyuyor musun?”
Dalya’nın yüzü bembeyaz olmuştu. Şoka girmek üzereydi.
ervan yeniden fısıldadı: “Beni duyuyor musun, Dalya?” Bu arada kanamayı durdurmak için cebinden çıkardığı birmendille bacağını sıkmaya çalışıyordu. Dalya nihayet gözlerini kanamakta olanyarasından kaldırıp, evet anlamında başını salladı.
Tarık süratle konuşmaya başladı. “Çok iyi, şimdi dikkatle beni dinle. Bu adamlar benim için geldiler, senin ya da ailenin peşinde değiller. Ama inan bana, beni korumak için herhangi bir şey yaparsan hiç düşünmeden seni de öldürürler. Onlar birer katil Dalya. Onlar kadınları ve çocukları öldürdü ve arkalarında Monte Carlo’dan Kazablanka’ya uzanan kanlı bir iz bıraktılar. Ben onların gizli planlarını ortaya çıkardım ve onları durdurmaya çalıştım. Şimdi ise benide sonsuza dek susturmak için peşimden gelip buldular. Beni anlayabiliyor musun?”
Dalya korkuyla titrerken, başıyla evet dedi.
“Öykünün geri kalan kısmını sana daha sonra anlatırım. Şimdi derhal buradan uzaklaşmam lazım; onları sizden uzaklaştırmalıyım,aksi takdirde…”
Dalya kolunu sıkıca tutarak, “Hayır” diye bağırdı. “Babam ve ben…”
Aniden açılan bir makineli tüfek ateşi sözlerini kesti.
Tartışacak zaman yoktu. Mervan ya şimdi ya da asla diye düşündü. Dalya’yı kendine doğru çekip sevgiyle öptü ve ardından sahnenin solundaki kulis tüneline doğru hamle yapıp yukarı tırmanmaya başladı. Bu sırada yeniden başlayan silah seslerinin arasından Dalyave annesinin bağırışlarını duyabiliyordu.
Kısa bir dua ederek, Tanrı’ya Nur ailesini koruması için yalvardı.Ardından basamakları hızla ve zikzak yaparak çıktı ve kendini antiktiyatronun üst kısmında yer alan kayaya oyulmuş eski mağara mezarlardan birinin girişine attı. Mervan farklı yönlerden gelen birden fazla silah sesinden, aşağıda en az 4-5 keskin nişancı olduğunu tahmin edebiliyordu. Ama sayıları daha da fazla olabilirdi, hatta takviyekuvvetin gelmesi bile olasılık dâhilindeydi.
İçerinin karanlığı ve bulunduğu yükseklik nedeniyle çevreyi rahatlıkla gözetleme imkânına sahip olmuştu. Nur ailesinin sahnenin çevresindeki başka bir kulis tüneline doğru sürünerek gitmeye çalıştığını fark etti. Tek umudu onların daha güvenli bir yere kaçabilmeleriydi. Ama gerçekte onlar da muhtemelen öldürüleceklerdi. Lemieux ve Goddard susturmak amacıyla Rana ve ev arkadaşını göz kırpmadan öldürmüşlerdi, öyle değil mi?
Birden açık alanda ellerinde makineli tüfekler olan birkaç adamınantik tiyatroya doğru koşmakta olduklarını gördü. Kısa ve sık atışlarla onu yerinde tutmaya çalışıyorlar ve bu arada hızla ona doğru yaklaşıyorlardı.
Mervan bir kaçış yolu aradı. Sol tarafında kaçacak hiçbir yer yoktu. Ama sağ tarafta ince bir ışık huzmesi içeri doğru süzülüyordu. Bacağındaki sancı artmıştı, buna rağmen ışığın geldiği yöne doğru yürüdü ve bir çıkış buldu. Bu çıkıştan dar bir patikayla dağın içine oyulmuş diğer mağaralara ve kaya mezarlara gidiliyordu.
Ayak seslerinin hızla kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu duyan Mervan, kayaya tutunarak elinden geldiğince hızlı ve dikkatlice patikayı izlemeye başladı. Ayağı kaysa 18-20 metre aşağıdaki kayaların üzerine düşebilirdi. Patika iki bin yıldır maruz kaldığı kumfırtınaları nedeniyle iyice aşınmış ve kayganlaşmıştı.
Mervan bir sonraki mağaraya ulaşmayı başardı. Orada birkaç dakika durarak soluklandı ve sinirlerinin yatışmasını bekledi. Mağaranın içinin karanlık olması ve gölgelerin kendisini saklaması nedeniyle dışarıdan fark edilmesi oldukça zordu, buna karşın kendisi etrafı rahatlıkla gözetleyebiliyordu. Üstelik aşağıda olan biteni de görme imkânı vardı. Dışarı baktığında en az üç adamın kanyonun öte yanında, tam karşısındaki mağaralara mevzilenmekte olduklarınıgördü. Daha ne kadar yürüyebileceğinden emin değildi, koşmaksa bu durumda kendisi için söz konusu bile olamazdı.
“Mervan Akat, çevreniz sarılmış durumda!”diye gürleyen ses antik kentin duvarlarında yankılandı. “Cinayet suçuyla aranıyorsunuz. Yavaşça dışarı çıkın. Kollarınızı başınızın üzerinde tutun. Size zarar vermeyeceğiz.”
Mervan bu sesi tanıyordu – Lemieux’ye aitti. Ünlü Fransız müfettiş Monte Carlo’daki olayların ardından birkaç medya kanalına demeç vermişti. Adamın tekdüze ve küçümseyici sesi Mervan’ın beynine işlemişti. Ama Mervan, Lemieux’ye hiçbir surette teslim olmayı düşünmüyordu. Bunu yapmak yaşamını yitirmek anlamına geliyordu. Bundan kuşkusu yoktu.
Mervan mağaranın gölgesinde saklanarak, cebindeki uydu telefonunu aradı. Belki de Rami’ye ulaşabilirdi. Küçük kardeşinin o an için yapabileceği pek fazla bir şey olmasa da, en azından yakında başına geleceklere dair bilgisi olurdu. Ama telefonu yanına almamıştı. Mervan onu bavulunun içinde Nur’ların evinde bıraktığını hatırladı. Böyle bir aptallığı nasıl yapabilmişti? Kendi kendine kızdı.
Telefonun yerine cebinde birkaç adet marihuanalı sigara ve bir kutu kibrit buldu. Mervan başını salladı. Sigaraların görüntüsü bile kendisini tiksindirmişti. Bu nasıl olmuştu? İsa Mesih yaşamını bu kadar hızla ve hiç beklemediği şekillerde değiştirmeye mi başlamıştı? Bu konuda kesin bir fikri yoktu, ama bilmek neye yarardı ki! Çokyakında zaten İsa Mesih’le karşılaşacak değil miydi? O zaman kendisine sorabilirdi.
Mervan sigaraları fırlatıp attı. Sonra mağaranın arkasına doğru giderek bir kibrit çaktı. Yerde bir kola şişesi ve oraya buraya dağılmış şekerleme ambalajları vardı. Belli ki küçük çocuklar burayı gizli yerleri olarak kullanıyorlardı. Kibrit tükenmişti; neredeyse parmağı yanıyordu.
Lemieux yeniden bağırdı: “Mervan Akat, bu size son uyarıdır!”Ama bu kez sesi çok daha yakından geliyordu. Fransız müfettiş artık aşağılarda, antik tiyatronun içinde ya da çevresinde değildi. Belli ki çok yakınlardaki mağaraların birindeydi. “Dışarı çıkın, aksi takdirdegörüldüğünüz anda vurulacaksınız. Bir yere kaçamazsınız. On saniye süreniz var.”
Mervan bu tehdide kulak asmadı.
“On... dokuz… sekiz…”
Mervan bir kibrit daha yakarak mağaranın arka kısmını araştırmaya başladı.
“Yedi…altı…”
AmaLemieux haklıydı. Kaçacak ne başka bir yer, ne de zaman vardı.
“Beş… dört…”
Mervan kibriti söndürdü. Topallayarak mağaranın ağzındaki iricebir kayanın arkasına gitti ve yere çömeldi. Bacağındaki yaranın müthiş acısıyla dişlerini sıkarak beklemeye koyuldu. Olacaklar konusunda hayale kapılmıyordu. Ama mücadele etmeden teslim olmaya niyeti de yoktu. En azından bu kadarından emindi.
ç… iki… bir… anlaşıldı, Mervan Akat, size verilen fırsatı kullanmadınız…”
Lemieux’nün adamlarından ikisi ellerindeki makinelilerle ateş ederek içeri daldılar. Mağaranın içini birden ateş ve duman kaplamıştı. Mermiler arka duvarda uçuşuyordu. Mervan kayanın arkasında kendini yere iyice yapıştırmış, sonunun gelmesini bekliyordu. Ama beklediği başına gelmedi.
Mermisi tükenen adamlardan birisi silahını doldururken, “Neredeo?” diye bağırdı.
Diğeri de silahını doldurmaya çalışırken, “Hiçbir fikrim yok” diyeyanıt verdi.
Eline önemli bir fırsat geçtiğini fark eden Mervan içgüdüleriyle hareket etti. Adamlardan biri kayanın yanına yaklaştığında onu bacağından yakaladı ve kendine doğru çekti. Dengesini kaybeden adam bağırarak yere yıkıldı.
Mervan, adam kendine gelmeden silahını alıp kafasına vurarak onu etkisiz hale getirdi. Sonra hemen arkasına dönüp iki el ateş ederek diğer adamı da silahını doldurmaya fırsat kalmadan yere yıktı.
Bir anda hem bir silaha, hem de ilk hamleyi yapma önceliğine sahip olmuştu ve bunların hepsi birkaç saniye içinde gerçekleşmişti. Mervan yanında yatmakta olan adamın nabzını kontrol etti. Adamın yüzünden ve başından kan akıyordu. Karanlıkta görebildiği kadarıyla burnu kırılmıştı ve beyin sarsıntısı geçiriyordu, ama hâlâ nefes alıyordu. Yani adam yaşayacaktı.
Mervan yerde acıyla kıvranan diğer adamın yanına doğru gitti. Eğer bu olay bir gün önce gerçekleşmiş olsaydı, Mervan adamın kafasına bir kurşun sıkarak oracıkta işini bitirirdi. Oysa şu anda bunun düşüncesi bile midesini bulandırıyordu. Şimdi elinden gelseydi,yaşaması için ona tıbbi yardım yapardı. Adamı sesini çıkarmaması için uyardı. Bu tehdidi işe yaramıştı, adamın sesi kesildi.
Mervan, şimdi ne olacağını merak ediyordu. Dışarıda Lemieux dâhil en azından 3-4 adam daha vardı.
Lemieux bağırdı: “Ne oldu? Onu öldürebildiniz mi?”
Mervan, “Hayır, henüz değil” diye bağırdı.
Mervan bunun ardından hiç düşünmeden, makineliyi omzuna astıve süratle mağaradan dışarı fırladı. Sarp kayalıklara sıkıca tutunarakelinden geldiğince dikkatle ve hızla, uçurumun kenarında yürümeyebaşladı. Az ötesinde dağın tepesine çıkan kayaya oyulmuş basamaklar vardı.
Her yanında makineli tüfek atışları yankılanıyordu. Kalbi neredeyse ağzına gelecekti. Beyni zonkluyordu. Dizine saplanan kurşunyüzünden bacağı müthiş sancıyordu. Ama Mervan yapması gerekenigayet iyi biliyordu. Lemieux ve adamlarını Dalya ve ailesinden mümkün olduğu kadar uzaklaştırmaya çalışması gerekiyordu.
O ana dek şansı iyi gitmişti. Mervan sağır edici yaylım ateşi altında hedefi şaşırtmak için oradan oraya hamle yaparak, taş basamakların tepesine yaklaşmayı başarmıştı. Ama tam tepeye vardığı anda sağ omzunda keskin bir acı hissetti. Yediği merminin şiddetiyleyüzüstü yere yıkıldı; nefesi kesilmişti.
Mervan acıyla kıvranırken, bir yandan da nefes almaya çalışıyordu. Eliyle yarasını yokladı, sol eli bir anda kana bulanmıştı. Çevredesaklanacak bir yer ararken, yakında bir yerde kayalıklar gördü ve oraya ulaşmaya çalıştı. Ancak biraz gerisinde kayadan yukarı doğru tırmanan adamların bağrışlarını duydu.
Mervan son anda sırtüstü dönerek silahını onlara doğrulttu ve üçel ateş etti. Kendisini öldürmeye gelen adamlardan ikisini daha vurmuştu. Adamlardan biri sırtüstü yere düştü; Mervan onun uçurumdan aşağı yuvarlandığını işitti. Diğeri ise Mervan’ın hemen önünde yere yıkıldı. Hareket etmiyor, konuşmuyordu. Orada öylece yatıyordu. Mervan’ı midesi bulandı. O kimseyi öldürmek, zarar vermek istememişti. Bu bir meşru müdafaa sayılırdı – öyle değil mi? Kişinin kendisini öldürülmekten koruması elbette normaldi, değil mi?
Daha çok adamın geleceğini biliyordu. Çok yakında ona ulaşırlardı. Mervan büyük güçlüklerle santim santim ilerleyerek ilerideki kayalıklara ulaştı ve siper alıp beklemeye başladı. Birden, aşağıda bir yerlerde bir gürültü işitti. Uzaktan gelen siren seslerini bile duyabiliyordu. Ama bu sesler yakınlaşmak yerine gittikçe uzaklaşıyordu. Mervan gözkapaklarının ağırlaştığını hissetti. Etrafı bulanık görmeye başlamıştı. Şoka girmek üzere olduğunu biliyor, ama bu konuda elinden hiçbir şey gelmiyordu.
Bir an için her şey karardı; kendinden geçmişti. Kendine geldiğinde ise ne kadar baygın kaldığını anlamaya çalışıyordu. Kalbi neredeyse duracak gibi oldu. Marcel Lemieux üç metre ötesinde, elinde susturucu takılmış bir silahı başına doğrultmuş duruyordu.
Mervan bir an bile düşünmedi. Elinde tuttuğu AK-47’yi sıkıca kavrayıp tetiği çekti. Ama hiçbir şey olmadı. Tetiği tekrar asıldı, ama yine hiçbir şey olmadı. Ya silah tutukluk yapmıştı, ya da cephanesi bitmişti. Her iki durumda da işi bitmiş sayılırdı. Bacağındaki veomzundaki yara kanamaya devam ediyordu. Güçlükle nefes alıyor ve ayık kalmaya çalışıyordu. Kendini savunacak silahı yoktu ve onuöldürmek isteyen kişi tarafından köşeye sıkıştırılmıştı.
Lemieux, “Neler görüyorum! Siz şu ünlü Mervan Akat olmalısınız.”
Mervan bir şey söylemedi. Lemieux ise konuşmaya devam etti.
“Silahınızı niçin yere bırakmıyorsunuz, Bay Akat? Böylelikle birçılgınlık yapmamış olursunuz?”
Mervan söyleneni yaptı.
Lemieux, “Çok iyi, şimdi konuşabiliriz” dedi.
Mervan, “Konuşmak mı? Siz konuşmak mı istiyordunuz?” diye sordu. “Pekâlâ, konuşalım o zaman. Bunu neden yaptınız müfettiş? Niçin Claudette ile güç birliği yapıp Refik Remzi’yi, biricik kızını ve önünüze çıkan herkesi öldürdünüz? Oysa suçlularla işbirliği yapmakyerine, onları yakalamak için yemin etmemiş miydiniz?”
Lemieux güldü. “Sizin gibilere açıklama yapmak zorunda değilim, Bay Akat.”
Ama Mervan sorusundan vazgeçmiyordu. “Bana çektirdiğiniz bunca şeyden sonra, beni öldürmeden önce bunları bilmeyi hak ediyorum, öyle değil mi?”
Lemieux tiksintiyle yüzünü buruşturdu.
“Size çektirdiklerim mi?” diye tısladı. “Şaka ediyorsunuz herhalde? Siz bir budalasınız, Mervan Akat. Yoluma hiç çıkmamalıydınız.Mükemmel bir planım, kusursuzca kurgulanmış bir hikâyem vardı. Soruşturmayı yürüten müfettişten kim kuşkulanabilirdi ki? Siz ortaya çıkana dek kimse de kuşkulanmıyordu.”
Mervan, “Er geç yakalanacaksınız, Lemieux” dedi.
Lemieux ise, “Göreceğiz” diye yanıt verdi.
Lemieux bunları söyler söylemez, iki adamı daha yukarı tırmanıpellerindeki silahlarla Mervan’ın çevresini kuşattı.
ervan, “Kardeşim Rami de benim bildiğim her şeyi biliyor. Adamlarımız şu anda Brezilya’da Claudette Remzi’yi arıyorlar. Onu bulduklarında, sizin işiniz de bitmiş olacak” dedi.
Lemieux, “Kardeşiniz şu anda hapiste. Claudette ise saklanıyor. Aslında işi bitmiş olan sadece sizsiniz, Bay Akat” dedi.
“Size inanmıyorum…”
“Susun!Yeter! Sizi yeterince dinledim, Mervan Akat. Şimdi yüzüstü yatıp ellerinizi arkanızda kavuşturun.”
Mervan, “Hayır” diye itiraz etti.
Lemieux, “Şimdi” diye emretti.
“Beni arkadan vurmanıza izin vermemi mi bekliyorsunuz? Bunuunutun müfettiş.”
Sinirlenen Lemieux adamlarından birine başıyla işaret etti. AdamMervan’ı defalarca tekmeledi, sonra da ayağıyla iteleyerek yüzüstü yatırdı. Mervan acıyla inledi. Zorlukla nefes alabiliyordu. Dua etmeye çalıştı. Sonunun geldiğinin farkındaydı. Ama sözcükler ağzından çıkamıyordu.
Lemieux şimdi Mervan’ın tam arkasında duruyordu, elindeki silahı ise Mervan’ın başının arkasına doğrultmuştu.
“Elveda Bay Akat. Cehennemde görüşürüz” dedi.
Mervan arkaya doğru baktı ve Lemieux’nün tetiği çekmek üzere olduğunu gördü.
Ama aniden büyük bir gürültü koptu ve şiddetli bir rüzgâr dağın tepesinde büyük bir toz bulutunu havalandırdı. Herkes başını çeviripbaktı; içinde Jean-Claude Goddard ve Rami Akat’ı taşıyan jet helikopter tepeye doğru yaklaşmaktaydı.
Goddard helikopterin hoparlöründen şöyle bağırıyordu: “Silahınızı bırakın müfettiş Lemieux. Herkes silahlarını bıraksın! Her şeyi biliyorum, müfettiş. Adamlarım Claudette Remzi’yi Sao Paolo’da sorguya çektiler ve o da her şeyi itiraf etti. Şantaj ve cinayetlerdeki rolünüzü biliyoruz. Suçu Mervan Akat’ın üzerine atmaya çalıştığınızı da biliyoruz. Rana Favaz ve ev arkadaşını Kazablanka’da öldürdüğünüzü kanıtlayan balistik raporları elimizde. Her şey bitti, müfettiş.Şimdi silahlarınızı yere bırakırsanız kimse zarar görmez.”
Lemieux’nün adamları silahlarını yere bırakıp kollarını kaldırdılar. Ama Lemieux bunu yapmaya yanaşmadı. İlk başta gözlerini tozbulutundan korumaya çalıştı, ama Goddard silahını derhal yere atmasını tekrarlayınca, Lemieux helikoptere doğru ateş etmeye başladı.
Pilot ateş hattının dışında kalabilmek için helikopteri ilk önce sola, sonra sağa doğru yatırdı, ardından da hemen üzerilerinde dairelerçizerek dönmeye başladı. Ama bunlar Lemieux’yü tüm cephanesini helikoptere ateş etmek için kullanmaktan vazgeçirmedi. Mermilerden biri ön cama isabet ederek camın parçalanmasına ve helikopterin geçici olarak dengesini kaybetmesine neden oldu. Pilot helikopteri dağa çarpmaktan son anda kurtardı, ardından yükselmek zorunda kaldı. Bu arada Lemieux silahını yeniden doldurmaya çalışıyordu.
Mervan bir kez daha eline bir fırsat geçtiğini fark etti. Bir anda tüm ağrı ve sızılarını unuttu. Tek düşünebildiği, Dalya ve ailesiyle kendisini kurtarmaya gelen kardeşi Rami idi. Mervan hızla ayağa kalktı ve Lemieux’nün üzerine atladı. Lemieux’nün elinde tuttuğu silah yere düşerek kayalıklardan aşağıya doğru yuvarlandı. Mervan adamın suratını ve karnını yumruklamaya başladı. Ama Lemieux kendini toparlayıp bütün gücüyle ayağıyla Mervan’ın yaralı dizine vurdu. Mervan acıyla haykırarak yere yıkıldı. Bu arada Lemieux onun üzerine çıkmış, elleriyle gırtlağını sıkmaya başlamıştı.
Bu arada Lemieux’nün adamlarından biri silahını yerden almayayeltendi, ama duyulan üç el silah sesiyle yere yıkıldı. Silah seslerineşaşıran Lemieux arkasına bakıp kimin ateş ettiğini anlamaya çalıştı.Mervan da aynı şeyi yapıyordu. Ateş eden Goddard idi ve elindeki uzun namlulu silah Lemieux’nün başına doğrultulmuştu.
Lemieux’nün bu bir anlık şaşkınlığından yaralanan Mervan diziyle adamın kasıklarına şiddetli bir tekme atarak onun elinden kurtuldu. Şimdi durum tersine dönmüştü. Mervan Lemieux’yü arkadan yakalayıp yüzüstü yere çaldı ve Lübnan Ordusu’nda öğrendiği bir dövüş tekniğini kullanarak diziyle sırtına bastırdı. Lemieux’yü etkisiz hale getirmişti. Müfettiş kıpırdayamıyordu. Mervan onu istediği pozisyona soktuktan sonra, elleriyle boynunu sıkıca kavradı ve sıkmaya başladı.
Lemieux nefes almaya çalışıyor, ama başaramıyordu. Müfettişin yüzü ilk önce kızardı, ardından morarmaya başladı, ama Mervan durmuyordu.
“Mervan, hayır. Yapma lütfen!”
Mervan afalladı. Bu Dalya’nın sesiydi.
Dalya gözleri ağlamaktan kızarmış, yavaşça ona doğru yaklaşmaktaydı.
“Mervan, lütfen, bu yaptığın doğru değil” diye haykırdı.
Bu sırada helikopter dağın tepesine inmişti. Rami hemen dışarı çıkıp ilk önce Dalya’nın yanına koştu. Çok geçmeden Nedim ve Bayan Nur da oraya geldiler.
Bu arada Goddard adamların ellerini kelepçeleyip helikoptere bindirdi. Ardından Mervan’a doğru yürüdü.
Goddard, “Bu adamın yaşamının sonuna dek hapiste kalacağını size garanti ederim, Bay Akat” diye konuştu. “Sadece bu yaptıkları için değil, işlemiş olduğu bütün suçlar için. Bunu kendime bir görev sayıyorum ve bu konuda size söz veriyorum.”
Mervan’ın kalbi delice atıyordu. Elleri hâlâ Lemieux’nün boğazındaydı; adamsa bilincini kaybetmeye başlamıştı. Mervan ilkönce kardeşine, ardından Nur’lara ve daha sonra Dalya’nın gözlerinin içine baktı. Dalya konuşmuyordu, ama gözleriyle doğru olanı yapmasıiçin kendisine yalvarıyordu.
Mervan da doğru olanı yaptı.
Ellerini gevşetti, ayağa kalktı ve Lemieux’yü Goddard’a teslim etti. Bunu yaptığı anda Dalya koşarak kollarına atıldı.
Mervan’ın gelecekte öğrenmesi gereken, aynı zamanda eski öğrendiklerinden unutması gereken o kadar çok şey vardı ki. Dalya veailesine ve kardeşi Rami’ye anlatacak çok şey vardı. Onların da kendisine anlatacak çok şeyleri olmalıydı. Ama her şeyden önemlisi, Nedim’in haklı olduğunun farkına vardı. O artık yepyeni bir insandı. Artık yeni bir yaşamı vardı. Bu yeni yaşamı günbegün Mesih’in sevgisiyle geçirmesi ve imanda büyümesi gerekecekti. Korkunç olaylara tanık olmuştu. Ama şimdi muhteşem bir sevgiye –Rab’bi ve Kurtarıcısı olan İsa Mesih’in sevgisine– tanıklık ediyordu
Mervan Akat geleceğin kendisi için neler getireceğini bilmiyordu. Rab İsa Mesih’i gerektiği gibi nasıl izleyecekti ve Dalya’ya hak ettiği sevgiyi nasıl verecekti tam olarak bilemiyordu. Ama bir şeyden emindi: Bütün bunları yapmaya bir an önce başlamayı büyük birsabırsızlıkla bekliyordu.
SON